31 Ağustos 2017 Perşembe

AKAŞANLAR



 “Gene geldiler. Ben uyumak istiyorum. Ama rüyalarımı şey yapıyorlar.”
  Anmurse daldığı hayallerden hızla sıyrılmaya çalışarak toparlandı. İyice kaykıldığı divanda dik oturur duruma geçti.
Okuduğu kitap kapağı çiğnendiği için köşesinden azıcık dışa doğru kıvrılmış sağ yanında durmaktaydı.
   “Kaçırıyorlar.”
   Kumral bukleli, dizlerinin altına kadar uzanan eflatun gecelikli küçük kız oturma odasının kapısında durmuş ona bakmaktaydı. İri ela gözlü, çıplak ayaklı bir bebek etlenmiş kanlanmıştı sanki. Dört yaşındaki Sedef dünya bebek imalatçılarına model olmuş çocuklar sınıfındandı. Balık etli, parlak ve gergin tenli, anne beni sev, bütün dünya beni sevsin mesajında kalıplanmış bir çocuktu. 
  “Neyi..? Kimler geldi?”
  “Adları yok onların.”
   Anmurse ayağa kalkıp kızın yanına gitti. Bu arada işkil lambası iyice sönükleşmişti. Kızın yüzü korkulu değildi. Şikayet yüklü sesi uykuluydu. Bir rüya görmüş ve uyanmıştı herhalde.
Kendisi dün gece hemen hemen hiç uyumadığı için hafifçe uykuya dalmıştı. Kız geldiğinde o da bir rüya görmekteydi. Sahanlığı ve kapısı tanıdık gelmeyen bir dairenin kapısının önünde durmaktaydı. Parmağı zilin düğmesine dokunmak üzereydi. Kendine arkadan bakıyordu. Yüzünü merak etmekteydi. Eski sevgilisi lütfen başka bir yüzle gir içeri demişti. Kalp atışları hızlanmıştı. Ağzı kurumuştu. Korku? Heyecan? Ama niçin? Bir başka yüz takınmak... Bu artık mümkün olmayan şeyi denemek böylesine etkiler miydi? Kapalı duran televizyonun üstündeki saat onu dört geçmekteydi. Yirmi dakika, yarım saat kadar kadar kestirmiş olmalıydı.
  “Nasıl birileri peki?”
  “Başka başkalar. Çocuk değiller, anne değiller, baba değiller. anneanne değiller, kapıcı değiller, senin gibi büyük kız da değiller.”
   Anmurse o kapının önünde kararsız duran büyük kızın ısrarlı baskısını silmek istercesine gülümsedi. İkisi de aynı anda bir rüya görmüşler ve kısa süreliğine düzayak yaşamdan sıyrılmışlardı. Kız yatağına kendi de kitapta deniz kıyısındaki bir kentte 1968’de geçen korkulu hikayeye geri dönmeliydi.
  “Peki. Şimdi yatağa gidiyoruz.”
  Sedef başını salladı ve uysalca uzattığı eli tuttu. Birlikte holü yürüyüp kızın odasına girdiler. Anmurse’nin avucundaki tombul
el kalbini burkmaktaydı. İlk sevgilisine ömür boyu sahip olmak isteyen yanı gerçek yaşamlarının hemen dibinde seyreden paralel bir mecrada o adam için iki çocuğu doğuruvermişti bile. Esas yerde daha hazır değildi çocuk yapmak için. Yedi yıllık birliktelikten sonra çok bilinen bir sebepten ayrılmışlardı. Şartlar daha elverişli olsa sonsuza kadar sürerdi aşkımız diyen yanı eskisi kadar güçlü abanmıyordu kalbine. Bitmiş ilişkiden türeyen hayali bir gerçeklikte hâlâ beraberdiler ve çocuklarını büyütüyorlardı.
   ”Ordalar.”
   Kızın odası epey sade döşeliydi. Bir yatak, iki çekmeceli pembe komodin ve boş duran duvar boyunca iki sıra şeklinde dizilmiş bebekler, içi doldurulmuş ünlü çocuk karakterleri dizilmişti. Kapıdan girerken yatağın altının bomboş olduğu görülmekteydi. Öcülerin saklanabileceği hiçbir karanlık köşe, koca bir dolap ya da kuytu bir yatak altı mevcut değildi. Belki bu nedenle kız yatağının yaslandığı resimsiz, süssüz sade duvarı işaret etmekteydi.
  “Duvarda mı?”
  “Evleri orda.”
  Anmurse yüzünde ciddi bir ifadeyle sanki bir şeyler görebilecekmiş gibi hoş bir uçuk maviye boyalı duvara baktı. Rüyasında kapıda durduğu an zihninde birden canlandı ve söndü. Az kalsın küçük bir feryat koyuverecekti. Kadıköy’deki bir dairenin duvarının başka yerdeki bir dairenin kapısına açılıyormuş esini kendini sarsmıştı. Okuduğu korku dozlu roman yüzündendi. Boş duran evin sırrı  ve bodrumdaki  sarı gül desenli taşlardan sandığından fazla etkilenmişti anlaşılan. 
  “Sen onları görüyor musun?”
  Kız annelerinden süt emen kedi yavrularına bakıyormuş gibi bir hoşnutlukla duvara bakıp başını iki yana salladı.
  “Yoklar.”
  Anmurse elinde olmadan gidip duvara dokundu. Isısı, sertliği, yeni badanasıyla alelade bir duvardı.
  “Gitmişler.”
  “Yatalım artık.”
  “Olur.”
  Uykusu gözlerinden akan kızı yatağına yatırdı. Pikeyi örttü.
Bugün ücretli çocuk bakıcılığının ilk günüydü. Çocuk ağlayıp bağırsa ne yapacağını kestiremezdi belki. Çok eskiden, kendi de çocukken neredeyse bazen yeğenlerine baktığı olmuştu. Evde annesi, anneannesi, dedesi, yakınlarda yenge menge olduğundan şu andaki durumundan farklıydı.
  “Şimdi uyu. Hadi iyi geceler.”
  “Sana da.”
  Sedef’in gülümsemesi uyku tüneline vakümle geri çekilen bir nesne gibi biraz içbükeydi sanki. Hemen rüyalar alemine dalacağı açıktı. Işığı söndürdü ve kapıyı on santım kadar aralık bırakarak oturma odasına gitti. Kapıdan çıkmadan önce dönüp duvara dikkatle bakmasını not eden işkil merkezi hayatta en çok nelerden korkmaktayız adlı o ünlü siteyi açmıştı. Eli bıçaklı kapkaçtıcılar, karanlık köşelere sinmiş siluetler, ölümcül kazalar vb. Hayali yaşamları bile soğuran boz toplam.
  Kitabı divanın üstünde bıraktığı yerde karnında kıvır kıvır kelimelerden yapılmış minik korku vantilatörleri gelmesini bekliyordu. Televizyonda biraz geyik programı izlemek fikrine rağbet etmedi. Öyküye kaldığı yerden kolaylıkla giriverdi.
  Telefonun sesi kapının yüzeyini kırıştırmıştı. Saçma diyen iç mantığın uyarısı korkusu tarafından parazite uğratılmıştı. Gene o dairenin kapısının önünde dikilmekteydi. Kapı yüzeyi daha şiddetli titreşince irkilerek bir adım geri attı ve gözlerini hayatında ilk kez bulunduğu yabancı bir evin oturma odasına açtı. Rahat deri divanda uzanmaktaydı. Yanıbaşındaki telefon çalıyordu.
  Dün gece rüyalara bata çıka uyumayı deneyip sonunda pes etmiş, sabah ezanına bir koltukta düşüncelerle sarmaş dolmaş varmıştı. Uykusuzluğu rahat divanla iyi anlaşmıştı. Birbirlerini tamamlıyorlardı.
  Anmurse’nin yarı uyuşuk farkındalığı bodrumdaki sır, Sedef tehlikede, o kapının önünde gaybi bir iş var kızım çıkarsamalarını tek parçaya indirgemişti. Ayağa kalkıp kablosuz telefonu  kaptı ve terlikleri giymeye falan boş vererek alo alo diye bağırarak hole gitti, Sedef’in odasının aralık duran kapısından içeri bakarken hattaki şahsın konuşmaları bir çizgi romanda içi yazılmamış konuşma balonları kadar etkisiz kalmaktaydı. Duyuyor, ama beyni anlama dönüştürmüyordu. Kızın mışıl mışıl uyuduğunu farkedene kadar bu hali sürdü. Rahatlama aklının kapağını yerine oturtmuştu yeniden. Yalnız bu arada karşıdaki ses kesilmişti. Hat kapalı düdüğü çalmaktaydı.
   Geri döndü odanın ortasında durarak olan biteni kestirmeye çabaladı. O daire bir rüya yeriydi. Asla daha önce bulunmadığı bir mekândı. Ve eski sevgili iyice eprimiş bir sandıkta saklanan mezuniyet balosu tuvaleti, zaman geçtikçe kıvamını yitiren bir mutluluk kalıbı gibiydi. Yalıtılmışlık, uzaklaşılmışlık sinyalleri veren bir kalp ağrısıydı.
  Telefon tekrar çaldığında tuvalette küçük hacetini bitirmişti. Aynada yüzünü izliyordu.  Başka başkalar. Senin gibi büyük kız da değiller. Ufaklığın annesi Serpil hanım olabilirdi. Burada kitap okuyup kâbus yüklü düşler görmesi için saatine on YTL ödeyen kadını merak ettirmemek için hızla oturma odasına doğru seğirtti. Almacı kaptı. Az önceki erkek sesiydi.
  “Alo kimle görüşüyorum.”
  “Siz kimsiniz?”
  “Ben Ahmet Belner. Sedef’in babasıyım. Kızım… Kızımla biraz konuşmak… Siz kimsiniz? Serpil evde yok mu?”
  Anmurse telefonu kapattığında kendini azıcık suçlu hissetti. Sesinden birkaç kadeh rakı içtiği belli olan adamı Serpil hanımın bu konuda kesin bir komutu olmamasına rağmen otomatik olarak reddetmişti. Vakit çok geçti. Çocuk uykudaydı. Serpil hanım yoktu. Nerede miydi? Dışarı çıkmıştı. Gece geç geleceğini söylemişti.  Kendisi bakıcıydı. Adı? Bir adı vardı tabii ki, şu anda gereksizdi beyan etmesi. Konuyla alakalı değildi o yüzden.
   Hat kapanınca beynindeki endişeli alan yeniden genleşiverdi. Gidip kapının ağzından mışıl mışıl uyuyan Sedef’e baktı. Gözünü bir türlü duvardan ayıramıyordu. Gitmişler.   
  Sezgileri cayır cayır oturma odasına döndü. Hayatında yaptığı ilk ücretli çocuk bakıcılığı bayağı garip geçmekteydi. Saat gece yarısına geliyordu. Serpil hanım iki de falan demişti. 50 sayfa kitap ve belki yine o daire kapısının önünde durma vardiyası yani. Bir de buraya saat akşam yedide geldiği düşünülürse en az yetmiş liralık bir ücret alacaktı. Mastırı bitirdikten sonra bulduğu bazı işleri beğenmeyip reddettiği için annesi bu işle üniversite mezunları için zamlı tarife veriyorlar anlaşılan şeklinde dalgasını geçmişti. Dalga malga bir yana ücret ehvendi.
  İçini çekerek divanın üstündeki kitaba baktı. Çok heyecanlı bir yerinde kalmıştı. Kısa bir tereddütten sonra zamanı hızla koşuşturacak olan kelimelere terk etti hayal patenlerini.
  Serpil hanım üçü dört geçe geldiğinde tek bir kez bile o kapının önünde dikilmemişti. Altı yüz on sayfalık kitabın bitmesine yirmi sayfa kalmıştı. Eve gidince ilk iş olarak ne yapacağı şimdiden belliydi.
  Anmurse gidip kapının ardındaki zinciri çözdü ve sürgüyü boşa aldı.
  “Nasıl geçti?”
  “İyi. Sekiz buçukta yatırdım. Onda uyandı. Korkmuştu sanırım biraz. Çok değil ama. Yatırınca hemen uyudu.”
  “Gel seni evine bırakayım.”
  Anmurse içini çekerek başını salladı ve cep telefonunu aldı. Kitabıyla birlikte erguvan deriden yapılma çantasına  koydu. 
Kadın kot pantolonun üzerine kendine yakışan menekşe renkli bir dik yaka kazak ve siyah kadifeden kısa ceket giymişti. Uzunca boylu ince yapılı bir kadındı. Çocuğu andıran erken kırışmış bir yüze sahipti. Serpil içkici bir koca, sayısız sinir bozucu toplantı ve çok fazla kahve sigara hariç demişti Anmurse kızın ona çok benzediğini söylediğinde. Açık sözlü, ne istediğini bilen kadını hemen sevmişti. Aralarında Karşılıklı özenme mevcuttu. Kadın onun gençliğine, o da kadının mesleğindeki başarısına, kendine güvenine özenmekteydi.
  Kadın çocuğun odasına girerken Anmurse ceketini giydi. Evi beş yüz metre mesafedeydi, ama gecenin bu saatinde tek başına yürümesi mümkün değildi. Kadıköy çocukluğundaki semt değildi artık. Çok değişmişti.
  “Sedef. Sedef nerde?”
  Anmurse kadının yüzündeki kedi sırtı gibi kabarmağa teşne korkulu şaşkınlığı ve boş yatağı gördüğünde deli gibi koşup yumruklarını duvara vurma isteğinin şiddetini asla unutamayacaktı.
  Birkaç dakika sonra geldikleri aşama daha da feciydi. Çocuk evin hiçbir köşesinde mevcut değildi.
*
  Anmurse Bağdat caddesinde taksiden indi. Paranın üstünü dalgınca alıp çantasına tıktı.  Taksi hareket edip yoğun trafiğe karışırken içinde oturduğunu, buraya asla gelmediğini, o Allahın belası dairenin İbni Sina sokağında olduğunu keşfedemediğini hayal etti. Hemen ilerisindeki trafik lambası  yeşil yanınca elinde olmadan içini çekti. Lamba yeşil yerine evine dön kızım yansa ne iyi olurdu diye düşündü. Kadıköy tarafına bakarken gözleri dolmuşlu yeniden. Ev yönünde üç kırmızı lamba yanmaktaydı artık. Sedef bir buçuk gündür kayıplardaydı. Küçük kız bulunmazsa bu yeryüzünde evi mevi olmazdı artık.
  Deterjan süper marketinin ön cephesine kocaman bir ucuzluk pankartı asılmıştı. Orada Anmurse evine dönsün, Sedef elma deyince çıkacak yazılarını arayan yanını kapatıp sokağa daldı.
Bakkalı, pideciyi, baharatçıyı, telefoncuyu, taksi durağını yarı hayal durumunda geçti. Dışarıyı algılaması normaldi, ama zihnini yönlendiren diğer düşüncelerinin baskısı müthişti. Ona bu sabah ikinci uykusuz geceden sonra divanda uyuklaması sırasında dairenin bulunduğu apartmanın ön cephesini ve daha önce birkaç kez geçtiği bu sokağı tanıması için tüneli gösteren düşünce yumağı tiftik tiftikti. Önce tüneli sonra da  apartmanın ön cephesi ve zildeki etiket gösterilmişti. Ona ait olmayan bir yapıştırma. Başka zihinden kesilerek eklenmiş gibi duran bir filmcik. Böylece artık buraya gelmemesi imkânsız olmuştu.
  Üstünden tren geçen tünelin içinden geçerken ileride bir dilenci kadının oturduğunu gördü.
  “Allah rızası için kızım.”
  Kadın durumunu bilse ne yapardı acaba. Allah rızası için Sedef sadakası vermeye gidiyordu. Lamı cimi yoktu. Böyleydi. Birinci taksidi polis sorgulamasında, karakoldaki resmi ifade vermede, genç kadınlara düşkün Ahmet Belner’in çocuk kaçırma eyleminde suç ortağı olup olmadığı araştırılırkenki saatlerde, Serpil hanımın biricik kızını geri vermesi için hiddetli yalvarışlarında ve ailesinin yüzlerindeki sana inanıyoruz, ama çocuk da buharlaşıp uçmadı ya şüphesi sinmiş bakışlarıyla ödemişti. Bu birdi. Binde bir. 999 az ileride duran bir apartmanın yedinci katının on beş numaralı dairesinde ödenecekti.
  İyi ki son anda kafası çalışmıştı da sabık sevgilisini aramamıştı. Onun yüzündeki kuşkulu bakışlara dayanamazdı. Çocuklar öyle kendi kendine sırra kadem basmazlardı. Eninde sonunda ondan kuşkulanmamaları imkânsızdı. Allahtan Ahmet Belner içkinin tesiriyle çelişkili ifadelerde bulunmuş ve hiddetli çıkışlar yaparak, biricik çocuklarını kaybettirdiği için karısına söverek şüphelerin ciddi bir kısmını üzerine çekmişti. Yoksa şimdi nezarethanede olurdu. Bu anlamlı raslantı ve yolu gösteren rüya ona bir seçim şansı tanımıştı. Ömrünün sonuna kadar manevi faizi nedeniyle hiç azalmayacak 999’u taksit taksit ödemek ya da şimdi buraya gelip... Buraya gelip kaderinin bu virajıyla yüzleşmekti.
  Tünelden çıkınca farkında olmadan adımlarını hızlandırdı. Vazgeçip aşağı doğru koşacağından korkmaya başlamıştı. İşin içinde çocuğu ona belli etmeden kaçıran, kapının arkasındaki sürgüyü süren ve zinciri de takan bir tekniğe sahip mafyatik kimseler  olsaydı bu kadar korkmazdı. Polise bu adresi verir olacakları beklerdi. Durum öyle değildi. Zihnini idare edebilen birileri vardı. Beyin yıkama, şizofreni falan da değildi. Nasıl emin olabilirsin diyen yanının sesi ölgün çıkmaktaydı. İçin için her adımının kendisini Kadıköy’deki bir evde kaybolmuş küçük Sedef’e yaklaştırdığını bilmekteydi. Kızın iyi durumda olduğunu da. Bu sevinç verici bilgi içini yeterince ferahlatamıyordu. Çünkü
O ana kadar alt bilinçle, uzaklardaki bir dev yıldızın sönük parıltısı gibi sezdiği muazzam bir düzeneğin göbeğine yaklaşmaktaydı. Ve artık geri dönüş yoktu.
  Ahenk apartmanının önünde durup dış kapıya baktı. Camın arkasında tanıdık bir yüz görmeyi bekleyen yanı içini ürpertti. Tanıdıklık aidiyet demekti. O bu şeylere ait olmak istemiyordu. Hafifçe titreyen eliyle bahçe kapısını araladı, güller ve papatyalar ekilmiş küçük bahçeyi geçerek siyaha boyalı dış kapının önüne geldi. Zillerin olduğu yere baktı. On beşinci dairenin zil etiketinin koruyucu plastik muhafazası sökülmüş ya da düşmüştü. Birisi ince uçlu mor renkli bir tükenmezle  ..murse yazmıştı. İlk harfler nemden yayıldığından okunmaz durumdaydı. Kartondaki kabarıklıklar ve hafif sararma bile aynı rüyasında gördüğü gibiydi. Parmağı zilin düğmesine uzanırken kapının hafifçe aralık durduğunu farketti. Birilerinin gelerek bu apartmana çocuk hırsızlarının girmesi yasaktır demesini bekleyen yanına acıyarak şaşmaktaydı. Bu randevuyu engelleyebilecek bir güç en azından bu yakınlarda mevcut değildi.
  Asansör yükselirken aynaya sırtını döndü. Yansıtıcı parlak yüzeylerin gözlerinde hâlâ asılı duran kaç git niyetini azdırarak cesaretini kırabileceğinden korkuyordu.
  İşte o ünlü dairenin kapısının önündeydi şimdi. Sedef’e çok yakındı. Hissediyordu. Tereddütü kısa sürdü. Artık titremeyen sağ eliyle kapıyı iterken içinden hızla üç kez besmele çekti.
  Daire boştu. Eşyasızlığın ferahlık verici bir yanı vardı. Çünkü döşenmişlik oturanın kişiliğini, zevkini ve gücünü falan belli ederdi. Bunu bir anda görmeye talip değildi. Ekim başı, güneşli bir öğle üzerinin umut verici titremli ışınımı hakimdi içeride. Yükseltili bir bölümü olan büyük oturma odasına doğru yürüdü. Holde bir zamanlar büyük bir ayna olduğu, bu aynada kendine ait mahrem görüntüler bulunduğu gibi tuhaf düşünceler oyunbaz serçelercesine zihnine üşüşüp gittiler.
   “Şimdi ne olacak?”
   “İlinti noktası burası.”
   Anmurse sandığından daha az irkildiğini ve birini görmek için çevresine bakınmadığını farkedecek durumda değildi. Yavaş çekimle girdiği dalınç hali katmerlenmekteydi.
   “Otur.”
   İlinti noktası sözcüğü anlayışına cuk gibi oturmuştu. Yoksa burada ne işi vardı.
   “Mutfakta.”
   Tekrar hole çıktı. Soldaki ilk bölme mutfaktı. Eski ve üzerinde uçuk yeşil boya lekeleri olan bir sandalye hariç bomboştu. Evyenin kuruluğuna bakılırsa daire uzunca bir zamandır kapalıydı.
   “Sandalyeyi al ve yatak odasına git.”
   Zihninin uyarlanmasıyla itiraz çapakları iyice törpülenmişti.  Az öncesine kadarki, endişeleri, korkusu, kaçma isteği üç beş yıl önce makinede yıkanırken bütün çamaşırları boyamış kırmızı bir kazağın anısı kadar etkindi artık. Elinde sandalye on metre boyundaki holün sonuna yürüdü. Sağında banyo, solda küçük iki oda, bitiminde kapısı ardına kadar açık bir oda vardı. Oraya gelince aradığı yerin sağındaki içinde ikinci bir tuvalet ve banyo olan oda olduğunu anladı. Uçuk sarı badanalı odaya girince yeniden anıları canlandı. Reja vu diye düşündü. Gelecekte bu odada bulunacağım. Bir yatak odasında. Aynanın bildiği sırları yaşayacağım. Bir erkekle. İlk sevgilim. İlk evimiz. İlk çocuğumuza hamile olacağım. O değil. O olsun. O değil. O olsun. Kes papatya falını, o değil. Diğeriyle.
  Sandalyeyi yere koyunca gelecekten ekolanan anıları şak diye sonlanıverdi. Yüzünü kapının karşısındaki duvara dönmüştü. Sol tarafındaki büyükçe pencereden görünen dış dünya ilgisini çekmez olmuştu. Binalar, ağaçlar, mavi gökyüzü hepsi bir çocuk kitabına ait şekillerdi sanki. Gerçek yaşam barındırmıyor gibilerdi.  İki gün öncesine kadar sık sık düşündüğü ve endişelendiği rayından çıkmakta olan Orta Doğu, ülke içi politik çalkantılar, siyasi cinayetler, uzun süreli işsizlik beklentisi, iklim değişiklikleri, kutuplarda eriyen buzullar cinsinden hayati konular falan uçuşup gitmişlerdi. Duvarlarla ilgili bir şey hatırlamıştı. Çocukken yattığı her yerde yüzü duvara dönük uyumayı severdi. Büyüdüğünde de tutkuyla sürdürdüğü bir alışkanlığıydı. Anmurse duvarsız yapamazdı.
  Duvarda mı?
  Evleri orda.
  “Dinliyorum.”
   “Ben senim. Akaşanınım.”
  “Sedef’i siz mi kaçırdınız?”
  “Biz asla çocuk kaçırmayız. Bazen… Bazen Sevegenler zaman ayarını tutturamazlar… Ve… çok nadir olur bu?”
  “Çocuğa bir şey mi oldu yoksa?”
  “Anmurse sesini öyle yükseltme lütfen. Kapıcı ya da karşı daireden biri sesini duyup gelebilir. İç hatlarla konuşmayı dene benle. Çocukken annenle yaptığın gibi.”
  Anmurse’nin yüzeydeki hâlâ diri hayvan yanı korkusunu güçlükle bastırabilir haldeydi.  Çocuğa mocuğa boşverip ardına bakmadan kaçmak istiyordu. Bir diğer yanı da daha fazla şey duymadan çocuğu bulup gitmek istiyordu. Daha derinde olan küçük, ama kara bir gülle gibi ağır bir merkezi bölge bilmek istiyordu. Bilmek ve yanmak aşkıyla fıkır fıkırdı. O tarafın baskısıyla içinden bir cümle kurdu ve zihniyle iktirmeye çalıştı.
On on iki yaşına kadar annesiyle zaman zaman böyle anlaşırlardı hakikaten. Sonra büyüdükçe yavaşça uzaklaşan bir meleke olmuştu. Hormonların işi demişti sevgilisi bir kez anlattığında.
  “Çocuk iyi mi?”
  “Evet. Yalnız aynı zamanda sesli tekrar etme dediğini.”
  Anmurse ikinci cümleyi iktirdi. Sol eliyle ağzını örtmüştü bu defa.
  “Nerede?”
  “Yakında. Önce bilmen gerekenler var. Soru sor.”
  “Kimsin sen?”
  “Senim dediğim gibi. Sen’inin bir parçasıyım. Birlikte doğduk büyüdük ve zamanı gelince gene birlikte değişeceğiz.”
  “Nedir bu Akaşanım? Akaşan yani.”
  “Akaşa nedir biliyorsun?”
  “Evet. Evrenin hard diski. Neydi Levh-i şey. Levh-i birşey.”
  “Levh-i Mahvuz. İyi dedin. Evrenimizin belleği tektir. Ben ana bellek kayıt birimiyim.”
  Anmurse sağ ve sol yanlarımızda günah ve sevap yazan  melekleri düşündü.
  “Melek değilim.“
  “Bilincin var ama. Bilgisayarımın kara cahil hard diski gibi değilsin.”
  “Tabii ki. Yoksa senin bilincinin geçirdiği deneyimleri ve mertebeleri nasıl kaydedebilirim.”
  “Bütün evren mi? Her şeyi mi kaydediyorsunuz?”
  “Evet. Ben bilinç kayıt biriyimiyim. O yüzden kendi varlığımın bilincindeyim. Bilincinin dökümünü tutarım.”
  “Herkesin ayrı ayrı akaşanları mı var yani?”
  “Evet. Bilinç taşıyan her canlının ayrı bir Akaşanı vardır. Beraber doğarlar ve beraber göçerler. Bir Akaşan bir insanın astral ikizi gibidir.
  Anmurse itirazsız, tereddütsüz inanmaktaydı içine doğan sözcüklere.  Kıvamlı bir sıvı gibi bilinç kabını doldurmaktaydı.
Bilgisayarlar icat edileli altmış yetmiş yıl geçmişti ve daha şimdiden Amerikalılar dünyadaki maillerin önemli bir kısmını gereğinde incelemek üzere depolayabilmekteydiler. Evrenin yaratıcısı niye yapamasındı. Evren tanrının bilgisayar oyunudur demekteydi çocuk bakarken okuduğu kitabın yazarı bir yerde.
  Başka başkalar. Çocuk değiller, anne değiller, baba değiller. anneanne değiller, kapıcı değiller, senin gibi büyük kız da değiller.
  “Sedef sizleri görebiliyor muydu?”
  Anmurse’nin çocukla ilgili soruyu geçmiş zamanda sormasını uğursuz bulan yanı tusunami dalgası gibi kabaran merakının iyice ardında kalmıştı.
  “Normalde çocuklar bizleri daha fazla hissederler, ama göremezler. Sevegenler yüzünden bazı algı kapıları açılır ve tabii işte bazı... Böyle durumlar meydana gelir.”
  “Sevegenler ne peki?”
  “Teknik arızalar nedeniyle bazen Akaşanlar ölen kimseyle birlikte boyut değiştiremezler. Burada kalırlar. Genellikle duvarların içinde barınırlar. Bunlar yeniden bir beden arayan arızalı yapılardır. Zararsızdırlar. İnsanlık tarihindeki bütün hortlak vakalarının, içe şeytan girmelerin, kaynaksız gibi algılanan seslerin  ve insanların gördüğü bazı kâbusların müsebbibidirler. Bunların bir huyları daha vardır. Kendilerini sezebilen küçük çocukları çok severler.”
  “Bu yüzden mi adları sevegen?”
  “Evet. Hiçbiri kötü niyetli ve saldırgan değildir. İstemeden sizin başınıza gelen gibi bir kazaya neden olabilirler.”
  “Nasıl oldu bu kaza?”
  “Küçük çocuklar uykuya dalıp astral bedenleri serbestleyince bunları duvarın içine çekerek birkaç saatliğine de olsa sanal bir beden elde ederler. Bu işlem çocuklara bir zarar vermez. Rüya hareketliliğini artırır sadece. Sonra her şey normale döner. Bazen... Çok nadiren astral beden geri dönemez. Zaman kasılmaları yüzünden. Bu durumda Sevegenler o şahsın hayatını tehlikeye atmamak için katı bedenin molekül yapısını gevşetip duvarın içine çekerler. Bunlar ortalama beş on dakika sürer. Sonra beden eski haliyle yerine iade edilir. Çocuk dahil kimsenin bir şeyden haberi olmaz. Çocuk zaten küçüktür. Bazı gariplikleri ne olup bittiğini anlamadığı bir rüyaya yorar.”
  “Sedef’e ne oldu peki?”
  “Daha da nadiren bu astral yolculuğu engelleyen lokal manyetik fırtınalar, zaman krampları uzun sürer. Bedeni geriye vermek için beklemek gerekir. Çocuk bilinci kısık durumda tutulur.”
  “Yani Sedef?”
  “Evet. O merakla elinizi sürdüğünüz duvarın içinde.”
  “Ne zaman dışarı çıkacak?”
  “Bu iş için bir aracı gerekir.”
  “Nasıl yani?”
  “Neden şu anda burada olduğunuzu düşünüyorsunuz?”
  “Aracı ben miyim?”
  Anmurse’nin uyuşmaya yüz tutmakta olan korkuları dirilmek için depreşmekteydiler. Tuzağa mı düşmüştü yoksa. Kitabı okurken daldığı rüyada bu dairenin dış kapısını görmüştü.
  “İzah edin lütfen.”
  “Worm hole, kurt deliği yani, ne olduğunu biliyorsunuz değil mi?”
  “Ne alakası var?”
  “Büyük ölçekte olan küçük ölçeğin de aynasıdır. Zerre ve kül aynı şeydir. Uzayda yüzlerce ışık yılı uzaklıktaki iki nokta arasında arayı çabucak geçebileceğimiz köprüler vardır. Bunlara kurt deliği deniyor. Delik yerine tünel dense daha iyi. İşte böyle bir tünel az sonra Kadıköy’deki evle burası arasında kurulacak. O zaman eldeki kayıtlara dayanarak yakın geçmişe müdahale edebiliriz.”    
  “Zamanda geri mi kayacağız?”
  “Kayma değil, emilme daha çok.”
  “Evvelsi akşama mı yani?”
  “Serpil hanım gelmeden iki üç saat önceye. O ikinci kez uyukladığınız anlara. Ve de...”
  “Ve de ne?”
  “Artık konuşmaya zaman kalmadı. Hemen başlamamız lazım. Gözleriniz yumun ve Sedef’in yatak odasını düşünün.”
  Anmurse Akaşanının ağzında gevelediği şeyi tam olarak anlayamadığı için telaşlanmaya başlamıştı.
  “Bir dakika tam anlamadım.”
  “Lütfen Anmurse, zaman yok, Sedef aşkına kendini topla ve o odayı düşün.”
  Anmurse kızı kurtarma imkânı bulduğu için şükrettiğine
şaşarak kendini konsantre etti ve o Allahın belası duvara dokunduğu lanet anı düşünmeye başladı. Nasıldı ısısı, sertliği
Ve kokusu? Olmayacak diyen bir yan parazit yapmaya başlamıştı. Buradan kös kös çıkıp eve kendisine giderek artan şüpheyle bakanların yanına dönecekti. Hangisi daha berbattı? Hangisi? Bilen var mı?

*
  Kendini o evde bulunca hayreti sessiz bir çığlık koyuverdi. Sağ elinin işaret parmağı duvara değmekteydi. Akşamdı. Odanın ışığı, ısısı, evin sessizliği falan hepsi aynıydı. Tek fark Sedef yoktu.
  “Bedenim nerde?”
  “Burada.”
  “Beni klonladınız mı yoksa?”
  “Yok canım. Farkıdalığınız tıpatıp aynı değil mi? Feneryolu’ndan buraya geçtiniz. Divanda uyuyan kız yok. Tek ve biriciksiniz.”
  Anmurse çok heyecanlanmıştı. Kalbi yerinden sökülüp başı kesilmiş tavuk gibi odanın içinde tur atacak hissine kapılmıştı.
  “Şimdi ne olacak?”
  “Sevegen sizi yanına alacak, kızı yatağına yatıracak.”
  Anmurse artık Sedef’in sağ sağlim geri döneceğine sevinemez durumdaydı.
  “Buna... bunu kabul edemem. Aaa, hayır... Özür dilerim, ama yapamam.”
  “Ben de çok özür dilerim, ama artık fikir değiştirmeniz için çok geç. Değiş tokuş işi başladı bile.”
  Anmurse korkuyla duvardan bir adım geri çekildi ve ellerine baktı. Bildiği tanıdığı etle, deriyle kaplıydılar çok şükür.
  “Molekül yapınız çözülmeye başladı.”
  “Durdurun lütfen. Ben buna dayanamam. Başka… başka bir yöntem…”
  “Çok geç Anmurse, çok geç.”
  Anmurse odadan kaçmak isteyen niyetine itaat etmeyen sinir ve kas sistemini farkederek sessiz çığlıklarından birini salıverdi.
Elleri hâla ele benziyordu, ama değişikliği de farkındaydı. Bir şey karnından başlayarak kendisini dev bir balona dönüştürmek peşindeydi sanki. Acı duymuyordu. Duvara baktı. Bir fark yoktu. Duvar gibiydi. Hep öyle duvar gibi kal. Bozma kendini ne olur.
  “Korkmayın. Korku sizi olumsuz etkiler. Sevegenler zararsızdırlar.”
  “Söylemesi kolay.”
  “Yapması da öyle. Kendinizi sakinleştirin lütfen.”
  “Nerede şimdi.”
  “Çok yakınsınız.”
  Anmurse neden bayılıp bu dehşet pistinden çıkamadığına hayıflanmaktaydı. Bayılsa ve küçük kız yataktayken ayılsa. Bu mümkün değildi artık. Ayılsa ayılsa kendine şüpheyle bakan yakınlarının yanında ayılacaktı. Odada ışık, perspektif yapı ve eşyanın formu bozulmaya başlamıştı. Odanın bir şeyi yoktu. Çarpılan kendi bünyesiydi.
  “Nerdeler?”
  “Çok yakınsınız. Unutmayın Sevegenler tamamiyle zararsızdırlar. Sadece biraz, sizin onu algılamanız... Kaçınılmaz olarak insancı bakışla olacağı için biraz farklı görünecekler.”
  “Sizden ne farkı var?”
  “Biz insanlar için çok hızlı ve asla seçilemeziz. Formsuz ve şekilsizizdir. Sevegenler öyle değildir. Azıcık yapı bozumuna uğramışlardır. Bu nedenle...”
  “Ne kadar sürecek?”
  “Dünya saatiyle iki saat yirmi dört dakika sürecek. Anne gelmeden dört dakika önce serbest kalacaksınız. Çocuk uyuyor olacak ve bir şey hissetmeyecek.”
  “Göreceli zaman mı yoksa?”
  “Biraz, çok değil. Merak etmeyin. Acıkma, susama falan sadece düşüncenizde var olacak. Korku, tiksinme de. Sadece düşüncede... Onun için bu olayın izi belli belirsiz olacak. Eğer korkunuzu yenerseniz rüya gibi gelip geçecek. Belleğiniz algıladığınız şeylerin pek az kısmını hatırlayabilecek. Eğer direnir dehşet yoğunlaştırırsanız sonradan küçük de olsa travma kalabilir. Tekrarlayan kâbuslara dönüşebilir.”
  “Çok mu korkunçlar?”
  “İnsani bakış yanılsaması olarak sadece.”
  “Sen benim Akaşanımsın. Doğru söyleyin lütfen.”
  “Kelimeler yetersiz. Dediklerimi unutma Anmurse. 999 taksiti ver ve bir kerede kurtul.”
  “Soruma karşılık vermedin. Cevap ver bana, cevap.”
  Anmurse çözülen gözleriyle duvarın içindeki şeyi gördüğünde titreyecek, yere yığılabilecek vücudu yoktu, ama farkındalığı çok ciddi etkilenmişti. Sedef’in tekrar yatağında yattığını görmesi bile içini bir nebze soğutamamaktaydı. Kendisi duvara yapışmış durumdaydı neredeyse. Otuz kırk santim kalınlığındaki duvar bir futbol stadyumu gibi genişlemişti. Bu nedenle gördüğü şeyin gerçek ölçülerini kestirmesi mümkün değildi. Mekânı doldurma şekli izah edilemez oynaklıktaydı. Uzun, upuzun bir çekirdek beden vardı. Geri kalan bütün hacim bu bedenden türeyen kollar, ışık huzmeleri, balgamlı, ağdalı, titrek dallanmalar, uzayan, sünen, yanan sönen, yapı bozuma uğrayıp ortadan silinen ve ansızın beliren sayısız öğeleri, mağaracıkları, titrek çatallı kollarıyla inanılmaz bir hareketlilik içersindeydi.
  Ağzından ses çıkıp çıkmadığını bilmiyordu, ama içinden deli gibi Allaha yalvarmaktaydı. Düşünceleri yaradılanı yaratandan ötürü sevmeli sözcüğünü tespihlemekteydi.
  Büyük kız sezgilerinin zembereğini kıran, duygularını taşıma sınırına toslatan ve paniği düşünce formunda bile olsa harıl harıl harlatan bir yapıyı solumaktan perişandı.  Aklının bir yanı bu gördüklerinin algılamasının sadece birinci bölümü olduğunu bilmekteydi. En korkuncu da gördüğü her şeyin kendisini algılayan, keyifle seyreden, sarmalayan birimler olduğunu düşünmekti. Sevegenler, Akaşanlar gibi tamamı algı olan yaratıklardı.  Daha iyice görmeye başlamamıştı bu nedenle. Bu reklam programıydı. Yavaş yavaş bütün katları daha derinliğine görecek ve her hücresine yıvışacak olan dehşeti gıdım gıdım deneyimleyecekti. 32 kısım tekmili birden olaraktan.
*
  Anmurse kapının sürgüsünü çekti ve zinciri boşa aldı. Serpil hanım uzun ince yapısıyla biraz sarımsı apartman ışığında bir an irkilmesine neden olmuştu.
  “Benim.”
  Anmurse kadın kapıyı çaldığında kitap göbeğinde divanda uyuklamaktaydı. Garip bir düşe tutunmuştu. Ancak böyle izah edebilmekteydi şimdi bulunduğu ruh halini. Gördüğü şeyi hatırlamıyordu. Keyife bulanmış ya da kösnültüyle talklanmış bir rüya değildi. Korkunçtu belki, ama üzerinde yarattığı etki iyice hafiflemişti. Sanki izlenimi aylarca geride kalmış bir kâbustan arta kalanlardı.
  “Biraz dalmışım. Kitap okurken. Zil çalınca yerimden fırladım.”
   Siyah bir kot pantolonun üzerine menekşe renkli bir dik yaka kazak ve siyah kadifeden kısa ceket giymiş kadın anlayışla tebessüm etti.
   “Nasıl geçti?”
  “Sedef’i sekiz buçukta yatırdım. Onda uyandı. Korkmuştu sanırım biraz. Çok değil ama. Yatırınca hemen uyudu.”
  “İyi.”
  Kadın defalarca tazelenmiş parfüm ve sigara kokuları saçarak içeri girince kapıyı kapatıp alışkanlıkla sürgüyü sürdü.
   “Birazdan seni evine bırakırım.”
  Kadın çocuğun odasına giderken Anmurse önce arkasından gitti, ama sonra durakladı. Belleğinde garip bir hareketlenme vardı. Taze olmuş bir şeyleri unuttun, o odaya ayak basma  diyen cılız kıpırtılar hissediyordu. Okuduğu kitaptan etkilendiği açıktı. Ayakları harekete geçti ve oturma odasına giderek eşyalarını topladı. Cep telefonunu ve Yatır adlı kitabı çantasına yerleştirdi. Kısa sarı montunu giydi.
  Kadın çocuğun odasından çıktığında yüzünde işlerin ters gittiğini belirten bir şeyler görmeyi uman yanı miadı dolmuş bir lamba gibi yandı ve mor bir ışık saçarak ebediyen söndü gitti.
  Kadın odada hazırladığı ikiye kıvrılmış bir ellilik ve üç onluğu uzatınca biraz utanarak alıp saymadan fermuarı açık duran çantasına atıverdi.
  “Teşekkür ederim.”
  “Ben de. Bir tuvalete gideyim.”
  “Tamam.”
  Anmurse Serpil hanımı sevmişti. Kişiliği güçlü, dürüst, sevecen ve eli açıktı.
  Birden bozuk sandığı lamba ışıyınca Anmurse boş hole hafif bir çığlık yolladı. Nasıl da unutmuştu. Sedef’in babası aramıştı. Gözünün önünde bir adam belirmişti. Fotoğrafını ya da kendisini görmediği birini nasıl hatırlardı. Tuhaf bir şeydi. Bayağı canlı ve gerçek bir bilgi gibiydi beyninde.
  “Ahmet bey aradı bir ara.”
  Tuvaletin kapısını örten kadının yorgun yüzü merakla dirilivermişti.
  “Sedef’le konuşmak istedi. Çocuk uyuyor dedim. Israr edince, Sedef’i uyandırdım. Beş on dakika konuştular. Kızın çok hoşuna gitti. Sonra yatınca hemen uykuya daldı.”
  Kadın kararsız bir ifadeyle başını salladı. Anmurse kadının çok hoşuna gitti sözlerine rağmen bir daha öyle yapma ya da bunu kınayan bir şey demesini boşuna bekledi.  Onun yerine içini çekti ve “Haydi seni eve bırakayım.” Dedi.
  Kadınla basamakları inerlerken Anmurse’nin beyni yine hızlanmak istediyse de bir güç açıkça engelledi. Kız bir şeyi daha derinden hissetmişti. Déjà vu. Bu basamakları inşallah son defa inmekteydi. Ne ücretin cazipliği, ne ufaklığın şirinliği, ne de kadına duyduğu sempati onu bir daha buraya geri getiremezdi. Yukarıda belleğinden sökülen bir şey onu beklemekteydi. O şey neyse hatırlamak istemiyordu. Ahmet beyin bir fotoğrafı var mı diye sormak istemiyordu. Rüyasında kapısının önünde durduğu, boş ve eşyasız olarak gördüğü dairenin yerini de merak etmiyordu. Bunları yaparsa bu gece bu basamakları kaç kez indiğini de sorgulamaya başlayabilirdi.
   Düşlere dala çıka çocuk bakıcılığı görevini tamamlamıştı. Bu kadarını bilmesi yeterliydi.
  Bilmek her şey değildi.
                                                       Amsterdam  2007


                          --------------------



28 Ağustos 2017 Pazartesi

ÂHİR ZAMAN KEHANETİ

  KEHANET

Yuval Noah Harari’nin Homo Deus – İnsan Tanrı – Yarının Kısa Bir Tarihi adlı kitabı üzerine bir inceleme

Yuval Noah Harari 1976 doğumlu İsrailli bir tarihçi. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Beşeri    
  Bilimler Fakültesi Tarih bölümünde dünya tarihi dersleri veriyor. Ünlü Sapiens (2011) adlı kitabından sonra Homo Deus – İnsan Tanrı (2015)  adlı dünya çok satanlar listesine giren kitabının Türkçe çevirisi bu yılın başında basıldı.

  2045’te tamamlanması öngörülen Avatar Ölümsüzlük Projesini, insan zihninin bir buluta bağlanarak ayaklı bilgi deposu haline getirilmesini, bedenin nanoteknolojiyle hastalıklardan arındırılmasını  Humanity 2.0 - İnsanlık 2.0,  Singularity - Tekillik kavramlarını, Ex Machina (2015) adlı filmde yaratıcısını öldürerek laboratuvar ortamından kaçan robot kızı da bir arada düşünün. Otuz yıl içinde insandan bin misli daha zeki olacak yapay zekâyı ve biraz George Orwell’ın ünlü 1984 romanı atmosferini hatırlayın. İnsan Tanrı – Yarının Kısa Bir Tarihi  kitabı  bu ortamın ürünü. İnsanlığı yarınlarda bekleyen akıl almaz gelişmelerden söz ediyor. Bunun yanı sıra Homo Sapiens’in geçmişi, tarih, siyaset, evrim teorisi, modernite, kapitalizm, hümanizm, dinler vb. de ana meselenin bileşeni durumunda.

Otodidakt Bir Genç Yazar!
  Homo Deus – İnsan Tanrı kitabını notlar alarak okudum. İlk intibam metni canlı, renkli, ilginç ve merak çekici kılmak adına bir tarihçinin bilgi sınırını çok aşan çeşitlilikte bir malzemenin yer yer özensizce çatılmış olduğuydu. Kitap bilişsel bilimlerin önemli kavramlarının başlıcalarını ustalıkla ele alıyor, ama bu kitabın yaptığı toplam etkiyi çok etkilemiyor.  Özellikle iktisadi ve siyasi konulardaki acemi işi kestirimleri, Müslümanlara karşı takındığı hasmane tavır ve kasıtlı cahilliği kitabın kalitesini düşürüyor.

Metnin cazibeli yanlarının yanı sıra yazarın özensizliği, dağınıklığı, yüzeyselliği sayısız eleştirmen tarafından dile getirilmiş durumda. Anlatımda akademik disiplin sınırlarının belirsizleşmesi de sıkça sözü edilen nokta. Bir sayfada tarih öncesi vakaları işlerken birden algoritmaya, dataizme ve gelecek vizyonlarına sıçrıyor. Bazen sorduğu sorular cevaplandırdıklarından fazla oluyor. Kitap onlarca cevapsız duran soruyla bitiyor.

The Wall Street Journal’ın ünlü bilim sayfası yazarı  Charles C. Mann’ın, yazarın bir önceki kitabı Sapiens için, “Bu kitap online forum yazışmalarından yararlanan otodidakt bir genç yazar tarafından yazılmadıysa, şakacı bir akademisyen tarafından kaleme alınmış olmalıdır.” mealinde bir yorumunu okuyunca araştırdım ve benzer düşüncede olanların sayısının yüksek olduğunu keşfettim.
 


Kışkırtıcı tezler
  En temel alanlara ve insan hasletlerine yönelik hızlı ele alış yazara üsttenci bakışla yorumlama ve kışkırtma imkânı veriyor. Harari nötral ve meselelere mesafeli yaklaşımlı biri değil. Kasıtlı olarak kışkırtıcı yorumlar kullanarak kitabın cazibesini artırıyor. İddiaları bilinen ve sıkça gündeme gelen şeyler, ama kat kat ambalaj ve reklamla yepyeni bir şey gibi sunuldu. Bir yönüyle populüze edildi. Google’ın Tanrı İnsan’a varma amaçlı yapay zekâ çalışmalarını düşünün. Bu kitap o projeyle ilgili biraz da.
“Tarih insanın Tanrı’yı icat etmesiyle başladı ve Tanrı’ya dönüşmesiyle son bulacak.

Her insanın iyiyi, güzeli, anlamlıyı ayırt edecek özgür bir iradeye sahip olduğu fikri terk edilmelidir.

Önümüzdeki yüzyılda insan haklarına ve demokrasiye duyduğumuz inanç gelecek nesillere anlamsız görünebilir.

Ölümün olmadığı bir dünyada Hıristiyanlık, İslamiyet ve Hinduizm’e ne olacak? Cennet, cehennem ve reenkarnasyon yoksa...

İnsani sınıflar arasında şu ana kadarki bütün farklar maddi ve manevi değerlere bağlıydı. Artık biyolojik farklar belirleyici olacak. Yeni seçkin sınıfın sağlık, eğitim ve toplumsal refaha yönelik yaklaşımı çok şeyi belirleyecek.

Makinelerin başarısı yüzünden fiziksel işleri onlara bıraktık. Bilişsel işleri de onlara bıraktığımızda üçüncü bir yeteneğimiz kalmayabilir. ‘Süper Seçkinler’ ve ekonomik ve askeri anlamda faydasız insanlardan ibaret bir dünyada kalabiliriz.

Gelecek nesiller eskiden olduğu gibi Zeus’un korku, tuhaflık ve güç sınırlarına sahip olacak. “
Bu tez, iddia ve yorumları ana kategoriler olarak ele alalım.


Hayatın Anlamı
  İsrailli yazar Yuval Noah Harari “Hayatın anlamı nedir?” cinsinden büyük sorular sormayı seviyor, kitap boyunca lafını ediyor ve bilimin şu ana kadar bir anlam keşfedemediğini özellikle vurguluyor.  
  “Hayatın anlamı nedir?” sorusu öylece cevapsız kalıyor. Modernitede Tanrı artık Nietzsche’nin on dokuzuncu yüzyılda dediği gibi ölüdür.  Tanrısız kalan modernite insanı bu soruyu kendine yöneltmek zorunda kalıyordu. Din onlara en azından bir düşünme yönü sağlıyor. Teknoloji bunu yapamaz. Atomu parçalayabilir, domuza insan hücreleri aşılayabilir ve yıldız sistemlerini keşfedebilir, ama yaşam enigmasına çözüm bulamaz.
  Hayatın bir anlam taşıyıp taşımadığı felsefi ve metafizik bir konudur. Bunun için bilimsel bir kanıt aranması abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bilimsel buluşlar sayesinde birçok sorunun cevabına ulaşabiliriz, ama hayatın anlamının ne olduğu sorusu yine de cevapsız kalır. Kâinat 13,8 milyar yaşında. Hayatın anlamının ne olduğunu keşfetmek, bilim diliyle yalın bir şekilde ifade etmek 13,8 milyar yıl daha sürebilir.
  Yazar özgür irade ve bilinci bir yanılgı, deneyle desteklenemeyen bir varsayım olduğunu iddia ediyor. Özgür İrade ve Bilinci reddederken, üstü biraz örtük şekilde aslında bunların herkesin harcı olmadığını ima ediyor. Kendisi Homo Deus’u yazarken özgür iradesini kullandı. Ve ne yazdığının pekâlâ bilincinde. Kırıkları özenle ayrı koyuyor.

Kutsal İllüzyonun Sonu
  Yazar kitapta “Özgür irade bir illüzyondur, benlik hayali bir kurgudur” diyor sık sık. Ona göre benlik, uluslar, tanrılar ve para gibi bir kurgudan ibarettir. Özgür irade yoksa insan davranışı ilaçlar, genetik mühendisliği beyin similasyonlarıyla yönlendirilebilir şeklinde bir sonuca ulaşır.
  Yuval Noah Harari kitapta uzun ya da sonsuz ömür sürmenin dinler yönünden ne gibi bir sonuç yaratacağını sorar. Ona göre insanlar ölümden korktukları için dindardırlar. Oysa ölümden korkmayan dinsizler, ölümden korkan dindarlar vardır.
  Tanrının Adem ve Havva’yı kızgınlıkla cennetten kovması, bunun İlk Günah olması, tanrının insanı yarattığına pişman olması vb. muharref Eski Ahit sözleridir. İslamda farklıdır. First Sin - İlk Günah kavramı yoktur. Melekler tanrının yarattığı insana secde eder. Tanrı yarattığı insan nedeniyle pişman değildir. Bu noktaya özellikle değinmez.
  Yazar standart bir ateisttir. Cennet ve cehennem kavramının insanları savaşa sürüklemek için uydurulmuş olduğunu söyler. Vatan müdafası diye bir şey yoktur yani. Ona göre bilimsel bilgilerin ışığında kâinat bir hengâmeden ibarettir, varoluş süreci bir anlam taşımamaktadır.      
  Ona göre modern yaşam anlamdan yoksun bir evrende güç peşinde bitmek tükenmek bilmeyen bir koşudan ibarettir. Yakında din iyice fantezileşirken, her şey biyokimyasal ve elektronik algoritmalardan ibaret bir ağa dönüşecektir. Bu ağın içinde bireysel merkezler mevcut değildir.  
  Kitap boyunca bu iddiaları desteklemek için üç ana süreç ve teze yer veriliyor.
1 – Bilim tüm toplumu organizmaların algoritmalar ve yaşamın veri işleme süreci olduğuna ikna eden bir dogma yolunda ilerliyor.
2 -  Zekâ bilinçle yollarını ayıracak.
3 – Bilinci olmayan, ama yüksek zekâlı algoritmalar yakında bizi bizden daha iyi bilecek.


Ruh ve Evrim teorisi
  Yazar ruhun varlığının evrim teorisiyle çeliştiğini söylüyor ve “Ruh  da evrimleşmesi gerektiği için Tanrı ve ruh kavramı da asılsızdır, milyarlarca yaratığın çektiği acı ve yaşadığı haz sadece zihinsel bir kirlilikten ibarettir.” diyor.
“Lakin Darwin ruhlarımızı elimizden aldı. Evrim teorisi yeterince kavrandığında ruhun olmadığı gerçeğini kabullenmek kaçınılmazdır.

Dindar bir Hıristiyan ya da Müslüman biri için olduğu kadar, laik ve herhangi bir inanç  sistemine dahil olmayanlar için de ölümden sonra baki kalacak sonsuz bir öz fikrinden vazgeçmek oldukça korkutucu olsa gerek.

Ruhun varlığı Evrim Teorisi’yle çelişir.”
  Darwin’in Evrim teorisi tanrının varlığıyla çelişmediği için ruhun varlığına direkt karşı çıkan bir söylemi yoktur. Tam tersine kendisi evrimi Tanrının kudreti şeklinde tanımlamıştır. Darwin ateist olduğunu iddia edenlere bir Tanrıya inandığını ve agnostik olduğunu söylemiştir.
  Bu arada dindarların önemli bir kısmı evrim teorisine ve ruhun varlığına bir arada inanır. İslami öğreti tanrının kâinatı evreler şeklinde yaratması fikriyle çelişmez. Darwin’den çok önce evrimden söz etmiş El-Cahız, İbn Miskevehy ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi âlimler ruhun varlığına iman etmiş kimselerdi. 


Yapay Zekâ Homo Sapiens’e Karşı
  Google’ın mühendislik direktörü olan Ray Kurzweil yapay zekânın 2029 yılında Turing testini geçerek insan zekâsına ulaşacağını, 2047’de de süper zekâya sahip makinelerin ortaya çıkacağını söylüyor. Yapay zekâ robotlar şeklinde fizik güç isteyen işleri, yazılım şeklinde, bilişsel işlerin çok büyük bir kısmını üstlenecek.
 Yazar kitabında Google çizgisinden yürüyerek bu öngörüleri anlatıyor.  Süper seçkinler, her yönden faydasızlaşmış kitleler ve bu ikisinin arasına sıkışmış yeni orta sınıf şeklinde üç gruptan söz ediyor. Önce süper seçkinleri ele alalım.

Süper Alfalar
  Özelikle son elli-altmış yılda giderek artan miktarda makale, kitap ve film bu konuyu işliyor. Bir gen aristokrasisi öngörülüyor. Daha yavaş yaşlanan, daha az hastalanan, genetik dokunuşla zeki, güzel, yakışıklı ve üstün yetenekli hâle gelmiş insanlar söz konusu. Süper Alfalar yani. Onlar ve diğerleri şeklinde gruplaşmadan söz ediliyor.
  Elitler giderek daha fazla güce ve imkâna kavuşuyor. Elit olmayanlarla aralarındaki uçurum her gün daha derinleşiyor. Biz yeni bir devrin eşiğinde olduğumuzun bilincindeyiz. Hâkim gücün karakterini iyi tanıdığımızdan pembe renkli mutlu bir son garantisine sahip olmadığımızı iyi biliyoruz. Yazar çokça çiğnenmiş bir sakızı ambalajlayıp yeniden sunuyor.
 

İnsan Tanrılar
  Yazar 21. Yüzyılda güçlü kurgular ve totaliter dinler yaşayacağımızı söylüyor. Uydurma dini metinlerden feyz alan muktedirlerin bunun için çabaladığını sağır sultan bile biliyor. Sanal cennet ve cehennemler yaratacaklar. Şu anda bile var. Marka, hiper mahalle, statü azlığı ya da bolluğu. Bunlara birazdan lüks sanal mertebeler, hastalıksız hayatlar ve uzatılmış ömürler falan da eklenecek.
  Ancak kurguyu gerçekten ayıranlar kendi özgün iradelerini kullanabilecek. Filmler bunu anlatıyor. Hazırlık yapıyor adeta. Yeni milenyuma girmek üzereyken yapılmış gerçek hayatla, kurgunun birbirine girdiği zamanları anlatan ExistenZ – Varoluş filmi bunu anlatıyordu. Matrix ve The Dark City – Karanlık Şehir filmleri de öyle.
   Bir avuç zenginin toplam mal varlığı göze alındığında yakın gelecekteki Neo-Zeusların kimler olacağını tahmin etmek zor değil. Dahi yönetmen Stanley Kubrick son filmi Eyes Wide Shut – Gözleri Tamamen Kapalı (1999) filmindeki maskeli zatlar bunlar. Dünyanın yöneticileri. Neo-Zeuslaşmak için gün sayanlar.
  Bu zatlar henüz ölümlüler ve yerçekimi kanunlarına tabiler. Bunlar aşıldığında kimsenin karşı koyamayacağı mitolojik tanrı benzeri yaratıklara dönüşecekleri bir ân pekâlâ gelebilir. Bu kaçınılmaz olarak kendi aralarında çatışmayı da getirecek. Paris, Güzel Helena’yı kaçırmaya devam edecek yani. İşin bir de ilahi bir boyutu ve kadim kehanetler yanı var ki, buna ilerleyen satırlarda değineceğim.


Kurgu Âlemleri
  Evlere kapanan bilgisayarın arkasında oturan, odada yiyip, içen, uyuyan çocukları ve ergenleri düşünün. Keşke dışarıdaki iş hayatı, alışveriş, mecburi akraba ziyaretleri ve de tabii ki okul olmasa diye hayal ettiklerini biliyoruz. Bunlar hazırlık nesli. Bir sonraki nesil kurgu âleminin ilk tebası olacak. Bir an gelecek televizyon, internet ve radyo erişiminin zaman zaman tümden engellendiği devirleri göreceğiz. Bu durum Neo-Zeuslar’ın işine gelmeyeceği için şimdiden devlet tedbirlerini aşacak teknik sistemleri inşa ediyorlar. Yasaklar ve sınırlamalar pek işe yaramayacak yani.
 Yazar ‘Yirmi yaşının altındakiler, hatta biraz üstü olanların bu konuda ikna edilmeye bile ihtiyacı yoktur.’ der ki, ancak bir ölçüde haklıdır.  Bilgisayar oyunları ve arama motorundaki algoritmik uyarlamalar çocukları ve gençleri derinden etkiliyor. Yakın gelecekte insanlığı şu andan hayal edilmesi güç bir değişim bekliyor.
 
Dataizm Gerçekten Son Nokta mı?
“Dataizme göre insan deneyimleri kutsal değildir.
Homo sapiens yaradılışın zirvesi değildir ve Homo Deus’un öncüsü değildir. Homo Sapiens köhne bir algoritmadan ibarettir.”
  Dataizm evrenin veri akışından ibaret olduğunu ileri sürülüyor. Dataizm matematik kurallarının hem biyokimyasal, hem de elektronik algoritmalara uygulanabildiğini de gösterdi. Hayvanlarla makineler arasındaki geçilmez addedilen duvarın yakında yıkılabileceği iddia ediliyor. Elektronik algoritmaların biyolojik algoritmaların sırrını çözerek onlardan daha üstün hale geleceği günü beklediği fikri yabana atılacak gibi değil yani.
  Dataizm öğrenme piramidini de altüst edeceğe benziyor. İnsan veriyi damıtarak bilgiye, bilgiyi kavrayışa, kavrayışı bilgeliğe çevirmekle yüklüydü. Ancak artık zamanımızda veri akışıyla baş edilemiyor. Vaktimiz ekran başında uçup gidiyor. Bu işin elektronik algoritmalara devredilmesi gerektiğini düşünenlerin sayısı giderek artıyor. Kafamda bir çip olsa da bu bilgileri istediğim zaman bütünüyle kullansam diye düşünenlerin sayısı hiç te az değil.

 
Lüzumsuz İnsan
“Bu beklenmedik teknolojik bolluk içinde hiç çaba göstermeseler bile işe yaramayan kitleleri beslemek ve desteklemek mümkün olacaktır. Peki hepsini nasıl meşgul edip memnun edeceğiz? İnsanlar bir şey yapmazlarsa delirirler. Tüm gün ne yapacaklar? Sunulan çözümlerden biri uyuşturucu ve bilgisayar oyunları olabilir.”
  Küresel ölçekte istihdam edilemez bir işsiz sınıfı ortaya çıkarsa bu niye tümüyle kötü bir şey olsun. Daha önce bu konuda çok kalem oynatıldı. Daha az çalışarak beşeri ihtiyaçların karşılandığı bir dünya hayal edildi. Sosyalist ütopya, yeryüzü cenneti gibi isimler verildi.  Daha az çalışan insanların kendilerini geliştirmek için daha çok vakti olacak. Bilime, sanata, kültüre, spora ve hobilere daha çok zaman ayırabilecekler. Motorlu taşıtlar ortak kullanılacak. Çevreye uyumlu bir tüketim tarzı için ciddi bir yol alınacak. Nüfus planlaması bilinçli bir çizgiye oturacak. Gelecekte teknoloji daha küçük boyutlu, daha güçlü ve ucuz olacak. Şeker, kanser ve damar hastalıklarıyla mücadele şimdikinden çok daha etkin bir şekilde yapılacak. İnsan-makine sentezi sayesinde hayal ötesi sonuçlara ulaşacağız.
  İnsan bu arada ona sağlanan serbest zamanda kendini geliştirmeye devam edecek. Yapay Zekâ avukat, doktor, hâkim, borsacı, öğretmen ve eczacılık gibi meslekleri de üstlenebilir. Bu her şeyin sonu demek olmayacak. Yeni meslekler zuhur edecek. 2045 sonrasında dünya tümüyle bir bilgisayardan ibaret olduğunda insan beynine gücünü katlayan teknik eklentiler implante edilecek ve bu yetisi sürekli güncellenecek. İnsan makine sentezi gerçekleşecek.
İnsanlık adına bu büyük bir ilerlemeyi kim engelleyecek? Kim manipüle edecek? Kendini Tanrılaşmış addeden elitler mi?
  Faydasız denen kesim ancak distopik bir ortamda uyuşturucu ve bilgisayar oyunlarına mahkum olabilir. Bu elimizdeki tek çözüm değildir.  Distopik gelecek kader değildir.

Kendine Güvensiz Kitle
  Yazar bu biyolojik ve algoritmik yetiyi yeterince alamayanların daha alt düzey, itaatkâr, kendine güveni olmayan kitleyi oluşturacağını söylüyor. Kitle, halk yani. Halk her yönden geri kaldığı için alıklaşacakmış. Şu anda dünya  ahalisi elindeki imkânla kıyaslandığında tarihinin en şiddetli alıklaştırma  kampanyasıyla karşı karşıya. Sübliminal mesaj sağanağı altındayız. Medyada kontrolü elinde tutanların bütün çabası insanların gözünü boyama ve gerçeği saklama ve yalıtma merkezli değil mi? Diyelim bu hal daha da yaygınlaştı. Peki buna rağmen yeni tekno-kastlar arasında hiç çatışma olmayacak mı? Geleceğin Biyonik-Robotik-Spartaküs isyanları engellenebilir mi?
“Makinelerin başarısı yüzünden fiziksel işleri onlara bıraktık. Bilişsel işleri de onlara bıraktığımızda üçüncü bir yeteneğimiz kalmayabilir.”
  Yazarın muhtemel gördüğünün aksine fiziksel ve bilişsel işleri makinelere, yapay zekâya asla denetimsiz olarak bırakmayacağız. Herhalükârda üçüncü bir yeteneğimiz baki kalacaktır. Böyle bir şey mevcuttur. Yaratıcının varlığına iman ve küresel merhamet. Özgür İrade ve Bilincin varlığının sağlaması bu çizgiden de yapılmalıdır. 
  Distopik roman ve filmlere bakılırsa, salgın hastalıklar, zombiler, kitlesel ölümler, kaos ve dünya nüfusunun toptan kırılması kaçınılmaz bir senaryo. Gerçek hayatta daha düşük ölçekli kırımlar her an yaşanıyor. Peki bu senaryoların asıl müsebbibi kim? Faust ruhu mu? Yazar kitabında moderniteyi insanın ruhunu şeytana satması olarak tanımlayarak Faust’un adını anar. 

Faustvari Medeniyetin Kışı
  Alman tarihçi Oswald Spengler 1918 yılında Batı Medeniyetiyle ilgili öngörülerde bulundu. Ona göre Faustvari Batı medeniyeti bin yıl önce girdiği bahardan, yaza, yazdan da sonbahara geçerek kış sezonuna ulaşmıştı. Bunu The Decline of the West – Batının Çöküşü adlı ünlü kitabında ayrıntılarıyla işledi.
“Faustvari medeniyeti kuran Batılı insan gururludur, bu trajik bir durumdur, o çabalar ve yaratırken için için gerçek hedefe hiçbir zaman erişemeyeceğini bilir.

‘Eğer optimizm ödleklikse, bu medeniyetin en üstün başarısının Faustvari kışta gerçeklikten kaçış olduğu anlamına gelir.”
                                                                                                        O. Spengler
  Faustvari Medeniyet kaçınılmaz olarak çöküşünü, büzülüşünü, güç kaybını sembolize eden kış sezonuna girmişti. Ona göre Batı insanı individualist, rasyonalist, emperyalist, sekülarist, huzursuz (restless) ve ırkçıydı. Bu onun Faustvari ruhunun özellikleriydi. Bu ruh Hıristiyanlığa dönüşmüş ve böylelikle Faustvari - Hıristiyan bir ahlak oluşmuştu.
Harari’nin moderniteyi insanın ruhunu şeytana satması şeklinde ifade etmesi bu kitaba ve meslektaşı Spengler’ın 100 yıl önceki kehanetinin doğru çıkmasının belirtilerinin göründüğü bugünlere göndermedir. Fakat nedense yazar modernitenin kuşatıcı, belirleyici zembereği olan siyonizmden söz etmez.


Siyasi Konularda Çuvallama
  Kitap siyasal konularda bazıları kasıtlı olmak üzere o kadar çok sayıda gaf yapıyor ki, yazarın konuları ele almaktaki başarılı yönleri, yer yer akıcı anlatımı, mizah anlayışı gölgede kalıyor. Yeterince hâkim olmadığı konulara hiç girmeyip daha ince bir kitapla yetinseydi, bestseller kitaplarının ortalama sayfa adedine ulaşamazdı, ama bu eleştirilere de maruz kalmazdı. Adam bestseller olmuş, ünü ve parayı cebe koymuş diyeceksiniz. Bu da doğru, ama yine de adı bir dizi eleştiriyle anılacak bundan böyle. Kitapta bir de KC, yani Kasıtlı Cahillik sorunu var. Önemli soru ve iddiaları ele alırken bu noktaya da özellikle değineceğim.

Şavaşsız Dünya
“Eskiden barış ‘savaşa ara verme’ anlamını taşıyordu. Bugün radikal örnekler haricinde dünya genelinde gerçek anlamıyla bir barış hakim. Ülkeler birbiriyle geleneksel anlamda savaşmanın mantıksızlığını anladı. Savaşın daha az konuşulan ve daha düşük bir ihtimal olmasının en büyük sebebi savaş maliyetinin çok yükselmiş, kazancının düşmüş olması. Bugünün büyük ekonomileri mal ve üründen çok bilgi ve hizmete dayalı. Örneğin Çin Silikon Vadisi’ni işgal ederek bir şey elde edemez (Silikon Vadisi’nde silikon madeni yok). Bugünün gücünü fikirler, beyinler belirliyor. Dolayısıyla ticari ve istihbari faaliyetler çok daha anlamlı.”
 On gram doğrunun yanında doksan gram safsata duruyor. Şu anda topyekün savaş yapılmıyor. Doğru. Yalnız siber savaş, sivil toplum örgütleriyle kaos çıkartma, terörle vekalet savaşları son gaz sürüyor.  Diğer yandan Suriye ve Irak’ta ölenlerin sayısı milyonları buldu. Evinden yurdundan olanlarsa çok daha fazla. Bu radikal örnek değil ayrıca. Standart bir Haçlı-Siyonist saldırı. Kasıtlı katliam. Seri terör faaliyetleri de barışsızlık anlamına gelir. Ekonomik alanlardaki savaş kesiksiz sürüyor. Yeni silahlar da savaşlarda denenmeye devam ediyor. ABD daha yeni Suriye’de 59 adet Tomhawk füzesi ateşledi. Bunun İncil’in Matta nüshasından bir mesaj olduğu yorumu yapıldı.  Bakalım Matta 5:9’da ne yazıyor?
Ne mutlu barışı sağlayanlara!
Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek.
  Son birkaç senede ABD tarafından bombalanan ülkelerin sayısını düşünün. Kuzey Kore ile sertleşen atışmaları hatırlayalım. ABD karadan ve deniz rotalı olan Yeni İpek Yolu’nun kendi kontrolünde olmasını istiyor. ABD-Çin çekişmesinde vekalet savaşlarıyla sonuç alınabilir mi bilmiyoruz. Katar’a yapılan operasyon bir savaş habercisi olabilir. Bölgemizde önce terör olaylarının artması ve ardından ordular arası savaş yapılması çok yakında olabilir. Ayrıca nükleer silahların hiç kullanılmayacağının garantisi de yoktur.

Art Niyet mi?
  Harari’nin bazı yorumları art niyet çağrıştırıyor. Örneğin Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu” (S.233) diyebiliyor. Suriye’nin emperyalist güçler tarafından taammüden parçalanıp işgal edildiğini bilmiyor olamaz. Bu tek kelimeyle vicdansızlık. Hemen başka örnekler de vereyim:
“Yeni dinlerin Afganistan mağaralarında ya da Ortadoğu medreselerde doğması mümkün görünmüyor. (S.365) – Yeni dinler araştırma laboratuvarlarında büyüyüp serpilecek.”
  Bu sözlerde de aynı üsttenci ve KC tonu mevcut.  Radikal İslam’ın Batı medreselerinin, neooryantalizm laboratuvarlarının, kısacası üst aklın ürünü olduğunu bilmiyor olabilir mi? Dünyayı kana bulayan Batılı emperyalistlerin,  laboratuvarlarında terörist üretenlerin geliştireceği dinden insanlara ne hayır gelecek? 
“Radikal İslamcılar kurtuluş islamda diyebilirler ama GNR yani Genetik, Nano teknoloji, Robotik ve Yapay zekâ karşısında çaresiz kalacaklar. Kur’an’da, İncil’de ve Konfüçyüs’ten seçmeler’de bu sorulara cevap bulmaları imkânsızdır.”
 Yine aynı konu. Yazar için ya radikal İslam var ya da sünnetten sıyrılarak dini kültür gibi benimseyen sulandırılmış, Ilımlı İslam-FETÖ Çizgisi var. Ardından ‘İmam, papaz ve hahamların genetik mühendisliği ve yapay zekâ için diyecek sözleri var mı?’ diye soruyor. Türkiye’de dindar-muhafazakâr  kesimin bazı aydınları fizik veya biyoloji tahsil etmiş din adamlarına ihtiyaç olduğu fikrini son yıllarda sıkça dile getiriyor. 21.yüzyılın ilahiyatçıları bu çağın bilimsel gelişmeleri bilen ve dini metinleri yeniden yorumlayabilen özelliklere sahip olmak zorunda.
  Harari, “Çağ atlamak için kutsal metinleri bırakmalı ve teknolojiye önem vermelisiniz.” diyor. Teknolojiye önem verme konusuna kimsenin itirazı yok. Türkiye’de endüstrileşmenin motoru muhafazakâr partilerdir. Peki genel olarak teknolojiye yön veren irade Mefisto’yla el sıkışıyorsa ne yapacağız? Ancak Bilim - Teknoloji ve Hakikat-Ahlak-Merhamet’in bir arada müthiş ve kurtarıcı bir füzyon olduğunu bir kez daha yineliyorum. 

Made in West - DAEŞ 
  “21.yüzyılın köklü değişikliklernini nereden başlayacağını sorun kendi kendinize. IŞİD’den mi yoksa Google’dan mı?(S.288) IŞİD sadece youtube’a video yüklemeyi ve işkence tekniklerini biliyor.”
  Daha önce El Kaide örneğinde olduğu gibi IŞİD - DAEŞ de batılı bir yapım. Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek ve işgali kolaylaştırmak amacıyla CIA tarafından imal edildi. MI6 gibi diğer bazı gizli servisler tarafından da kullanılıyor. DAEŞ ve YPG kendi aralarında üniforma değişimi yapan, içlerinde Batılı paralı askerler , ajanlar bulunan bir yapı.  İşkence filmlerinde rol alanlar Müslüman olmayan Batılı ajanlardı. Bunu herkes biliyor. Yazarın ülkesinde DAEŞ’in önde gelen elemanları tıbbi bakım görüyor şeklinde söylentiler mevcut. Guantanemo hapisanesini DAEŞ mi işletiyordu? CIA işkence gemileri kimin malıydı? Büyük Google Birader’in yakın gelecekte yapacağı köklü değişikliklere de ayrıca değineceğim.
  Charlie Hebdo saldırısı Batılı güçlerin Fransa’nın Afrika üzerindeki egemenliği ve Orta Doğu’daki kontrol kapasitesini kısıtlama darbesiydi. Yazar buna da Fransız kalıp, eylemden Müslümanların işi gibi söz ederek Müslümanları karalamakta kullanıyor.
  Nükleer güçten söz ederken de Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atanların kapitalistler olduğunu unutarak komunistlerin nükleer silah tutkusunu eleştiriyor. 
  Yazar bütün bu kasıtlı hataları savunduğu dünya görüşünün yanı sıra bestseller’ı da garantilemek için kullanmış izlenimi veriyor. Daha vahimi de  Türkiye’de bu kitap hakkında inceleme yazanların pek çoğu bu konuları pas geçmiş durumda.

Hümanizm’in üç dini
Yazar Komünizm, Nazizm ve Liberalizmi humanist dinler olarak adlandırıyor. “Homo Sapiens nasıl oldu da evrenin insan türünün etrafında döndüğünü ve insanların tüm anlam ve gücün odağı olduğunu iddia eden hümanist öğretiye inandı?” diye de bir soru sormayı ihmal etmiyor. Dinlerin önerdiği Yüce Kozmik Plan’ın dışında ‘Hayata Bir Anlam’ bulmaktı modernitenin amacı. Siyaset, sanat ve kültürleştirdiği dinle buna cevap arıyordu.
Harari modern toplumu çökmekten hümanizmin kurtardığını söylüyor. Esas kurtarıcı kapitalizmdir haliyle.

Aziz Kapitalizm
  Yazar Komunizm ve Nazizim’in tesis edilmesinde, fikir babalığının yapılması ve finans yardımıyla bir devirde etkin olmasında emperyalistlerin  başat rolü oynadığını bilmezden geliyor. Sosyalizmin topallayan kapitalizmin yürütgeçi olduğu gerçeğini de.
Kapitalizm iddia edildiği gibi serbest piyasa anlamına gelmiyor. Refah ülkeleri yetmiş sonlarından itibaren demokrasiyle değil, şirketokrasiyle idare ediliyor. Planlayıcılık devletlerden şirketlere kaymış durumda. İspanya Franco zamanında faşizimle idare edilen bir kapitalist ülkeydi örneğin. Çin kapitalizmin doruğunda mutant bir komunizm söylemiyle yürüyor. Demokratik görünüm artık bir makyaj. Şehir ve bölge plancılığı üzerinden toplum mühendisliği yapılıyor örneğin. Halk şehirlerin silueti üzerinde bir yaptırıma sahip değil. Babil kulesi benzeri beton çelik yükseltileri çaresizlikle izliyor. Kimse onlara fikrini sormuyor.
  “Kıtlık ve salgınların önüne geçilmesinde, büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür. İnsanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder. Bir sonraki bölümde açıklanacağı gibi bu gelişmelerin gerçekleşmesinde başka önemli etmenler de vardır elbette, ancak kapitalizm insanların ekonomiye bakışını değiştirerek küresel barışa inanılmaz katkılar sağlamıştır.
  Kitap boyunca komünizmi yeriyor. Kapitalizmi ise pek az eleştiriyor ve küresel barışa sağladığı inanılmaz katkıları yere göğe sığdıramıyor. 
Kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz” (S.231)
  Rakamlar ve sonuçlar ortada. Faydaları bir nebze anlıyorum da, marifeti kavramada yaya kalıyorum. Aklıma Talented Mr. Ripley – Yetenekli Bay Ripley filmi geliyor.


Büyüme Her şey midir?
  Böyle bir kapitalizm övgüsünden sonra yazarın kapitalizmin krizini açıklamakta yetersiz kaldığını söylememiz herhalde kimseyi şaşırtmayacaktır. Yoksulluk için tek çözüm ise yazara göre, ekonomik büyümedir.
Kapitalist bir dünyada yoksulların hayatı sadece ekonomi büyüdükçe iyileşebilir” (S.229)
  Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003’ten bu yana iktidarda olmasını ülkede sağladığı ekonomik büyüme ile açıklıyor. Tek neden olarak bunu gösteriyor.
  Yine, “Radikal müslümanlar 21. yüzyılı tam olarak kavrayamadıkları için liberalizm açısından bir tehdit oluşturamıyorlar. Fırsat yaratamıyorlar.” Diyor.  Neoliberalizmi kastediyor. Batılı ülke aydınları Neoliberalizmi şiddetle eleştiriyor. Ünlü birçok markanın, buluş aşamasındaki masraflarının önemli bir kısmının devlet fonları tarafından karşılanmasına rağmen kaymağını şirketlerin yemesi örneğin. Ucuz iş gücü için sermayenin başka ülkelere yönelmesi ve GPS, internet, iPhone, 3 boyutlu basıcı, güneş enerjisi panelleri ve elektrikli arabalar hükümetlerin topladığı vergi paraları harcanmadan ortaya çıkamayacak olması başlıca şikayet konuları. Yazar bunu görmezden geliyor. 

Henüz Aşılamamış Osmanlı Modeli
  Harari, teodise-ilahi adalet ve Müslümanlık meselesini bilmez görünüyor. Muharref  dini metinlerdeki çelişkilerden hareketle tanrı kavramını anlamsızlaştırıyor. Kur’an üzerine tek kelime etmiyor. Tanrı adına sömürmelerden örnekler veriyor. Ortaçağ Avrupa’sında Papalar’ın akıl almaz güçleri ve hükümranlıkları İslam âlemi için geçersizdir. Mısır, Çin, müslüman imparatorlukları vb. sayıyor ve Osmanlı’nın hakkını teslim ediyor. Göreceli cennetti diyor.
“Osmanlı İmparatorluğu dini sebeplerle ayrımcılık yapsa ve aralarında kendilerince çatışmalar yaşansa da Avrupa’yla karşılaştırıldığında özgürlüklerle dolu bir cennetti. (S. 208)”
  Osmanlı düzeni bu nitelikleriyle dünya için hâlâ bir modeldir. Avrupa’da Krallar köylülere danışmıyordu. Öteki ve etnik ve dini gruplarla çatışma, aşağılama, şiddet uygulamalarının sonu gelmiyordu. Batı kültürü öteki ve çatışma kültürüdür. Fatih’in fetih sonrası buyurduğu fermanı Batı’nın şu ân bile layıkıyla ulaşamadığı bir sosyal sözleşme çizgisidir. Mutlaka ilhamını Veda Hutbesi’nden almıştır.
  Ortaçağ Avrupası Katolik kilise ve tanrının krallığına girmek için bağışlar vb. gibi olumsuzlukları konu ediyor, ama Müslümanlıktaki zekat uygulamasından, fitreden vb. hiç söz etmiyor. Bu arada Arkeolojik bulgularla tahtı sarsılmayan tek din olan müslümanlıkla ilgili olumlu bir şey yazmamak için kitap boyunca adeta çırpınıyor.
  Tekrar kitabın ana mesajına dönelim. Yakın gelecekte insanlık tarihinde daha önce deneyimlemediğimiz müthiş gelişmeler olacak ve biz buna hazır değiliz.

2100’de Hayat Neye Benzeyecek?
  Şu anda kimsenin 2100’lerde dünyanın nasıl görüneceği üzerine kesin bir fikri yok. Bu insanlığın yapacağı seçimlerle ortaya çıkacak. Peki yazarın iddia ettiği gibi özgür irade bir illüzyonsa, bilinç zekâ kadar önemli değilse bu seçimi kim yapacak? Tek başına yapay zekâ mı? Yapay zekâya hükmeden ve organik bedenlerden iyice sıyrılmış, ölümsüzlüğe kavuşmuş makine bedenli elitler, Süper Elitler mi? O yıllarda Büyük Google Birader her şeye hükmeden, hayatları A’dan Z’ye kontrol eden miniskül bir Levh-i Mahfuz’a mı dönüşecek? Faustvari ruh, davranış kalıbı tümüyle Mefisto’nun takipçilerinin denetiminde mi olacak?
“Tarih boyunca tanrıların her şeye muktedir olmaktan çok, canlı varlıklar tasarlamak ve yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, çevreyi ve havayı kontrol etmek, uzaktan iletişime geçebilmek ve zihin okumak, yüksek hızlarda seyahat etmek ve tabii ki ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak gibi belirli süpergüçlere sahip olduğuna inanılırdı. İnsanlar da tüm bu kabiliyetlere, hatta daha fazlasına sahip olmanın peşinde. (S.59)”
  Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrollu, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden idare edilen, enerjiyi, hammaddeyi, gıdayı, suyu havayı, parayı kontrol eden bir düzeni hayal etmek zor değil. Tek tip insan, tek tip dijital din, yeni bir alfabe, yeni bir dil. Uydurulmuş din kitaplarında şeytanın kendine tabi olanlara vaat ettiği dünya modeli bu.
  Yakın gelecek insanlara akla hayale sığmayacak cazip imkânlar sunmakla birlikte yukarıda bahsini ettiğimiz cinsten devasa tehlikeler de yaratıyor. İnsanın sonsuz ve gerçek mutluluğu yapay yöntemlerle elde edilebilecek mi? Çok şeye muktedirlik ihtimalimiz çok yakında, ancak tam altımızda hiçlikten meydana gelen dipsiz bir uçurum uzanıyor. Singularity-Tekillik uçurumu.
 

Kim kurtaracak Bizi?
 “Dataizm önce insanlara sağlık, güç, mutluluk verme alanlarında başarı sağlayacak ve sonra muhtemelen Homosapiens’in hayvanlara yaptığını yapacaktır.”
  Gelelim şimdi bizi en çok ilgilendiren soruya. Orta Doğu’da büyük karışıklıklar, fitne tuzakları, Melheme-i kübra, yani Armageddon, yeni bir dünya savaşı kapımızda duruyorken dikkatimizi bir an için otuz-kırk yıl öteye sıçratalım ve şu soruyu soralım.  “Tanrı Elitler’in hışmına uğramaktan, Dataizm’in bizlere değersiz, harcanabilir yaratıklar gibi muamele etmesinden nasıl kurtulacağız?”  Ve ünlü romancı Cortazar ‘ın Seksek’inden de bir alıntı yapalım. “Kim kurtaracak bizi şimdi şu kapının altıdan süzülen ateşten?”


Hakikatın Avazı
Tarih insanın Tanrı’yı icat etmesiyle başladı ve Tanrı’ya dönüşmesiyle son bulacak.”
  Bizi yüce yaratıcının varlığına iman ve aklımızı – teknolojik bilgimizi en doğru şekilde kullanmak kurtaracak. Allah insanı yaratırken çamura nefesini üflemiştir. Bu nefes irade ve bilinçtir. Tarih bilinçle kol kola yürür. Tarih bilincin öznel kaydıdır. Ruh bünyesinde irade, bilinç ve merhamet barındırır.
  Allah zamandan münezzehtir. Hiçbir şeyin sonucu olmadığı için bir şey de onun nedeni değildir. ‘Allahı kim yarattı?’ sorusu çaresiz ateistlerin sığındığı takatrik bir zemindir.
Allah’ın değil de maddenin ezeli olmasını arzu etmişlerdir. Big Bang nedeniyle maddenin bir başlangıcı olduğunu ve entropi yasalarını biliyoruz. Kâinat rasgelelikten çok uzak kurulmuş, planlanmış bir yapıdır. Bir yaratıcısı vardır.  İnsan yaratıcıyı sezmiştir. Keşfetmiştir. Vahiyle tebligat yapılmıştır. Bu bir icat değildir. İnsan mitler, hurafeler ve pagan tahayyüller sisinin ardındaki tanımlara sığmaz gücü seçilmiş kimselere, peygamberlere yollanan vahiy sayesinde tanımış ve kulluk etmiştir.

Beşeri Sözleşme Olarak - Veda Hutbesi
 ‘Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız ondan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza emir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabıyla idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz.’
  Kur’an daha önceki peygamberleri ve onlara inen vahyi onaylar. Allaha teslimiyeti ortak payda olarak görür. Müslüman olmayanlar da dahil bütün inananlar takvada eşitlenir. Bu bütün insanlık için ortak, kimseyi dışarıda bırakmayan bir kurtuluş reçetesidir. Bu ruh büyük Endülüs medeniyetini kurmuş ve büyük bilim adamları yetiştirmiştir. Avrupa rönesansının ana temel taşlarından biri Endülüs’teki nurlanmadır. İslam medeniyeti Anadolu Selçuk ve Osmanlı ile devam etmiş, Cami, Kilise ve Sinagogu, çeşitli dinden ve kültürden insanları yapısında barındırmada dünya tarihindeki yegâne örnek olmuştur. Irkçılığa karşı kurduğu merhamet kalesi, yakın gelecekte zuhur etmesi muhtemel gayri insaniciliğe, Bilen İnsan - Homo Sapiens karşıtlığına karşı da güçlü bir set olacaktır. Bu nedenle Müslüman ülkeleri istikrarsızlaştırıp, parçalara ayırıyorlar, ama ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar sonuçta içinde nefes barındıranlar galebe çalacak. 

Homo Kul
 Yazar Homo Deus’un kendi kendini imal ettiği için, kendini Bilen İnsan - Homo Sapiens’in devamı gibi görmeyeceğini söyler. Böylelikle o devir geldiğinde Homo Sapiens organik atık konumuna düşecektir. 
  Allaha iman eden, güvenen, ondan korkan takva sahibi biri Kul İnsan - Homo Kul’dur. Homo Kul, iblisin kumandasındaki kötücül Homo Deus’a karşı çıkacak.
  Müslüman şeytan itaatkârdır. Tanrıdan insanı yoldan çıkartabilmesi için izin ister. Bir çeşit kalite kontrolu yapmak için müsadedir arzusu. Bu ona bahşedilir. Diğer Şeytan, Mefisto ise asidir. Tanrıya kafa tutar. Ona karşı çıkar. Homo Deus’a da bunu yaptırarak kâinatın yaratıcısına kafa tutturacak ve sonunu hazırlayacaktır.

Muhteşemin Cazibesi
  Yazarın Homo Deus ve Dataizm’den söz ederken kestiremediği noktalardan biri de şu: Kur’an’ın bir özelliği de çeşitli devir ve sosyolojik yapılara hitap edebilme gücüdür. Kur’an kabileler ve imparatorluklara yol gösterebildiği gibi Dataizm’i de etkileyecektir. Gücü artmış aklın Kur’an’a hayran olacağını düşünüyorum. İnsanı imana davet eden kelimelerin içine gizlenmiş muhteşem anlamı deşifre edince yapay zihni sevgi, saygı, hayranlık ve huşuyla dolabilir.

Sezgisel Olarak
  Sezgisel olarak zekâ sahibi bir yaratığın daha üstün aklı, ölümsüzlüğü değil de uzun yaşamayı, hızı ve gücü elde etmeyi hayal etmemesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Önemli olan bu gücün iyinin mi, kötünün mü elinde olacağıdır. Bence esas mesele budur. Balçığa üflenen nefesin muhtevasında bu merhalelerin bulunması bence kaçınılmazdır. Allah yarattığı kuluna gelecekte kullanacağı kapasiteyi yüklemiştir.
  Algoritmanın ateizm cinsinden inorganik bir varsayıma tevessül etmeyeceğini düşünüyorum. Ateizm, John Gray’in deyişiyle “Victoria devrinden kalan bir fosildir”. Kitapta “Tanrı insanın hayal gücünün ürünüdür.” deniyor. Hayal gücü de biyokimyasal algoritmaların ürünüdür.
Yazarın insanın yeni ve üstün algoritmaları kavrayamayacağı sözleri bilgiyi kontrolu altında tutan elitlerin bunu ondan mahrum etmesi anlamına geliyor. Böyle bir durum belki kısmen de olsa gerçekleşebilir. Ben yine de algoritmanın kendi kavranamazının önünde saygıyla eğileceğini hayal etmeden duramıyorum.
  Kâinatta var olan her şeyin bir ömrü var. Devasa yıldızlar, nebulalar, galaksiler ömürlerini tamamlayıp başka evrelere dönüşüyorlar. Ölümsüzlük boş hayal yani. Kâinatın yazılımında böyle bir madde yok. Bu nafile hedefin peşinde koşan iblis güdümündeki Tekno-Elitler, Neo Zeuslar, Dataizmin için sinmiş kötücül ruh  ne kadar çabalarsa çabalasın helak olmaktan kurtulamayacak. 
 

Kehanet
  Harari kitabın finaline yakın İnsanlık 2.0 – Humanity 2.0 kehanetler kitabının yazarı Ray Kurtzweil’den alıntı yaparak Homo Deus’un her şeyin bilgisine erişmek için dünyayı terk edeceği, bütün kâinatı gezerek tanımaya çalışacağını hatırlatıyor.  
 Benim kafamda da bir soru en üst sırada duruyor. Urfa’daki Göbekli Tepe’nin bulunuşu tarihe bakışımızı kökünden değiştirdi. Uygarlığın başlangıcının daha eskilerde olduğunu anladık. Dinî metinlerde Ad Kavmi gibi helak edilen kavimlerden sıkça söz edilir.             Nuh Tufanı bilimsel bulgularla doğrulanmıştır. Mu, Atlantis, Agartha uygarlıkları hakkındaki efsaneler hâlâ ilginçliğini koruyor.
  Acaba dünya üzerinde kontrolu yapay zekâya kaptıran ya da ihtiraslarının güdüsünde aşırılaşan, teknik imkânlarla çığrından çıkan elitler eskiden de mevcut muydu? Bunların sonu ne oldu? Kendilerinden zayıfları imha edip, sonrasında çekip giderek kâinatın derinliklerine mi gömüldüler? Yoksa metrelerce taş ve toprağın altında onlardan kalan ibret verici kalıntıları bulmamızı mı bekliyorlar?   
                                                                                                                             Haziran  2017 - Balçova