11 Temmuz 2020 Cumartesi

93. Yıl Marşı


93. Yıl Marşı


  “Tank geliyor.”
  Nesrin bunu diyen yirmi başlarındaki delikanlının işaret ettiği yöne baktı. Namlusu onlara çevrik çelik yığını ipini kopartmış boğa gibi geliyordu. Daha uzaktaydı. Köprünün üstünde öbek öbek insanlar vardı. İçlerinden biri ‘Allahu Ekber’ diye haykırdı. Diğerleri de tekbir getirdi.  
  Tank gelmeye devam ediyordu. Önünde duran boş arabalardan birinin üstüne çıkıp aracı ezerek yoluna devam etti. Ayakla bir böceğin üstüne basılması gibiydi. İçeri göçmüş tavan, demir aksamın iniltisi kadının içine korku salmıştı. Bu yaklaşan şey çok tehlikeli ve delice bir hevesle işlerini bitirmeye kararlıydı. Dabbe metal canavarını halkın üstüne üstüne salmıştı.
  Nesrin kendi gibi değildi. Normalde zaman varken kaçması gerekirdi. Bunu yapmak yerine içi öfkeyle dolup taşmaya başlamıştı. İçini kavuran enerji ağzından kelimeler halinde dökülmeye başladı.   
  “Demokrasi uludur. Demokrasi uludur. Ondan daha güçlüsü, daha saygını yoktur.”
  Taretlerin asfaltta çıkardığı sesler yakınlaşmaya devam ediyordu.
  “Mao, Stalin, Lenin ve özellikle Marx adına dur.”
  “Bu tarafa geliyor.”
  Gerçekten de ağır kütle onların bulunduğu yere doğru yönelmişti.
  Sağ yanında durduğunu fark ettiği siyah saçlı, hafif tombulca bir adam, “İlke ve inkilaplar adına dur bari lan! Laiklik senin belanı versin.” diye bağırdı.
  Nesrin krem rengi bermuda pantolon ve beyaz tişört giymiş adamı bir yerden tanıyordu, ama kim olduğunu çıkaramamıştı. Tank yoluna devam edince, adam umutsuzca, “Böyle olmaz.” dedi. “Bu nasıl tank be? Vatandaşın, yani bizim sözümüzü dinlemiyor. Hayret yani.”
  Nesrin adama hak verircesine başını salladı ve “Buraya herkes Che tişörtüyle gelseydi böyle olmazdı.” dedi. Bir yanı böyle bir laf ettiği için şaşkındı. Buna benzer sözleri eski solcu arkadaşlarıyla beraberken ve kafaları iyiyken espri olsun diye ederlerdi. Kendini komik duruma düşürdüğünün farkında olan yanı cayır cayırdı, ama ağzı bu sözleri sarf etmeye devam ediyordu. Çok tuhaftı.  
  Adam onunla aynı fikirdeydi. “Doğru.” dedi. “Nerde ama bizde bu bilinç.”
  Nesrin zıt hislerin etkisi altındaydı. “Öyle.” dedi laf olsun diye.
  Tankla aralarında on metre kadar mesafe kaldığında sol tarafında duran iki delikanlıdan biri arkadaşına, “Hakkını helal et.” deyip tanka doğru yürüdü. Tipi, giysileri akılda kalmayan silik bir gençti. Arkadaşının gözleri yaşlıydı. “Allahu ekber” diye bağırdı. O kargaşada bu ses çevrede duyulmuş gibi onlarca kişi ‘Allahu ekber’ diye bağırdı.
   Nesrin’in gönlü ve aklı farklı görüşlere sahipti. Aklı din cinsinden hafiflikleri reddediyordu.  Bu zamanda bundan medet ummak salaklığın dik alasıydı. Gönlündeki kıpırtıysa farklıydı. Küçük çocukken ailesinden, çevresinden kalan mirasın ışıltısını görüyordu. Aklı bu görme anlarından hoşnut değildi. Neyse ki uzun sürmüyor ve maneviyatla bağı kopuveriyordu.
  Birden inanılmaz bir şey oldu. Tanka doğru yürüyen delikanlı tankın altına yattı. Tank üzerinden geçti. Civardaki insanların ağzından ‘Oooo…’ sesleri yükseldi. Nesrin’in yüreği ağzına gelmişti. İçi acıma dolmuştu. Oğlunu hatırlamıştı. Yirmi yedi yaşındaydı ve şu anda Toronto’da bu hengâmeden uzakta, esenlik içindeydi.
  Tank durunca herkesi şaşırtan bir şey oldu. Az önce tankın altında kalan delikanlı arkadan çıkageldi. Sapasağlamdı. Tankın önünde durup onlara baktı ve iki elini havaya kaldırdı. Tank pes etmiş gibi kıpırtısızdı.
  Tam burada Nesrin o sahneden koptu. Çok hızlı bir kopuştu. Köprüde yanında duran yüzü tanıdık gelen bermudalı adamı unutmuştu, ama bir şey hatırlamıştı. Önemli bir şeydi belki. Ayaklarında tokyo terlikler vardı. İlk kez dikkatini çekmişti. Böyle bir terlikle sokağa çıkmazdı asla. Bir de gözünün önünde küçük bir oda canlanmıştı. Odada dört kişiydiler. Büro gibi bir yerdi. Metal masa ve üstünde bilgisayar, dosyaların durduğu bir raf vardı. Beyaz tişörtlü, bermudalı adam oradaydı. Sandalyede oturuyordu ve başını duvara dayamış uyukluyordu. Yer çok tanıdıktı. Tam neresi olduğunu hatırlamak üzereydi, çok yakından gelen silah sesleri duyulunca o sahneden de sıyrılıverdi. 
  Köprüdeydi yine, ama yeri değişmişti. Ortada tank falan yoktu. Gördüğü şeyler korkunçtu. Hemen önünde bir delikanlı vurulmuş kanlar içinde yatıyordu. Ölmek üzereydi. Nesrin’in anne kaygısı canlanmıştı yeniden. Boyu posu benziyor. Oğlu olmasın sakın. Değil. Çünkü oğlu uzakta ve güvende. Elektronik mühendisi. İşi var. Çalışıyor. Memnun. Ya oysa?
  Eğilip yüzüne yakından bakarken hemen iki metre ilerisinde ayakta duran delikanlı göğsünden vuruldu. Yere düştü. Nesrin yanına koştu. Kumral delikanlının nefesi kesilmişti. Kehribar renkli tişörtünün göğüs kısmı kan içersindeydi. “Uçak indi.” dedi ve eliyle bir yeri işaret etti.  Nesrin başını çevirince ateş edeni hemen göremedi. Sonra köprünün bir direğine tırmanmış olan adamı fark etti. Oradan ateş edip insanları vuruyordu. Tekrar yaralı delikanlıya baktığında artık nefes almadığını fark etti. Öfkeyle ne yapacağını düşünürken bazı şeyleri hatırlamaya başladı.  
  Yine o büro gibi yerdeydiler.  Adı İhsan’dı krem rengi bermudalının. O konuşuyordu.
  “Darbe şarttı valla, bunlar çok oluyordu. Ayaklar baş olmuştu. Oylarını artırıp duruyorlardı. Oy almak için başvurmayacakları yol yok. Yollar, köprüler, hızlı trenler, hava limanları, yeni iş kuranlara mali teşvikler, maaşlarda iyileştirmeler, faizlerin aşağıya çekilmesi, IMF’nin def edilmesi ve diğer bir yığın göz boyayıcı işler. Hepsi oy almak için. Avrupa’nın büyümesi eksilere düşerken yüzde on büyüme. Ne cüret! Cahil millet kanıyor işte. Bilseler bütün bunlar oy almak için yapılıyor. Bilseler… Bizim gibi olsalar.”
  “Şu ünlü aşk yazarı, o erkek olanı, ne dedi? ‘Bunlar bir seçim daha kazanmamalı. Bunu içerdeki dinamikler engeller’ dedi. Haklı. Engelliyorlar işte bak. Paralel iş başında. Oh olsun işte. Görsünler şimdi günlerini.”
  Nesrin bu sözleri diyeni göremiyordu. Diğer üç kişinin yüzünde ‘iyi dedin valla, haklısın canım’ ifadeleri vardı. Ortadaki küçük masada rakı şişesi, bardaklar, buz kâsesi, kesilmiş kavunlar ona bir şeyi, esas olan biteni söylemek üzereydi ki, yine kopuverdi sahneden.
  Aynı yerdeydi. Tek fark bir gencin daha vurulmuş olmasıydı. Yarası hafifti. Kurşun sol omzuna isabet etmişti. Yere yığılmak üzereyken Nesrin uzandı ve delikanlıyı tutarak bunu engelledi.
  Kahverengi saçlı, ince bıyıklı delikanlı minnetle gülümsedi ve “Uçak indi.” dedi.
  Nesrin ‘anladım’ dercesine başını salladı. Bu sözde bir tılsım vardı. Ne olduğunu anlamak üzereydi sanki, ama kulak zarını zorlayan gürültüler bunu engelledi. Yakından gelen silah sesleri ve bir helikopterin pervanesini döndüren motor sesi her şeyi kaplamıştı.  
  Alçaktan uçan bir helikopter insanların üzerine ateş etmeye başlamıştı. Yaralı genç eliyle yerde yatan polisi işaret etti. Sağ yanına kıvrılmış hareketsiz duruyordu. Tabancası yerdeydi.
  “Tabancayı al.”
  “Sen?”
  “Abime telefon ettim. Gelip beni alacak. Hastaneye götürecek. Merak etme. Şurada oturup bekleyeceğim. Al o silahı.”
  Nesrin sağa sola vuran mermilere aldırmadan hamle yaptı ve yerdeki silahı aldı. Tabancalardan anlamazdı, ama filmlerde gördüğü gibi yaptı. İki eliyle kavrayarak helikoptere doğrulttu. İlk patlama şaşırtıcıydı. Geri tepmeden etkilenmişti. Sonra tekrar ateş etti. Bu arada helikopter yer değiştirdiği için atış menzilinden çıkmıştı.
  Nesrin elinde şehit polisin silahı etrafına bakındı. Belleği yeni bir sayfa açmak üzereydi. Durduğu yerden İstanbul’da olduğunu açıkça görüyordu. Bu bilinç bir başka bilgiyi serbest bırakmak üzereydi. Hissediyordu.
  Tekrar o yere döndü. Bu defa rakı kokusunu da alabiliyordu. Burası İstanbul değildi. Uyduruk bir şort, tişört ve tokyo terliklerle durulabilecek bir yerdi. İhsan başını duvara dayamış uyukluyordu. Boyama sarışın şişmanca bir kadın buğulu gözlerle akıllı telefonunun ekranındaki bilgileri sökmeye çabalıyordu. Nesrin onun ekrandaki bilgileri tam manasıyla kavrayabildiğinden şüpheliydi. Diğer adam iri kafalı, bir doksanı aşkın boylu iri biriydi. Oturduğu yerde başı öne düşmüş durumda uyukluyordu. Uyanınca boynunu nasıl hissedecekti bakalım.
  Dördüncü şahsı göremiyordu. Yalnız onun olduğu taraftan bakıyordu. Birden belleği diriliverdi. 15 Temmuz’u 16’ya bağlayan gece burada toplanmışlardı. Burası İstanbul’dan uzakta, Ege kıyılarında bir tatil sitesiydi. Darbe yapıldığı belli olduğunda sitenin bürosunda toplanmışlar ve anons yaptıkları hoparlörlerden 10. Yıl Marşı çalıp sevinç sesleriyle darbeyi kutsamışlardı. Sonra şerefe kafayı çekmeye başlamışlardı. İlk duble ne kadar lezzetliydi. Sonradan darbenin başarılamayacağı belli olurken kavunlar pörsümüş, rakı acılaşmıştı. İlk etapta toplanan on-on beş kişilik grup dağılmış, sadece dört kişi kalmışlardı. Cumhurbaşkanı halkı sokağa çağırdığında sızmak üzereydi. Bunu hatırlayınca dördüncü şahsı görebildi. Kendiydi. Ağzı açık horluyordu.
  Kulağına tekrar asfaltta çıkan taret sesleri gelince işe uyandı. Tekrar o köprüye gitmek istemiyordu. Yeterince genç ölü görmüştü. Oğlu yaşındaki gençleri kanlar içersinde yerde yatıyor görmeye dayanacak hali kalmamıştı. Bunun için ne yapması gerektiğini düşünürken sağ elinde tabancayı tutmaya devam ettiğini fark etti.
  Nesrin ayağıyla dürterek yatan kadını, kendini uyandırdı. Kadının gözleri aralandı, mecalsizce baktı. Sonra üzerine doğrultulmuş silah nedeniyle yüzü panik doldu, ağzı bir şey söylemek için aralanırken, Nesrin, “Uçak indi.” dedi ve tetiği çekti.
  Patlama sihir yüklüydü. Mekân bir anda değişmişti. Evindeydi. Yatağında yatıyordu. Yüzü tavana çevrikti. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Başucundaki komodinin üzerinde duran telefonunu alıp saatine baktı. Saat onu dört geçiyordu.
  Yatakta oturur duruma geçti. Midesi umduğundan iyiydi şükürler olsun. Beyninin içinde gürültü yapan Bremen Mızıkacıları için bir hap alacaktı. Banyoya gitti. Yerler ve  lavabo kusmukle bezeliydi. Ekşi kokunun mide öğürtücülüğüne rağmen bu işi yatak odasında yapmadığına sevindi. Kusmuklara basmamaya çalışarak uzandı ve uzun kollarının yardımıyla lavabonun üstündeki dolaptan bir ağrı kesici aldı. Mutfağa gitti. Kocaman bir bardak suyla içti. Kusukları hemen temizlemeli mi? Yoksa aklındaki şeyi mi yapmalı?
  Yatak odasında tek parça mayosunu giydi. Mor havlusunu alarak dışarı çıktı. Site hareketlenmeye başlamıştı. Çocuk arabalı bir kadın deniz tarafına doğru gidiyordu. Sitenin bakıcılarından kısa boylu olanı çimenleri suluyordu. Sağındaki komşusu koridorda kahvesini içiyordu. Onunla selamlaştı ve basamakları indi. Denize doğru yürüdü. Sağında kalan terasta günün ilk güneşlenmesi yapan üç-beş kişi vardı.
  İskelenin başında kendi gibi tek parça mayo giymiş Jale adlı komşusunu gördü.  “Başaramadılar.” dedi kadın üzgün bir yüz ifadesiyle.
  Gece sızmaya başladıklarında da durum aşağı yukarı belliydi. Darbe başarısız olacağa benziyordu. Allahu ekber kazanmıştı. Köprüde gençlerin cesaretini ve inancını görmüş olan Nesrin kadına gülümsedi ve “Dün gece burada yanlış marşı çaldık.” dedi.
  “Ne?”
  “10. değil, 93. Yıl Marşı olmalıydı.”
  Kendinden yirmi yaş daha büyük olan Jale ablanın kaşları hayretle kalktı, ama nedenini sormadı. Onun anlatmasını bekliyordu. Nesrin eliyle ‘boşver’ işareti yaparak iskelede yürüdü. Suya inen merdivenin başında köprüde ayağında olan tokyo terliklerini çıkardı. Deniz çok berraktı. ‘Gel bağrıma’ diyordu. Kadının içinde minik bir korku belirmişti. Ya suya dalınca yine o köprüde bulursa kendini. Bu güneşin altında, ufuktaki Eşek Adası’na bakarak bunları düşünmek saçmaydı, ama akıldışı nabız bu ihtimali işaret etmeye devam ediyordu.
  Merdivenin alt basamağına geldiğinde dizlerine kadar olan bölgede suyun serinliğini hissetti. Gözlerini yumdu ve suya daldı. Yüzeyin altında beş kulaç atarak yüzeye çıktığında her şeyin az öncesinde olduğu gibi durduğunu görerek sevindi. Bu arada başındaki cümbüş suyun serinliği ve ilacın etkisiyle olacak biraz hafiflemişti.
  Gecenin ilerleyen saatlerinde ne olduğunu bilmiyordu. İpleri kopartmadan önce darbenin başarısız olma yolunda olduğunu anlamışlardı. Yoksa bu kadar çok içip sızmazlardı. Eve nasıl gittiğini, üç katın basamaklarını nasıl çıktığını ve kustuğunu hiç hatırlamıyordu.
  Birazdan aradaki saat farkını falan boşverip oğlunu arayacaktı. Sesini duymak istiyordu. Sonra da belki iki yıldır toprağın altında olan kocasının cadaloz ablasını arayıp halini hatırını sorardı. Ardından da televizyonu açıp gece boyunca nelerin olup bittiğini anlayacaktı.
  Denizden bakarken gördüğü hiç kimse panik içinde değildi. Güneşlenenlere, terasta çay içenlere, sakin el hareketleriyle konuşanlara ve tatlı bir kavisle hortumdan çıkarak çimenlerle buluşan suya baktı. Gece sokağa çıkan halk, hayatlarını feda eden gençler, polisler, milli askerler, özel timler ve kelle koltukta mücadele veren siyasiler sabah bir kâbusa uyanmalarını engellemişti. Doğrusu çok esaslı bir marş bestelemişlerdi. 93. Yıl Marşı. Birazdan haberlerde onu duyacaktı. 
                                                                                                                                  Eylül  2016




8 Temmuz 2020 Çarşamba

Kifayet Otobüsü


Kifayet Otobüsü



  “Remzi B. ve Pınar D. bu durakta inebilir.”
  Remzi B. benim. Sevinçle yerimden doğruldum. Ayakta duranları hoyratça ittirerek arka kapıya yaklaştım. Omuzumla dirseğimle yardığım kimselerden ‘Biraz yavaş, o kadar da acele etme ya’ cinsinden mırıldanmalar geldiyse de hiç kimse bu kaba halim nedeniyle hiddetlenmedi. Yüzler anlayışlı ve gıpta eden bakışlarla yüklüydü. Pınar D. denen genç kadın arkamdan yürüyordu. Hoş bir yüzü var, ama saçlarını başarısız bir şekilde kızıla boyamış. Kestane rengi kendisine çok daha yakışıyor olmalı. Sayemde kapıya kolayca ulaştı.
  Binen yoktu. Kapılar kapanınca otobüs çekti gitti. Durakta bekleyen iki lise öğrencisi tipli genç bize ve giden otobüse meraksız gözlerle bakıp telefonlarına döndüler. Rüyada değildik. Sefer bitti ve halimize uyandık. Ceketimin sağ cebinde duran telefonumu aldım. Bütün yolculuk boyunca suspus duran aparatın ekranı yeniden canlanmıştı. Saat 10.19’du. Günlerden cumartesiydi. Bunlar tamam da otobüse biniş saatimi ve durağı ne yapsam hatırlayamıyordum.
  Pınar  D. de telefonuyla aynı serüveni yaşıyordu. Alnı kırışmıştı. Bakışlarımız karşılaşınca, “İndik şükürler olsun.” dedi. Yüzünde badire atlatmışlara has yakınlaşma hak getireydi. Eliyle hoşçakal işareti yaparak benden uzaklaştı. Şehir merkezi tarafına doğru yürümeye başladı. Yürürken dönüp arkaya bakmasını bekledim. Yapmadı. Bundan kendini yenilemeye, kifayet mücadelesinde azimli olduğu sonucunu çıkardım. Zaten genellikle kimse arızasını bilen arızalıyı yanında görmeyi pek istemez.
  Bu sabah bir saatte o lanet otobüse ayak bastım. Amacım yakınlardaki bir mağazada beyaz eşya satan lise arkadaşımı ziyarete gitmekti. Hava güzeldi. Yorgun değildim. Vakit ganiydi. Bir şey beni ön kapıdan içeriye itti adeta. Kent kartımı okuyan aparata değdirince ‘Bakiyeniz yeterli, ama cesaret ve haysiyetiniz kifayetsiz.’ anonsu duyuldu. Önce bunu kötü bir şaka sandım. Otobüsün yarısı doluydu. Yolcuların yüzünde hinoğluhin sırıtma ya da alaylı bakış yoktu. Oradan duruma hızla ayıktım. Bu otobüs normal bir araç değildi. Şoför mahalli kapalıydı ve içerisi görünmüyordu. Normal bir hızla trafiğin içinde hareket ediyordu, ama önüne çıkan durakların hepsinde durmuyordu.
  Kimsenin akıllı telefonu çalışmıyordu. Daha eski model telefonlar farklıydı. Hangi numara tuşlanırsa tuşlansın ‘Kifayet Merkezine bağlandınız. Şu için çok yüklüyüz. Lütfen tekrar arayın.’ uyarısı duyuluyordu.
  Herkese binmek istediği otobüs gibi görünmeyi başaran otobüs yapay zekânın sürdüğü bir araç bile olabilirdi. Sadist bir yapay zekâ. Kapı açıldığında ismi okunmadan inmek isteyene geçici olarak inme iniyor ve yere yığılıyordu. Bu nedenle kapı açıldığında mum gibi kıpırtısız bekleşiyorduk.
  “Kararlılığınız Kifayetsiz.”
  “Moraliniz Kifayetsiz.”
  Bu anonsları duya duya şehrin içinde tur attık durduk. Her kifayetsizlik normu anons edildiğinde kendimdeki eksiklik dozunu belli edecek şeyleri hatırlatıyordu. Herkes acz ve pişmanlıkla sarsılırken yeni gelenleri teselli edecek şeyler söylüyordu. Bana da aynısını yapmışlardı. Orada yalnız olmadığım için çok memnundum. Yalnız içimde kezzaplı bir pişmanlık kaynıyordu. Geçen hafta bir mal mülk davasında eksik şahitlik yaptım. Bildiğim şeylerin hepsini söyleyemedim. Husumete uğrarım diye biraz korktum.  Ayrıca kırk yıllık arkadaşımı değeri bir milyona yakın bir dairenin sahibi olacak diye kıskandım. Bu üzerimde daha çok etkili oldu. Husumet işin bahanesiydi.
  “İmanınız Kifayetsiz.”
  “Ferasetiniz Kifayetsiz.”
  İçimdeki suçluluk hissinin kışkırttığı bir rüyanın içersinde olduğumu düşünüyordum. Elbet bir şekilde bu otobüsten inecek ve ayağım yere değdiğinde yatağımda uyanacağım beklentisine sahiptim. Otobüsümüz şehrin içersinde tur atarken gerçeğe yapışık hareket ediyorduk. İndirim tabelalarındaki fiyatları okuyor ve üzerine fikir teatisinde bulunuyorduk. Dışarıda gördüğümüz insanlar, araçlar, dükkânlar her şey normal hayata dair unsurlardı. Durumu tuhaf olan sadece bizlerdik.
  “Civanmertliğiniz Kifayetsiz.”
  “Sabrınız Kifayetsiz.”
  Her binen için duyulan anons bizi bir süre sessizleştiriyor ve kendi içimizdeki hesaplaşmayla başbaşa bırakıyordu. Yavaş çekim kâbus ortamı hepimizi etkilemişti. Vicdan muhasebesi yapıyorduk.
  Şimdi dışarıdayım artık. İstersem arkadaşıma gidebilir ya da evime dönebilirim. Bunu yapmak isteyen yanım ölgün. Çünkü ne kadar gayret edersem edeyim sabah yataktan kaçta kalktığımı, evden kaçta çıktığımı, otobüse hangi duraktan ve kaç sularında bindiğimi hatırlamıyorum. Aracın içersinde saatlerce kaldığım halde dışarıda saat onu biraz sollamış. Bu şu demek:Henüz uyanmadım. Karnımın açlığını hissetmesi, sıradan insanları izlemem ve canım ne isterse yapabileceğimi düşünmem kandırıcı aksesuvar. Hapiste havalandırmaya çıkmak cinsinden bir teneffüs arası belki de.
  Rasgele bir yöne doğru yürüyerek düşünmeye başladım. Otobüse kendi isteğimle, önceden ne olacağını bilerek bir kez daha binmemin şart olduğuna karar verdim. Uyanabilmem ve otobüste geçen her şeyi unutabilmem için bunu yapmam gerekiyordu. Son seferimi yapacak, hayata kaldığım yerden devam edecektim. Tabii ardından ilk iş olarak arkadaşımın yüksek mahkemedeki davasında bir kez daha şahitlik yaparak vicdanımdaki yükü boşaltacaktım.
  Ayaklarımın beni doğru istikamete götürdüğünü hissediyorum. Birazdan otobüslerden birine binecek ve kartımı son kez okutacağım inşallah. Niyetim etkili olacak. Sonra bir yerde inecek, hiçbir şey hatırlamıyor durumda ve hatamı telafi etme azmiyle donanmış bir şekilde yatağımda uyanacağım.  
  Pınar D.’yi tekrar görecek miyim acaba? Onun da son bir kez otobüse binmek üzere olduğuna kalıbımı basabilirim. Yoksa yan yana oturmaz ve araçtan aynı anda inmezdik. Yalnız bir cız noktası mevcut. Belki de en iyisi birbirimizi bir daha görmemek. Çünkü yüzümüzdeki bir ifade, ağzımızdan çıkan bir sözcük otobüsü hatırlatabilir. Bunu ikimiz de istemeyiz. ‘Hoşçakal’ o halde.
  Bir durak var ileride. Yer değil niyet önemli. Orada otobüsü beklemeye başlayacağım.  Aldığım doz kendimi yenilemem için yetmedi. Belli ki, sebatım da kifayetsiz.
                                                                                                                         Balçova -  Nisan 2019