21 Aralık 2016 Çarşamba

TÖHAF, Hannibal Lecter ve Stephen Hawking

TÖHAF, Hannibal Lecter ve Stephen Hawking






Korku (Horror) filmlerinin son elli yılına bakıldığında gelişen film tekniği dışında gözümüze çarpan ilk şey sahnelerde uygulanan şiddet, sadistlik, acımasızlık dozunun giderek artması ve kurban yaşının düşmesidir.
Sayıları çok fazla olduğu için her on yılı en çok etkilemiş örnekleri teşrih masasına yatırarak hızlı bir tura çıkalım. Her şeyin daha pembe göründüğü rivayet edilen altmışlara doğru şöyle bir uzanalım.

 60 - Tirildeme, gerilim filmlerinden tanıdığımız yönetmen Alfred Hithcock 1960 yılında ünlü Sapık (Psyhco) filmini yaptı. Bomba gibi patlayan film inanılmaz bir  ilgi gördü. Bu türün baş klasiği olarak zihinlerimize kazındı. Sayısız film ve kitaba esin kaynağı oldu. Baskın karakterli annesinin etkisinde kalan Norman Bates’in işlettiği motelde icra ettiği cinayetler gerilim harikası denebilecek bir kurguyla verilmişti. Aradan geçen elli yılda hâlâ sözü edilen, yeni versiyonları çekilen bir film olarak genç kuşak yapımcılara model oldu.

Altmışlı yıllardan vereceğim ikinci örnek Roman Polanski’nin Rosemary’nin bebeği (Rosemary’s Baby).  1968 yapımı filmde bir apartmana yeni taşınan genç bir çiftin serüveni anlatılır. Kadın o aralar hamile kalır ve doğacak bebeğinin şeytanın çocuğu olacağından şüphelenir. Hayatı kökünden değişmiş ve her hareketi gizemli komşuları tarafından takip edilir hale gelmiştir. .

Beatles’larin aşırı ünlendiği, Kennedy’lerin, Martin Luther King’in ard arda vurulduğu, Che Guevara’lı, Elvis Presley’li, Ay’a ayak basılan  altmışlarda içimizde, bizi esir alan kötücül ruh filmleri başat olur ve yetmişlere ayak basarız.

70 - Vietnam şavaşının sona ermeye yüz tuttuğu, Pink Floyd’un Dark Side of the Moon adlı albümünü piyasaya çıkardığı sıralarda, 1973’de,  Şeytan (Exorcist) adlı bir film dünya çapında ün kazanır. İçe giren ve bizi yöneten kötücül ruh filmlerinin belki de şu ana kadar ki en iyisi değilse bile en etkilisi ben de dahil olmak üzere izleyicilerine korkulu dakikalar yaşatır. Sapık ile başlayan tarz en üst noktasına ulaşır. Sapık ve Şeytan ikiz tepeler olurlar.

12 yaşındaki Regan’ın içine kötücül bir ruh girmiştir. Biri genç Carras, diğeri yaşlı rahip Merrin, şeytanı kızın ruhundan sökmeye çabalarlar.  Başarısız olurlar. İnançları yeterince güçlü değildir. Karakterlerin çok aşağılandığı bir filmdir. İki papazın filmden son anda çıkarılan bir sahnedeki konuşmaları aşağılanmanın belki de en derin noktasıdır. 
Carras, “Eğer bu şeytanın el koymasıysa, niçin bu küçük kıza?
Merrin, “Kim bilebilir? Ama bence… Şeytanın hedef aldığı şeytana tutsak olan değil, bizleriz. Bunu görenleriz…Ereği bizi umutsuz kılmak, insanlığımızı bize reddettirmek, kendimizi bize çirkin, onursuz ve değersiz gördütmektir. Çünkü tanrıya inanç işi bir us değil, bir aşk ve sevgi sorunudur. Belki İblis’ten gelecektir iyilik. Anladığımız ve bildiğimiz bir yolla da gelmeyebilir. Belki de İblis iyiliğin potasıdır. Ve belki de kendisine karşın şöyle ya da böyle, İblis, Tanrının iradesini yerine getirmektedir.

NOT: Şeytan filmiyle ilgili alıntı.Ünsal Oksay, Çağdaş Fantazya, Der Yayınları

Üç yıl sonra Kehanet (The Omen) adlı bir film Şeytan filminin muazzam ününe ortak olmaya çalışacaktır. Baş rolü Gregory Peck’in oynadığı film Şeytan’ın ününü sollayamaz ama çok iyi iş yapar. Bu türün klasikleri arasına girer.
Kehanet’in konusu gene şeytanla ilgilidir. Amerikan elçisi Robert Thorn’un karısı hastahanede bir oğlan doğurur, ama çocuk ölür. Bir papaz elçiye kimsesiz ve yeni doğmuş bir bebeği alıp karısını sevindirmesini tavsiye eder. Bebeğin adı şeytan ismini çağrıştıran Damien’dir. Adam teklifi kabul eder. Çocuk beş yaşına basınca esrarengiz olaylar başlar. Elçi karısı ölünce durumu araştırmaya başlar. Durum gerçekten çok vahimdir.  
80 - Böylece seksenli yıllara geliriz. Klasik Fordizm çökmüştür. Reagen ve Theatcher iktidardadır. Özelleştirme furyası yoldadır. Soyyetler için geri sayım başlamıştır.

1980 yılında Stanley Kubrick’in yönetmenliğinde Pırıltı diye tercüme edebileceğimiz The shining filmi yeni bir çığır açar. Bu film birçok eleştirmence son yılların en iyi korku filmi diye nitelenmiştir. Jack Nicholson ve Shelley Duval’in üst düzey oyun sergiledikleri filmin konusu kısaca şöyledir.

Jack Torrance bir yazardır. İşsizdir. Alkol bağımlılığı sorunu vardır. Sakin bir yerde kitap yazmayı arzulamaktadır. Colarado dağlarının arasındaki Overlook otelinde bir iş bulur. Karısı ve beş yaşındaki oğlu ile tek başlarına kışı geçirmek üzere otele giderler. Otelin içine sinmiş kötülükler silsilesi yüklü mazi uyanır ve korkunç olaylar cereyan eder.

Kubrick’in harika kurgusuyla beynimize kazınan filmde bir sahnede 50.000 litre boya kullanarak salonu kan bastığı bir sahne kurulmuştur. Bu benzersiz sahne bir işaret olacak, korku filmlerinde kan dökme sahneleri artacaktır.

Şeytanın Ölüsü (The Evil Dead) , 13. Cuma (Friday the 13th) ve Halloween gibi dizileşen sinema filmlerinde aşırı kan dökme modası devam edilecek, Şeytanın Ölüsü filmi bir çok ülkede yasaklanacaktır. Nightmare in Elm Street’de olduğu gibi on beş, on sekiz yaşlarındaki gençler kurban olmaya başlayacaktır. Korku film yapımcıları seksenlerde kurban yaşını açıkça küçülterek buluğ çağındaki gençlere yönelecektir.

90Berlin duvarı yıkıldıktan sonra, Birinci Körfez şavaşı sıralarında yapılan bir film doksanlı yıllara damgasını vurmaya talip oldu ve bunu büyük bir ölçüde başardı. 1991’de gösterime giren Kuzuların Sessizliği (The Silence of the Lambs) adlı film büyük bir sükse yaparak yeni bir çığır açtı. Kan dökmenin yanı sıra yamyamlık. Bu cangılın bir köşesinde yaşayan ilkel! bir kabile tarafından icra edilmiyordu. Sahnede çok zeki, biraz Marki de Sade’ı anımsatan üst düzey Batılı bir entelektüel vardı. Antony Hopkins’in başarıyla canlandırdığı Hannibal Lecter tipi bu on yılda sürekli konuşulup durdu.

Zeki tasarımlarla icra edilen fizik İşkence, modern-dahi yamyamların çekiciliği modası başlamaktaydı. Bu arada seksenlerden devraldığımız buluğ çağındaki yeni yetmelere yönelik şiddet filmleri furyası da son gaz devam etmekteydi.

Çığlık (Scream) 1,2,3, Geçen Yaz Ne Naneler Yediğini Biliyorum (I Know What You Did Last Summer) 1,2,3 Şehir Efsanesi (Urban Legend) , cinsinden filmler epey genç seyirci çekmeyi başardı.


2000 -  İkibinlerin ilk on yılında Amerikan filmleri Gidilecek Son Yer (Final destination) 1,2,3,4, Testere (Saw)1-7, Otel (Hostel)1,2,3 Tepelerin Gözleri Var 1,2 (The Hills Have Eyes) cinsinden filmlerle koreografik-facia şeklinde ölüm, ayrıntılı işkence, kan dökme,  sahneleri furyasına hız verdiler. Guantanamo hapisanelerini hatırlatan film sahneleriyle doldu taştı yeni dönem korku filmleri.

Türk sineması da bu furyalardan etkilendi ve arka arkaya korku filmleri çekti, ama aynı kan dökücülüğü sergilemedi. İşin daha çok psikolojik yanına yönelen öyküleri tercih etti.  Kâbuslar Evi, Büyü, Dabbe, Beyza’nın kadınları, Küçük Kıyamet vb. Bunlar bu türün öncüleri olarak sinema tarihimizde yerini aldı

Bu arada Japonlar devreye bayağı hızlı girdi ve yeni yüzyılda dünya çapında ün yapan filmlerde biz de varız dediler. Halka (The Ring)1,2, Garez (The Grudge)1,2,3, Cevapsız Arama (One Missed Call)1,2 vb. Telefonla ölüm tarihi bildiren, gencecik kurbanlarını başka boyutlara alıp yeryüzünden silen hayaletler kaplamıştı perdeleri. Önceleri sahnelerde neredeyse hiç kan  yoktu. Hayaletler cin gibi çarpmaktaydılar kurbanlarını. Sonra onlar da bol bol kan kullanmaya başladılar.

Korku ya da diğer türdeki filmlerde şiddet öğelerinin kullanılmasına karşı değilim. Sadece son yüzyılda iki dünya savaşı yaşadık. Vietnam, Afganistan, Irak ve diğerleri de cabası. Genetiğimiz zalimlerin hırsı, mazlumların ahı bilgisiyle yüklü. Filmlerdeki şiddetin gereksiz yere aşırılaşmasını, çığrından çıkmasını tasvip etmiyorum. Çünkü zihni ve hayalgücünü çalıştırmaktan, eğlendirirken uyarmak ve eğitmekten çok umarsızlık, zalime teslimiyet ve çaresizlik ışıyorlar. Daha da kötüsü bu aşırı şiddet yüklü filmlerin bir işlevi de insanın eşsiz bir yetisi olan TÖHAF’ı yıpratmaya ve yıkmaya yönelik olmasıdır.

Nedir TÖHAF?

Tam Özerk HAyal Film

Tek kişilik bir ekibin planladığı, adım adım gerçekleştirdiği eşsiz filmler için uydurduğum bir terimdir. Yapımcı, yönetmen, oyuncular, stüdyo falan hepsi bir buçuk kilogramlık beynimizin içersindedir. Vücut ağırlığının %2’sini kaplayan beynimiz vücuda giren oksijenin %25’ini kullanır, ama bunun karşılığını da verir. Matematik, fizik formüllerini keşfeden, kalp buran müzik besteleri yapan, harika yapıları planlayan bu eşsiz aparat sayısız işlevlerinin yanı sıra bize film çekme imkânı da sunar. Beynimiz glikojen ve oksijenle çalışan dev bir stüdyoya sahiptir. Dünyamızda şu anda çeşitli yetkinliklerde altı küsur milyar şahsi film yapımcısı bulunuyor.

TÖHAF her kaynaktan beslenir. Bir romanı okurken örneğin onu filme çevirir. Bir romandan çekilmiş filmin bizi genellikle hayalkırıklığına uğratması, TÖHAF’ın Allah bilir 20-30 saat uzunluğundaki yapımının o filme benzemesinin mümkün olmamasındandır.

Ağır şiddet, bir yığın klişe görsel efektle yüklü bir film fıtratımızın bunu kaldıramaması nedeniyle de TÖHAF’ı kötürümleştirir. İçimizde derin bir umarsızlık duygusu yaratır. Kendi irademizle dünyayı değiştirme güdümüzün köreldiğini hissederiz. Küresel ölçekte bir zihin kontrol operasyonu ancak TÖHAF’ların kitlesel olarak çökmesiyle mümkün olacaktır. Aşırı şiddet sahneleri ve kalıplaşmış imge bombardımanı içeren, TÖHAF’a iyimser yönde yaratıcı oyun sahası bırakmayan filmler de bilerek ya da bilmeyerek bu amaca hizmet etmektedir.

Bu arada The Fourth Kind, The Blair Witch Project, Lake Mungo ve Paranormal Activity filmleri de son yıllarda ilgi çeken filmler oldular. Bunlar TÖHAF’ı hiçe sayan şiddet filmlerine göre karşı kefede duran yapımlardı. Filmlerde hiçbir garip cisim açıkça gözlenemiyor, kan dökülmüyordu, ama gerilim ve seyircinin dikkati TÖHAF’ın katkısıyla en üst noktada tutulmaktaydı. Öykünün eksik bıraktığı şeyleri TÖHAF tamamlıyordu. Yer yer belgesel havasına bürünen, sıradan insanların deneyimlerini ele alan, gerçeklik duygusunu sürekli kılmaya çalışan yapımlar. Bunlar şiddet furyasından bıkan, midesi kaldırmayan korku filmi severler için sığınak filmler oldular.

Bu yakınlarda ünlü İngiliz evrenbilimci Stephen Hawking’in uzaylıların var olduğunu, Colomb’un Amerika’yı keşfi nedeniyle kızılderililerin katliama uğraması örneğini vererek, ancak onlarla irtibata geçmenin insanlık için son derece tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini söylediğini okuyunca tebessüm ettim. Çok geçti artık.

1974 yılında Porto Riko’daki Arecibo gözlemevinin  radyoteleskobunu kullanarak 25 bin ışık yılı öteye mesaj gönderdik. NASA Beatles’ın ‘Across The Universe’ adlı parçasını tüm evrene dinletti. Yine NASA’nın yolladığı dört adet insansız uzay roketi şu anda bir yerlerde yol almakta. Üzerlerinde evrendeki açık adresimiz kazılı plakalar taşımakta. Radyo dalgalarımız uzayın derinliklerini arşınlıyor. Ama benim için en ilginç şey: Sapık, Şeytan, Otel, Halka, Dabbe, Testere cinsinden binlerce filmin televizyon dalgalarıyla şu anda evrenin dört bir yanına yayılıyor olmasıdır.

Kesiksiz barış ve refah ortamınını gerçekleştirmiş medeniyetlerin mensupları bu filmleri izleyince belki de bizden uzak duracaktır. Buna üzülüyorum. Deneyimlerinden çok yararlanabilirdik. Korkum, bu filmleri görünce iştahı kabaracak olan, teknik yönden bizden kat kat üstün Hannibal Lecter’ların bu taraflara gelebilecek olmasıdır.

                                                                                                             2010 Amsterdam


                       

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder