Kadir'in kaderi mi, kaçınılmaz seçimi mi?
Kadir Torun
SADIK
YEMNİ’NİN NAZARZEDE KLİNİĞİ ADLI ROMANI POSTMODERN BİR ZAMANA ÖZGÜ, YERLİ BİR
FAUST GİBİ YAŞAYAN BÜYÜK VE ZENGİN REKLAMCI KADİR’İN SEÇİMLERİ ÜZERİNDEN YOL
ALIYOR.
Hızın, hazzın ve başarının, metropollerin en yükseğinde ve en görünür
yerinde parlatılıp tek yol ve tek yön olarak gösterildiği bir zamanda başarılı
bir reklamcının köşedeki kestaneciden aldığı beş liralık yedi kestanenin
yedisinin de çürük çıkması sadece bu çağın kesin hazcılığına özgü bir
felakettir. Öyle bir şeydir ki bu, gözünüze görünen tek şey bu yedi adet çürük
kestanenin sadece ve basit bir biçimde çürük olduğudur. Oysa Sadık Yemni’nin
son romanı Nazarzede Kliniği’nin
kahramanı Ahmed Kadir’in asıl düşünmesi gereken şey bu beş liralık yedi
kestanenin tam da onun ellerinde çürümüş olduğu gerçeğidir.
Aynı zamanda çürümeye yönelik bir nedenselliğin de unutulduğu bir başka
gerçeklik vardır bu gerçeğin içinde. Değil mi ki, her saniyesine kadar
hesaplanmış bir gün içinde her saniyeyi paraya tahvil ederek yaşayan bir adam
için bu yedi çürük kestane hiçte hak edilmiş bir şey değildir. Hatta böylesine
başarılı bir adam için büyük bir haksızlıktır bu…
Hele hele bütünüyle kazanmaya ve başarmaya yazgılı olduğu vesvesesi ile
yaşayan bir adamın kırk tilkiyi birden dolaştırdığı yedi delikli başından aşan
işleri arasında ağzının tadını bozan yedi adet çürük kestaneyse bu, bu felaket
aynı zamanda deccaliyet zamanlarına özgü toplumsal bir felaket anlamına gelmek
zorundadır. Zira böylesine değerli zamanları tüketen ve habire kazanan bir
adamın ağzının tadını bozan bu yedi çürük kestanenin alınıp satılabildiği bir
dünya baştan başa anlamını yitirmiştir. İşin daha da vahimi bu anlamsız dünyada
bu gerçekliği bu başarılı reklamcıdan ve onu gibi ışıltılı hayatı yaşayabilen
bir avuç insandan başkası fark etmemiştir.
BAŞARMAYA MECBUR İNSAN
Hızın, başarının ve sınırsızca kazanımın arsızca büyüttüğü bu deccaliyet
zamanında ezberlenen algıya göre çürümenin insanın hem de kendi içindeki
sebeplerini düşünmek ve kendisini sigaya çekmek gibi bir lüksü de yoktur. Zira
bu deccal algısına göre her şeyin temizi, büyüğü, parlak ve özel olanı sadece
ve sadece bu zamanda hız sahibi olanın, başaranın ve her ne pahasına olursa
olsun kazananın hakkı olarak nitelendirip öylece belirlenmiş durumdadır.
Başarmaya yazgılı ve mecbur edilmiş insana kalan tek şey bu tescillenmiş
ve belirlenmiş durum dışında her şeyi unutmak, geleceğe ve daha fazlasına
kilitlenmek üzere yoluna çıkan anne, baba, aile, arkadaş, dost, sevgili gibi
ayak bağı olacak her şeyden azade biçimde yaşamaktır. Bu anlamda geçmiş, her
şeyiyle unutulması gereken bir geri zamandan başka bir şey değildir. Ve bu
unutulması gereken geri zamanda bütün yapılanlar ve yapılmayanlar da sanki
büyülü bir el tarafından sürekli biçimde silinip temizlenerek ileri
zamanlardaki kazanımlar için güdüleyiciler olarak transfer edilmiş durumdadır.
Bu esnada isterse adını ‘Hız…Hızhız, Hazhız…’ diye yanlışça ezberlemiş
olsun Ahmet Kadir’in Hızır Aleyhisselam’dan duyduğu şu değerli ikazı duyup
işitse de bu ikazın gereğini yapacak ne zamanı ne de buna yönelik bir yeteneği
de olmayacaktır.
Çünkü o Ahmed olmaktan çok Ahmet’tir. Hatta bunu da kimseye söylemeyecek
kadar derin bir gizem içinde ilk adını hep saklayarak yaşadığı gibi gözbebeği
şirketi ‘Modus Vivendi’nin yenilmez, yıkılmaz büyük patronu Kadir Bey’dir. Az
biraz çalkantılı duygular içinde, samimi olduğu tek bir arkadaşı bile olmasa
da, hâlâ telefonu çalmakta, konuşmakta, en azından yardımcısı Cem, şoförü ya da
ne kadar çabalasa da eski nişanlısı Nehir’in hayatında bıraktığı boşluğa
yerleştiremediği güzel kadın Suzan’la zoraki ve kısa sohbetler edebilmekte ve
kendini yeni seviyesine her geçen gün daha da uyarladıkça daha bir güçlenmekte,
eskiye dair ne varsa tümünü alt düzeylerde kalmış şeyler olarak sürekli biçimde
ötelemekte ve iki yanından güle konuşa gelip geçen insan kalabalığını daha bir
güçle yarıp geçebilmektedir. Hayat onun için bir bilgisayar oyunudur ve bütün
oyunlar da son tahlilde kazanabilmek için oynanacaktır. Sürekli olarak
yükselmek gereken mertebeler vardır bu oyunun her aşamasında. Yön yukarıya
doğrudur ve tektir. Yukarıya hep daha yukarıya çıkmak şarttır. Çünkü bu zaman
öyle bir zamandır ki, yükselmeyen muhakkak düşecektir.
İYİ OLMAK TERCİH MESELESİ
Büyük ve zengin reklamcı Kadir’in kaderi midir bu yoksa bile isteye
seçip anlamlandırmaya çalıştığı ama bir türlü anlamsızlıktan kurtaramayıp
giderek bütün varlığını esir alan bu anlamsızlığı anlam haline getirmeye doğru
onu alıp götüren yeteneksiz yeteneğinin kaçınılmaz sonucu mudur?
Evet sevgili okur; Sadık Yemni’nin Nazarzede Kliniğiadlı romanında
böylesine postmodern bir zamana özgü, yerli bir Faust gibi yaşayan bir
kahramandır Kadir.
Hep göstermeye odaklanan ve son tahlilde herkesi görmeye ve görülmeye-
nazar edilmeye, ama ne pahasına olursa olsun nazar edilmeye- hazırlayan bir
zamanın başarılı kahramanıdır o. Bir inancın şeksiz şüphesiz mümini olmaktan
zor bir şey yoktur bu zamanda. Zira bu zaman akıp geçtiği her bulvarda nice
mega tuzakla dolu, her şeyi bir tık öteye kadar yakınlaştıran bir
hipergerçekliğin zamanı olarak hakikatin kaybedildiği bir devirdir artık. Ve
Kadir gibi başarılı insanlar da dahil herkes sürekli olarak izlenen
noktacanlardır. Bu zamanın hâkimleri başarılı olmak isteyen bütün Kadir’leri
işte böylesine acımasızca ödüllendirerek keyfe ve hazza boğmaktadırlar.
Öylesine kaçınılmaz bir ruh çölleşmesi yaşanmaktadır ki, tıpkı bir zamanlar
Nietzsche’nin söylediği gibi; ‘Vay haline, içinde çöl taşıyanın…’ diye ince
ince yağan bir hüznü taşıyacak birkaç iyi kalpten başka yer de kalmamıştır
artık.
Oysa iyi olmak, iyi olanı sevmek, hakkın ve hakikatin yanında olmak
iyiyi, hakikati ve hakkı güya sevmek değil, direşken bir biçimde yanında
durduracak kesinlikte içsel bir yetenek ve tercih meselesidir. İnsanın böyle
bir tercihi yapacak yeteneği yoksa eğer, kısmetine devrin güzel kadını
Suzan’lardan biri mutlaka düşecek lâkin, içinde çöl taşımayan Nehir’ler
ellerinin arasından su gibi akıp geçecektir.
Nazarzede Kliniği
Sadık Yemni
Erdem Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder