30 Aralık 2016 Cuma

KEDİMİNİCİ - Fantastik bir kedileme öyküsü

KEDİMİNİCİ


İki gözü doğuştan kör olan Badem adlı kediye…


  Sonunda cesaretimi topladım ve renkli basıcıdan çıkardığım on bir fotoğrafın durduğu zarfla birlikte alt kat komşumun zilini çaldım. Cumartesi öğleden sonrasıydı. Dışarıda cehennemi bir yaz sıcağı hüküm sürdüğü için in cin top oynamaktaydı. Komşumun az önce arabasıyla geldiğini görmüştüm.Tam zamanıydı. Bütün hazırlıklarım tamamdı. Araştırmalarımda ilerledikçe, elimdeki kanıtlar arttıkça hevesim kırılmaktaydı. Son günlerde tuhaf rüyalar görüyordum. Biraz daha beklesem belki de şimdi yapmak üzere olduğum şeyden vazgeçebilirdim.
  Bu an için bir ayı aşkındır hazırlanmaktaydım, ama kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başlamıştı. Benden on beş santim kısa, kırk kilo hafif bir kadından korkuyordum. Bu nedenle bir yanım sürekli, ‘Zili çaldın artık kaçabilirsin’ diyordu. Açıkça pişmandım. Yanlış bir iş yapmıştım. Zile dokunan parmağım bir çuval inciri berbat etmişti.
 “Buyrun.”
  Genç kadının üzerinde krem rengi yazlık bir elbise vardı. Ayakları
çıplaktı. Biraz çekikçe olan kahverengi gözleri muzipçe denebilecek parıltılara sahipti. Yüzünde gelişime şaşırmış bir ifade yoktu. Bu bana çok beklenen bir hamleyi yapıyorum duygusu vermekteydi.
  “Bu şerefi neye borçluyum Sedat bey?”
  “Sizle, biraz… Biraz konuşsak Deniz hanım.”
Kadın bir buçuk yıldır sokakta karşılaştığında tek tük iki kelime ettiği komşusunun ilk ziyaretinde yanında kocaman bir zarf getirmesi çok normal bir şeymiş gibi davranmış ve buna fazladan dikkat sarfetmemişti.
  “Vaktiniz müsaitse tabii.”
  Kadının kaşlarını çatarak ne hakkında diye sormasını boşuna beklemiştim. Belki konuyu beğenmez beni kapıdan defederdi. Şu anda böyle bir şeyi ne kadar istediğimi anlatmam mümkün değildi. Bu buğday tenli, orta boylu, genç kadından açıkça tırsmaktaydım. Yüzyüze gelince bunu daha derinden fark etmiştim.
  “Gelin içeri.”
  Kapıdan oturma odası görünmekteydi. Kirli beyaz iki divan. Bir masa ve üzerinde tembel tembel yalanan yaşı geçkince bir tekir kedi. Kedi bütün duygularımın özeti gibiydi. Buraya gelmeme neden olan şey de kedilerdi zaten. Kediler ve Leyla hanım.
 “Şöyle oturun lütfen.”
Kadının işaret ettiği koltuğa oturdum. Bana hâlâ ne istediğimi sormaması rahatsızlık veriyordu. Zarfı sağ yanımdaki sehpanın üstüne bıraktım. Az sonra kadına yapmayı düşündüğüm fotoğraf kanıtlı şov gözümde bayağı değersizleşmişti birden. Evin halini gördükten sonra umutsuzluğa kapılmıştım. Bütün kapıları salona açılan bir evde saklanabilecek pek az delik olabilirdi.
  “Şey için geldim Deniz hanım. Kediler. Kediler ve …”
  Ve karşı apartmandaki komşumuz Leyla hanım diyecektim, ama kadının aşırı rahat tavırları kendime güvenimi sarsmıştı.
  “Anlıyorum. Öncesinde bir demirhindi içmek ister miydiniz? Kendim hazırlıyorum. Sıcaklarda buzlu içecek olarak çok iyi gidiyor.”
  Demirhindi çok sevdiğim bir içecekti. Başımla olumladım. Kadın oturma odasına açılan mutfağa gitti. Kapı olmadığı için onu görebilmekteydim. Buzdolabını açtı ve büyük bir şişe aldı. Oradan iki uzun bardağa içkileri koydu. Bana doğru geldi. Otuz başlarında hoş bir kadındı. Serbest muhasebeci olduğunu duymuştum. Davranışları çok normaldi. Ona isnat edeceğim suçlamayı çelen hususlardı bunlar.
  “Buyrun. Afiyet olsun.”
  “Sağolun.”
  Buz gibi içkimden bir yudum aldım. Tadı nefisti. Deniz hanım karşımdaki divana oturdu. Masanın üzerinde yatan tekir kedi bize aldırışsızca yalanmayı sürdürmekteydi.
  “Buraya şey için geldim Deniz hanım,” dedim. “Bazı şeyler garip. Çok garip. Ben belki biliyorsunuz üç aydır işsizim. Vaktim vardı yani. Dikkatimi çeken şeyler oldu.”
  Kadın en rahat tavrıyla içkisini yudumladı ve bardağını kedinin yattığı masanın üzerine koydu. “Ne gibi?” Yüzünde hinoğlu hinliğin zerresi bile yoktu. Kendinden emin ve huzur içindeki görünümü nedeniyle giderek cesaretsizleşmekteydim.
  “Sizi dinliyorum.”
  Sehpanın üzerinde duran zarfı alıp içindeki renkli fotoğrafları çıkardım.
  “Ben bir bankada çalışıyordum. Sistem analizcisiydim. İşim grafiklerledir. Boş kalınca… Daha önce fark ettiğim, ama pek şey yapamadığım doneleri bir araya getirdim ve bir sonuca vardım. Bunu sizinle paylaşmak istiyorum.”
  Kadın yüzüyle ‘olur’ anlamına bir işaret yapınca “Kedilerden başlayalım Deniz hanım, “ dedim. “Herkes sizi bu mahallede kedi hamisi olarak tanıyor. Ve… Şu anda kaç kediniz var evde?”
  “Sadece bu, Ezo var şu anda?”
  “Diğerleri nerede peki?”
  Kadının yüzündeki ‘Hangi diğerleri?’ bakışı ne kadar hakikiydi. En üstteki fotoğrafı gösterdim. Kadının ön balkonu görünmekteydi. Balkonda tam dört kedi vardı. Bir sürü de su ve yemek kabı.
  “Bu fotoğrafı iki hafta önce çektim Deniz hanım. Balkonunuzda beslediğiniz dört kedi vardı. Şimdi aradan günler geçti. Yoklar. Ansızın kayboldular. Daha önceki fotoğrafa bir göz atalım. Bu sekiz dokuz gün önce. Bahçede balkondaki beyaz patili tekir kedi hariç biri kırmızımsı olan iki başka kedi daha var. Şimdi onlar da yok meydanda. Elimde kedi maması kabı her tarafı dolandım. Gözüme ilişmedi. Biri dişiydi ve beş yavru yapmıştı. Seslerini duyuyordum. Sonra birden sessizleştiler.”
  Kadın hiç istifini bozmadan beni dinliyordu. “Yani?” dedi ben sözlerime ara verince. Diğer fotoğrafları göstermeye başladım ve “Kedileri besliyor, bazılarını hadımlaştırıyor ve evsiz kedilere yuva buluyorsunuz, ama döngü çok hızlı,” dedim.
  “Birçok kedi ansızın yok olmuş durumda. Fotoğraflarla sabit. Bir gün önce balkonda, bahçede olan kediler ertesi gün yoklar. Bunlar mahalle kedileri. Civardaki evleri gezerler. Her tarafa baktım, o kırmızı tüylü kediyi hiçbir yerde göremedim örneğin. Beş yavrunun miyavları da ansızın kesiliverdi. Önce en üst kattaki avukattan şüphelendim, ama adam tatildeydi o sırada. Kedileri hiç sevmez malum.”
  Kadın gösterdiğim fotoğrafları merakla izliyordu. “Hepsi bu mu?” dedi sonuncuya sıra gelince.
  “Bir şey daha var.” dedim kararlı bir sesle.
  Kadının rahat tavırlarında bir patron algılamıştım sanki. İnce bir hesaplılığın adım adımlığı desem abartma olmaz. Halleri ‘Peki ne kadarını biliyorsun’ ışımaktaydı. Kadın belki soğukkanlı bir psikopattı. Biraz sonra elinde bir bıçakla gelecek ve…
  “Leyla hanım. Karşı apartmanın ikinci katında oturuyordu. Bir kez sizi konuşurken gördüm. Sokak kapısının önünde. Kadın ertesi gün kayboldu. Biliyorsunuz. Polis araştırması yapıldı. Boşandığı kocasından şüphelendiler. Cep telefonu dahil evinden hiçbir şey almadan çıkmış gitmişti. 29 Nisan günü. Pazardı. Ertesi gün işine de gitmemiş.”
  “Sonra?”
  “Kendisiyle birkaç kez karşılaştık. Kedi konusunu o açtı. O da kedileri çok seviyordu ve sizin kedileri himaye etmenizi çok taktir ediyordu. Yalnız en son gördüğümde fikrini değiştirmişti. Kaybolan kedilere dikkatimi çeken o oldu. Yeni kediler geliyordu. Doğanlar falan, ama sizin çevrenizde olan kediler bir an gelip… Bir an gelip sırra kadem basıyordu. Leyla hanım bunu çok garip bulmaktaydı. Sizle konuşacağını söylemişti bana. 28 Nisan günü. Akşamı sizi konuşurken gördüm. Ertesi gün Leyla hanım yeryüzünden silindi adeta.”
  “Tam olarak ne demek istiyorsunuz Sedat bey? Kedilerin ve Leyla hanımın gaybından ben mi sorumluyum yani?”
  “Evet. Muhtemelen öyle.”
  Kadın gülümseyince esmer yüzünde yumuşak ve bağışlayıcı bir ifade oluştu. Bütün beklentilerime rağmen kadın azılı bir psikopatın iç hesaplılığının zerresini dahi ışımamaktaydı. Bana karşı kızgın da değildi sanki. Anlayışla sözlerimi dinlemekteydi.
  “Ayağa kalkın lütfen.”
  Kadının dediğini yaptım.
  “Ben burada oturacağım. Bütün odalar salona açılıyor. Bir bakın etrafa. Burada böyle şeyleri saklayacak ne çatı katı odaları, ne de derin mahzenler var.”
  Kadın sözlerinde haklıydı. Bakmadan da öyle olduğunu görüyordum, ama kayıp yirmi kadar kedi ve hatta Leyla hanım bir yerlerde saklı önsezimi engelleyemiyordum.
  “Bir şekilde…” dedim ve sözlerimi tamamlamadım.
  “Leyla hanım hoş bir kadındı. Bekardı. Onu beğeniyordunuz değil mi?”
  Deniz hanımın mahallenin doksanlık ninesi gibi bilmiş bilmiş konuşması çok rahatsız edici değildi. Haklıydı çünkü. Leyla hanımı çok beğeniyordum ve sırra kadem basmasaydı, ona birlikte çıkmayı teklif edecektim.
  “Öyle de… Nerede o şu anda Deniz hanım?”
  Kadın yine gülümsedi.
  “Siz Leyla hanıma abayı yakmışsınız belli. Kendisiyle 28 nisan akşamı konuştuğumuzda pek lafını etmedi. Ama ertesi gün geldiğinde dilini yokladığımda onun da size karşı benzer duygular hissettiğini gördüm. Bana sorarsanız bayağı iyi bir çift olabilirdiniz.”
  Hâlâ ayakta duruyordum. Yerime oturdum. Birden halsizleşmiştim. Kadının Pazar günü buraya gelmesi, gayb âlemine buradan geçtiğini ispat etmez miydi? Deniz hanımı bu kadar rahat yapan şey neydi? Delilik mi? Yoksa sakinleştirici ilaç falan mı kullanmaktaydı? Kadını kedileri ve bir insanı parça parça doğrayan ve azar azar çöpe atan bir sapık olarak hayal edemiyordum artık. Bu algım konuşmamızın seyri nedeniyle bozulmuştu. Daha karmaşık bir aracın dümenindeydi Deniz hanım. Ben böyle bir şeyi duymaya, daha da kötüsü deneyimlemeye hazır mıydım? Hayır. Değildim. Hemen buradan gitmeli ve sonra ne yapacağıma karar vermeliydim. Belki polise başvururdum. Elimdeki deliller işe yaramazdı biliyordum. Susardım o zaman. Susar ve en kısa zamanda bu lanet sokaktan taşınırdım.
  “İkiniz de kedileri seviyorsunuz üstelik.”
Kendimi engelleyemedim ve “Leyla nerede biliyor musunuz?” dedim.
Kadının kahverengi gözleri hafifçe irileşti. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu.     
  “Sokak kedilerinin hallerine çok üzülüyorum,” dedi.
 “Arabaların altında eziliyorlar. Susuzluktan ve açlıktan ölüyorlar. Kötü muamelelere maruz kalıyorlar. Bu nedenle bazılarına olsun daha güvenli bir ortam ve iyi niyetli bakıcılar sunmak lazım. Leyla da böyle düşünüyordu. Pazar sabahı erkenden buraya kaybolan kediler için geldi. Ona durumu izah ettim. Anlayışlı kadın. Ne demek istediğimi fevkalade iyi idrak etti.”
Hissettiğim halsizliğin olağanüstü bir gerçeği duymak üzere olmamdan kaynaklanmadığını keşfetmiştim bu arada. Demirhindi ilaçlıydı. İçine beni kaderimle buluşturacak bir uyuşturucu madde konmuştu.
  “Kendisi sağ ve afiyette şu anda, merak etmeyin.”
Kadının arkasında üç kapı vardı. Onlardan birinden çıkacak ve “Sana nasıl oyun oynadık.” diyecek bir kadını hayal ettim.
  “Ayağa kalkın tekrar.”
  “Halim yok. İçeceğe ne koyduysanız.”
  “Sandığınız gibi değil. Sizi uyuşturmadım. Siz kendinizi uyarlıyorsunuz.”
  “Nasıl yani?”
Deniz hanım yerinden doğruldu ve yanıma geldi. “Göreceksiniz.” Uzattığı elini tutarak doğruldum. Eli ne kadar sıcaktı. Sıcak ve bir şey daha. Sıcak ve yabancı. Evet. Evet. Alışılmadık bir ünite. Dokunmakla geçen yabancı bir bilgi. Neyse ki, korkum abartılı değildi. Uysalca yüzüne baktım. Direnecek halim yoktu. Hipnozda gibiydim.
  “Kediyi alın.”
  “Ne?”
  “Kediyi kucağınıza alın. Ezo kaç gündür sizin gelmenizi bekliyor. Arkadaşlarını özledi. Ancak kapıyı bir kedi açabilir size. Onun için hayvanı beklettim burada.”
Beynimin içinde soğuk nefesli soru işaretleri uçuşmaktaydı. Dediğini yaptım. Koca hayvanı kucağıma aldım. Kedi memnuniyetle mırlamaya başlamıştı.
  “Gelin şimdi.”
  Sessiz bir ‘nereye?’ sözcüğü salarak arkasından yürüdüm. Aralık duran kapılardan birinden odaya girdik. Odadaki tek eşya uzun bacaklı bir sehpa ve üzerindeki cam kavanozdu. Bir litre hacmindeki kavanozun metal kapağı vardı. İçi boş gibiydi. Dibinde yosun benzeri yeşil bir şeyler vardı.
  “İşte orada. Aradığın her şey.”
  Kavanoza bakarken bir değişiklik oldu, etrafımdaki perspektif yamuldu, gözlerim karardı. Bir şey kucağımdaki kediyi ve beni tuttu kaldırdı. “Dinle.”
Gördüğüm şeyin ne olduğunu kavramam saniyeler aldı. İki metre eninde, bir metre boyunda bir göze bakmaktaydım. O’ydu. Deniz hanımın gözüydü. Kadın devleşmişti birden. Eve nasıl sığardı o zaman. Kavanozu düşündüm. Başka bir şey olmuştu. Ben küçülmüştüm.
  “Kavanoz bir âlem. Göreceli olarak 100,7 kilometre kareye tekabül eden bir alana sahip. İki katlı bir ev, ekilebilecek bir arazi, korular, göller, çimenleriyle çok hoş bir habitattır. Minileştirdiğim bütün kediler orada. Kendilerine sınırsız gibi gelen arazide gönülleri istediği gibi yaşıyorlar. Dişilerin yüzde doksan sekizi kısır. Böylelikle aşırı üreme gibi bir sorun söz konusu değil. Fare ve diğer av hayvanları da bol. Sizi de oraya ekleyeceğim. Leyla hanım gelmenizi bekliyordu. Sevinecek. Eviniz hazır. Bütün konfora sahip. Kileriniz tıka basa yiyecek dolu. Tavuğunuz horozunuz var. Bahçenizde de envai çeşit sebze. Kitap, dergi, dvd oynatıcı vb. gibi vakit geçirmenize yardımcı olacak her şey düşünülmüştür. Diğer yandan hava temiz. GDO yok. Savaş yok. Terör yok. Yeni Dünya Düzenin tehditkârlığı yok. Kitlelerin nasıl kurnazca imha edildiğini görmeyeceksiniz. Fitne, fesat, Ateş ve kan sizden ırak kalacak. Asla işsiz ve aşsız da kalmayacaksınız. Dünyanızda ne görüştüğünüz yakın akrabalarınız, ne de arkadaşlarınız var. Leyla hanım da çocuksuz ve yalnız biriydi. Bu sayede beni keşfettiniz. Orada ise sevgiliniz ve kedilerinizle mutlu ve mesut olacaksınız.”
  “Siz kimsiniz? Dünya dışı bir zeka mısın?”
  “Ben mi? Bunun ne önemi var.”
  İşin bu tarafını bilmemenin psikolojim için daha hayırlı olacağını hemen hissettim. Israr etmeyecektim.
  “Şimdi ne olacak peki?”
  “Siz de ansızın sırra kadem basacağınız için bu etrafın dikkatini çekecek. Böylece artık bu mahalleden ayrılma zamanı geldi demektir. Kavanozumu alıp yeni bir mahalleye gideceğim. Merak etmeyin habitatınız garantide. Haydi gidin ve yeni yaşamınızın tadını çıkartın.”
Ayağım çimenlere değince korkum azaldı. Kaslarıma yeniden takat yüklenmişti. Tertemiz havayı içime çekerek etrafıma bakındım. Ezo bir yerlere doğru koşmaktaydı. Gözümle onu takip ederken Leyla’yı gördüm. Bana doğru yürüyordu. Üzerinde en son gördüğümdeki çiçekli yazlık elbisesi vardı. Ne kadar güzeldi.
  Adımlarım irademin dışında hızlandı. Kadın da aynı şeyi yapmaktaydı. İlk buluşmamızın böyle bir ortamda gerçekleşecek olması akıl almaz bir şeydi. Az sonra kadın bana sımsıkı sarıldığında iyi ki az önce kapıyı çalmışım diye düşünmekteydim. Aşk asla pişman olmamaktır demiyorlar boşuna.
                                                                                                                                                                    Balçova - 2013

27 Aralık 2016 Salı

Kadir'in kaderi mi, kaçınılmaz seçimi mi? - Nazarzede Kliniği İncelemesi

Kadir'in kaderi mi, kaçınılmaz seçimi mi?
Kadir Torun

SADIK YEMNİ’NİN NAZARZEDE KLİNİĞİ ADLI ROMANI POSTMODERN BİR ZAMANA ÖZGÜ, YERLİ BİR FAUST GİBİ YAŞAYAN BÜYÜK VE ZENGİN REKLAMCI KADİR’İN SEÇİMLERİ ÜZERİNDEN YOL ALIYOR.

Hızın, hazzın ve başarının, metropollerin en yükseğinde ve en görünür yerinde parlatılıp tek yol ve tek yön olarak gösterildiği bir zamanda başarılı bir reklamcının köşedeki kestaneciden aldığı beş liralık yedi kestanenin yedisinin de çürük çıkması sadece bu çağın kesin hazcılığına özgü bir felakettir. Öyle bir şeydir ki bu, gözünüze görünen tek şey bu yedi adet çürük kestanenin sadece ve basit bir biçimde çürük olduğudur. Oysa Sadık Yemni’nin son romanı Nazarzede Kliniği’nin kahramanı Ahmed Kadir’in asıl düşünmesi gereken şey bu beş liralık yedi kestanenin tam da onun ellerinde çürümüş olduğu gerçeğidir.

Aynı zamanda çürümeye yönelik bir nedenselliğin de unutulduğu bir başka gerçeklik vardır bu gerçeğin içinde. Değil mi ki, her saniyesine kadar hesaplanmış bir gün içinde her saniyeyi paraya tahvil ederek yaşayan bir adam için bu yedi çürük kestane hiçte hak edilmiş bir şey değildir. Hatta böylesine başarılı bir adam için büyük bir haksızlıktır bu…

Hele hele bütünüyle kazanmaya ve başarmaya yazgılı olduğu vesvesesi ile yaşayan bir adamın kırk tilkiyi birden dolaştırdığı yedi delikli başından aşan işleri arasında ağzının tadını bozan yedi adet çürük kestaneyse bu, bu felaket aynı zamanda deccaliyet zamanlarına özgü toplumsal bir felaket anlamına gelmek zorundadır. Zira böylesine değerli zamanları tüketen ve habire kazanan bir adamın ağzının tadını bozan bu yedi çürük kestanenin alınıp satılabildiği bir dünya baştan başa anlamını yitirmiştir. İşin daha da vahimi bu anlamsız dünyada bu gerçekliği bu başarılı reklamcıdan ve onu gibi ışıltılı hayatı yaşayabilen bir avuç insandan başkası fark etmemiştir.

BAŞARMAYA MECBUR İNSAN
Hızın, başarının ve sınırsızca kazanımın arsızca büyüttüğü bu deccaliyet zamanında ezberlenen algıya göre çürümenin insanın hem de kendi içindeki sebeplerini düşünmek ve kendisini sigaya çekmek gibi bir lüksü de yoktur. Zira bu deccal algısına göre her şeyin temizi, büyüğü, parlak ve özel olanı sadece ve sadece bu zamanda hız sahibi olanın, başaranın ve her ne pahasına olursa olsun kazananın hakkı olarak nitelendirip öylece belirlenmiş durumdadır.
Başarmaya yazgılı ve mecbur edilmiş insana kalan tek şey bu tescillenmiş ve belirlenmiş durum dışında her şeyi unutmak, geleceğe ve daha fazlasına kilitlenmek üzere yoluna çıkan anne, baba, aile, arkadaş, dost, sevgili gibi ayak bağı olacak her şeyden azade biçimde yaşamaktır. Bu anlamda geçmiş, her şeyiyle unutulması gereken bir geri zamandan başka bir şey değildir. Ve bu unutulması gereken geri zamanda bütün yapılanlar ve yapılmayanlar da sanki büyülü bir el tarafından sürekli biçimde silinip temizlenerek ileri zamanlardaki kazanımlar için güdüleyiciler olarak transfer edilmiş durumdadır.
Bu esnada isterse adını ‘Hız…Hızhız, Hazhız…’ diye yanlışça ezberlemiş olsun Ahmet Kadir’in Hızır Aleyhisselam’dan duyduğu şu değerli ikazı duyup işitse de bu ikazın gereğini yapacak ne zamanı ne de buna yönelik bir yeteneği de olmayacaktır.
Çünkü o Ahmed olmaktan çok Ahmet’tir. Hatta bunu da kimseye söylemeyecek kadar derin bir gizem içinde ilk adını hep saklayarak yaşadığı gibi gözbebeği şirketi ‘Modus Vivendi’nin yenilmez, yıkılmaz büyük patronu Kadir Bey’dir. Az biraz çalkantılı duygular içinde, samimi olduğu tek bir arkadaşı bile olmasa da, hâlâ telefonu çalmakta, konuşmakta, en azından yardımcısı Cem, şoförü ya da ne kadar çabalasa da eski nişanlısı Nehir’in hayatında bıraktığı boşluğa yerleştiremediği güzel kadın Suzan’la zoraki ve kısa sohbetler edebilmekte ve kendini yeni seviyesine her geçen gün daha da uyarladıkça daha bir güçlenmekte, eskiye dair ne varsa tümünü alt düzeylerde kalmış şeyler olarak sürekli biçimde ötelemekte ve iki yanından güle konuşa gelip geçen insan kalabalığını daha bir güçle yarıp geçebilmektedir. Hayat onun için bir bilgisayar oyunudur ve bütün oyunlar da son tahlilde kazanabilmek için oynanacaktır. Sürekli olarak yükselmek gereken mertebeler vardır bu oyunun her aşamasında. Yön yukarıya doğrudur ve tektir. Yukarıya hep daha yukarıya çıkmak şarttır. Çünkü bu zaman öyle bir zamandır ki, yükselmeyen muhakkak düşecektir.

İYİ OLMAK TERCİH MESELESİ
Büyük ve zengin reklamcı Kadir’in kaderi midir bu yoksa bile isteye seçip anlamlandırmaya çalıştığı ama bir türlü anlamsızlıktan kurtaramayıp giderek bütün varlığını esir alan bu anlamsızlığı anlam haline getirmeye doğru onu alıp götüren yeteneksiz yeteneğinin kaçınılmaz sonucu mudur?
Evet sevgili okur; Sadık Yemni’nin Nazarzede Kliniğiadlı romanında böylesine postmodern bir zamana özgü, yerli bir Faust gibi yaşayan bir kahramandır Kadir.
Hep göstermeye odaklanan ve son tahlilde herkesi görmeye ve görülmeye- nazar edilmeye, ama ne pahasına olursa olsun nazar edilmeye- hazırlayan bir zamanın başarılı kahramanıdır o. Bir inancın şeksiz şüphesiz mümini olmaktan zor bir şey yoktur bu zamanda. Zira bu zaman akıp geçtiği her bulvarda nice mega tuzakla dolu, her şeyi bir tık öteye kadar yakınlaştıran bir hipergerçekliğin zamanı olarak hakikatin kaybedildiği bir devirdir artık. Ve Kadir gibi başarılı insanlar da dahil herkes sürekli olarak izlenen noktacanlardır. Bu zamanın hâkimleri başarılı olmak isteyen bütün Kadir’leri işte böylesine acımasızca ödüllendirerek keyfe ve hazza boğmaktadırlar. Öylesine kaçınılmaz bir ruh çölleşmesi yaşanmaktadır ki, tıpkı bir zamanlar Nietzsche’nin söylediği gibi; ‘Vay haline, içinde çöl taşıyanın…’ diye ince ince yağan bir hüznü taşıyacak birkaç iyi kalpten başka yer de kalmamıştır artık.

Oysa iyi olmak, iyi olanı sevmek, hakkın ve hakikatin yanında olmak iyiyi, hakikati ve hakkı güya sevmek değil, direşken bir biçimde yanında durduracak kesinlikte içsel bir yetenek ve tercih meselesidir. İnsanın böyle bir tercihi yapacak yeteneği yoksa eğer, kısmetine devrin güzel kadını Suzan’lardan biri mutlaka düşecek lâkin, içinde çöl taşımayan Nehir’ler ellerinin arasından su gibi akıp geçecektir.

Nazarzede Kliniği
Sadık Yemni
Erdem Yayınları



26 Aralık 2016 Pazartesi

Ağrı'ya Korku Dolu Yolculuk - Ağrıyan Roman - İnceleme



Ağrı/yan Korku Dolu Yolculuk!
POETİK HABER
2012-10-10

Meral Afacan BAYRAK, Fantastik Romanın dünyaca ünlü yazarlarından Sadık Yemni’nin Ağrıyan romanının kurgusal evrenine ışık tutan bir yazı kaleme aldı. Dikkatinize sunuyoruz..
KARAKÜLAH SERİSİNİN İLKİ: AĞRIYAN Meral Afacan BAYRAK Bugünlerde kişisel bunalımlarını anlatan yazarlardan ya da fazla toplumcu, mesajcı kitaplardan sıkıldıysanız; size alternatif olabilecek farklı bir kitaptan söz etmek istiyorum. Ülkemizde fantastik edebiyatının öncü isimlerinden, dünyaca ünlü yazar Sadık Yemni’nin 2012 içinde çıkan kitabı Ağrıyan, İthaki yayınları etiketiyle okuruna kavuştu. Kara Külah diye adlandırdığı serinin birincisidir Ağrıyan. Distopya türünün başlangıcı olan bu roman: “İzmir Üçlemesi”nin (Muska 1996, Yatır 2005, Öte Yer 1997) devamı niteliğindedir.

Romanda rastgele seçilmiş beş kişinin bir arabayla yaptığı seyahatten söz edilir. Kahramanlar, Antalya’ya 20km mesafeden yola çıkar. Ağrı’ya doğru yol alırlar. Çok geçmeden bu yolculuğun, normal bir yolculuk olmadığı anlaşılır. Kıyamet provasını andıran sahnelerin yaşandığı serüven başlar. Uluslararası bir teknik ekip, Ağrı civarında araştırma yapmaktadır. Sarp ve ekibi bu araştırmacılara ulaşmaya çalışır. Yabancı zekâların kadim istilası mı, yoksa bir UFO kalıntısı mı mevcuttur, bilinmemektedir. Bu durum anlaşılana kadar süregelen bir panik havası hakimdir. İnsanlar endişe içinde beklemektedir. Bu serüvende bilimsel verilerin kullanılması kadar, kurgusal açılımların pike yaptığını görüyoruz. Okurken başka boyuta geçiren bir havası var. Okuru metinden koparıp sık sık başka odalara daldırıyor. Önceki romanlara göre daha özenli ve edebi bir dil ve anlatım tercih edilmiş. Doğrusu bu okur olarak beni memnun etti. Camiilerin, kütüphanelerin vs. yerlerin öykülere romanlara daha çok girmesini arzu eden biri olarak, kitapta yer yer kahramanların yolu camiye düşmektedir. Kahramanımız Nesrin, korku anında Fatiha suresinden başlayıp, bilinçli bir şekilde Allah’a sığınıyor: “Bir sona doğru yürüyorum duygusu, nefes aldığı hava gibiydi. Her hücresini boyamış kırmızı ve acı bir boyaydı adeta. O yarım adamın zerrelere ayrılıp kendini hava şeklinde soluttuğu düşüncesinden sıyrılamıyordu. Korku ve dehşet tozları. Sen bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. İçinden bildiği duaları okurken Fatiha suresinden başlamıştı. Annesi ve yakın akrabaları şu anda sağsa, onların da manevi yanını dileyen yanı cayır cayırdı. Esas ve üçüncü köprüyü birazdan geçecekti. Gazabına uğramış sapıkların yolundan değil. Âmin.”

Dünyaya doymadan gözü açık bir şekilde ölen birinin yaşayan biriyle söyleşi yaptığını düşündünüz mü hiç? Farz edin ki konuştu: “Saygıdeğer merhum efendi, siz ne diyorsunuz? Kendinizi nasıl bilirdiniz? Şok refleksleri ağırlaştırmıştı. Sahne burada kopmalıydı. Ama olmuyordu bir türlü. “Ben… Göz açıp kapayana kadar geçti gitti. Ne desem ki…” “Yani kısaca bir fikrinizi alsak.” “Hayat bir seyir mumu gibi. Yana yana bitiyor.” “Bayağı veciz bir açıklama. Merhuma çok teşekkür ediyoruz. Başka soru sormak isteyen var mı?” Annesi şoku bitiren düğmeye basıverdi. İki günlük mevta kocasıyla yapılan söyleşiye dayanamayıp bayılmıştı.” Yani olağanüstü bir konuşma yapmamış olsa bile, bir ölünün yeniden dirilişi “çok şey”dir. Cesedin dillenişiyle, insanoğlunun algısının açıklığı ya da körlüğü sınanmaktadır. Ceset-insan arasında mesajın yerine ulaşması açısından paralellik olmak zorundadır. Bazen yeniden dirilişimize olan inancımızı sorgulatan sahneleri gözümüzün önünden geçiriveren usta yazar, yer mekân zaman kaydırmalarını sık sık kullanıyor.

Bu okurun muhayyilesini diri tutmaya çalışan bir taktiktir. Sadık Yemni’nin bu alanda başarılı olduğunu düşünüyorum. Ela namaz kılan bir karakter mesela. “Muska”ve “Çözücü” deki namaz kılan karakterlerden farklılıkları var. “Sarp her gönle köprü olabilen bir yapıya sahip” biri olarak badireleri atlatırken yolda yolcuların yoldaş olma hasletinin altı çizilmiş sanki: “Ekipte inançlı bir Müslüman daha olmasını isterdi şimdi. Arkadaşlarından bir şikâyeti yoktu. Hepsi de temiz, güvenilir insanlardı. Sadece terminoloji birliğiydi kastı.” Aynı hal dilini paylaşmak adına anlaşmak önemlidir. “İnancımız olmasa akseden yüzümüz de olmazdı.” Yani aynalar ne işe yarardı sevgili okur? İnanmayan, arayışını sürdüren tipler de mevcut romanda. “Her edimimizi merak eden bir tanrıyı hayal etmeyi hiçbir zaman layığınca başaramadım,” diyen ateist o adam… Belki üç adım ötemizde duruyor. Kısaca “insanoğlu”nun elleriyle yapıp ettiklerinin nelere mal olacağını göreceğiniz dehşetli sahneler…

“Sizi intihara sevk eden saik sadece iş yoğunluğu ve tekdüze yaşam değildi. Ayakları çıplak yaratıklar…(Burada bence sizin işgücünüze muhtaç patronlar kastedilmiş, siz olmasanız onlar da olmaz.)sizlere endeksli olduklarını defalarca dile getirdiler. İş yoğunluğuna karşı çıkmadınız. Hep kabullendiniz. Bir kez olsun ‘ben bugün çalışmıyorum lan’ dediniz mi? (Kendi kendinize demişsinizdir ama bunu dillendirmeyi kim cesaretle üstlenir sevgili okur?) Niye ağır çalışma saatlerine karşı çıkmadınız. Hep kabullendiniz. Niye?...(Felaketin nedenleri üzerine sorgulamalar) Ceza korkusundan mı? Yoksa içinizde sinsi sinsi buna layık olduğunuzu fısıldayan bir ses mi vardı? (Bir tür yüzleşmeye çağrı yapan satırlar, fantastik dünyayla gerçek dünya arasındaki kopmaz ilintiye, işaret ediyor.)

Ağrı’da kontrolden çıkan şey insanlığın vicdan deposuydu kısacası,” dedi Sarp…” Sonra: “Çatlağı kapatıp sızıntıyı keseceklerine deliği daha da büyüttüler. Felaket oldu. Gördüğümüz gibi, en arızalı yanımızdan türemişsilerle baş başa kaldık. Dünya dışı bir durum değil yani. İçimizdeki, kalplerimizdeki oyuk dünyadan geldiler.” Romanın bir diğer paragrafında: “Bir aralar ünlü olan o şarkının sözleri nasıldı? Masum değiliz hiçbirimiz,”dedi Sarp. “Karşı çıkmadığımız sürece hepimiz biraz suçluyuz. Ayrıca yeni oyuncular ve yardakçıları bizim oylarımızla yüzleri maskeli olarak sahnedeydiler.” Diyor.

Gerçek dünyada da böyle değil midir? İnsanoğlunun kendini sigaya, sorguya çekmesi gerek. Yoksa insanlıktan çıkma durumlarıyla baş başa kalınır. Son olarak bu romana dair söylenebilecek çok şey olmasına rağmen, Sadık Yemni’nin romanları gibi, yeni öykü kitaplarını da okumak istiyoruz diyorum. 

22 Aralık 2016 Perşembe

Ela; Yeni Bir Kurgu-Bilim Tarzına Doğru

Ela; Yeni Bir Kurgu-Bilim Tarzına Doğru
21.11.2016 - Ethem Erdoğan

Kurgu-bilim romanları insanı, yaşadığı andan, dünyadan hatta evrenden koparıp başka bir yaşam formuna götürme iddiasıyla gelir insanın karşısına. Aklınıza hiç gelmeyeceğini düşündüğünüz konuları sunar. Yaşadığınız ama çoğu zaman fark etmediğiniz farklı bir realite üzerinden; çağ açılır önünüzde. Yazarın zekâsı, insanın ve insan eliyle ama iyi ama kötü niyetle oluşturulmuş olan ancak her hal ve karda insan için bir kâbusa dönüşmüş sistemin karanlığına ışık olsun için üretir bu kitapları.

Yazar Sadık Yemni bu mecranın duayenlerinden. Fantastik edebiyat, bilimkurgu, çizgi roman ve bilgisayar oyunlarıyla ilgileniyor, uğraşıyor. Fantastik edebiyat alanında dört basılı kitabı bulunan yazar, “Bir Yapı Zekâ Romanı” olan ELA ile karşımızda. Ela, bugüne kadar bildiğiniz “zekâ”dan başkasını, bugün ve gelecek arasında verilen büyük bir mücadeleyi anlatıyor. İnancın, insaniliğin, aşkın ve diğer inceliklerin; moral değer olarak iyiliği ile teknoloji ve “yapı zekâ”ların (yapay zekâ da üreten bir teknolojiden bahisle) gelecekteki mücadelesinin günümüzdeki yansımalarını anlatıyor. Bunlar içinde insan için en kullanışlı silah olarak onun insanlığının kaldığını.

Asıl meseleye girmeden önce ütopya ve distopya kavramlarını birer cümle ile de olsa açıklamak gerekiyor. Aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplum yapısına ütopya deniyor. En kolay yoldan ve ilk elden edinilecek bilgiler de şöyle: Ütopyalar, gerçekleşmesi imkânsız toplum tasarımlarıdır. Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir.
Romanın bir kısmı şöyle özetlenebilir. Günümüzden 42 yıl sonrasında en yetkin, Turing testlerinden bile geçen yapay zekâ üretimiyle başlar her şey. En belirgin ve ileri yanı kendisinin de yapay zekâ üretebilen Auton olmasıdır. İlginç olmak üzere adı da Last Prometheus’tur. Yani Son Promete. Buradaki gönderme mitolojiye göre ‘tanrısal düzene kafa tutma, karşı çıkma, sonunda insanoğlunu yaratarak ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vererek bu düzeni değiştirme’ vurgusudur. LP adı verilen bu sistem en üst teknolojidir. Bu teknolojiye yüklenen ve insanlığın fark edemediği şeytani bir kod neticesinde insani olan her şeyin felaketine yol açan bir değerler işgali başlayacaktır. İnsanların oluşturduğu büyük güçlerin çarpışmaları insani olan her şeyi zaafa uğratırken LP sistemi harekete geçer. Büyük kapışmalar sonucu 2073’te insani taraf kaybeder. Zihinlerinin kopyalarını bir hard diskte saklayan en üst düzey elli elit bir füzyon yaparak tek zihin imal etmeyi başarır. Bu gövdesiz zekâ, yapay zekâları tek tek elde ederek kendisi için çalıştırmaya başlar. Bir korunma protokolüne bağlı olan yapay zekâlar IS kodu tarafından kullanılmaktadır. IS tarafından kullanıldıkça da insani olan her şeye yabancılaşıp düşmanlaşırlar. Yeni imal yapay zekâlar yaratıcı olarak IS’ı tanır.

Kendinin tabiatta başıboş dolanan matematik formüllerinden geldiğini iddia eden ve insanilikten tamamen uzaklaşan bir yapay zekâdır IS. İnsanlara ve onların kullandığı akıllı aparatlara sızar. Yapısında elektron bulunan her nesneye hükmeder. Uyarıcı her alarm körleşir. Herkes bir nokta olarak görülür. Herkesin yeri, konumu, ruh hali kontrol altındadır. Bulut halinde toplumsal bellek çalışmaları başlar. Akıllı aparatlar susturulur. Her şey manipüle edilir. Kitlesel yok etmeler yaşanır. İnsanlar; karşısında kanlı-canlı bir düşman göremediği için neyle savaştığının bile farkında değildir.

Romanımızın kahramanı zamane gençliğine göre çok özel bir donanımla yetiştirilmiş bir genç olan Efe, insani olana saygılı bir yapı-zekâ, safi ve yerli zekâ olan ELA tarafından IS ile yapılacak mücadele için seçilmiş ve çeşitli denemelerden geçirilmiştir. Romanın tamamını okuyucuya bırakarak, Efe’nin mücadelesi için kısa bir notla yazıyı bitirmek gerekir. Efe IS’la karşılaşır. IS Efe’ye insani zaafları kullanarak yaklaşır. Efe zaaf ve faziletleriyle bir bütün olarak ve ELA’nın yardımıyla IS’ın mental yapısını alt etmeyi başarır.

Kurgu-bilim okuyanların ellerinden düşüremeyecekleri bir heyecan atmosferi oluşturuyor kitap. Yazarın birikim ve donanımı saygıyı hak ediyor. Hatta romanın devamını bekliyor okuyucu. Aşağıya kısa bir bölüm alıntılayarak nokta koyalım:
“Ela açık konuş. Nesin sen? Yoksa… Yoksa sen dünya dışı bir zekâ mısın? Uzaylı falan mısın?”
“Hayır, yüzde yüz yerli yapımım.”
“Ama şu anda öyle bir teknoloji yok. Bize söylenen böyle yani.”
“Doğru.”
“O halde nesin? Ancak yapay zekâ olabilirsin.”
“Zekâmın yapay denebilecek tek bir unsuru bile mevcut değildir.”
“Nesin peki?”
“Yapı Zekâ denebilir kelimeleri çok zorlamadan. Sırf zekâdan ibaretim.”
Sadık Yemni
Ela
Erdem Yayınları
328 Sayfa
Ethem Erdoğan - 21.11.2016

KAYIP KEDİ İncelemesi:1

Oylum Yılmaz 01-06-2015
Sabit Fikir


Kayıp kedi, aranan vicdan
http://sabitfikir.com/sites/all/themes/sabitfikir/img/trn1.gif
Kayıp Kedi'nin tartışmalı siyasi önermesini kabul edip etmemeyi bir kenara bırakırsak eğer, elimizde Türkçe edebiyatta nadir bulunan bir siyasi polisiyeyi okuma fırsatı kalıyor.
http://sabitfikir.com/sites/all/themes/sabitfikir/img/trn2.gif
Altı ayda sadece tek bir geminin geçtiği bir nehrin üzerindeki köprüde, tek işi o gemiye yol vermek olan bir bekçi... İnsansız, büyüleyici bir doğanın içinde, aylarca hiç konuşmadan, sadece okuyarak, yazarak yaşayan; yalnız bir romancı imgesi… Benim hayatımda ilk karşılaştığım yazardı Sadık Yemni. Bundan yıllar yıllar öncesinde, henüz bir lise öğrencisiyken gittiğim kitap fuarında tesadüfen söyleşisine katılmış, anlattıklarından büyülenmiştim. Bu tuhaf tesadüften midir bilmem, hâlâ düşünüp dururum kendi kendime; fanteziye, gizeme, polisiye edebiyatına bunca tutkunluğum ve doğanın içinde yalnız kalarak yazma gayretim? Yemni bilse bana eminim söylerdi, sırları açarken başka gizemlere giden yolu gösterirdi...

Evet, Sadık Yemni’yi Muska, Yatır, Amsterdam’ın Gülü’yle tanımıştık hepimiz. Capcanlı dilini, anlattığı günden ve zamandan koparmadan gerçeğin içinden çıkarıyor, tekinsizin, tuhafın, olağanüstünün alanına zarifçe süzülüyor, hakikat ve hayal arasında düşündürücü, etkileyici bir ağ dokuyordu. Zamanla kalemi fantastikten polisiyeye kaydı, bir yazar olarak polisiye verimleri çoğaldı. Şimdi yine bir polisiyeyle karşımızda: Kayıp Kedi, Yemni’nin son romanı. 

Kayıp Kedi bir polisiye, daha doğrusu ülkemizde örnekleri ender görülen bir siyasi polisiye. Kendi adıma, siyasi alanı bunca kaygan, bunca kaypak bizim gibi coğrafyalarda siyasi polisiye yazmanın ne güç bir iş olduğunu tahmin ederim. Baştan söyleyeyim, Yemni bu güç işe hiç zorlanmadan dalmış, kendi siyasi önermelerini de hikayeye ustalıkla yedirmiş. Siyasi önermelerine katılmak konusuna gelince, işte onu tartışmaktan bitap düşebileceğimizi garanti edebilirim. Ama öncelikle Kayıp Kedi’nin hikayesine geçelim. 

Çok karakterli bir roman

Genç bir kadın cinayetiyle başlıyor Kayıp Kedi ve bu cinayet üzerinde şekilleniyor. Yemni’nin yazı evreninin mekanı İzmir’dir. Hikayemiz de yine İzmir’de geçiyor elbette. İşin içinde İstanbullular, Ankaralılar, Avrupalılar, Türkiye’nin farklı coğrafyalarında doğup büyümüş insanlar var ama kesiştikleri yer İzmir. Sıcak bir İzmir gününe, çok yakın bir arkadaşının, hem dostu hem de kiracısı olan Meral’in cesedini bularak başlıyor kahramanımız Deniz. Orta yaşa gelmiş, iyi bir çevirmen, kedisever, yogasever, orta halli, duyarlı, hoş, tam bir İzmir kadını. Meral’le olan tanışıklığı onu polisiye bir maceranın içine sürüklüyor. Daha doğrusu kendi canını korumaya çalıştığı bir vahşetin içine. Meral’in gönül ilişkileri onu bir şekilde devlet içindeki “paralel yapı”nın hedefi haline getirmiş. Dolayısıyla şimdi Deniz de bu yapılanmanın hedefinde. Yazara göre hükümetin “paralel yapı”ya karşı açtığı savaş bir parça göstermelik, artık iyice ortaya çıkan yapıyı görünürde yok etmeye çalışıyorlar ama işin özünde, daha derinde bir yerlerde, onu yaşatmak amaçları. İşin içinde olanlar, yani dini inançtan yola çıkarak sonsuz zenginliğin yolunu bulanların vicdanları en temel düzeyde rahatsız, dolayısıyla Deniz’in hayatını korumaktaki en büyük şansı bu rahatsız vicdanlar. Kendi şebekesine savaş açan İslamcı zengin Behdi Ülger, işte bu nedenle hikayemizin baş kahramanlarından bir diğeri. Onu, yaşadığı iç çatışmalar ve hayatta edindiği güç kahramanlaştırıyor. Bir diğer önemli kahramanımızsa Emre Tuğrul. MİT için çalışan, teknolojiye hâkim, zeki bir ajan. Emre Tuğrul’un sağduyusu, yeteneği onu klasik bir polisiye kahramanı yapıyor. Ama bir şekilde tutturduğu doğru yol, bir anlamda yazarın düşüncesinin doğrultusunda hareket etmesi, içsel çatışmasızlığı, kahramanlığını ve hikayeyi zayıflatan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Özdeşim kuracağımız en önemli kahramanlardan biri olduğu için Emre Tuğrul, devletin içinde var olma özelliğiyle de bizi kendisinden uzaklaştırıyor. 

Kayıp Kedi çok karakterli bir roman. Yemni kahramanlarını olay içinde, hal ve tutumlarıyla, onlar hakkında verdiği kısa ama doyurucu bilgilerle capcanlı çizmeyi başarıyor. Dolayısıyla kim neydi diyerek sıkıntılanmadan kendinizi hikayenin akışına bırakabiliyorsunuz, diyebilirim. Hikaye de baş döndürücü bir hızla, iyi bir akıcılıkla ilerliyor, okurunu merak uyandıran sona taşıyor. 

Gelelim, en başta sözünü ettiğimiz siyasi önermeye. Kayıp Kedi, Türkiye’deki “paralel yapılanma”yı konu edinmesi bakımından ilk polisiye örnek. Sadık Yemni bunun içinden, hükümet, muhalefet, derin devlet üçgeninden, yepyeni bir sağ ve sol önermesi de çıkarıyor. Alegorik olarak, teknoloji yardımıyla her şeyi görmek ve duymak isteyen daha maddeci, kendiyle çatışan bir İslamcı sağ gösterirken; maddi dünyayı kullanımda bir sınırın bulunduğu, maneviyatı boşlamayan Anadolu merkezli bir sol ideali kurguluyor kahramanları aracılığıyla. “Çok ideal bir söylem biliyorum. Saf bir yanı da var belki. Özellikle bu konjonktürde. Süleyman Tapınağı’nı üçüncü kez inşa ederek Armageddon’u başlatma, tanrıyı kıyamete zorlayarak The Mehdi’ye davetiye çıkarma fikrinden çok daha olgun, gerçekçi ve insansever bir fikir ama.” Dediğim gibi tartışmalı bir siyasi önerme bu. Kabul edip etmemeyi bir kenara bırakırsak eğer, elimizde Türkçe edebiyatta nadir bulunan bir siyasi polisiyeyi okuma fırsatı kalıyor. Karar her zamanki gibi okurun...


21 Aralık 2016 Çarşamba

TÖHAF, Hannibal Lecter ve Stephen Hawking

TÖHAF, Hannibal Lecter ve Stephen Hawking






Korku (Horror) filmlerinin son elli yılına bakıldığında gelişen film tekniği dışında gözümüze çarpan ilk şey sahnelerde uygulanan şiddet, sadistlik, acımasızlık dozunun giderek artması ve kurban yaşının düşmesidir.
Sayıları çok fazla olduğu için her on yılı en çok etkilemiş örnekleri teşrih masasına yatırarak hızlı bir tura çıkalım. Her şeyin daha pembe göründüğü rivayet edilen altmışlara doğru şöyle bir uzanalım.

 60 - Tirildeme, gerilim filmlerinden tanıdığımız yönetmen Alfred Hithcock 1960 yılında ünlü Sapık (Psyhco) filmini yaptı. Bomba gibi patlayan film inanılmaz bir  ilgi gördü. Bu türün baş klasiği olarak zihinlerimize kazındı. Sayısız film ve kitaba esin kaynağı oldu. Baskın karakterli annesinin etkisinde kalan Norman Bates’in işlettiği motelde icra ettiği cinayetler gerilim harikası denebilecek bir kurguyla verilmişti. Aradan geçen elli yılda hâlâ sözü edilen, yeni versiyonları çekilen bir film olarak genç kuşak yapımcılara model oldu.

Altmışlı yıllardan vereceğim ikinci örnek Roman Polanski’nin Rosemary’nin bebeği (Rosemary’s Baby).  1968 yapımı filmde bir apartmana yeni taşınan genç bir çiftin serüveni anlatılır. Kadın o aralar hamile kalır ve doğacak bebeğinin şeytanın çocuğu olacağından şüphelenir. Hayatı kökünden değişmiş ve her hareketi gizemli komşuları tarafından takip edilir hale gelmiştir. .

Beatles’larin aşırı ünlendiği, Kennedy’lerin, Martin Luther King’in ard arda vurulduğu, Che Guevara’lı, Elvis Presley’li, Ay’a ayak basılan  altmışlarda içimizde, bizi esir alan kötücül ruh filmleri başat olur ve yetmişlere ayak basarız.

70 - Vietnam şavaşının sona ermeye yüz tuttuğu, Pink Floyd’un Dark Side of the Moon adlı albümünü piyasaya çıkardığı sıralarda, 1973’de,  Şeytan (Exorcist) adlı bir film dünya çapında ün kazanır. İçe giren ve bizi yöneten kötücül ruh filmlerinin belki de şu ana kadar ki en iyisi değilse bile en etkilisi ben de dahil olmak üzere izleyicilerine korkulu dakikalar yaşatır. Sapık ile başlayan tarz en üst noktasına ulaşır. Sapık ve Şeytan ikiz tepeler olurlar.

12 yaşındaki Regan’ın içine kötücül bir ruh girmiştir. Biri genç Carras, diğeri yaşlı rahip Merrin, şeytanı kızın ruhundan sökmeye çabalarlar.  Başarısız olurlar. İnançları yeterince güçlü değildir. Karakterlerin çok aşağılandığı bir filmdir. İki papazın filmden son anda çıkarılan bir sahnedeki konuşmaları aşağılanmanın belki de en derin noktasıdır. 
Carras, “Eğer bu şeytanın el koymasıysa, niçin bu küçük kıza?
Merrin, “Kim bilebilir? Ama bence… Şeytanın hedef aldığı şeytana tutsak olan değil, bizleriz. Bunu görenleriz…Ereği bizi umutsuz kılmak, insanlığımızı bize reddettirmek, kendimizi bize çirkin, onursuz ve değersiz gördütmektir. Çünkü tanrıya inanç işi bir us değil, bir aşk ve sevgi sorunudur. Belki İblis’ten gelecektir iyilik. Anladığımız ve bildiğimiz bir yolla da gelmeyebilir. Belki de İblis iyiliğin potasıdır. Ve belki de kendisine karşın şöyle ya da böyle, İblis, Tanrının iradesini yerine getirmektedir.

NOT: Şeytan filmiyle ilgili alıntı.Ünsal Oksay, Çağdaş Fantazya, Der Yayınları

Üç yıl sonra Kehanet (The Omen) adlı bir film Şeytan filminin muazzam ününe ortak olmaya çalışacaktır. Baş rolü Gregory Peck’in oynadığı film Şeytan’ın ününü sollayamaz ama çok iyi iş yapar. Bu türün klasikleri arasına girer.
Kehanet’in konusu gene şeytanla ilgilidir. Amerikan elçisi Robert Thorn’un karısı hastahanede bir oğlan doğurur, ama çocuk ölür. Bir papaz elçiye kimsesiz ve yeni doğmuş bir bebeği alıp karısını sevindirmesini tavsiye eder. Bebeğin adı şeytan ismini çağrıştıran Damien’dir. Adam teklifi kabul eder. Çocuk beş yaşına basınca esrarengiz olaylar başlar. Elçi karısı ölünce durumu araştırmaya başlar. Durum gerçekten çok vahimdir.  
80 - Böylece seksenli yıllara geliriz. Klasik Fordizm çökmüştür. Reagen ve Theatcher iktidardadır. Özelleştirme furyası yoldadır. Soyyetler için geri sayım başlamıştır.

1980 yılında Stanley Kubrick’in yönetmenliğinde Pırıltı diye tercüme edebileceğimiz The shining filmi yeni bir çığır açar. Bu film birçok eleştirmence son yılların en iyi korku filmi diye nitelenmiştir. Jack Nicholson ve Shelley Duval’in üst düzey oyun sergiledikleri filmin konusu kısaca şöyledir.

Jack Torrance bir yazardır. İşsizdir. Alkol bağımlılığı sorunu vardır. Sakin bir yerde kitap yazmayı arzulamaktadır. Colarado dağlarının arasındaki Overlook otelinde bir iş bulur. Karısı ve beş yaşındaki oğlu ile tek başlarına kışı geçirmek üzere otele giderler. Otelin içine sinmiş kötülükler silsilesi yüklü mazi uyanır ve korkunç olaylar cereyan eder.

Kubrick’in harika kurgusuyla beynimize kazınan filmde bir sahnede 50.000 litre boya kullanarak salonu kan bastığı bir sahne kurulmuştur. Bu benzersiz sahne bir işaret olacak, korku filmlerinde kan dökme sahneleri artacaktır.

Şeytanın Ölüsü (The Evil Dead) , 13. Cuma (Friday the 13th) ve Halloween gibi dizileşen sinema filmlerinde aşırı kan dökme modası devam edilecek, Şeytanın Ölüsü filmi bir çok ülkede yasaklanacaktır. Nightmare in Elm Street’de olduğu gibi on beş, on sekiz yaşlarındaki gençler kurban olmaya başlayacaktır. Korku film yapımcıları seksenlerde kurban yaşını açıkça küçülterek buluğ çağındaki gençlere yönelecektir.

90Berlin duvarı yıkıldıktan sonra, Birinci Körfez şavaşı sıralarında yapılan bir film doksanlı yıllara damgasını vurmaya talip oldu ve bunu büyük bir ölçüde başardı. 1991’de gösterime giren Kuzuların Sessizliği (The Silence of the Lambs) adlı film büyük bir sükse yaparak yeni bir çığır açtı. Kan dökmenin yanı sıra yamyamlık. Bu cangılın bir köşesinde yaşayan ilkel! bir kabile tarafından icra edilmiyordu. Sahnede çok zeki, biraz Marki de Sade’ı anımsatan üst düzey Batılı bir entelektüel vardı. Antony Hopkins’in başarıyla canlandırdığı Hannibal Lecter tipi bu on yılda sürekli konuşulup durdu.

Zeki tasarımlarla icra edilen fizik İşkence, modern-dahi yamyamların çekiciliği modası başlamaktaydı. Bu arada seksenlerden devraldığımız buluğ çağındaki yeni yetmelere yönelik şiddet filmleri furyası da son gaz devam etmekteydi.

Çığlık (Scream) 1,2,3, Geçen Yaz Ne Naneler Yediğini Biliyorum (I Know What You Did Last Summer) 1,2,3 Şehir Efsanesi (Urban Legend) , cinsinden filmler epey genç seyirci çekmeyi başardı.


2000 -  İkibinlerin ilk on yılında Amerikan filmleri Gidilecek Son Yer (Final destination) 1,2,3,4, Testere (Saw)1-7, Otel (Hostel)1,2,3 Tepelerin Gözleri Var 1,2 (The Hills Have Eyes) cinsinden filmlerle koreografik-facia şeklinde ölüm, ayrıntılı işkence, kan dökme,  sahneleri furyasına hız verdiler. Guantanamo hapisanelerini hatırlatan film sahneleriyle doldu taştı yeni dönem korku filmleri.

Türk sineması da bu furyalardan etkilendi ve arka arkaya korku filmleri çekti, ama aynı kan dökücülüğü sergilemedi. İşin daha çok psikolojik yanına yönelen öyküleri tercih etti.  Kâbuslar Evi, Büyü, Dabbe, Beyza’nın kadınları, Küçük Kıyamet vb. Bunlar bu türün öncüleri olarak sinema tarihimizde yerini aldı

Bu arada Japonlar devreye bayağı hızlı girdi ve yeni yüzyılda dünya çapında ün yapan filmlerde biz de varız dediler. Halka (The Ring)1,2, Garez (The Grudge)1,2,3, Cevapsız Arama (One Missed Call)1,2 vb. Telefonla ölüm tarihi bildiren, gencecik kurbanlarını başka boyutlara alıp yeryüzünden silen hayaletler kaplamıştı perdeleri. Önceleri sahnelerde neredeyse hiç kan  yoktu. Hayaletler cin gibi çarpmaktaydılar kurbanlarını. Sonra onlar da bol bol kan kullanmaya başladılar.

Korku ya da diğer türdeki filmlerde şiddet öğelerinin kullanılmasına karşı değilim. Sadece son yüzyılda iki dünya savaşı yaşadık. Vietnam, Afganistan, Irak ve diğerleri de cabası. Genetiğimiz zalimlerin hırsı, mazlumların ahı bilgisiyle yüklü. Filmlerdeki şiddetin gereksiz yere aşırılaşmasını, çığrından çıkmasını tasvip etmiyorum. Çünkü zihni ve hayalgücünü çalıştırmaktan, eğlendirirken uyarmak ve eğitmekten çok umarsızlık, zalime teslimiyet ve çaresizlik ışıyorlar. Daha da kötüsü bu aşırı şiddet yüklü filmlerin bir işlevi de insanın eşsiz bir yetisi olan TÖHAF’ı yıpratmaya ve yıkmaya yönelik olmasıdır.

Nedir TÖHAF?

Tam Özerk HAyal Film

Tek kişilik bir ekibin planladığı, adım adım gerçekleştirdiği eşsiz filmler için uydurduğum bir terimdir. Yapımcı, yönetmen, oyuncular, stüdyo falan hepsi bir buçuk kilogramlık beynimizin içersindedir. Vücut ağırlığının %2’sini kaplayan beynimiz vücuda giren oksijenin %25’ini kullanır, ama bunun karşılığını da verir. Matematik, fizik formüllerini keşfeden, kalp buran müzik besteleri yapan, harika yapıları planlayan bu eşsiz aparat sayısız işlevlerinin yanı sıra bize film çekme imkânı da sunar. Beynimiz glikojen ve oksijenle çalışan dev bir stüdyoya sahiptir. Dünyamızda şu anda çeşitli yetkinliklerde altı küsur milyar şahsi film yapımcısı bulunuyor.

TÖHAF her kaynaktan beslenir. Bir romanı okurken örneğin onu filme çevirir. Bir romandan çekilmiş filmin bizi genellikle hayalkırıklığına uğratması, TÖHAF’ın Allah bilir 20-30 saat uzunluğundaki yapımının o filme benzemesinin mümkün olmamasındandır.

Ağır şiddet, bir yığın klişe görsel efektle yüklü bir film fıtratımızın bunu kaldıramaması nedeniyle de TÖHAF’ı kötürümleştirir. İçimizde derin bir umarsızlık duygusu yaratır. Kendi irademizle dünyayı değiştirme güdümüzün köreldiğini hissederiz. Küresel ölçekte bir zihin kontrol operasyonu ancak TÖHAF’ların kitlesel olarak çökmesiyle mümkün olacaktır. Aşırı şiddet sahneleri ve kalıplaşmış imge bombardımanı içeren, TÖHAF’a iyimser yönde yaratıcı oyun sahası bırakmayan filmler de bilerek ya da bilmeyerek bu amaca hizmet etmektedir.

Bu arada The Fourth Kind, The Blair Witch Project, Lake Mungo ve Paranormal Activity filmleri de son yıllarda ilgi çeken filmler oldular. Bunlar TÖHAF’ı hiçe sayan şiddet filmlerine göre karşı kefede duran yapımlardı. Filmlerde hiçbir garip cisim açıkça gözlenemiyor, kan dökülmüyordu, ama gerilim ve seyircinin dikkati TÖHAF’ın katkısıyla en üst noktada tutulmaktaydı. Öykünün eksik bıraktığı şeyleri TÖHAF tamamlıyordu. Yer yer belgesel havasına bürünen, sıradan insanların deneyimlerini ele alan, gerçeklik duygusunu sürekli kılmaya çalışan yapımlar. Bunlar şiddet furyasından bıkan, midesi kaldırmayan korku filmi severler için sığınak filmler oldular.

Bu yakınlarda ünlü İngiliz evrenbilimci Stephen Hawking’in uzaylıların var olduğunu, Colomb’un Amerika’yı keşfi nedeniyle kızılderililerin katliama uğraması örneğini vererek, ancak onlarla irtibata geçmenin insanlık için son derece tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini söylediğini okuyunca tebessüm ettim. Çok geçti artık.

1974 yılında Porto Riko’daki Arecibo gözlemevinin  radyoteleskobunu kullanarak 25 bin ışık yılı öteye mesaj gönderdik. NASA Beatles’ın ‘Across The Universe’ adlı parçasını tüm evrene dinletti. Yine NASA’nın yolladığı dört adet insansız uzay roketi şu anda bir yerlerde yol almakta. Üzerlerinde evrendeki açık adresimiz kazılı plakalar taşımakta. Radyo dalgalarımız uzayın derinliklerini arşınlıyor. Ama benim için en ilginç şey: Sapık, Şeytan, Otel, Halka, Dabbe, Testere cinsinden binlerce filmin televizyon dalgalarıyla şu anda evrenin dört bir yanına yayılıyor olmasıdır.

Kesiksiz barış ve refah ortamınını gerçekleştirmiş medeniyetlerin mensupları bu filmleri izleyince belki de bizden uzak duracaktır. Buna üzülüyorum. Deneyimlerinden çok yararlanabilirdik. Korkum, bu filmleri görünce iştahı kabaracak olan, teknik yönden bizden kat kat üstün Hannibal Lecter’ların bu taraflara gelebilecek olmasıdır.

                                                                                                             2010 Amsterdam