TÖHAF, Hannibal Lecter ve Stephen
Hawking
Korku (Horror) filmlerinin son elli yılına
bakıldığında gelişen film tekniği dışında gözümüze çarpan ilk şey sahnelerde
uygulanan şiddet, sadistlik, acımasızlık dozunun giderek artması ve kurban
yaşının düşmesidir.
Sayıları çok fazla olduğu için her on yılı en çok
etkilemiş örnekleri teşrih masasına yatırarak hızlı bir tura çıkalım. Her şeyin
daha pembe göründüğü rivayet edilen altmışlara doğru şöyle bir uzanalım.
60 - Tirildeme, gerilim filmlerinden tanıdığımız yönetmen
Alfred Hithcock 1960 yılında ünlü Sapık (Psyhco) filmini yaptı. Bomba gibi patlayan film
inanılmaz bir ilgi gördü. Bu türün baş
klasiği olarak zihinlerimize kazındı. Sayısız film ve kitaba esin kaynağı oldu.
Baskın karakterli annesinin etkisinde kalan Norman Bates’in işlettiği motelde
icra ettiği cinayetler gerilim harikası denebilecek bir kurguyla verilmişti.
Aradan geçen elli yılda hâlâ sözü edilen, yeni versiyonları çekilen bir film
olarak genç kuşak yapımcılara model oldu.
Altmışlı
yıllardan vereceğim ikinci örnek Roman Polanski’nin Rosemary’nin bebeği (Rosemary’s
Baby). 1968 yapımı filmde bir apartmana yeni
taşınan genç bir çiftin serüveni anlatılır. Kadın o aralar hamile kalır ve
doğacak bebeğinin şeytanın çocuğu olacağından şüphelenir. Hayatı
kökünden değişmiş ve her hareketi gizemli komşuları tarafından takip edilir
hale gelmiştir. .
Beatles’larin aşırı
ünlendiği, Kennedy’lerin, Martin Luther King’in ard arda vurulduğu, Che
Guevara’lı, Elvis Presley’li, Ay’a ayak basılan
altmışlarda içimizde, bizi esir alan kötücül ruh filmleri başat olur ve
yetmişlere ayak basarız.
70 - Vietnam
şavaşının sona ermeye yüz tuttuğu, Pink Floyd’un Dark Side of the Moon adlı
albümünü piyasaya çıkardığı sıralarda, 1973’de,
Şeytan (Exorcist) adlı bir film dünya çapında ün kazanır. İçe giren ve
bizi yöneten kötücül ruh filmlerinin belki de şu ana kadar ki en iyisi değilse
bile en etkilisi ben de dahil olmak üzere izleyicilerine korkulu dakikalar
yaşatır. Sapık ile başlayan tarz en üst noktasına ulaşır. Sapık ve Şeytan ikiz
tepeler olurlar.
12 yaşındaki Regan’ın içine kötücül bir ruh girmiştir.
Biri genç Carras, diğeri yaşlı rahip Merrin, şeytanı kızın ruhundan sökmeye
çabalarlar. Başarısız olurlar. İnançları
yeterince güçlü değildir. Karakterlerin çok aşağılandığı bir filmdir. İki
papazın filmden son anda çıkarılan bir sahnedeki konuşmaları aşağılanmanın
belki de en derin noktasıdır.
Carras, “Eğer
bu şeytanın el koymasıysa, niçin bu küçük kıza?
Merrin, “Kim bilebilir? Ama bence… Şeytanın hedef aldığı
şeytana tutsak olan değil, bizleriz. Bunu görenleriz…Ereği bizi umutsuz kılmak,
insanlığımızı bize reddettirmek, kendimizi bize çirkin, onursuz ve değersiz
gördütmektir. Çünkü tanrıya inanç işi bir us değil, bir aşk ve sevgi sorunudur.
Belki İblis’ten gelecektir iyilik. Anladığımız ve bildiğimiz bir yolla da
gelmeyebilir. Belki de İblis iyiliğin potasıdır. Ve belki de kendisine karşın
şöyle ya da böyle, İblis, Tanrının iradesini yerine getirmektedir.
NOT: Şeytan filmiyle ilgili alıntı.Ünsal Oksay, Çağdaş Fantazya, Der
Yayınları
Üç yıl sonra Kehanet (The Omen) adlı bir film Şeytan
filminin muazzam ününe ortak olmaya çalışacaktır. Baş rolü Gregory Peck’in
oynadığı film Şeytan’ın ününü sollayamaz ama çok iyi iş yapar. Bu türün
klasikleri arasına girer.
Kehanet’in konusu gene şeytanla
ilgilidir. Amerikan
elçisi Robert Thorn’un karısı hastahanede bir oğlan doğurur, ama çocuk ölür.
Bir papaz elçiye kimsesiz ve yeni doğmuş bir bebeği alıp karısını
sevindirmesini tavsiye eder. Bebeğin
adı şeytan ismini çağrıştıran Damien’dir. Adam teklifi kabul eder. Çocuk beş
yaşına basınca esrarengiz olaylar başlar. Elçi karısı ölünce durumu araştırmaya
başlar. Durum gerçekten çok vahimdir.
80 - Böylece seksenli yıllara geliriz. Klasik Fordizm
çökmüştür. Reagen ve Theatcher iktidardadır. Özelleştirme furyası yoldadır. Soyyetler
için geri sayım başlamıştır.
1980 yılında Stanley Kubrick’in yönetmenliğinde Pırıltı diye tercüme edebileceğimiz The
shining filmi yeni bir çığır açar. Bu film birçok eleştirmence son yılların en
iyi korku filmi diye nitelenmiştir. Jack Nicholson ve Shelley Duval’in üst
düzey oyun sergiledikleri filmin konusu kısaca şöyledir.
Jack
Torrance bir yazardır. İşsizdir. Alkol bağımlılığı sorunu vardır. Sakin bir
yerde kitap yazmayı arzulamaktadır. Colarado dağlarının arasındaki Overlook
otelinde bir iş bulur. Karısı ve beş yaşındaki oğlu ile tek başlarına kışı
geçirmek üzere otele giderler. Otelin içine sinmiş kötülükler silsilesi yüklü
mazi uyanır ve korkunç olaylar cereyan eder.
Kubrick’in
harika kurgusuyla beynimize kazınan filmde bir sahnede 50.000 litre boya
kullanarak salonu kan bastığı bir sahne kurulmuştur. Bu benzersiz sahne bir
işaret olacak, korku filmlerinde kan dökme sahneleri artacaktır.
Şeytanın Ölüsü (The Evil Dead) , 13. Cuma (Friday the 13th)
ve Halloween gibi dizileşen sinema filmlerinde aşırı kan dökme modası devam edilecek, Şeytanın
Ölüsü filmi bir çok ülkede yasaklanacaktır. Nightmare in Elm Street’de olduğu
gibi on beş, on sekiz yaşlarındaki gençler kurban olmaya başlayacaktır. Korku
film yapımcıları seksenlerde kurban yaşını açıkça küçülterek buluğ çağındaki
gençlere yönelecektir.
90 - Berlin duvarı
yıkıldıktan sonra, Birinci Körfez şavaşı sıralarında yapılan bir film doksanlı
yıllara damgasını vurmaya talip oldu ve bunu büyük bir ölçüde başardı. 1991’de
gösterime giren Kuzuların Sessizliği (The Silence of the Lambs) adlı film büyük
bir sükse yaparak yeni bir çığır açtı. Kan
dökmenin yanı sıra yamyamlık. Bu cangılın bir köşesinde yaşayan ilkel! bir kabile
tarafından icra edilmiyordu. Sahnede çok zeki, biraz Marki de Sade’ı anımsatan
üst düzey Batılı bir entelektüel vardı. Antony Hopkins’in başarıyla
canlandırdığı Hannibal Lecter tipi bu on yılda sürekli konuşulup durdu.
Zeki tasarımlarla icra edilen fizik İşkence, modern-dahi
yamyamların çekiciliği modası başlamaktaydı. Bu arada seksenlerden
devraldığımız buluğ çağındaki yeni yetmelere yönelik şiddet filmleri furyası da
son gaz devam etmekteydi.
Çığlık (Scream) 1,2,3, Geçen Yaz Ne Naneler Yediğini Biliyorum
(I Know What You Did Last Summer) 1,2,3 Şehir Efsanesi (Urban Legend) ,
cinsinden filmler epey genç seyirci çekmeyi başardı.
2000 - İkibinlerin ilk
on yılında Amerikan filmleri Gidilecek Son Yer (Final destination) 1,2,3,4, Testere
(Saw)1-7, Otel (Hostel)1,2,3 Tepelerin Gözleri Var 1,2 (The Hills Have Eyes)
cinsinden filmlerle koreografik-facia şeklinde ölüm, ayrıntılı işkence, kan
dökme, sahneleri furyasına hız verdiler.
Guantanamo
hapisanelerini hatırlatan film sahneleriyle doldu taştı yeni dönem korku
filmleri.
Türk
sineması da bu furyalardan etkilendi ve arka arkaya korku filmleri çekti, ama
aynı kan dökücülüğü sergilemedi. İşin daha çok psikolojik yanına yönelen
öyküleri tercih etti. Kâbuslar Evi,
Büyü, Dabbe, Beyza’nın kadınları, Küçük Kıyamet vb. Bunlar bu türün öncüleri
olarak sinema tarihimizde yerini aldı
Bu
arada Japonlar devreye bayağı hızlı girdi ve yeni yüzyılda dünya çapında ün
yapan filmlerde biz de varız dediler. Halka (The Ring)1,2, Garez (The Grudge)1,2,3,
Cevapsız Arama (One Missed Call)1,2 vb. Telefonla ölüm tarihi bildiren,
gencecik kurbanlarını başka boyutlara alıp yeryüzünden silen hayaletler kaplamıştı
perdeleri. Önceleri sahnelerde neredeyse hiç kan yoktu. Hayaletler cin gibi çarpmaktaydılar
kurbanlarını. Sonra onlar da bol bol kan kullanmaya başladılar.
Korku
ya da diğer türdeki filmlerde şiddet öğelerinin kullanılmasına karşı değilim. Sadece
son yüzyılda iki dünya savaşı yaşadık. Vietnam, Afganistan, Irak ve diğerleri
de cabası. Genetiğimiz zalimlerin hırsı, mazlumların ahı bilgisiyle yüklü.
Filmlerdeki şiddetin gereksiz yere aşırılaşmasını, çığrından çıkmasını tasvip
etmiyorum. Çünkü zihni ve hayalgücünü çalıştırmaktan, eğlendirirken uyarmak ve
eğitmekten çok umarsızlık, zalime teslimiyet ve çaresizlik ışıyorlar. Daha da
kötüsü bu aşırı şiddet yüklü filmlerin bir işlevi de insanın eşsiz bir yetisi
olan TÖHAF’ı yıpratmaya ve yıkmaya yönelik olmasıdır.
Nedir
TÖHAF?
Tam Özerk HAyal Film
Tek
kişilik bir ekibin planladığı, adım adım gerçekleştirdiği eşsiz filmler için
uydurduğum bir terimdir. Yapımcı, yönetmen, oyuncular, stüdyo falan hepsi bir
buçuk kilogramlık beynimizin içersindedir. Vücut ağırlığının %2’sini kaplayan
beynimiz vücuda giren oksijenin %25’ini kullanır, ama bunun karşılığını da
verir. Matematik, fizik formüllerini keşfeden, kalp buran müzik besteleri
yapan, harika yapıları planlayan bu eşsiz aparat sayısız işlevlerinin yanı sıra
bize film çekme imkânı da sunar. Beynimiz glikojen ve oksijenle çalışan dev bir
stüdyoya sahiptir. Dünyamızda şu anda çeşitli yetkinliklerde altı küsur milyar
şahsi film yapımcısı bulunuyor.
TÖHAF her kaynaktan beslenir. Bir romanı okurken örneğin onu filme çevirir.
Bir romandan çekilmiş filmin bizi genellikle hayalkırıklığına uğratması, TÖHAF’ın
Allah bilir 20-30 saat uzunluğundaki yapımının o filme benzemesinin mümkün
olmamasındandır.
Ağır şiddet, bir yığın klişe görsel efektle yüklü bir film fıtratımızın
bunu kaldıramaması nedeniyle de TÖHAF’ı kötürümleştirir. İçimizde derin bir
umarsızlık duygusu yaratır. Kendi irademizle dünyayı değiştirme güdümüzün
köreldiğini hissederiz. Küresel ölçekte bir zihin kontrol operasyonu ancak
TÖHAF’ların kitlesel olarak çökmesiyle mümkün olacaktır. Aşırı şiddet sahneleri
ve kalıplaşmış imge bombardımanı içeren, TÖHAF’a iyimser yönde yaratıcı oyun
sahası bırakmayan filmler de bilerek ya da bilmeyerek bu amaca hizmet
etmektedir.
Bu arada The Fourth Kind, The Blair Witch Project, Lake Mungo ve Paranormal
Activity filmleri de son yıllarda ilgi çeken filmler oldular. Bunlar TÖHAF’ı
hiçe sayan şiddet filmlerine göre karşı kefede duran yapımlardı. Filmlerde
hiçbir garip cisim açıkça gözlenemiyor, kan dökülmüyordu, ama gerilim ve
seyircinin dikkati TÖHAF’ın katkısıyla en üst noktada tutulmaktaydı. Öykünün eksik
bıraktığı şeyleri TÖHAF tamamlıyordu. Yer yer belgesel havasına bürünen,
sıradan insanların deneyimlerini ele alan, gerçeklik duygusunu sürekli kılmaya
çalışan yapımlar. Bunlar şiddet furyasından bıkan, midesi kaldırmayan korku
filmi severler için sığınak filmler oldular.
Bu yakınlarda ünlü
İngiliz evrenbilimci Stephen Hawking’in uzaylıların var olduğunu, Colomb’un
Amerika’yı keşfi nedeniyle kızılderililerin katliama uğraması örneğini vererek,
ancak onlarla irtibata geçmenin insanlık için son derece tehlikeli sonuçlar
doğurabileceğini söylediğini okuyunca tebessüm ettim. Çok geçti artık.
1974
yılında Porto Riko’daki Arecibo gözlemevinin
radyoteleskobunu kullanarak 25 bin ışık yılı öteye mesaj gönderdik. NASA
Beatles’ın ‘Across The Universe’ adlı parçasını tüm evrene dinletti. Yine
NASA’nın yolladığı dört adet insansız uzay roketi şu anda bir yerlerde yol
almakta. Üzerlerinde evrendeki açık adresimiz kazılı plakalar taşımakta. Radyo
dalgalarımız uzayın derinliklerini arşınlıyor. Ama benim için en ilginç şey: Sapık,
Şeytan, Otel, Halka, Dabbe, Testere cinsinden binlerce filmin televizyon
dalgalarıyla şu anda evrenin dört bir yanına yayılıyor olmasıdır.
Kesiksiz barış ve refah ortamınını gerçekleştirmiş
medeniyetlerin mensupları bu filmleri izleyince belki de bizden uzak duracaktır.
Buna üzülüyorum. Deneyimlerinden çok yararlanabilirdik. Korkum, bu filmleri
görünce iştahı kabaracak olan, teknik yönden bizden kat kat üstün Hannibal
Lecter’ların bu taraflara gelebilecek olmasıdır.
2010
Amsterdam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder