20 Mayıs 2017 Cumartesi

Vehimiçi Cinayetleri (öykü)




 

Hamdi bakırcı dış kapının açılma sesi üzerine daldığı hipnozdan sıyrıldı. Benliği saatlerdir içinde kıpırtısız durduğu iki metre çaplı tabanlı koni şeklindeki eşyasız taş hücreden oturduğu yere geçişlendi. Sağ elinde tuttuğu tabancada gevşemiş olan parmakları metal kabzayı güçle kavradı. En sonuncu aşamaya varmıştı nihayet.
  Önce holün ışığı yandı. Sonra ayak sesleri oturma odasına doğru yaklaştı. Ve sekiz adet yirmi voltluk lambası olan avize aydınlandı. Lambalardan biri bozulduğu için parlamamıştı.
İçeri giren otuz ortalarında, boyama sarışın bir kadındı. Onu görünce korkudan laçkalaşmış ve elindeki naylon torbayı düşürmüştü.
  “Ne olu..? Siz de kimsiniz?”
  Siyah pantolon üzerine beyaz ipek gömlek vardı üzerinde. Ayakkabılarını çıkarmış, kahverengi ev terliklerini giymişti. Bir altmış beş boylarında, balık etli, hoş bir kadındı. 
  “Anlatıcam Ayten hanım. Lütfen oturun şöyle.”
  “Ne yanımda, ne de evde para yok.”
  “Ben hırsız değilim. Oturun lütfen.”
  “İçeriye nasıl girdiniz? Adımı nereden biliyorsunuz?”
  “Anlatıcam hepsini.”
  Kadın takım elbisesinden, nazik konuşmasından etkilenmişti. Hırsızlık için orada olmadığından neredeyse emindi artık.
  “Elinden düşürdüğü çantayı yerden alarak hemen yakındaki sehpanın üzerine koydu ve  karşısındaki koltuğa ilişti. Yüzünde korkunun yanı sıra merak da vardı. Kim eve geldiğinde oturma odasında  iyi giyimli ve silahlı birini bulunca nedenini merak etmezdi.
  “Birazdan arkadaşlarım gelecek. Hemen anlatın lütfen.”
  Kadının blöf yapmaya kalkışması avizedeki bozuk ampulü üfürerek yanar hale getirmek kadar inandırıcıydı ve buram buram çaresizlik kokmaktaydı.
  “Bugün ayın ilk çarşambası Ayten hanım. Eczacılık fakültesinde öğrenciyken birlikte olduğunuz arkadaşlarınızla buluşma gününüz. Oradan geliyorsunuz. Kocanızla ayrılalı iki yıl oldu. Yeni biri yok şu sıralarda. Ve de saat on bir oldu neredeyse. Bu saatte kim gelecek?”
  “Siz bütün bunları nasıl... Nasıl biliyorsunuz?”
  “Daha başka şeyleri de biliyorum. Burada bir şer halkasını kırmak için bulunmaktayım.”
  Kadının yüzündeki büyüyen şaşkınlıkta Hamdi’nin anlamını kestiremediği bir sinyal belirmişti sanki.
  “Ne halkası?”
  “Bundan üç ay önceydi. Kâbuslar görmeye başladım. Ben, karım ve iki oğlum arabamızla şehir dışında bir yerde giderken trafik kazası geçiriyorduk. Ben kazayı hafif bir sıyrıkla atlatırken, onların üçü de ölüyordu. Ekipler gelip kapıyı kaynakla kesip beni dışarı çıkarana kadar saatlerce onların kanlı cesetleriyle başbaşa kalıyordum. Bu kâbusu her gece görüyor ve kan ter içinde çığlıklar atarak uyanıyordum. Sonra da tekrar uykuya dalmam çok zor oluyordu. Karım ve çocuklarım delirmeye başladığımı düşünmekteydi. Uyku eksikliği ve stres nedeniyle iş yerimdeki verimim çok düşmüştü. Patron beni eski günlerin hatırına işten atmıyordu. Bunun çok uzun süreceğini tahmin etmiyordum. Durumum çok kötüydü yani. Tam o sırada yanıma birini verdiler. Genç, sempatik ve dinamik biriydi. Nadir Şentay. Patronun benim yerimi alması için işe aldığını düşünmekteydim. Günlerim, belki de saatlerim sayılıydı artık. Çaresizdim. Bir gün Nadir’le öğle yemeğine çıktığımızda anlayışlı tavırlarından etkilenerek karım hariç kimsenin bilmediği sırrımı açtım. Şaşırtıcı derecede bir olgunluk gösterdi. Gözlerinde ne acıma, ne de keçileri kaçırdığımı düşündüğünü belli eden bakışlar belirmişti. Böyle vakalara daha önce raslandığını, bu tür istenmeyen durumları tedavi eden birini tanıdığını söyledi. İstersem beni çok nadiren, ancak özel tavsiyeyle ziyaretçi kabul eden, Sarih Hoca lakaplı o zatla tanıştıracaktı. Hemen kabul ettim tabii.”
  Ayten hanım onu artan bir merakla dinlemekteydi. Hamdi konuştukça şaşkınlığı artıyordu.  Az önceki korkulu gerginliğinden biraz sıyrılmış gibiydi adeta.
  “Nadir bey beni Cumartesi öğleden sonrası Cihangir’de bir yere götürdü. Sıradan bir apartmanın, ikinci katının kapısını çaldık. Kapıyı orta boylu, büyük kafalı, iri gözlü, uzun beyaz sakallı bir adam açtı. Sarih Hoca geleceğimizi biliyordu. Nadir bey çok hatırlı bir tanıdığı olmalıydı. Ona çok hürmet gösteriyordu. Bana da öyle davrandı ve “Demek kâbusu defedilecek kimse sizsiniz.” Dedi. uzun bir holden, tek eşyası tam ortasında el örmesi bir halı, bir semaver ve tepsi içinde üç bardaktan ibaret olan oturma odasına geçtik. Adamın ayakları çıplaktı. Oturma odasının kapısında ayakkabılarımızı çıkartıp halıya oturduk. Uzatmayayım. Adama durumu izah ettim. Sağ elime uzun uzun baktı ve bu kâbuslardan kurtulmamın mümkün olduğunu söyledi. İçim sevinçle dolmuştu. ‘İstediğiniz her ücreti öderim.’ dedim.
Sarih Hoca bana ücretin parayla değil amelle ödenmesi gerektiğini söyledi. Amelin ne olduğunu sordum. Hoca bir felaketler zincirinin mevcut olduğunu söyledi. Ağır cürüm işlemiş kimseler aramızda ellerini kollarını sağlayarak dolaşmaktaydı. Yakında başıma gelecek belayı defedebilmek için bu kötücül zincirin bir halkasını kopartmalıydım. Ben seçilmiş biriydim. Gördüğüm kâbus görevden kaçarsam bana verilecek cezaydı. Arabayla olması şart değildi. Ne yaparsam yapayım, eğer halkalardan birini kopartmazsam karım ve iki oğlum ölecekti. Halkayı nasıl koparacağımı sordum haliyle. Hoca halının oturduğu yere yakın olan köşesini kaldırarak içinden sarı kaplı bir dosya çıkardı. ‘Burada.’ Dedi. ‘Üç kişiye ait özel bilgiler var. Bunlardan birini seçip imha edeceksiniz. Bilgi ve materyal yardımı da alacaksınız. Merak etmeyin. Hatırlı izler size yolu gösterecek. Yakalanmanız asla söz konusu değil.  On gün içinde karar vereceksiniz. Eğer ataleti seçerseniz bela büyük bir hevesle sizi bulacak. İyi düşünün.’ Çok şaşırmıştım. Hiç beklemediğim bir durumdu. Tekrar sokağa çıktığımda halka kopartma işini yapabileceğimi düşünmüyordum. Bunu bana çok iyi ve anlayışlı davranmış olan Nadir beye söylemedim. O da beni etkilememek için bu konuda tek kelime bile etmedi. Böylece ayrıldık. Eve gittim. Üzerimde bir hafiflik ve neşe vardı. O gece haftalardır ilk kez kâbus görmedim. Ertesi gün saat bire kadar uyudum. Uyandığımda o kadar zamandır eksik uykuların üzerimde yaptığı tahribattan tümüyle sıyrılmış gibiydim. Yeniden doğmak denir ya. Öyle bir şey.”
  “Dokuz gününüz kalmıştı.”
  Hamdi kadının soğukkanlı sözleri üzerine olumlu anlamda başını salladı ve sözlerine devam etti. “Pazartesi günü neşeyle işe gittim. Eksik kalan bütün dosyaları bitirdim. Patron bendeki değişikliği hemen farketmişti. Beni severdi. Memnun olmuştu. Konuşurken Nadir beyin onu arayıp artık işe gelmeyeceğini bildirdiğini söyledi.”
  “Buna pek şaşmış bir hali yoktu değil mi? Doğal karşılıyordu.”
  Apışıp kalma sırası ondaydı. Ayten hanım düşüncelerini okumuştu sanki. “Nereden biliyorsunuz?” dedim.
  “O zatı sizden önce tanıdım. Adınız ne? Önce onu söyleyin.”
  “Hamdi. Hamdi Bakırcı.”
  “Aynı yoldan ben de yürüdüm Hamdi bey. Bir yıl geçti neredeyse.” 
  Hamdi’nin kafasına ucu sert lastikten yapılma bir çekiçle vurulmuştu sanki. Kadının sözleri gerçek olabilir miydi? “Nadir beyle tanıştınız mı yani?”
  “Evet. Onsuz Sarih Hoca’yı asla bulamazdınız? Bana kadın olarak yaklaşmıştı. Adı Nadire’ydi. Nadire Şentay. 
  “Bu imkânsız... Blöf yapıyorsunuz.”
  “Ben sizi dinledim. Siz de beni dinleyin Hamdi bey. Bir yıl önce ben de geceleri sık sık kâbuslar görüyordum. Kanser oluyor ve ölüyordum. Kendimi hastane odalarında, aynada kemoterapi nedeniyle dökülmüş saçsız başıma, iyice çökmüş yüzüme bakarken buluyordum. Hastalığın kokusu, ölümün yakınlığı o kadar gerçekti ki, uyandığımda hüngür hüngür ağlıyordum. Deli gibi sevdiğim babam ben on altı yaşındayken kanserden ölmüştü. Uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. Onu küçülmüş, erimiş, bitkin görmek beni ne kadar üzmüştü anlatamam. Yirmi sekiz yaşındayken de annemi kaybettim. O da kanserden öldü. Halimi anlayın yani.”
  “Ama...”
  “Dinleyin lütfen”
  “Aynı sizin gibi birkaç hafta iyi uyuyamayınca çabuk sinirlenen biri oldum. Allahtan kendi eczanemde çalışıyordum. Yanımda çalışanlar için tatsız biri olmuş çıkmıştım ama. Böyle devam edemezdim. Yaptırdığım bütün testler negatif çıkmasına rağmen sorunum artarak devam ediyordu. Tam o sırada Nadire hanımla ile tanıştım. Birkaç gün önce eczaneme komşu olan butikte çalışmaya başlamıştı. Benim yaşlarımda çok cici bir kadındı. Üzerimde etkili oldu. Kimseye anlatmadığım sırrımı ona açtım. Bana Sarih Hoca’yı önerdi. Gittim sizin gibi. Ağır suç işlemiş kimseler. Bir halka kopatılacak falan. Eve geldim. Bir yanım kötü insanlardan birini haklayıp bu sorundan kurtulmayı istiyordu. Neyse ki, aklım galebe çaldı. Kuşkularımı frenlemeyi başardım. Aradan bir yıl geçti. Kâbuslarım falan çoktan bitti. Daha geçen ay test yaptırdım. Kanser falan da değilim Allaha şükür. Bunların hepsi... Vehimiçi deyimini duydunuz mu? Bir yazarın söyleşisinde okumuştum. Çevrimiçi sözcüğünü bilirsiniz. Online anlamına kullanılıyor. Vehimiçi, vehim halinde online durma haliydi bizim yaşadığımız. Özel bir netten beslenen paranoya. Nadir, Nadire... Onun işiydi bunların hepsi.”
  Hamdi’nin kulakları uğuldamaktaydı. Bütün bunlar doğru olabilir miydi? “Dosyanızı okudum. Sizin kaçak ve tarihi geçmiş ilaçlarla yüzlerce kişiyi zehirlemek, bazılarının ölümüne sebep olmakla suçlanıyordunuz.” Dedi.
  Ayten hanım gülümsedi. “Şentay’ın, Şeytan’ın işi Hamdi bey. Benim sattığım ilaçlar bütün diğer eczanelerin sattığıyla aynı. Bunlar sizi çığrından çıkartmak için uydurulmuş şeyler.”
  Hamdi Nadir beyin anlayışlı gözlerini, saygılı tavırlarını düşündü. Bir de diğer şey vardı. İzler. Yerdeki fosforlu gibi parlayan sarı izler. Gecenin karanlığında ışıl ışıl yönünü işaret ediyordu. Birisi tabanlarında fosforlu iz bırakan ayakkabılarıyla önden yürümüş gibiydi.
  “Çok ustalıkla yalan söylüyorsunuz Ayten hanım bravo. Neredeyse inanacaktım. Şeytan ve Şentay. Bayağı zeki birisisiniz. Ben buraya gelirken yerdeki izleri gördüm. Başka hiç kimse görmüyordu. Sadece benim gözlerime açıktı. İzler kapınıza kadar geliyordu.”
  “Niye anlamıyorsunuz bunların hepsi vehimiçi durumunuzla ilgili belirtiler. Siz benden daha ileri bir faza ulaşmışsınız. Fark bu.”
  Hamdi’nin bir yanı tongaya bastın diyordu, ama on günlük saadetinden sıyrılıp tekrar kâbuslarla boğuştuğu geceleri hayal edince bu sesi kulak arkası etti. İzler vardı bir de. Ayten hanım izleri bilmiyordu. Bilse söylerdi.
  “Tekrar o günlere dönemem Ayten hanım. Oğullarım. Biri on iki, diğeri daha sekiz. Onların kanlı cesetlerini gördüm.”
  “Dosyada üç isim vardı dediniz. Niye beni seçtiniz?”
  “Çocuksuz ve bekar olan tek sizdiniz. Ne anneniz yaşıyor, ne de babanız. Diğerlerinin eşleri ve çocukları vardı.”
  “Beni öldürürseniz sorunlarınız bitecek mi sanıyorsunuz?”
  Hamdi kadının göğsüne çevrik tabancanın tetiğindeki parmağının basıncının arttığının farkındaydı. Kadının söylediklerinde doğruluk payı olabilirdi pekala. Ama o izler. İzleri düşününce kalbi soğuyor ve her şeyi yapabilir hale geliyordu.
  Hamdi, “İzler var Ayten hanım. Onlar yalan söylemez.” Dedi.
  Bu sözlerindeki basmakalıplığa hayret etmeğe zamanı olmamıştı. Çünkü parmağı ona danışmadan tetiği çekmişti. Tabanca top gibi patlamıştı. Kadın göğsünde kanlı bir leke önce geriye doğru savruldu ve sonra öne doğru bükülerek oturduğu koltuktan yere yığıldı. Düşerken sehpayı ve üzerindeki torbayı da devirmişti. Kadın sağ tarafına yatık vaziyette kaldı. Sol terliği ayağından sıyrılmıştı. Hiç kımıldamıyordu. Ölmüş olmalıydı.
  Hamdi’nin vicdanı cayır cayır yerinden doğruldu, kadına hiç bakmadan hole çıktı. Daire kapısını açtı. Üst katta birisi kapısını açmıştı. Ama henüz kimsenin aşağı geldiği yoktu. Aceleci adımlarla basamakları indi. Apartman kapısından çıktığında silahı belindeki kemere iliştirmişti. Artık eli kanlı bir katildi. Heyecanla sağa sola bakındı. Posforlu sarı izleri gördü. Tarlabaşı caddesine baktı. Saatin geceyarısına yaklaşmasına rağmen trafik vızır vızırdı. Kaldırım insan kaynıyordu. Şehrin göbeğindeydi. Yakalanması an meselesiydi. Midesi ağdalı bir pişmanlık çorbası kaynatmaktaydı. Tetiği çektiğini hiç farketmemişti. ‘Ahmak, kadını vurmasaydın ve bu gece ne olacağını test etseydin ya’ diyen yanı bağır bağır izleri takip etti.  
  Sarih Hoca izleri takip etmesi durumunda yakayı asla ele vermeyeceğini söylemişti. Ayten hanımın yedek anahtarı kat sahanlığındaki dev saksının toprağında naylon ambalajlı gömülü olduğunu bile bilmekteydi. Yepyeni tabancayı da o temin etmişti. Bu yüzden adama güveniyordu. Nadir beyin merhamet ve anlayış dolu gözlerini düşündü. Şeytan! Ah... Bu zamanda böyle şeylere kim inanırdı. Ama Ayten hanımın anlattıkları da az buz şey değildi. Doğruluk payı var gibiydi lanet olsun.
  Etrafına bakındı. Sol tarafında park etmiş bir polis arabası durmaktaydı. Mavi, kırmızı lambaları yanıp sönmekteydi. İzler sağ tarafa doğru gidiyordu. İzleri takip ederek yürüdü. Her an polis sireninin çalmasını bekliyordu. Caddeyi kesen sokağa kadar sorunsuz gelince umudu arttı. Kimsenin kendisine dikkatle bakmaması çok olumlu bir işaretti. Buradan paçayı sıyırırsa ilk işi tabancayı bulunmayacak bir yere atmak ve eve giderek uykusunu gelmesini beklemek olacaktı. Sonrasına bakardı artık.
  Kırmızı ışık yanıyordu. İzleri takiben karşıya geçecekti. Yan gözle sol tarafa baktı. Polis arabası hâlâ yerinde duruyordu. Kalbi hâlâ yüksek ritimle çalışıyordu. Hemen sağında duran iki öğrenci tipli delikanlı İspanyolca bir şeyler konuşuyordu. Sokağın karşında bekleyen genç bir çift hararetli hararetli konuşmaktaydı. Herkes kendi derdindeydi. İzler onu bu beladan çıkışa doğru götürmekteydi inşallah.
  Hamdi yerde göğsünde kanlı leke yatan kadını düşünce içi sızladı. Parmağı söz dinlemeyip tetiği çekmeseydi, kadını bağışlar mıydı? Yapabilirdi. Çünkü anlattıklarında şey vardı. İnsanı etkileyen bir şey. Şentay şeytan olabilir miydi gerçekten? Sarih Hoca kimdi o zaman? Yamağı mı? Düşününce onu görmeye gittikleri apartmanın yerini hatırlamadığını farketti. Cihangir’deydi. O kadar. Sokağın yeri ve görünümü silinmişti belleğinden. Başka ufak tefek ayrıntılar da. Örneğin Nadir beyin yanına hangi fonksiyonla verildiğini hatırlamıyordu. Başka daha bir çok ayrıntı da öyle. Buharlaşıp gitmişlerdi sanki.
  “Dikkat!”
  Hamdi daha yeşil ışık yanmadan yolu ortalamıştı. Bunu ne zaman yaptığını hatırlamıyordu. İzler. İzleri takip ediyordu. İzler yolun tam ortasında bitmişti. Son iz yirmi santim önündeydi. Arkasına bakacağı sırada sağındaki hareketi farketti. Gri bir minibüs onu ezmek üzereydi. Her şey çok hızlı oldu ve araç ona çarptı. Yere düştü. Karnının üstünden geçen tekerlekleri ve şoklarla bezeli acı dalgalarını duyumsadı.
  “Gitti adam ya.”
  “Çabuk ambulansa telefon edin
  “Polis arabası var şurda.”
  “Minibüsün plakasını alan var mı içinizde? Adam frene basacağına gaza bastı valla.”
  İlk şok ve acı dalgası yerini bir uyuşmaya bırakmıştı. Hamdi nefes alıp almadığının bile farkında değildi. Şoförün yüzündeki kararlı ifadeyi açıkça görmüştü. Bilinci sönerken, 
Şoförün Sarih Hoca’nın verdiği dosyadaki üç kişiden beni seçmiş biri olabileceğini düşünmek tam bana uygun bir ölüm şekli. Ayten hanım haklı çıktı. Vehimiçi sisteminin motoruna tur kazandırdım. Yaptığım bundan ibaret.’ diye düşünmekteydi.
                                                                                                   Ocak 2015 - Balçova
                                              -----------------------------------


17 Mayıs 2017 Çarşamba

Ruh Vestiyeri (öykü)






 Canımı yavaşça ılık suya salıyorum. Baygınlık ölüm taklidi yaparcasına geliyor ve gidiyor. Ruhumu vestiyerden almaya yakınım. Vestiyercinin çürük benzi öfkeli. Ölüm korkusundan sıtkımı sıyırabileceğimi öngöremediği için gazabı suretini burmuş. İnsan kalıbından iyice taşmış durumda. Sıfatların tanımlamakta yaya kalacağı görünümü kapalı göz kapaklarımın ardından nüfuz ediyor beynime. Hışırtı tıslatan dili anlamadığım kelimeler sarfetmeye devam ediyor. Üzerime saldığı  ağır dehşete rağmen kararlıyım. Tiksintimi bastırmak için küvette giderek kızıllaşan suyu ellerimle girdaplıyoum. Geri dönüşsüz pişmanlık çağrıştıran bir eylem. Can suyu köpüklerine boş gözlerle bakıp durmaktayım.
  Annem ve babam oturma odasındalar. Cuma akşamı. Saat 21.03. Bir dizi eşliğinde zeytinyağlı pırasanın lezzet tayfını tartışıyorlar. Kızkardeşim odasında ders çalışıyor numarası yaparak çetliyor kendini. Onlara birazdan vereceğim gam ve şok için üzgünüm. Lavabonun üzerindeki aynaya sakızla yapıştırdığım kağıda. Sorunlarım vardı. Kaldıramadım. yazdım. Çekecekleri acıyı biraz olsun azaltmak için sizleri çok seviyorum cinsinden sözcükler eklemedim.
  Bugün yaşgünüm. Perşembe olduğu için yaşgünü partisini cumartesiye ertelediğim mavalını herkes yuttu. Son cumartesim dört gün geride kaldı.  19 yaşında bilincim sonlanıyor. Ölümden sonraki hayata inanmıyorum. Kuvantum fiziği ile new age karışımı zırvalara da karnım tok. Ruhumu vestiyerden geri alacak numaramdır 19. Algım sonlanacak. Beni ben yapan en önemli şeyi artık hatırlamaz hale geleceğim.
  Her şey on bir ay önce başladı.
  Bir yaz akşamı birinci kattaki uzak bir akrabamızın nuh nebiden kalma televizyon antenini düzeltmek için çatıya çıktım. On dakikada işi hallettim. Çatıya daha önce birkaç kez çıkmışlığım vardı. Etrafımız yedi sekiz katlı apartmanlarla çevrilidir. Bizim dört katlı ve çatısı eğimli apartmanımızın penceresiz yan yüzüne bakan çift daireli apartmanın, üçten itibaren sayarsak, on iki dairesinin perdeleri açıktı. Bir sürü kimseyi aynı anda çeşitli şeyler yaparken görmek gözlemci yanımı uyarmıştı. Küçük bir yaradan içeri sızan mikropçuklar.
  Ruh vestiyercisi o gece bana geldi. Tecessüs kalıbındaydı. Erotik bir parfüm sürmüştü.  Oturma ve yatak odalarının pencerelerinden dışarı sızan hayat parçalarından bir elbise vardı üzerinde. Git bak. Orada. Sıradan yaşamı sıradan yaşamların yardımıyla sıradışı formatlara indirge demekteydi. Saat iki buçuk falandı. Evde yalnızdım. Ailem dayımların Eski Foça’daki yazlığındaydı. Üzerimdeki tek giysiyi kalçamdan sıyırdım ve kapıyı aralayıp dışarı süzüldüm. En üst katta oturduğumuz ve karşı dairedeki yaşlı çift aylardır başka şehirde olduklarından görülme riskim çok azdı. Evin anahtarını bir ip yardımıyla kolye yapıp boynuma asmıştım. Bu şekilde komşu apartmanlardaki hayatları gözleyen genç bir adamın öyküsünden etkilenmiştim sanırım.
  Daha önce çeşitli yerlerde raslantıların azizliğiyle insanların gizlice icra ettikleri bazı durumlara tanık olmuşluğum vardır. Taşaklarına pudra süren yaşlı bir amca, minicik beyaz bir külodu giye çıkara test eden yeni yetme bir kız, koynundan çıkardığı paraları sayan bir şişman teyze, cebinden dökülen minik hapları telaşla yerden toplayan dalgın bakışlı bir abi gibi. Ama ilk geceki durum çok farklıydı. Bu farkın karşı konamaz çekiciği şimdi ölüm nedenim.
  Yaz gecesi iki otuz dörtte on iki dairenin hemen hepsinde hayat tamamiyle uyku fazına geçmemişti. Televizyon seyredenler, kağıt oynayanlar, telefonla bitmez tükenmez konuşmalar icra edenler, oturma odasında volta atanlar, divanda sevişenler, tartışanlar, yemek yiyenler yaz gecesini uzun kullanma kredisinden yararlanmaktaydılar. O’nu hemen göremedim. Seyirle oyalanırken içimde bir isteksizlik, sıradan yaşamlara gözlemsel müdahalenin verdiği bir çeşit bıkkınlık duygusu belirmişti ki, beşinci katın bana göre sol dairesinin oturma odasında oturan kızı farkettim. Üzerinde sarı bol bir tişört ve etek vardı. Divanda kaykılarak oturmuştu. Ayakları çıplaktı. Kulağında mp3 vardı, elinde de bir kitap. Yıldırım gibi eve gidip küçük dürbünü alıp geldim. Ne okuduğunu merak etmiştim. Kahverengi eteğinin zaten saklamadığı yerleri değil. Ben çet kuşağından olmama rağmen okurobur biri olarak yetiştim. Annemi kopyaladım sanırım. Babam ve kız kardeşim bizim cinsimizden değiller. 
  Döndüğümde yoktu. Perdeleri açık duran üç camdan da görünmüyordu. Dakikalar geçti. Işığı hâlâ yanan oturma odasına geri gelmedi. Beni farketmiş olabileceği fikri pek baskılı değildi. Bacaya dayanmış otururken görülebileceğimi hiç sanmıyordum. Sabırla bekledim. Işık sönmedi, kız da geri gelmedi. Arka taraftaki yatak odasına gitmişti belki. Işığı da açık unutmuştu. Bunların mizansen, heyecan damarının cidarlarını geren bir gizemli oyun olduğunu çok sonra, iş işten geçtikten sonra çakozlayabildim ancak.
  Ertesi gece iki civarında dünkü kıyafetimle bacanın önünde yerimi aldığımda kız oturma odasında dans etmekteydi. Yalnızdı. Üzerinde kırmızı bir atlet ve sarı bir pantolon vardı. Yüzü hoştu. Yuvarlakları iddialı değildi. On yedi yaşlarında falandı. Sıradan seksi görünümü yerini hızla tekinsiz bir gizemliliğe bıraktı. Davranışları normal gibiydi, ama yolunda olmayan bir şeyin kokusunu almıştım. Dürbünü yüzüne odaklayınca göz göze geldik. Sol gözünü kırptı. Az kalsın dürbünü elimden atıp ayaklanacaktım. Kendimi toparlayıp tekrar baktım. Hafif bir ritimle dansa koyulmuştu yeniden. Kalbim deli gibi atıyordu. O mesafeden bacanın kara gölgesinde beni göremezdi. Bir raslantı olmalıydı. Kız bir ara durdu. Ellerini beline koyarak bana doğru baktı. Dürbünü yüzüne çevirdim yeniden. Bakışları benim tarafıma dönük değildi. Birden geri döndü ve seri adımlarla odadan çıktı. Sabah beşe kadar geri gelmedi. Yatağa girdiğimde kızı bulmaya karar verdim. Bu semtte doğmuş büyümüştüm. Kızı hiçbir yerden tanımıyordum. Yeni taşınmışlardı belki. O apartmanda oturan birini tanımaktaydım. Kıl tipin tekiydi. Ama samimileşecektik yakında yeniden.
  Aradan bir hafta geçmişti. Apatmanın beşinci katında oturan genç kızı ne sokakta görebilmiş, ne de hakkında tek bir malumat elde edebilmiştim. Camlardan gördüğüm bir çok kimseye berberde, kasapta, bakkalda, otobüs durağında, markette raslamaktaydım, ama o adını dahi bilmediğim kız sır kalmıştı. İki kat üstünde oturan eski arkadaşım bile kızı görmemişti. Yazdı. Belki ailesi yazlıktaydı. Evde yalnız kalmaktaydı. Sokağa pek çıkmıyordu. Bazı şeyler daha o sıralardan garipti. Kız her gece oturma odasındaydı. Hep yalnızdı. Sabaha kadar kitap okuyor, dans ediyor, bir şeyler yazıyordu.
  Bu arada o apartmandaki hayata da dalmaya başlamıştım. Dalmak diyorum çünkü sıradan bir gözlem değildi. Bakışlarımı kime çevirirsem sanki elimde dürbün varmış gibi o tarafa yaklaşıyordum. Kulaklarım da aşırı hassaslaşmış gibiydi. Yirmi metre mesafeden konuşmaları duyuyor ve bazı kelimeleri sökebiliyordum. Bunları yaparken saatin nasıl akıp gittiğini bilmiyordum. Gün doğarken garip bir dinçlikle eve dönüyor, ama başımı yastığa koyar koymaz derin bir uykuya dalıyordum.
  Ailem tatilden döndü. Kimse bende bir değişiklik farketmedi. Annem biraz zayıflamışsın demekle yetindi. Onlar varken çok dikkatli olmam gerekmekteydi. Her gece çırılçıplak bacanın dibinde yerimi alıp apartman hayatını o sıradan görünümlü gizemli şovuna dalmaya devam ettim. Ağustos sonunda havalar sıcaktı hâlâ. Sonbahar ve kış gelince gözlemlerime giyimli ve şemsiyeli olarak devam edecektim herhalde.
  Bir gece bütün hayatlarla birlikte o kumral saçlı kızı da seyrederken ansızın soyunmaya başladı. Yüzü bana dönüktü. Sadece sarı külot ve sutyeniyle camın hemen önünde durmuştu. Başını bir melodiye uygun şekilde sallamaktaydı. Tam o sırada yağmur çiselemeye başlamıştı. Gün boyunca aldığı ısıyı geri vermekte olan kiremitler gibi tenim de keyiflenmişti. Kamışım sertleşmiş ve elim benden habersiz harekete başlamıştı. Geceler boyunca sayısız sevişmelere, frikiklere tanık olmuş, ama tek bir kez bile mastürbasyon yapmamıştım. Dediğim gibi kızın iddialı yuvarlakları da yoktu. Seksi bile denemezdi. Başka bir hali vardı. İzahı o anda zor olan bir farklılık. Artık kim olduğunu, yani ne olduğunu tahmin edebilmekteyim.
  Bir şey duygularımı ateşlemişti. Hızla olup bitti. Şaşkınlıkla ne yapacağımı düşünürken yağmur birden hızlandı. Su ilaç gibi gelmekteydi. Bir çeşit arınma haline girmiştim. Bedenle ilgili olmadığını şimdi iyi biliyorum. Su, içinde bulunduğum hipnozu arındırıyordu bir şekilde. Ve o kızı yeniden gördüm. O gece iki ilke imza atmıştım. İkincisi yaşam boyu esaret fermanımdı.
  Camın önünde duran kız kadın formundan sıyrılmıştı. Üzerinde sayısız siyah benekleri olan dev bir plastik çamur gibiydi. Canlı dokulara sahip bir sakız kütlesi. Sayısız duyargalara sahip bu amorf kütleyi görmenin içime saldığı dehşetle yerimden doğruldum ve hızla aşağıya indim. Her tarafım zangır zangır titreyerek evimin kapısını açıp içeri süzüldüm. Sıradan kabuslara gebe uykuları kıskanarak odama girdim. Kurulandım. Pijamamın altını giyerken kapı çaldı. Önce O geldi sandım. Kız kılığına girmiş insan olmayan yaratık asıl suretini görmemi cezalandırmaya gelmişti. Bu beklentim doğruydu, ama gelen O değildi.
  Kapıcıydı. Yanında uzun boylu bir adam durmaktaydı. Kapıyı babam açmıştı. Bizim çatıda birini görmüşlerdi. Hırsız olabilirdi. Merdivenlerde ıslak ayak izleri vardı. Hapı yutmuştum. Çatıdan bizim kapıya inen ayakkabısız izler tek kişiyi işaret ederdi. Bunları düşünürken kapıcı izlerin en alt kata kadar indiğini, failin büyük ihtimalle kaçıp gittiğini söyleyince rahatladım. Basamaklardaki fazladan adımların kimin tarafından atıldığını falan düşünebilecek durumda değildim. Hırsız sanılmıştı o esrarengiz gölge.
  Bizim eve bir tasallut söz konusu olmadığı için herkes uykusuna dönünce bir şeyi farkettim. Çatı katından dönüşlerde hemen uyuya kalırdım ve hiç rüya görmezdim. Şimdi de tüm heyecanıma rağmen göz kapaklarım altın gibi ağırlaşmıştı. Uyumamak, olan biteni irdelemek isteyen yanım basbas bağırmasına rağmen yatağa serilip bilinç perdelerimi örtüverdim. Bu uyku şu ana kadarkilerden farklıydı. Çünkü O’nun kurduğu gerçekliğe uyanacaktım.
  Yeni gerçeklik sabah hızla kendini belli etti. Nereye gidersem gideyim, ne yapasam yapayım gözetlendiğim duygusunu silemiyordum. Her an izleniyorum duygusu bir hücre hapsine benzemekteydi. Işıkları günde 24 saat yanan, sayısız kamerayla kuşatılmış bir hücre hayal edin. Nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım, otobüste, üniversitede sınıfta, kantinde, tuvalette, akla gelebilecek her yerde bu duyguyla dolup taşmaktaydım. İçkiyle aram iyi değildi. Alkolle kaçışı denedim. Kusacak kadar içince bile O’nu beynimden silmeyi başaramıyordum. Bayram tatilinde otobüsle şehrimden 1000 kilometre uzağa kaçmayı denedim. Nafile. O şey neyse gözlem ağının dışına çıkamıyordum.
  Çağımız gözetlenme, fişlenme ve etiketlenme çağıydı. Her yerde kameraların sayısı artıyordu, ama bu farklıydı. Kameraların giremediği yerler vardı hâlâ. Sözün kaydedilemediği, uyduların gözleyemediği mekânlar vardı. O’nun giremediği tek bir alan keşfedememiştim. Ne yöntemler denediysem de başarılı olamadım. Okulu aksatmaya başladım. Kendi kendime konuşuyor ve odamdan dışarı çıkmıyordum. Ailem sonunda delirdiğimi düşündü. Psikologlara O’ndan söz ettim. Dünya dışı mütecessis bir zeka olabileceğini söyledim. Düşüncelerimizi, hayallerimizi, idrak ettiğimiz her şeyi emiyor ve bunla besleniyor dedim. Antidepresan önermekten öteye geçemediler. En ağır dozlu ilaçlar bile etkin olamadı. Sayısız duyargaların her saniye dokunduğu kırılgan bir üniteydim.
  Bir sabah elimde çevredeki bir inşaattan aşırdığım uzun saplı ağır balyoz o apartmana gittim. Beşinci katın kapısını kırıp içeri girdim. Daha beş dakika geçmeden kapıcı ve iki polis içeri girdiğinde bomboş ve eşyasız dairenin oturma odasının penceresinden bizim dama bakmaktaydım. O şey içerideydi ve görünmezdi. Bütün evlerdeydi belki de. Evlerin iç yüzeylerine yaymıştı kendini. Yaşam emen şeffaf dokuları her milimetre karede kıpır kıpırdı. Babam aylardır boş duran dairenin kapısını yaptırdı. Psikologtan raporum vardı. Hapse girmedim. Sokaklarda başıboş gezinerek ne yapmam gerektiğini düşündüm. İşsiz, fakir, hasta, yaşlı, yalnız olanlara bile gıpta ettiğim umarsız anlardı.
  O iğrenç yaratığı genç bir kız zannettiğim anlara dönmek istiyordum. Geri kalan ömrümün her gecesini damda geçirmeye hazır mıydım? Beni başka yerlere de sürecekti kuşkusuz. O’nun insan duyularını kullanarak yaşamları gözlediğini düşünmekteydim. Beni akıllı bir kamera yapıyordu. Eve gelip uyuyunca topladığım bilgiyi benden sağıyordu. Bu nedenle ruhumu vestiyerde tutuyordu. Beni yıldırmak için vestiyeri de gösterdi uykumda. Yüzlerce huzursuz ruhun kapatıldığı ucu bucağı olmayan bir tüneldi. Onları da benim gibi insan yaşamlarını izleyen kayıt aracı olarak kullanmaktaydı. Her yaştan, cinsten ve millettendiler. Acı çekiyorlardı. Kızgın yağa atılmış ıstakozlar gibi cızırtılı sesler çıkartıyorlardı. Bu işlevle ömrümün sonuna kadar gidecektim. Yalnız ve düşsüz. Ömür boyu kontratla çalışılıyordu. Anneannem rahmet der, yağmur beni uyandırmıştı.
  Su gözümün bağını yıkamış götürmüştü. Vestiyeri farketmiştim. Ruhumu her saniye baskı altında tutan mekanizmayı algılamıştım. Başka türlü topladığım bilgileri sağamazdı. Bendeki bilgiyi indirmek için hiç aralıksız gözlemlenmem gerekiyordu. Günde yirmi dört saat çalışan bir çevrimiçi olmaya dayanamadım.
  Canımı suya salmaya karar verdim. Ruhumu vestiyerden geri alıp evrenin öğütücü kargaşasına salacağım. Kendime vereceğim en anlamlı yaşgünü hediyem olacak. Sonuncu baygınlık üzerime abanırken dudaklarım güç bela aralanıyor.
  “Numara 19 lütfen.”
                                                                     Amsterdam Nisan 2008

                               -------------------------

16 Mayıs 2017 Salı

Parlak Yıldızlar ve Çekirdek Meseli (Öykü)

Parlak Yıldızlar ve Çekirdek Meseli


 
 

“Karnım aç. Bakkala kim gidecek?”
  Cem dikkatini bilgisayar ekranından  çekerek sesin geldiği yere baktı. Uzunca siyah saçlı, buğday tenli kadın banyo kapısının önünde duruyordu. Beyaz şort, beyaz kolsuz tişört giymişti. Sol elinde sarı bir baş havlusu tutuyordu.
  “Çayı ben koyarım.”
  Cem sevgiyle beş yıllık karısı Merve’ye baktı. Abartılı bir şekilde omuzlarını silkti ve yerinden doğruldu.
  “Ne alınacak?”
  “Bilinen şeyler. “
  Cem genç kadına bakarak gülümsedi ve kapıya doğru yürüdü. Yerler biraz tozluydu. Ayakkabıları iz bırakıyordu. Bu doğaldı. Yazlık evleri dört buçuk aydır kapalı duruyordu. Kahvaltıdan sonra onları sıkı bir temizlik bekliyordu.
  “Su da almak lazım.”
  Kadın başını salladı. “Bekçiye söyleriz.”
  Cem kapıdan çıktı. Sabahın erken vaktiydi. Sahil tarafına baktı. Bir kişi görebildi ancak. Bekçi değildi. Arkadan tanıdık biri gibi de gelmiyordu. Kel kafalı, tombiş bir amcaydı. Cam göbeği mayosuyla arkasını ona dönmüş denize bakıyordu. Herkes uykudaydı. Cem ve Merve gece yolculuğuyla gelmişler ve henüz yatağa girmemişlerdi. Edirne’den Çeşme’ye gelmek on saat araba sürmek demekti.
  Bütün site uykudayken ortalarda gezinmek çok hoştu. Gece üçten önce yatılmadığı için pek nadir yaşadığı bir şeydi. Adımlarını bakkala doğru sürerken zihninde çelişkili düşünceler belirdi. İnternetten gazeteleri okumuştu dizüstü bilgisayarında. Haberler bir garipti. Nesi garipti diye düşününce gariplik adeta içi boş bir yağ tenekesine dönüştü. Garipliği kuvvetle hissediyor, ama onu ifade edecek nesnel kanıtlara ulaşamıyordu.  Boşluk güçlü bir semboldü ama. Enigmanın göbeğiydi.
  Zihnini zorlarken aklı gece araba sürdüğü anlara gitti. Direksiyondaydı. Yol, altında sıradan bir şekilde kayıyordu. Bu sıradanlık reel ortamı sanala kaydırıyordu biraz. Sanki arabayı kendi kullanmıyordu. Elinde bir joystick tutuyordu.
  Bu arada canı bira çekiyordu. Bu çok gerçekti. İster oyunda, ister gerçek hayatta olsun canı bira içmek istiyordu. Merve sağında oturuyordu. Yüzü kırk beş derece pencere tarafına çevrikti. Parlak siyah saçları yüzünü örtmüştü. Dudakları hafifçe aralıktı. Cem o anda kadını nasıl arzu ettiğini hatırlayarak içini çekti. Bu iç çekişte içiçe arzu nesneleri imgeleri saklıydı. Bakkaldan bira da alacaktı. İçmek için erkendi. Çok erkendi, ama bugün tatillerinin ilk günüydü. Böyle zamanlarda kaideler istisnalara çok saygılı davranır, asla fiyakalarını bozmazdı.
  Cırcır böceklerinin sesleri kuş cıvıltılarına karışıyordu. Denizden gelen tuzlu ve iyotlu havayı solumak çok hoştu. Tatil başlamıştı. On bir koskoca gün burada aylaklık yapacaklardı. Merve yaptığı çeviriye devam ederdi. Birazdan deniz banyosu yapmak üzere olduğunu ve sabah saatin alarmının yedide çalmayacağını bilerek yapılan çeviriler insanı çok yormazdı.
  O haberlerde ne vardı?
  Hohle Welt vardı. 
  Cem aklının dürtüsü üzerine sırıttı. Rahmetli babası ‘Oyuk Dünya’teorisinin en ateşli savunucularından biriydi. Dünyanın içi oyuktu. Orada eskiden de, şimdi de Agarthalılar yaşıyordu. Kutuplardaki deliklerden girilebilen iç dünyanın suni güneş şeklinde kendi ışığı bile vardı. Evinde kendi çizdiği bir sürü harita bulunmaktaydı. İç mimar olduğu için kalemi kuvvetliydi. Bazıları renklendirilmiş olan haritalarla büyümüştü. Cem bir Şambala çocuğuydu, ama şu anda içi oyuk dünyaya inanmıyordu. Dünyadaki mağara silsilerinin karmaşıklığı, derinliği  ve birbirleriyle ilintisi onun gözünde jeolojik normaliteydi.
    Solundan gelen su sesiyle başını çevirip o tarafa baktı. Bir kadın bahçesini suluyordu. Turuncu renk şort giymiş orta yaşlarda şişman bir kadındı. Daracık beyaz tişörtü belindeki yağların bütün siteyi kaplamasını güç bela engelliyor gibiydi. Bakışları karşılaşınca Cem kadına selam verdi.  Kadın ona kim olduğunu çıkaramıyormuş gibi baktı ve sonra dikkatini yere verdi. Koca göt karı bir selamı çok görmüştü. Cem ve Merve bu sitede yeniydi. Sık sık gelip uzun kalamadıkları için herkesi tanımıyorlardı. Ayrıca bazı evler çok sık sahip değiştiriyordu. Yine de kaba bir davranıştı.
  Feyz Market sabah çok erken olduğu için boştu. Burada her zaman görmeye alıştığı kısa boylu, siyah zeytin gözlü, esmer adamın yerine ince uzun boylu, çiçekli pamuklu kumaştan elbise giymiş yaşlı bir kadın vardı. Boyu, ince tabanlı spor ayakkabılarına rağmen en az bir seksendi. Esas garabet içeride satılan mamullerdeydi. Sanki okullara resim malzemesi satan bir kırtasiyeciye girmiş gibiydi. Cem şaşkınlıkla raflara baktı. Boyalar, eskiz defterleri, tuvaller... Tablet bilgisayar bile satılıyordu.  Ne olmuştu bu markete ya? Kim olduğunu çıkaramadığı birine benzettiği kadın ona gülümsedi ve “İyi sabahlar.” dedi.
  “İyi sabahlar. Şey ben buraya… Ekmek, peynir, sucuk…” Az kalsın bira yerine ‘Geğirik tahlisiye sandalı’diyecekti. Babasının lafıydı. Bunun için duraklamıştı.
  “Çiğdem alın.”
  “Ne?”
  “Ayçekirdeği.”
  Cem kadının tezgâhın altından alıp ona uzattığı pembe paketli ayçiçeği paketine bakakaldı. Merve delisiydi. Kendisi de severdi. Soracağı bin kadar soruyu erteleyerek arka cebinden cüzdanını çıkardı.
  “Ne kadar?”
  “İndirimde. Bir lira yeter.”
  Cem cüzdanındaki yegâne tekliği kadına uzattı ve onun uzattığı pakete dokundu. Bu dokunmayla inanılmaz bir güç harekete geçti. Cem bir anda o mekândan silindi ve kendini bir arabada buldu. Yazlık ve o garip marketle ilgili anıları iyice geriye çekilmişti.
  Kendi  arabalarıydı. Merve uyuyordu. Saatte doksan altı kilometre hızla güneye doğru yol alıyorlardı. Bu hız normaldi de, kendisinin bu arada uyumuş ve uyanmış olması şoke edici bir durumdu. Son kilometreleri hiç hatırlamıyordu. Kimbilir kaç dakika uyumuştu. Otuz metre kadar önünde bir kamyon gidiyordu. Cem midesi kasılarak, tüyleri diken diken olarak aynadan arkaya baktı. Arkasındaki far ışıkları da bayağı uzaktaydı. Sabahın 03.24’ünde ölümün soğuk nefesini ensesinde hissederek Merve’ye baktı. Kadının yüzü biraz pencere tarafına çevrikti. Parlak siyah saçları yüzünü örtmüştü. Kiraz dudakları hafifçe aralıktı. Başka zaman olsa bu içinde arzu uyandırırdı. Yalnız şu anda hissettiği korkuyla yıvışık bir suçluluk duygusuydu. Kendini değil kadını da öldürmek üzereyken şansına uyanmıştı.
  Cem birden kendini çok yalnız hissetmişti. Gözleri dolmuş durumdaydı. Kısa bir tereddütün ardından kadını uyandırmaya karar verdi. Sağ eliyle Merve’nin sol omuzuna dokunduğunda yine o enerji harekete geçti ve kendini bakkal dönüşü yolda buldu. Deminki şişman kadın bahçe sulamayı bırakmış ve içeri girmişti. Kimseye rastlamadan geri döndü. Yol boyunca elinde tutuğu ayçekirdeği paketine bakınca ayıktı. Merve sırf çekirdeklerle dönerse bozulurdu. Yakındaki diğer bir markete gitmek amacıyla durdu. Etrafına bakındı ve geriye doğru sadece bir adım atabildi. Diğerlerine benzer bir hışımla harekete geçen enerji onu bir başka mekâna taşıdı.
  Benzincideki tuvaletteydi. Büyük aynada yüzüne bakıyordu. Hemen sağında uzun boylu bir delikanlı yüzünü yıkıyordu. Siyah tişört ve kot pantolonluydu. Tişörtündeki gitar resminin altındaki yazıyı aynadaki görüntüsü sayesinde okudu. ‘Hardrock is still alive’. Yirmi başlarındaki delikanlının gözleri uykusuzluktan kan çanağı gibiydi. Bütün gece araba sürmek zor işti.
  “Yolculuk nereye?”
  Kısa kumral saçlı delikanlı ona doğru bakacak oldu, ama vazgeçti. Hiçbir şey olmamış gibi ellerini lavaboya silkeledi ve çıkışa yakın duran hazneden bir kâğıt havlu çekip elini sildi. Tek kâğıt yetmişti. Kapıyı açıp gitti. Bu sahne Cem’in kanını dondurmuştu. Aklı, sağırlık, vurdum duymazlık gibi nedenlere iltifat edemiyordu nedense. Delikanlı aynadan ağzının oynadığını ve ona doğru baktığını görmüştü. En sağ dipteki ayakta su dökme yerinde duvara en yakın pisuarda duran orta yaşlı adama baktı. Orta boylu, biraz kilolu, saçları kırlaşmış biriydi. Bu sıcak havada parlak gri kumaştan takım elbise giymişti. ‘Ne kadar sallarsan salla dona düşer son damla’ kuralını boşa çıkarmak istercesine gayretli bir çalışma içerisindeydi. Cem adamla konuşmayı düşündüyse de vazgeçti. Altın vuruşu tek başına yapmak istemiyordu. Midesinde portakal büyüklüğünde bir buz parçası var gibiydi. Gidip kapıyı açtı ve dışarıya çıktı.
  Merve erkekler tuvaletinin önünde onu bekliyordu. Dar beyaz tişörtü, siyah kot pantolonuyla bir içim suydu, ama yüzü bozuktu. Yüzündeki korku tayfı yüklü ifade her şeyi açıklıyordu. Bir şey olmuştu. Telafisi olmayan, kurulu düzenin yapısını A’dan Z’ye değiştiren, günlük yaşam denen şeyi alaşağı eden bir şeydi galiba Allah hayıra çıkarsın.

*

  “Ne oldu ya?”
  Merve kocasının yüzündeki dehşet bezeli derin şaşkınlıkta, bir süredir içinde yaşadığı şoktan çıkış olmadığının kesin işaretlerini okudu. Şok açtığı yelpazesini son kertesinde durdurmuştu. Olay buydu işte.
  “Sen de hissediyor musun?”
  Merve, Cem’i ilk kez gördüğü ânı hatırladı. Altı yıl önce bir resim sergisinde soyut bir yapıtın estetik gizemine vâkıf olmaya çabalarken yanında bitmiş ve “Ne kadar bakılsa da yüzeyin altı seçilemiyor.” demişti. Babası gibi iç mimardı. ‘İki boyutlu yüzeye yüklenen tonilato’ diyecekti sonradan.  Üzerinde tenine yakışan koyu kahverengi bir deri ceket ve yüzünde bir görüşte kalbini ısıtan bir gülümseme vardı. 
  “Kimsenin…  Kimsenin bize aldırdığı yok.”
  Merve’nin gözleri dolmuştu. “Büfeden ayçekirdeği alacaktım. Adam suratıma bile bakmadı. Yakında duran diğerleri de. Bu yani… sonra koşarak buraya geldim.”
  “Ben aldım.”
  Genç kadın Cem’in elindeki pembe ambalajlı torbaya bakakaldı. Bu yeni şaşkınlık salvosunda olumlu bir yük, pozitif bir akı vardı sanki.
  “Ne zaman aldın?”
  “Tam emin değilim. Şeydendi. Feyz market’ten.”
  Merve sağından konuşarak geçip erkekler tuvaletinin kapısına doğru yönelen iki delikanlıya bakıp içini çekti. Erkekler onu her ortamda fark ederdi. Hele böyle saçları aşağıya salınmış durumdayken. Başlarını bile çevirmemişlerdi.
  “Ne yapıcaz?”
  Cem etrafa bakınarak, “Arabaya gidelim.” dedi.
  Genç kadın içi acıyarak gülümsedi ve “Araba yok Cem.” dedi. “Her yere baktım.”
  Cem’in iri siyah gözlerinde beliren ‘peki ne yapmalı’ ışıması içini acıttı yine. Sağına soluna bakındı ve aniden aklına gelen şeyi söyledi. “Gel yürüyelim şöyle.”
  Adam uzattığı elini tuttu. Genç çift el ele yürüyüp benzinciyi çapraz geçtiler. Gece yolculuğu yapan uykulu yüzlü insanların, kapısı açık duran arabaların arasından geçerken sadece bir küçük pekinez köpek ve dört yaşındaki cin bakışlı bir kız çocuğu onları fark etti. Köpek kıykıyladı. Küçük kız da el salladı. Kızın yanında oturan annesi telefonuna vermişti dikkatini. Kızın bu hareketini fark etmedi. Merve birileri tarafından fark edilmeyi soğuk havadaki bir şömine ateşi gibi çekici buluyordu. 
  “Telefonun yanında mı?”
  Benzinciden çıkmış, trafiğin aktığı yöne doğru yürümüş ve elli metre kadar ilerideki toprak yola saparak sürülmemiş tarlaya girmişlerdi. Az ileride bahçeli evler görünüyordu. Ana yoldan ayrılınca birçok şey canlanmıştı. Yıldızlar daha çoktu ve parlaktı. Toprak kokusu ve tüten yaseminler burnunda keyif sonatı çaldırıyordu.
   “Yok.” dedi Cem. “Her şey arabada kaldı. Arabamız…”
  Merve’nin zihnindeki kaygı zaman merkezli bir anafor kaynatmaktaydı. Araba konusu bekleyebilirdi. Adamın sözünü kesti.
  “Bugün günlerden ne?“
  “Bir ara internetten…Hayal gibi. Bilmiyorum, ama aklımda kalan tarih 13 Temmuz 2014. Pazar günü. Yazlıktaydık. Ayçekirdeğini orada aldım. ”
  Merve ‘sanmıyorum’ yüz ifadesiyle adama baktı. “21 Haziran benim yaş günüm. 21 haziran 2014’te 29’a basacaktım. Yirmilerimin son yılı. Bunu kutladık mı? Annem o korkunç köpeği Bafbaf ve yerlere sarkan küpeleriyle geldi mi? Babam sana Galatasaray niye bu yıl şampiyon olacak konulu uzun bir söylev çekti mi?” Adam düşünürken genç kadın devam etti. “ 28 Mayıs 2014 evliliğimizin 6. yıldönümü. Kutladık mı? Sana ne hediye aldım peki? Biliyor musun, onca zaman öncesinden aklımda bir şey vardı. Sürpriz yapacaktım.”
  “Yani?”
  “Bir kaza yaptık Cem. Öldük. Tarih sanırım kaza şoku nedeniyle belleğimizde kendini silmiş gibiydi, ama şimdi yavaşça hatırlamaya başlıyorum. 2 Temmuz akşamı yedide yola çıktık. 2013 yılıydı. Üzerimizde bu giysiler vardı.”
  “2013’tü doğru.” Dedi Cem. “Mayısta da evliliğimizin beşinci yılını kutlamıştık. ”
   Buraya sabaha karşı üç buçuk-dört civarında vardık.  Sen de bunu hissediyorsun değil mi?”
  Cem başıyla onayladı. “Bir ara direksiyonda uyuduğumu fark ettim. Uyandım her şey yolundaydı. Sen uyuyordun. Her şey yolunda gibiydi. Sonra…”
  “Benzinciden iki kilometre kadar geride kaza yaptık. Bunu nasıl bildiğimi soracaksın. Çünkü arabayı ben kullanıyordum. Sen uyuyordun. Son hatırladığım şey bu benzincide durup bir kahve içmek ve ayçekirdeği almaktı. Bu gece o gece mi emin değilim. Senin daha ileriki tarihte bir gazete okuduğunu görmen önemli. Yazlığa varmış gibiydik sanki. Çünkü ben duşa girmiştim. Şampuan yoktu. Senin alışverişe gitmek için kapıdan çıktığını falan hatırlıyorum.  Bizden bir şeyler oraya ulaştı belki de ve buraya o ayçekirdeklerini taşıdı. Belki bu yoldan defalardır geçiyoruz. Bir sen kaza yapıyorsun, bir ben. Her seferinde ölüyoruz. Yollar çatal çatal. Aklım havsalam almıyor, ama iliğimde kemiğimde hissediyorum şu anda. ”
  Bir süre el ele konuşmadan yürüdüler. Merve tenlerinin hâlâ sıcak olduğunu hissetmenin ve ayakkabılarının toprak yolda çıkarttığı katırtıları duymanın hazzını yaşıyordu. 
  “Şimdi ne olacak?”
  “Gökte bu yıldızlar ve yanımızda çekirdekler olduğu sürece bilincimiz varlığını sürdürecek.” dedi genç kadın. Cem sessiz kalarak başıyla onayladı. “Her çekirdek bir zaman yüküne sahip. Saniye olsa çoktan biterdi. Dakika da değil. Yıldızların parlaklığından ve yaseminlerin kokusundan anlıyorum. ”
  Bir sonraki sessizlik dakikalarca sürdü.
  “Seni çok seviyorum Merve.”
  “Ben de seni. Aşkımız zaman eğiriyor.”
  “Doğru.”
  Parlak yıldızların altında yürümeye devam ettiler. Bir taş atımı mesafede duran ilk eve bir santim bile yaklaşamadılar. İkisi de bunun farkında değildi. Masallarda dere tepe düz gidildiği ve arkaya bakıldığında bir arpa boyu yol alındığı anlatılmaz mıydı? Belki bu tür gerçekliklerden ödünç alınmış bir tekerlemeydi bu. Meseleydi aslında, bir hâlden diğerine geçince mesel olmuştu.


                                                                                                                                                 Balçova – Nisan 2014      

13 Mayıs 2017 Cumartesi

YARIN OLACAK (öykü)

YARIN OLACAK

Akşam işten geldiğimde magnetronda dünden kalan makarnayı ısıtıp yedim. İki buçuk yıldır karım, bir yıla yakındır sevgilim, üç aydır da sevgili kedim artık burada değilller. Karım boşandı. Sevgilim başka birini buldu. Kedim de öldü. Yaşlılıktan. Yirmi bir yaşındaydı. Arada tıkırtılarını duyduğum, ama kendisiyle henüz müşerref olmadığım bir fındık faresiyle evi paylaşmaktayım.
Yatana kadar zaman geçirmek için bilgisayarın arkasına geçtim. Bilgisayarla meşgulken televizyon izlerken olduğundan daha az sigara içmekteydim. Tuşlarda parmakları meşgul etmek bu işe de yaramaktaydı.
Bana yollanmış maillerin arasında daha önce hiç bilmediğim biri vardı. Kendisine ‘Yarın Olacak’ adını vermişti. Bu tür mailleri anında silerim, ama bunun tehlikeli olabilecek bir iletisi yoktu. Metin çok basitti.
Sevgili Nedim Bakırcı, Yarın ne olacağını bilmek istersen bu adrese boş bir mail at. Mümkün olan hızla cevabınızı alacaksın. Şu An şansın pırıl pırıl parlıyor.
Adımı ve elektronik adresimi bir yerden bulmak bu zamanda iş değildi.
Söylenenler mavaldı. Boş zamanı bol olan kimselerin tanımadıkları insanlara uyguladığı standart E-tacizdi. Yine de satırlarda merak ettiren bir cazibe vardı. Siz diyerek tavlamaya kalkmıyordu. Sen de bu amaçla kullanılabilirdi tabii. 21 Aralık akşamıydı. Yılın en uzun gecesi. Belki bunun da bir etkisi oldu. O adrese boş bir mail attım.
Beş dakika kadar sonra cevap geldi. Bir fotoğraftan ibaretti. Üzerinde adım yazılı olan kalın bir zarfın fotoğrafıydı. Zarf Paris’den yollanmıştı. Organize bir şaka gibi gelmişti. Ben bir lise öğretmeniyim. Yüzlerce öğrencisi olan biri olarak sık sık bu tür salvolara maruz kalmaktaydım. Öğrencilerim bin bir çeşit dümenle beni faka bastırıp gülünç duruma düşürmeye çabalamaktaydı. Diğer yandan Charles De Gaulle’ün resmi olan üç pul ve üzerlerindeki mühür gerçek gibiydi, ama bu zamanda fotoshop işi bile olabilirdi.
Sıradan yaşantıma heyecan getiren bu şaka hoşuma gitmişti. Akşamım eğlenceli geçmişti. Yatana kadar o taraftan başka bir mail almadım. Nasıl olsa yakında kokusu çıkardı.
Ertesi gün lisede üçüncü sınıflara organik kimya dersi verdim. Boş zamanda yazılı kağıtlarını okudum. Arkadaşlarla üç beş bozdurdum. O zarfın fotoğrafını unutmuştum.
Akşama doğru eve geldim. Posta kutumdaki sarımsı kahverengi zarf nedeniyle şoke oldum. Dün bana yollanan fotoğraftaki zarfın tıpa tıp aynısıydı. Paris’deki eski bir çocukluk arkadaşım Mert aylar önce sözünü ettiği kayıp Mu medeniyetiyle ilgili kitabı yollamıştı. Laf arasında sözü tek bir kez geçtiği için bunu tamamen unutmuştum.
Zarfın üstündeki pul ve damga fotoğraftakinin tıpa tıp aynıydı. Bu bir organize şakaydı ve ancak postanede çalışan biri kanalıyla yapılabilirdi. Kaliteli şaka keyfimi yerine getirmişti. Bunu kimlerin yapabileceğini düşündüm. Psikoloji hocası Hilmi bu tür şeylere düşkündü. İyi görüşürdük. O da karısından yeni boşanmıştı. ‘bekarlık en yeni hobimiz’ diye takılırdı bana. Telefon edip ağzını aradım. Hiçbir kumpas sinyali alamadım. Birkaç zanlıya daha telefon edecektim ki, ‘Yarın Olacak’ dan bir fotoğraf daha geldi. Siyah saçlı, ince çerçeveli gözlüklü, kırk yaşlarında bir kadındı. Ayakta duruyordu. Kendisine yakışan lacivert bir anorak giymişti. Ciddi bakışlı, hoş yüzlü biriydi. Çehresini hiçbir yerden hatırlamıyordum.
Çok meraklanmıştım. Sabahı zor ettim. Gece üç defa uyanıp sabah oldu mu diye saate baktım. Sabah okula gidince yine yoğun iş sarmalına yuvarlandım. Öğle tatilinde bahçede sandviçimin son lokmasını çiğnerken o kadını gördüm. Yanımdan bana bakmadan geçti gitti. Acaip heyecanlanmıştım. Arkasından içeri girdim. Kadın öğrencilerden biriyle konuşuyordu. Velisiydi besbelli. Bir şey yapıyormuş gibi yanlarından geçtim. Kadın yüzüme bile bakmadı.
O andan itibaren teyakkuza geçtim. Bu şaka işi ciddi bir meseleydi. Akşamı sabırsızlıkla bekledim. Bilgisayarın başından ayrılmıyordum. Sonunda 22.02’de ‘Yarın Olacak’ dan bir fotoğraf daha yollanmıştı. Siyah beyaz lekeli bir kedi kaldırımda durmuş yalanmaktaydı. Bana kedim Sarman’ı hatırlattı. Oturup şakayı yapan merciye bir mektup döktürdüm ve amacını sordum. Maili yolladıktan iki dakika sonra gelen mesajda bir sistem hatası nedeniyle E-postamın yerine gitmediği bildirilmekteydi. Sabahı beklemekten başka çare yoktu yani.
Ertesi gün okul yakınlarında minibüsten indim. Hava kapalı ve soğuktu. Birisi sağ arkamdan haykırınca o tarafa döndüm. Yaşlıca iki kadın bir taksiye bakıyordu. Kadınlardan biri bana eliyle kaldırımı işaret etti. “Kedi ezilecekti az kalsın,” dedi. Karşı kaldırımda bütün olan bitenlere aldırışsız tüylerinde pire ayıklayan kediye bakakaldım. Bütün bunlar normal değildi. O anda kararımı verdim. Cep telefonumla bu tür vakaların fotoğrafını çekecek ve sonra bazı tanıdıklarıma meseleyi açacaktım. Sırf sözle anlatırsam kafayı yedim zannederlerdi haklı olarak. Kediyi ve o yaşlı kadını yürürken görüntüledim hemen.
O akşam gelen fotoğrafta ben de vardım. Bir marketten çıkıyordum. Elimde bir naylon poşet vardı. Hemen önümde yeşil pardesülü bir adam durmuştu. Caddeye bakıyordu. Herhalde taksiye binecekti. Marketi tanımıştım. Evime yakındı. En çok oraya giderdim.
Ertesi gün okul çıkışı marketin önünden geçtim, ama kasıtlı olarak içeri girmedim. Ortalıkta yeşil pardesülü adam yoktu. Kaldırımda yürüdüm. Bir ara arkama baktım. Marketin önü normal hareketliliğindeydi. Önüme dönerken birine tosladım. Yeşil pardesülü, iri yarı bir adamdı. Nazikçe gülümsedi ve kendi kabahatı olduğu için özür diledi. Taksiye bakınırken benim geldiğimi görmemişti. Adam taksiye binerken ona belli etmeden fotoğrafını çektim.
Evde o akşam yeni fotoğrafın gelmesini nasıl iple çektiğimi tahmin edersiniz. Bu arada bütün deliller bir arada birlikte hangi arkadaşlarıma brifing vereceğimin planını yapmaktaydım. Bir power point düzeneği ile iki üç yakın arkadaşıma işi açacak ve sonra ne olacağına bakacaktım. Öğretmen olduğum için medyanın ağzına sakız olmak istemezdim, ama bu olasılığı da düşünecektim.
Eskiden unutmayı istemediğim şeyleri sarı , beyaz, kırmızı renkli mika saplı iğneciklerle yapıştırdığım mantar yüzeyli bir pano vardı. Son zamanlarda elektronik randevu defteri nedeniyle kullanmıyordum. Onu bulup duvara astım. postadan çıkan zarfı, lacivert anoraklı kadını, yeşil pardesülü adamı ve kedi seven yaşlı kadına ait görüntüleri renkli basıcıda kağıt üzerine çıkardım. 1,2,3,4 şeklinde sıraladım.
Bir ara koltukta otururken başım ağırlaştı. Uykum gelmişti. Zamana hızla ip atlatacak olan bu nedene hevesle sarıldım. Kendimi uykunun hafifletici kollarına bıraktım. Bir ara gözlerimi araladığımda hemen saatime baktım. Tam sekiz dakika uyumuştum. Daha fotoğraf yollanmasına saatler vardı.
Bir şeyi çok hevesle bekleyince zaman yavaşlar ya, öyleydi. Saniyeleri hızlandırmak için biraz ev işi yapmaya karar verdim. Mutfakta bulaşıklar yığılmıştı. Sanki üç beş kişilik misafir ağırlamış gibiydim. Bardaklar, on kadar tabak. Çok dağınık biri değilimdir. Bu karımın bende az sayıda beğendiği özelliklerden biriydi. Şikayet listesine almazdı hiç.
Bir nokta çok garipti. Belleğim eve geldiğimde bu kadar bulaşığın yığılmış olduğunu hatırlamadığını iddia ediyordu. Mutfakta kendime hazır köfte pişirmiş ve havuç salatasıyla birlikte yemiştim. Bir tava, iki tabak, bir bardak kullanmıştım yani. Bu dev bulaşık neyin necisiydi peki? Bunları düşünerek bulaşığı yıkadım. Karım taşınırken bulaşık makinesini beraberinde götürmüştü. Tek başıma olduğum için yeni bir makine almamıştım. Sevgilim bulaşık işini neredeyse tümüyle bana devrettiği için onun da böyle bir talebi olmamıştı.
Oturma odasına döndüm. Gözüm bilgisayarın ekranında durmayayım diye televizyonu açtım. Bir kanaldan diğerine geçerek oyalandım. Bu arada belleğimde garip dirilmeler yaşamaktaydım. Çok cılız, çok kenarda kalan ayrıntılardan söz etmekteydi. Ne olduklarını anlayamıyordum.
Televizyonla vakit geçmiyordu. Beni sık sık arayarak boşandığı karısıyla yaptığı son tartışmayı anlatan meslektaşım Hilmi’yi aramaya karar verdim. Numarayı çevirirken durakladım. Bir sezgi itmesiyle bilgisayara doğru yürüdüm. Ekran kendini karartmaya almıştı. Bir tuşa dokundum. Ekran aydınlanınca kalbim sevinçle iki katı hacme genişledi adeta. Beklenen mail gelmişti. Üzerine tikleyiverdim.
En yeni fotoğraf ekranda beliriverdi. Bu az önce duvara astığım bellek tazeletici panoydu. Üzerinde yedi adet basıcı çıkışlı fotoğraf asılıydı.
1 – Paris’den gelen zarf
2 – Lacivert anoraklı kadın
3 – Yeşil pardesülü adam
4 – Kedi ve o yaşlı kadın.
5 – Sarı bir arabadan inen kumral bir kadın.
6 – Bir yerde, caminin önü olmalı, evet öyle, bekleşen bir grup insan. Aralarında ilk beş fotoğrafta olan kimseler de var.
7 – 5’deki kadın, yeşil pardesülü adam, lacivert anoraklı kadın, kedi seven yaşlı kadın bir masada oturmuşlar. Masanın üstünde o kalın zarf duruyor. Burası, oturma odamda çekilmişti fotoğraf.
Üzerinde dört adet fotoğraf olan panoya baktım. Ekrandaki panonun üzerinde fazladan üç adet fotoğraf vardı. Bu arada belleğim tekinsiz çıkarsamalarda bulunmaktaydı. Sarı arabadan inen kadın karımdı. O’ydu. Yeşil pardesülü adam en yakın arkadaşımHilmi’ydi. Nasıl da hatırlayamamıştım. Kedi seven kadın annemdi. Lacivert anoraklı kadın da kız kardeşim Ceyda.
Niye hemen tanıyamamıştım onları? Sabık sevgilim niye yoktu peki fotoğraflarda?
Ağzımda paslı bir tat belirmişti. Kalbim deli gibi atıyordu. Ne demek oluyordu bütün bunlar? Cami önünde duranlar cenaze için giyinmişlerdi. Kıyafetleri de, yüz ifadeleri de buna uygundu. Ben yoktum o fotoğraflarda. Fotoğrafları çeken kimse olduğum için belki. Sonra annem, eski karım, kız kardeşim ve Hilmi buraya gelip yemiş içmişlerdi. Fotoğraflarını kim çekmişti? Benden başka kim olabilirdi?
Tekrar cenaze fotoğrafına baktım. Yakınlarıma odaklı bir fotoğraf olduğu için diğer ayrıntıları göremiyordum. Yaslı yüzlü öğrenciler ve öğretmen arkadaşlar türünden ayrıntılar.
Bundan korkan yanımla, deli gibi merak eden damar çarpışmaktaydı. Aklıma gelen şey nedeniyle ellerime baktım. O kadar bulaşığı eldivensiz yıkadığım için derim azıcık buruşmuştu. Demek ki az önce fizik bir eylemde bulunmuştum. Sağdım yani.
Yerimden doğruldum. Camı açıp dışarıya, dışarıdaki hayata bakacaktım. Sonra sırasıyla tanıdıklara telefon etmeye karar vermiştim. İlk olarak anneme. Ama önce… Ama önce aklıma şu anda bir kızıl çığ gibi inen şeyi yapmalıyım. Tekinsizlik motorunu durduracağım.
Parmağım STARTEN’la uğraşamayacak kadar sabırsızdı. Bilgisayarı kapatan tuşa bastım direkt olarak. Birkaç saniye içinde ekran karardı. Bu karanlığın sirayet hassası bayağı güçlüydü. Zihnimi bile sessizleştiren bir güçtü.
*
Yatana kadar zaman geçirmek için bilgisayarın arkasına geçtim. Bilgisayarla meşgulken televizyon izlerken olduğundan daha az sigara içmekteydim. Tuşlarda parmakları meşgul etmek bunu bu işe de yaramaktaydı.
Bana yollanmış maillerin arasında daha önce hiç bilmediğim biri vardı. Kendisine ‘Yarın Olacak’ adına vermişti. Bu tür mailleri anında silerim, ama bunun tehlikeli olabilecek bir iletisi yoktu. Metin çok basitti.
Sevgili Nedim Bakırcı, Yarın ne olacağını bilmek istersen bu adrese boş bir mail at. Mümkün olan hızla cevabınızı alacaksın. Şu an şansın pırıl pırıl parlıyor.
Adımı ve elektronik adresimi bir yerden bulmak bu zamanda iş değildi. Söylenenler mavaldı. Boş zamanı bol olan kimselerin tanımadıkları insanlara uyguladığı standart E-tacizdi. Yine de satırlarda merak ettiren bir cazibe vardı. Siz diyerek tavlamaya kalkmıyordu. Sen de bu amaçla kullanılabilirdi tabii. 21 Aralık akşamıydı. Yılın en uzun gecesi. Belki bunun da bir etkisi oldu. O adrese boş bir mail attım.

                                                                                       Aralık 2011, Amsterdam

11 Mayıs 2017 Perşembe

BAŞTANIK (öykü)

BAŞTANIK


“Biz kadınların, hayatın çeşitliliğine olan iştihamız, empatimiz ve değişime açıklığımız bizi erkeklerden farklı kılıyor. Dahası, çalışkanlık yönünden de öyle. Bir de…”
  Telefonu çalınca Papatya eliyle ‘bir dakika’ işareti yaptı ve divanda oturduğu yerde sağ yanında duran krem rengi Freijungle marka deri çantasını aldı. Telefonu çok tanınmış bir valsin giriş temasıyla çalmaktaydı. Uzun kırmızı tırnağı dokunmatik ekrana deyince ses kesildi.
  “Alo canım, nasılsın? Aaaa.. Gördün demek? Anlıyorum. Teşekkür ederim canım. Evde değilim. Kitap Kulübümüzün toplantısı var da. Öyle mi? Sana da alalım bir tane. Tamam söz. Yerini biliyorum. Fiyatlar da çok uygun. Öptüm canım.”
  Papatya masanın üzerindeki Tempo dergisini işaret ederek, “Dergiyi görmüş. Nalan diye biri. Çantamı çok beğenmiş. Lisede arkadaştık da.”
  Az önce kadına gösterdiği candanlığın yarısının sahte olduğu belli eden bir tavırla konuşuyordu. Sesindeki gurur tonunu yesinler, Papatya hanım ömr-ü hayatında bir kez popüler bir dergide boy göstermişti ve havasından geçilmiyordu. ‘Ben Bir Cinayet Tanığıyım’ başlıklı yazıda iki adet fotoğraf kullanılmıştı. Biri şimdi üzerinde olan bordo renkli tayyördü. Saçları şu anda olduğu gibi kızılımsı kahverengiye boyalıydı ve kıpkırmızı ruj sürmüştü. Aklınca  femme fatale takılıyordu.
  Papatya kırk altı yaşındaydı ve ne yaparsa yapsın bunu çok belli ediyordu. İki yıl önce bel bölgesinden çektirdiği yağların yerine iki mislini ikame etmişti. Fondoten ve kendi tabiriyle mini botoksla bile durumu kurtaramıyordu. Ayrıca içinde canlı bir ışıma yoktu. Her şeyden çabuk bıkan, hiçbir şeyi delice merak etmeyen, baygın bakışlı, eli kolu yavaş bir kadındı. Gençlik merak ve hız demekti oysa.
  Solunda oturan Serpil hanım içini çekerek alaycı bir şekilde gülümsedi. İçlerinde saçları boyalı olmayan tek kimse oydu. Kumral beyaz karışımı saçları yüzüne pek yakışmaktaydı ve asla daha yaşlı göstermiyordu.
  “Kız ünlü biri oldun valla.” dedim azbuçuk samimiyet kokan bir bakışla. Suyun tek yöne akmaya devam etmesi için biraz kıskançlık göstermem iyi olurdu. Kibir manyetik alan gibidir. Demir tozlarını görmek istediği şekle sokar.
 “O gün burada olması büyük şans tabii.” dedi Remziye. Sesi nötrdü, ama bakışları ince ayarlı bir aşağılama ışıyordu. Yıllarca kocasıyla beraber meyveleri sebzeleri koymak için tahta kasa yapan orta ölçekli bir fabrikayı yönetmişti. Meslekten muhasebeciydi. Çok okurdu. Kültürlü bir kadındı. Dünyayı gezmişti. İyi Fransızca bilirdi. İçlerinde en varlıklı olandı. Papatya’dan normalde pek hazzetmezdi. Kadın bir cinayetin baştanığı olarak dergilerde boy gösterdiği için biraz şımarayazmıştı. Bu nedenle Remziye’nin gıcıklık tonu vites büyültmüştü.
  Remziye, üst kat komşum Ayten, Serpil ve ben yıllardır arkadaşız. Hem sohbet hem de kitap okuma grubuyuz. Aramızda iskambil de oynardık. Buna briç de dâhildi. Papatya ne yaptıysa briç oynamayı öğrenememişti. Kitap kulübü olarak yılda taş çatlasa beş kitap okuyorduk. Meral bu kitapları üstün körü okur. Google’dan kitap hakkında bir eleştiri arar, bulamazsa arka kapağın izahatından görüş çıkarırdı. Yapı olarak konsantrasyon sorunu olan biriydi. Kullandığı antidepresanlar nedeniyle durumu şu anda daha da vahimdi. Liseyi güç bela bitirebilmişti. Sonra hiçbir yere puan tutturamayınca, puanı sağlam yerlerini kullanarak kendine geliri iyi bir koca bulmuştu. Yirmi yıl önceki fotoğraflarına bakılırsa o sıralarda afet tabir edilen, uzun bacaklı, güzel vücutlu ve bayağı hoş yüzlü bir kızdı. Zamanla bu şanslı karoserin üstüne otuz kilo yağ döşemişti. 
  Papatya’yı onların grubuna öneren, bunda ısrarlı davranan üst kat komşusu rahmetli Ayten’di. Boşandığı kocası Melih, Meral’in eşinin iyi arkadaşıydı. Bu nedenle ailece görüşüyorlardı. Kadını merdivenlerde ve Ayten’in evinde defalarca görmüşlüğüm vardı. Bu nedenle Ayten, Papatya’yı gruba almamızı önerirken en çok benim desteğime güvenmişti. Çünkü Remziye’nin karşı çıkacağı kesindi, ki nitekim öyle olmuştu. Papatya’yı birkaç kez görünce bileti kesivermişti. Serpil’in gözü de kadını pek tutmuyordu, ama  ben olabilir deyince sessiz kalmış ve böylelikle beşinci üyemizin kulübümüze dahli gerçekleşmişti.
  Serpil yıllardır dergilere yemek tarifleri yazan adı az buçuk bilinen biriydi. Ben belli başlı yayınevlerine çalışan tanınmış denebilecek bir çevirmenim. Şu ana kadar yarısı polisiye ve casusluk olmak üzere kırktan fazla kitap çevirdim. Ayten çeşitli kültürel faaliyetlerde moderatörlük yapıyordu. Bunların bazıları televizyondan ve internet ortamında yayınlanmaktaydı. Papatya için SERA’ya dâhil olmak kültürel çerçeveli bir statüydü.
  İsimlerimizin baş harflerinden hareketle kulübümüze SERA adını vermiştik. Papatya’nın gelmesiyle SERAP olmuştuk, ama geçen hafta A harfi düşmüştü. P’nin ılgası da yakındaydı kaçınılmaz olarak. 
  “Hâlâ aklım almıyor.” dedi Serpil. “Biz burada otururken, o korkunç durum… İnşallah katil biran önce bulunur.”
  Ben başımla onaylayınca Remziye de içini çekerek beni taklit etti. Papatya yüzüne fazladan üzüntülü bir ifade takınarak sessiz kaldı. Herkes Ayten’in vahşi bir cinayete kurban gitmesi nedeniyle şoke olmuş ve üzülmüştü. Bir sessizlik oldu.
  “Onu yerde öyle yatar halde görünce nasıl bayılmadım, hâlâ şaşıyorum.” dedi Papatya.  
  Kimse cevap vermedi. Aynı şeyi son bir buçuk saatte en az beş kez yinelemesine rağmen bakışlar yeterince anlayış yüklüydü. Hiç beklenmedik, şoke edici bir durumdu. Hazmetmesi kolay değildi. 
  “Cenazesi yarın.” dedi Remziye. “Otopsi tamamlanmış. Şaka gibi, Ayten’in şu anda burada olmaması.”
  Papatya bir şey diyecekti, ama vazgeçip kadehindeki nane likörünü fondipledi. Sessizlikte olağanüstü bir şeye tanık olmanın diriltici şoku ve elim bir cinayet sonucu kaybettikleri arkadaşlarının kaybına duydukları üzüntü vardı.

*
  Geçen Çarşamba günü bizde buluşulacaktı. Okuduğumuz bir kitap üzerine konuşacaktık. Mutad saatte. 15.00’te. Papatya’yı sabah arayıp biraz erken, şöyle yarım saat falan önce gelirse konuya fazladan ısınabileceğimizi söyledim. Papatya, özellikle Remziye’nin entelektüel hışmını üzerine çekmekten korkuyordu. SERAP’ın asli üyesi olmaktan çok memnundu. Kafası derin konulara basmadığı için bu toplantı öncesi fikir aşısı önerisini minnetle karşıladı ve diğerleriyle buluşulacak saatten tam 51 dakika önce geldi. Harika bir zamanlamaydı.
  Kadını filtre kahve, vişneli çikolatalı pasta ve times new roman 14 puntoyla yarım A4’lük bir kitap inceleme özetiyle başbaşa bıraktım. Metinde psikolojik çözümlemeyi mahsus biraz ayrıntılı çatmıştım. Ana çizginin ne olduğunu kavrayabilmesi için en az üç kere okuması gerekecekti. Papatya sözümona kilo almamak için bu toplantılara öğle yemeği yemeden gelirdi. O anda fena halde açtı yani. Komprime şeklinde hazırlanmış kitap raporuma göz atarken ihtirasla pastaya yumulmuştu beklediğim gibi. Bu sırada fırındaki börekle meşgul olmak bahanesiyle oturma odasından çıktım.
  Dairem 180 metre kare. Dört yatak odalı ve iki tuvaletli. Oturma odasından bir hole geçilip öyle varılıyordu mutfağa. Daire kapısına yakındı. Elime naylon eldivenlerimi geçirerek kapıyı açtım ve bir koşu yukarı çıktım. Cebimdeki anahtarla üst kat komşumun kapısını açtım. Ayten’in eskiden kedisi vardı. Tül. O yokken ben bakardım. Çok güzel yüzlü tam tekir bir kediydi. Tül birkaç ay önce böbrek yetmezliğinden öldü. On iki yaşındaydı. Anahtarları geriye verdiğimde bir kopyasını yaptırmıştım. Çünkü ferman o sıralarda yazılmıştı. Mürekkebi kuruyordu.
  Ayten’in leylak rengi badanalı holünden geçerken bir saniye duraklayıp sol duvara asılmış kırk santime kırk santim ebatlı nazar büyüsü bozma vefkine baktım. İyi bir hattat tarafından deve derisine yapılmış harika bir eserdi. Ayten bir gün o vefki işaret ederek, ‘Ahmet er Rufai’nin hazırladığı söyleniyor. Bu varken eve nazar değmez.’ demişti. Yanılıyordu. Şu anda ona değen şey soğuk servis edilen bir intikam hamlesi suretindeydi, ama nazarın libaslarının sayısı belirsizdi, kılıktan kılığa girerdi.
  Hızla oturma odasına gittim. Ayten bıraktığım yerde sırtüstü yatıyordu. Üzerinde ev eşofmanı vardı. Uçuk mavi renkliydi. Kalp hizasında 23 yazıyordu. Uğurlu numarası olduğunu söylerdi, ama sorunca yüzüne sırlı bir ifade vererek nedenini açıklamamıştı. Şu anda da bilmiyorum. Bu nedenle onu 23 Ocak’ta tam 14.23’te öldürecektim. Yarı baygındı hâlâ. Elleri arkadan bağlıydı. Ağzında tıkaç vardı. Kenarda hazır duran naylon torbayı başına geçirdim. Bedeni titreyerek direndi. Sol elimle omzundan tuttum. Gözleri açıldı. İçi buğulanmış naylonun ardında nasıl görünmekteydim acaba diye düşündüm.
  Direnmesi bitince torbayı yüzüne takılı bıraktım. Yemek masasının üstünde duran telefonuyla adres listesinden rasgele birini aradım. Telefon iki kere çalınca kapattım. Masanın üzerinde önceden hazırladığım sarı bir bez çanta duruyordu. İçinde Ayten’in dizüstü bilgisayarı, içinde kredi kartları ve 125 lira nakit olan cüzdanı, kolundan çıkardığım altın künyesi durmaktaydı. Telefonun SİM kartını ve aküsünü çıkarıp çantanın içine attım. Etrafı hızla aranmış gibi dağıtmıştım. Eylemimde kullandığım dambılları sabah faaliyetimin sonrasında ambalajlanmış olarak çöp konteynırına atmıştım. Her şey mizansene uygundu. Kilidinin üstünde taze kurcalanma izleri olan kapıyı belli belirsiz aralık bırakıp aşağıya indim. Bizim altı daireli apartmanda küçük çocuk yoktur. Hafta içinde fazla gelip gitmeler olmaz. Gündüzleri zilleri çalanların çoğu, su getiren ya da reklam dağıtan birileridir. En üst kattaki emekli bankacı Sabri Kuşçu zili çalan herkese kim olduğuna bakmadan kapıyı açardı. Bu nedenle o da polise ifade verdi. Haliyle o gün kimseye kapıyı açmadığını söyledi. 
  Kimseye raslamadan evime girdim. Sarı çantayı mutfak dolaplarımın en üst gözlerinden birine koydum. Elimden eldivenleri çıkartıp çöpe attım. Fırındaki böreği kontrol ederken kalbim hâlâ deli gibi atmaktaydı. İşin en zor kısmını başarıyla halletmiştim.
  En olağan halimle oturma odasına gittim. Papatya pastasının son lokmasını yiyordu. Bu çok normaldi. Çünkü bütün icraatım dokuz dakika sürmüştü.
  “Nasıl buldun?”
  Papatya yüzüme dalgınca bakıp içini çekti. “Biraz şey, ama hikâyeyi çaktım sayılır.” dedi.
  “Ben de bunu yazana kadar çok ter döktüm.” dedim. “Baş karakterin grotesk açılımı alabildiğine girift konunun özeti zaten. Bu yüzden çetrefilli.”
  Papatya başıyla onayladı. Bu arada hafifçe alnının kırışmasından ikinci cümlemi ezberlemeye çalıştığını sezdim. Amacım da buydu zaten. Bu birazdan kulüp toplandığında ilk cümlesi olacaktı, ama ne yazık ki, artık imkânsızdı. SERAP’ın A’sı iptal edilmişti.  
  Remziye ve Serpil ikişer dakika arayla geldiler. Börek pişmişti. Onlara ikram ettim. Saat 15.20’de Ayten’i aradım. Telefonu almadı haliyle. 15.40 civarında dört aramaya da cevap vermemişti. Normalde aynı apartmanda oturduğumuz için benim gidip bakmam gerekirdi, ama Papatya, ona gösterdiğim ihtimamdan çok mütehassis olmuştu. ‘Ben bir gidip bakayım’ dediğinde yalandan ‘Zahmet olmazsa bak istersen’ dedim.  Bu arada Remziye, Serpil’e büyük oğlunun işyerini anlatmaktaydı. Bilişim mühendisi olan oğluyla haklı olarak pek iftiharlıydı. Doktorasını ABD’de yapmış genç bir dehaydı.
  Papatya yüzü bembeyaz halde geri gelmesi bana pek uzun gelen on bir dakika sürmüştü. Her şeyin pürüzsüz yürüyeceğine kani oldum. Nitekim de öyle oldu. Ayten’i ölü bulmuştu. Hemen polisi aradık. Eve yakın bir ekip vardı herhalde. Beş dakikada kapıya dayandılar. Bizi Ayten’in dairesine sokmadılar. Aşağıda benim evimde sorguya çekildik. Papatya başşahitti. Cesedi gören tek kimseydi resmiyette. Sokak kapısında, oturma odasında ve hatta kadını boğan torbanın üzerinde parmak izleri vardı, ama İngilizce alibi diyorlar, suçsuzluğunun arslan gibi üç adet tanığı vardı.
  Emniyette de teker teker ayrıca ifademizi aldılar. Sadece Papatya’nın anlatacak sözü vardı. Bizler pasif elemanlardık. Birkaç hafta sonra hatırlı tanıdıklarımızı araya sokarak soruşturmanın akibetini sordurduğumuzda cinayetin hırsızlık için işlendiği ve iki dedektifin bu işi araştırdığı söylendi. Ben bu arada çalıntı malları değişik semtlerde kolay bulunacak yerlere bırakmıştım. Ganimeti bulan mülküne geçiriyordu doğal olarak. Dedektifler boşuna iz peşinde koşturup duracaklardı.
  Üst kat komşumu niçin mi öldürdüm? Çok basit. Şiddetli kıskançlık. Tahammülümün ötesinde bir öç alma isteği. Ayten, rahmetli kocam Ethem’in sevgilisiydi. Kendisi dört yıl önce boşandıktan  sonra mercimeği fırına vermişlerdi. Aralarında her zaman bir kadın-erkek çekimi vardı. Ethem kadını güzel bulduğunu onun yanındayken de rahatça söylerdi. Sinsilik açık beyanlarla görünmezleşen bir ambalaja sahipti yani.
  Ethem kasık fıtığı ameliyatı geçirince iki gün hastanede kalmıştı. Bu arada onun çalışma odasında sistematik bir arama yapma olanağı buldum. Aralarında bir şey olduğundan kuşkuluydum. Onlar varken ortam enerji bazlı bir akıyla doluyordu adeta. Bunu hissedip duruyor, ama konduramıyordum bir türlü. Çünkü sonrasında yapacağım şeylerden korkuyordum.
  Kocam orta halli şirketlere danışmanlık yapıyordu. İyi bir okurdu da. Odası baştan aşağıya kitap, dosya ve basılı matbuat yüklüydü. Doktor acil dediği için biraz apartopar ameliyata alınmıştı. Bu arada silemediği bir mesaj ve ona verilen cevap çok şey anlatmıştı.
Sevgilim sana aşeriyorum yine. Bu kadar yakınımda ve aynı zamanda uzakta olman, ne garip bir tecelli. Öptüm canım. Son Sevgilin(m)

Son Sevgilim yarından itibaren beraberiz doya doya.
  Odasında saklı bir şey aramama gerek kalmadı. Ajandasındaki  SS notlarının ‘Son Sevgili’ olduğunu böylelikle keşfettim. Ben günce tutarım. Ethem’in yarın dediği tarih benim annemi ziyaret için Niğde’ye gideceğim tarihti. Bir hafta kalacağım için rahatça beraber olabileceklerdi.
  Ayten içimizde en diri kalabilmiş olandı. Kırk yedi yaşındaydı ve teni hâlâ gençlik ışıyordu. Memeleri yerçekimine dayanıklıydı ve yaptığı diyet ve egzersizlerle bir genç kız fiziğine sahipti. Birara şu Platelet Rich Plasma, PRP denilen, kendi kanının bir işlemden geçtikten sonra yüze enjekte edilmesi işlemini yaptırmayı düşündüğünü söylemişti. Sonra bir daha bahsini etmemişti. Her ne halt yediyse sonuç süperdi. Yüzü en ufak bir botoks alarmı vermeden gergindi. Tanımayan gerçek yaşını tahmin edemezdi.
  Ben Ethem’e âşık olarak evlendim. Bakireydim. Birlikte harika yıllar geçirdik. Spermi kıt olduğundan çocuğumuz olmadı. Çocukları çok seviyorum. İki çocuğum olmasını isterdim.  Ekonomik özgürlüğe sahip olmama rağmen kocama olan aşkımdan bir başka evliliği hiç düşünmedim, ama üst kat komşumla kocamı nasıl cezalandırabileceğimi uzun uzun düşündüm.
  Kocamın defterini dürmek çok kolay oldu, ama az kalsın ben de ölüp gidecektim. İki yıl kadar önce arabayla İzmir Çeşme’ye Ethem’in erkek kardeşinin yazlığına gittik. Bir gece yarısı Ildır’daki eski bir tanıdığın evinden geriye dönerken sapa bir yerde kaza geçirdik. Ethem direksiyonun kontrolünü kaybetti ve şarampole yuvarlandık. İki duble rakı içmişti. Sarhoş değildi. Hızımız fazlaydı. Yol virajlıydı. Biran dikkati dağılmıştı. Benim kemerim takılıydı, onunki ise değildi. Araba sağ tarafına yatmış şekilde şarampolün dibinde kendime geldiğimde baygınlığımın birkaç dakika sürdüğünü anladım. Sarsılmıştım, sol bileğim sızlıyordu, ama bir yerim kırık değil gibiydi. Ethem ise kemer takmadığından ağır yaralanmıştı. Yüzü kan içindeydi. Hırıltılı nefes alıp veriyordu. Torpido gözünden çıkardığım üstüpüyle ağzını ve burnunu tıkayınca pek az direnebildi. Öldüğünden emin olunca arabadan çıktım. Saat biri geçtiği için yol çok tenhaydı.Üstüpüyü makilerin bulunduğu alanda müsait bir yere gömdüm. Sonra cep telefonumla polisi aradım. Kimse bir şeyden şüphelenmedi. Sonradan ölüm nedeni olarak boyun kırılması teşhisini koydular. Ethem büyük bir ihtimalle ölecekti, ama nefesini bizzat kestiğim için pişman değilim. Ethem, Ayten’i ‘Son Sevgilim’ diye adlandırıyordu. Bu nedenden ölümü erkene çekilmişti. Bir şey sonsa son kalmalıydı. Öyle değil mi?
  Ayten için iki yıl bekledim. Bu planı çok önceden de uygulayabilirdim. Ethem öldükten sonra artık neredeyse her defasında benim evde toplanır olmuştuk. Beklemeyi yeğledim. Ayten’den bir nedamet, bir itiraf bekledim ölünün ardından. Yemin ederim onu affetmeye hazırdım. Bir daha yüzüne bakmazdım tabii, ama kılına da dokunmazdım. İş öylece kapanır giderdi.

   *

  “Baş karakterin grotesk açılımı alabildiğine girift konunun özeti zaten. Bu yüzden bana çok çetrefilli geldi.”
  Remziye’nin yüzünde alaycı bir düşüncenin minik bir dışavurumu belirmişti. Papatya ara sıra buram buram bir yerden apartılmışlık kokan laflar eder ve bunları kendi zihninin ürünü gibi pazarlardı. Remziye’nin gözlerinde ‘bizimki salladı yine’ ışıltısı vardı. Serpil dalgındı. Kendi söyleyeceği şeyi düşünüyordu.
  Geçen hafta iptal olan kitap kulübü toplantısı, ısrarım yüzünden toplanmıştı. Kimsede kitabın konusuna odaklanacak hal yoktu. Bugün A’sı eksik SERAP’ın son toplantısıydı. Bir sonraki toplantı SER ekibiyle gerçekleştirilecekti. Ayten ve benim desteğim olmadan Papatya’nın kulübümüzün üyesi kalması mümkün değildi. Papatya’ya giderayak bir kıyak yapmıştım. Baştanıklık ikramiyesi.
  Polisiye çevirmeni olduğum için söyleşi aslında dergi tarafından bana teklif edilmişti. Olay sırasındaki pasif rolümü abartıp baştanık Papatya Nalbantçı ile konuşmalarını salık verdim. Onlar tanınmış bir polisiye çevirmeniyle gerçek bir cinayet konusunu işlemek istiyorlardı. Katil henüz yakalanmamıştı. İşin bir heyecanı vardı. Bu nedenle Papatya’yı kabul ettirebilmek için biraz çabaladım. Papatya’yı gözlerinde cazip hale getirebilmek için olay yerinde bulunan yegâne izlerin kadına ait olduğunu söyledim. Kadın üç tanığı olmasa baştanık yerine başzanlı olacaktı. Bu nokta dergiye ilginç geldi de önerimi kabul ettiler. Papatya hanım işin bu tarafından bihaberdi haliyle.
  Geçen hafta sabah saat on birde planım A’dan Z’ye hazır yukarı çıktım. Ayten yataktan on buçuk civarında kalktığı için evdeydi ve yalnızdı. Ona bir rüya gördüğümü ve sarsıldığımı söyledim. Gerçekleştirmek üzere olduğum eylem nedeniyle bir yanım üzgündü. Yüzümdeki ifade inandırıcıydı. Rüyamda ikisi bu oturma odasında otururken içeriye Ethem’in girdiğini ve ‘Beni unutun. İkiniz de unutun.’ dediğini söyledim. L şeklindeki divanda neredeyse diz dize yakın oturmaktaydık. Yüzü makyajsız olmasına rağmen inanılmaz derecede genç görünmekteydi. Ayten’in güzel yeşil gözleri doldu. ‘Şimdi itiraf edecek ve birbirimize sarılacağız, planımı iptal edeceğim’ diye düşündüm. Ayten bana sevgiyle sarıldı ve ‘İkimiz de onu özleyeceğiz. Çok özleyeceğiz’ dedi. ‘Çok’ kelimesinin telaffuzundaki özlem tonu tepemin tasını attırmıştı.
  Bir ara Ayten tuvalete gittiğinde elime neredeyse şeffaf olan eldivenlerimi geçirdim ve oturma odasında sokağa bakan camın altında duran üstü pembe renkli plastik kaplı iki kiloluk dambıllardan birini aldım. Ağır nesneyi ayaklarımın altında bir yere gizledim. Bir kiloluk sarı renkli olanları da vardı, ama ağırı daha etkin olacaktı. Son Sevgili geri döndüğünde bir bahaneyle dikkatini sokaktaki bir şeye çektim. Binanın ön yüzü bir parka baktığı için karşıdan görülme tehlikesi mevcut değildi. Bahsettiğim hayali şeyi görmeye çabalarken ensesi tabak gibi ortadaydı. Dambılı bir kere kullandım. Geri dönmeye çalıştıysa da başaramadı. Sırt üstü yere yıkılıp kaldı. Filmlerdeki gibi hemen bayılmadı. Yüzündeki şaşkınlık ve giderek derinleşen korkuyu gördüm. Yüzündeki dehşet ifadesi yeni açmış bir gül gibi muhteşemdi. Doğaldı. Bu dünyaya aitti. Baygınlık hızla geldi. Gül içine kapanıp goncalaştı. Ölmesinden korkarak nabzını kontrol ettim. Atıyordu.
  Yanımda getirdiğim işportadan üç tanesi on liraya aldığım ve hiç kullanmadığım eşarplarla kadının elini ve ayaklarını bağladım.  Birini de ağzına tıktım. Ardından ilk iş olarak Ayten’in telefonundaki eski mesajları sildim. Bunları okumamak ne kadar gayret gösterdiğimi tahmin edemezsiniz. Okusam mantık silsilem dağılabilirdi. Yapmadım. Sonrasını biliyorsunuz.
  Cinayet işlemek günahtır. Biliyorum. Pişmanım, ama yine de vicdanımda ağır bir yük hissetmiyorum. En yakınlarım tarafından yıllarca aldatıldım, alaya alındım ve aşağılandım. Böyle devam edemezdim. Bir itirafı ve tövbeyi cinayetle takas etmek için samimiyetle çabaladım. Siz iki cinayetin de esas baştanığısınız. Bana yaptığım şeyler için hak vermeniz şart değil, ama bir nebze de olsa hislerimi anladığınızdan eminim.
                                                                                                                                                     Balçova, Ocak 2014