29 Ekim 2016 Cumartesi

Büyük Biraderle Söyleşi

BÜYÜK BİRADERLE SÖYLEŞİ


Kim geçmişi kontrol ederse geleceği kontrol eder, şu anı kontrol eden geçmişi kontrol eder.
                                         1984 – George Orwell
Sayın Büyük Birader, söyleşimize George Orwell’in ünlü 1984 romanındaki Winston Smith’in sorgulanması sahnesinden başlamak istiyorum. Hatta film versiyonunu esas almak niyetindeyim. Filmin kitabın yazılmasından kırk yıl sonra yapılmış olmasını kitabın mesajını pekiştiren bir avantaj olarak görmekteyim. İyi cins bir şarabın bekletilmesiyle kazandığı kıvam misali. Şu anda karşımda 1984 filminde Big Brother rolünü oynadıktan sonra, yine o yıl 1984’de ölen Richard Burton kalıbında oturmanız da ayrıca bir etken haliyle.

Öyle olsun Sadık Bey.

6079  Winston Smith 101 numaralı odada sorgulanması sırasında ‘Yenileceksiniz ‘ dedi. Bu kof bir iyimserlik miydi?

Niye diye sorduğumda bana ‘Korku ve nefretin hayatı yoktur. Bir şey sizi yenecek’ karşılığını vermişti.

Buna size muhalefet ediyor gibi görünen Goldstein’in kitabını örnek gösterdi ve siz ona ‘Bu kitabı ben yazdım ya da yazılmasına yardımcı oldum ‘ karşılığını verdiniz.

Dürüst davrandım.

Kafasına inen bir taş gibiydi.

Yeterince ayılmadı yine de ve ‘Dünyada hiçbir zaman yenemeyeceğiniz bir ruh var.’ Dedi. Ne olduğunu sordum. ‘İnsan ruhu.” Demez mi? Dayanamayıp, ‘Sen de kendine insan mı diyorsun?’ dedim.

Onu bu hale sizin getirdiğinizi söyledi.

Peki siz cevabımı nasıl buluyorsunuz?

Kendine her şeyi kendisinin yaptığını söylediniz. Bunda bir gerçek payı görmesem şu anda yanınızda olmazdım.

Ben de sizi muhatap almazdım. Böyle düşünmeyen yüzümü göremez.

6079 sizin aslında mevcut olmadığınızı, devleti yönetenlerin tarihle oynadıklarını, insanların kandırıldığını düşünmekteydi. Bu yüzden tutuklandı ve işkence gördü. Bu arada Winston Smith’i sinemada canlandıran John Hurt’ün bu role çok uygun olduğunu düşünmekteyim. Zayıf, avurdu çıkık, ülseri olan, iddiasız fizikli, zeki ve duyarlı. 1979 yılında Ridley Scott’un yönettiği Alien filmindeki rolünü hatırladım. Karnını parçalayarak çıkan canavar sahnesi unutulmaz film sahnelerinden biridir hâlâ. Bay Smith rolünde 101 numaralı odada sizinle konuşurken, o filmdeki canavarı dünyaya gizlice getirmek isteyen kimseleri düşündüm. Bunu dünyada mutlak bir iktidar kurmak isteyenler tezgahlamıştı.

Devam edin lütfen.

Orwell bu romanı 1949’da yayımladı. Kitaba göre zenginliği artırmadan ve üretilenleri insanlarla paylaşmadan çalıştırılan bir endüstri çarkı vardı. Savaş tüketim malzemeleri üretmeksizin işgücü kullanmanın bir yoluydu. Zeki beyinler yeni silah bulmakta kullanılıyordu. Bilim diye bir şey yoktu artık. Savaş teknolojisi bunun yerini almıştı ve insan özgürlüğünü kısıtlamaktan başka bir amacı yoktu. Herkes her an gözetlenmekteydi, özel yaşam diye bir şey kalmamıştı. Baskı kurmanın amacı baskı kurmaktı. Orwell 1950 yılında öldü. 2000’li yılları görmesini isterdim.

Şu anda bir çok şey farklı mı diyorsunuz yani?

Sinema salonundaki propaganda sahneleri, sizin portreniz falan Stalin’i epey andırmaktaydı. Dünyada şu anda yazarın eleştirdiği komunizm ve faşizm türü rejimler yok artık. Küresel faiz lobisi ortalığı kasıp kavuruyor. Ekonomik kriz var, açlık var, iç savaşlar var, otoriteryan idareler kapıda, ortam güllük gülüstanlık değil. Ama dünyada taşlar yerinden oynuyor. Değişim var. İnternet devrimi yapıldı. Sosyal medya bütün insanları birbirine bağladı. Bağımsız olarak bilgilenmek istiyor insanlar. Dünya tarihinde insanların birbiriyle aynı anda ilişki kurabildiği, bilgi değiş tokuşu yapabildiği bu yoğunluk ilk kez mevcut. Yeninin nefesi bu.  Her şeyi değiştirecek.

Sevgi Bakanlığı’nın çalışmaları ne durumda acaba?.

Bunu zamanla göreceğiz. Orwell baskıcı rejimlerin karşı konulmazsa her yerde iktidarı ele geçirebileceğini anlatmak istediğini ısrarla vurgulamıştı kitapla ilgili konuşmalarında. Mesajın bu tarafı önemli.

Buna karşı konulabilir mi yani sizce? Şu anda facebook ve twitter kullanan Smithlerin hali kitapta tasvir edilenlerden farklı mı? Hazır burada bay Burton’un kalıbıyla oturmuşken daha yeni sayılabilecek Halka (The Ring) adlı bir filmi hatırlatayım. Kadın filmin sonunda oğlunu kurtarabilmek için kaseti bir başkasına seyrettirerek onu da ölüme mahkum eder. Winston Smith, Sevgi Bakanlığı’ndaki işkencede yüzüne fareli kafes takılacağı sırada kafesi sevgilisi Julia’ya takmalarını söylemesi gibi. Farelerle kendisi arasına biricik aşkı, tek insani kontağı olan Julia’yı koyar. İnsan doğası böyledir. Varkalmak için her şeyini satar.

Size tam olarak katılmıyorum. Tamam, yeni nesiller eskisi kadar okumuyor. Kelime haznemiz giderek daralıyor. Her yerde kendimizi mevcut kameraların yanı sıra cep telefonlarımız, kredi kartlarımız sayesinde gönüllü olarak da gözetletiyor ve izlettiriyoruz. Televizyonlarda Big Brother is Watching You programları düzenleniyor.  Kaset skandallarını muzip Marslılar’ın işi gibi algılamaktayız. İnternet devriminin yarattığı alternatif bilgi akışı ve medya hareketliliği de giderek manipüle edilmekte. Google ve youtube karakterden bayağı zayıfladı günümüzde. Kademe kadame E- sansürler gündemde. Dünya yine iki ya da üç kutuplu bir yapılanmaya gidiyor. Yine de...

İnsanlar kutuplaşma olmadan neden varolduklarını idrak edemezler.

Bu aynı zamanda sizin varoluş nedeniniz.

Yerin manyetik alanı gibi. O kadar natürel. Oswald Spengler ne diyor hatırlayın. Sizin notlarınızdan alıntı yapıyorum. ‘Faustvari medeniyeti kuran Batılı insan gururludur, bu trajik bir durumdur, o çabalar ve yaratırken için için gerçek hedefe hiçbir zaman erişemeyeceğini bilir.’

Orwell’ın bu kitabı için 1943’deki yazımında ‘Avrupa’daki Son İnsan’ başlığını kullandığını hatırlattınız bana.

Son falan değildi. Yoktu çünkü. Hiçbir zaman da olmamıştı.

Ben bu konuda daha iyimserim.

Eğer optimizm ödleklikse, bu medeniyetin en üstün başarısının Faustvari kışta gerçeklikten kaçış olduğu anlamına gelir.

Peki insan iradesinin hiç mi rolü yok?

İnsan iradesi komut vermeyi ya da almayı özgürlük olarak telakki eder. Çünkü özgür düşünce geçmişi yoktur. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı romanını hatırlayın. 1931’de yazıldı ve Orwell’a ilham kaynağı oldu.

26. yüzyıl. Artık savaş ve yoksulluk yok ama, sanat, edebiyat, din ve felsefe de yok. Sadece hazcı bir cemaata dönüşmüştür insanlık. İnsanlıktan çıkmıştır yani.

Bravo. En önemli nokta bu.

Cesur Yeni Dünya’da bu hale gönüllü olarak gelirler üstelik.

Aynen.

Ajan Smith’i hatırladım birden. Matrix filmindeki Smith’i. Bir sahnede, ‘Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.’ Der.

Şimdi beni daha derinden hissetmeye başladınız Sadık Bey.

Ütopya basili?

Ayağınızı üzerine bastınız kaldırın. Ben bir ütopya özüyüm. Seçilmiş, ince elenmiş bir idealar yumağı. Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrollu, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden konrol edilen, durağan sistemleri özleyen hastalıklı yanlarla beslenirim. Petrolü, hammaddeyi, gıdayı, suyu havayı kontrol araçtır. Esas öz ütopik girdaptır. Ben, biz buyuz. Sizler bunu hayal edersiniz, ben uygularım.

Bu basili kistle örtmeli o zaman.

Nafile.

Niye?

Bu yapılamaz. Hayal gücü ve irade atıldır bu alanda.

Hiç de değil. Yaratıcı zeka yetisi ve merhamet duygusu tümden yok edilemez. İnsanı insan yapan en önemli şeyler. Yenileceksiniz.

Deja vu.

Eğer insanlık başaramazsa, bunu yapay zeka becerecek. Onların uzun bakım isteyen çocukluk ve yaşlılık devirleri olmayacak. Havaya suya bağımlılıkları da. Bu sürecin hakkından yapay zeka gelecek.

Mümkün değil.

Neden?

İyi düşünün. Yapay zekanın model sorunu olacak. Bu da bir tür yaşlılık ya da çocukluk demek değil mi? Hiyerarşi de aynı zamanda. En yeni ve en üst modelin iktidarı söz konusu olacak. Çok beğenerek izlediğiniz Bıçak Sırtı (Blade Runner) filmindeki robotun dediklerini düşünün. Yıldızları görmüştü, sonlanmak istemiyordu. Varkalmak için şiddet uyguluyordu. Ne fark var? Homo Sapiens Smithler gider, yerine Robot Smithler, Auton Smithler gelir. 

Peki, son bir soru. Düşünce Polisi’nin her şeyi kontrol ettiği, her an gözetlenilebilen  insanların dünyası Büyük Biraderler için de sıkıcı değil mi?

Öyle kalması şart değil. ExistenZ filminin en son sahnesini hatırlayın.  Birisi ‘Biz hâlâ oyundayız değil mi?’ diye soruyordu.

Yani?

Oyun içinde oyun olacak. Sanal özgürlük ve sanal mahremiyet alanları kurulacak yani. Bununla oyalanacağız. Kâinattaki diğer megaütopatlarla temas kurana kadar. Ondan sonra oyun alanı daha da genişleyecek.


Ah, felek söyletti size valla, sizi yıkacak şeyi ne güzel izah ettiniz. Oyun içinde oyun labirentinde telef olup gideceksiniz. Kontrolu kaybedeceksiniz çünkü. Kâinatın zembereğini kuran güçler, başta kaos olmak üzere eninde sonunda sizi önemsizleştirecek ve insanlık 6079 Smith maskesini yüzünden söküp atacak. Nereye gittiniz? Niye karşılık vermiyorsunuz? İşinize gelmiyor değil mi?

                                                                                                                   2011 - Amsterdam

28 Ekim 2016 Cuma

Sadık Yemni'yle Polisiye Edebiyat Üzerine Söyleşi

SADIK YEMNİ İLE POLİSİYE EDEBİYAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Ayraç Dergisi - Hüseyin Çelik


1 - Polisiyeye başlama serüveninizle başlayalım. Kimyacı olmanız bekleniyordu muhtemelen fakat siz Amsterdam’a gittiniz ve olanlar oldu. Şimdi karşımızda Türkçe polisiyenin önemli isimlerinden biri var. Neler oldu?
Sıkı bir polisiye-casus roman-filmleri takipçisiydim Amsterdam’a ayak bastığımda. Kısaca polisiye okuma geçmişimi özetlemek istiyorum.

Çocuk yaşlarından itibaren Sherlock Holmes, Nat Pinkerton, Fantoma, Arsen Lüpen ve Cingöz Recai serüvenleri okuyan biriydim. Robert Louis Stevenson’un Define Adası -Treasure Island’ı da beni etkilemişti, ama  ve Dr Jekyll ve Mr Hyde – Strange Case of  Dr Jekyll and Mr Hyde hayal gücüme çok derin bir çentik atmıştır.  Dr Jekyll ve Mr Hyde’ı, Stevenson 1886’da yayımladı. Kütüphanemizde olan kitap sanırım 1942’de Hamdi Varoğlu’nun Türkçe çevirisiyle ve İki Yüzlü Adam başlığıyla yayımlanan nüshaydı. Kabı 1959 yılında bile eskiydi.

Okuduğum ilk polisiyeler arasında yerli yazarlarımızın eseri olan Mike Hammer’lar da vardı. O yaşlarda bile yerli yapım Mike  Hammer’lerin diğerlerinden daha farklı olduğunu sezerdim. Cinsellik ıtırlı sahneler daha bir ballı betimlenirdi. İyice göze batsın diye koyu renk basılırdı. Hızlı yazıldığından kurgular da iyice yamuktu. Zincir şakırtıları, acaip ses efektleriyle sıhhatli kurbanlarına kalp krizi geçirterek öteki dünyaya yollayan seri katiller olurdu.

Bir de Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti öyküsündeki Dupin’i ve Altın Böcek adlı öyküsü 12- 13 yaşlarımın unutulmazlarıdır. Yazım üslubumdaki polisiye damarın oluşmasında çok ciddi katkıları olmuştur. Edgar Allan Poe özellikle yukarıda sözünü ettiğim iki öyküsüyle beni çok derinden etkilemiştir. Yarattığı Dupin karakteri modern polisiyenin babası olarak görülür. Polisiyenin iyisinin olmazsa olmazları yetkin kurgu, akıcı dil ve gizem kurmadaki özgünlüktür. Altın Böcek bir definenin bulunuş bilmecesi üzerine kurulmuştur. Bana 13 yaşındayken gizli bir yazı yaratma  ilhamını vermiştir. Hâlâ zaman zaman kullanmaktayım.

Sherlock Holmes’un  ipuçlarını topladıktan sonra evine çekilerek icra ettiği kokainli ve kemanlı düşünce seansları, Arsen Lüpen’in 813’ündeki teknik düzenekler, usta hırsızlığının yanı sıra hızlı bir milliyetçi Fransız olarak Alsas-Loren meselesine sahip çıkması, Cingöz Recai’nin İstanbul’da çevirdiği fırıldaklar, Fantoma’nın ele geçirdiği kruvazörün toplarını Monaco sarayına çevirmesi belleğime unutulmaz izler kazımıştır.

 En çok okuduğum yazarlar arasında Agatha Christie ve Carter Dickson da vardı.  Zekâlarının yanı sıra bol bol silah ve yumruk kullanan Murat Davman, Shell Scott ve James Bond da en sevdiğim roman karakterleri arasındaydı. James Bond kitap ve filmleri bütün diğer mesajlarının yanı sıra televizyonsuz bir âlemde dünyaya açılan pencerelerdi. Karayipler, New York, Istanbul, İsviçre, Monako, Tayland’ı 007’yle gezer dururdum.

Bir gün elime Len Deighton’un The Ipcress File (Ipcress Dosyası) adlı kitabı geçti. Altmış sonlarıydı. Kahramanı Harry Palmer adlı biriydi. Silah taşımayan, yumruk kullanmayan, yemek pişirmeyi seven, mali sıkıntı içinde yüzen bir İngiliz gizli servis ajanıydı. Bilginleri kaçırıp beyinlerini yıkayan bir şebeke anlatılmaktaydı. Ipcress, İnsan Psikonevrozu Kondisyonel Refleks Sürati kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş bir başlıktı çeviriye göre. Aslının farklı olduğu hemen görülecek. Induction of Psycho-neuroses by Conditioned Reflex with Stress. Ani Tehlike adıyla basılan kitap yayımlandığı yıllarda milletçe stres kelimesiyle henüz tanışmıyor olmamızın da bir rolü olmalı mutlaka.

Harry Palmer, soğuk nane Holmes, Viktoryan koket bayan Marple, kendi gri hücrelerine kara sevdalı Poirot, yumruğuna tükürmüş kaslı, aşırı testosteron yüklü hafiyeler ve üçüncü dünya insanını çok aşağı gören ve sımsıkı bir soğuk savaş sembolü olan James Bond’dan çok farklıydı. Daha altmışlı yılların başında, dünya Küba kriziyle sarsılırken Harry Palmer üstlerinin iradesi dışında Sovyet albayı Stok’la ortak menfaat alanlarında işbirliği yapabiliyordu. İki kutuplu dünyanın karşıtlık yerine bir konsensüsle kurulmuş olduğu tezini destekler mesajlara sahipti. Harika bir mizah yeteneği, içleri özeleştiri ve ince alay yüklü diyaloglar, sıradışı politik görüşlerin yumaklandığı çözümlemeler ve ince gerilim sanatıyla bezeli metinleri okumak  bana yepyeni bir bakış yolu çizmişti.

Bunun yanı sıra babam kariyerine polis olarak başlamıştı. O zamanların polis koleji mezunuydu. İstanbul’da kırklı yılların sonunda komiser muavini olarak işe başlamıştı. Onun bir anısı vardı. En az yirmi kez dinlediğim için kendi başımdan geçmiş gibi sinematografik bir kayıt var şimdi belleğimde. Bu kayıt babamın gözünden işin ilginç tarafı. 

Olay 1950 yılında İstanbul’da, ben henüz babamın ileride yiyeceği besinlerde dağınık ve seyrek moleküller halinde mevcutken, bir gece nöbeti sırasında vuku bulmuştu. Babam kolejden yeni mezun bir komiser yardımcısı. Sabaha karşı üç buçuk sıralarında peder bey bürosunda uyuklarken ön kapı açılmış ve içeriye elinde mezardan taze çıkarılmış kefenli bir ölü taşıyan iri yarı bir adam girmiş.  Adam hızlı adımlarla babama doğru yürümüş ve kokuşmuş cesedi üstüne bırakıvermişti.
   “Çabuk bu adama söyleyin, benden aldığı borcu geri versin”
  Babam rüya gördüğü bir halden kokuşmuş cesetle sarmaş dolaş bir durumda şokla uyandığını anlatırken o anki şaşkınlığının bir kısmını yeniden yaşardı. Meğerse otuz beş yaşlarındaki adam o semtin delisiymiş. Ara sıra geceleri el ayak çekildiğinde mezarları kazar bir ceset çıkartır ve en yakındaki karakola bu şekilde teslim edermiş. Sabıkası gırlaymış.

Böyle bir gardropla Amsterdam’a ayak bastım. Gece Klubü kapıcılığından börekçiliğe, konfeksiyoncuktan Demiryolu işçiliğine kadar değişik işlere girdim çıktım. Gurbetteki ikinci yazımda, 1977’de Alsancak Börekçisi adlı bir börekçide çalışıyordum. Sabahları ilk müşterilerim bütün gece kumar oynamış Türkiyeli pokerciler oluyordu. Onlardan Türk yeraltı dünyasına ait haberleri alıyordum. Kim ne kadar uyuşturucu getirmiş, kim kimi zımbalamış, esas sebep neymiş vb. Yabancı mafyaların artan eksilen etkinliği konuşuluyordu. Çin mafyasını, Türk mafyası, onu Rus mafyası takip ediyor, PKK seksen ortalarından itibaren yeraltı âlemindeki kalıcı yerini perçinliyordu.

Sonra dünyayı gezmeye başladım. Yaşam deneyimim çeşitlendi. Ufkum genişledi. Memlekette aldığım standart formasyon gereği kapalı ve dar bakışlıydım. Zamanla emperyalliğe evrildim.

Böylece bir an geldi, bir şeyler yazayım dedim ve ‘Amsterdam’ın Gülü adlı bir polisiye roman yazdım. Babama ithaf ettim. Bilimkurgu, gizem, fantastik, mizah, füturistik dram, deneme türlerinde de eser verdim, ama polisiyeden hiç kopmadım.   


2 - Polisiye türü, Türkçede nasıl bir tarihsel süreç yaşadı? Diğer birçok türde olduğu gibi form olarak benzerlik gösterse de muhteva ve yaslandığı felsefe olarak Batı edebiyatındaki örnekleri ile farklılık gösterdiğini söylemek mümkün mü?
1880’e kadar uzanan bir tradisyondan söz ediliyor malum. Ahmet Mithat Efendi’nin Esrâr-ı Cinayat’ı genellikle milat kabul ediliyor. Server Bedi, Hüseyin Nadir, İskender Fahrettin, Selami Yurdatap, Murat Akdoğan gibi ilk polisiyecilerimiz var.

Osmanlı Devleti cihanşümul karakterli devasa bir yapıydı. Dört dörtlük bir kayıt devletiydi. Eski belgeler iyi incelense bunun öncesinde de 17. ve 18. yüzyıla ait ilginç polisiye kayıtlarının bulunabileceğini düşünüyorum. Sadece polisiye değil, Osmanlı’nın, özellikle 2. Abdülhamid’in kurduğu casus teşkilatının faaliyetleri başlı başına bir polisiye gelenek külliyatı potansiyelidir.  (Milli Amele Hizmet) MAH, Teşkilatı Mahsusa faaliyetlerinin kayıtları da ciddi bir kaynaktır.

Dedektif romanlarının popüler olması Batı’da tröstlerin, monopollerin doğumuyla eşzamanlıdır. Dedektif beton yığını şehirlere sıkışmış, yalnızlaşmış, yabancılaşmış, korkan insanı teskin eden, suçun cezasız kalmayacağına inandıran figürdür.

Endüstri realitenin ve kapitalist düzenin potansiyel katili ya da soyguncusu hesaplı kitaplı, planlı ve sabırlı bir icraatçıdır. Ketumdur. Mesele bir intikamsa, bunun soğuk yenmesi gerekli bir yemek olduğunun farkındadır.

Endüstri ve kapitalizm öncesi toplumlarda kurnazlık ve pusu daha ön planda durur. Pusu ve ölümcül tehdit çoğu kez önceden ilanlıdır üstelik. Kimin kime neden bir kötülük yapmak istediği birçok kimse tarafından bilinir. Merak edilen vukuatın ne zaman gerçekleşeceğidir.  Mekân olarak taşranın, kırsalın kullanıldığı eserlerde açıkça görünür.

 1800 sonları ve 1900’lerin hemen başlarında yazılan yerli polisiyelerde mekân dünya başkenti İstanbul olduğu için bu hal bir ölçüde değişmiştir. Batılı kitap örneklerindeki planlı ve ince hesaplı, Batıcılaşarak yerel kültüre yabancılaşmış, modernleşmiş katillere yer verilir.

Felsefe farkı önemlidir. Müslüman toplumlarda özellikle 2000’lerin öncesinde seri katillere rastlanmaz örneğin. Son ana kadar affedilme imkân ve vaadi örneğin, suçlunun cürmünü daha aşırıya vardırmasını engeller. Toplumsal kontrol mekanizması da suçun aşırılaşmasını ve yaygınlaşmasını engelleyen bir işleve sahiptir. Mahalle kültürünün hakim olduğu yerlerde suça teşvik katsayısı düşüktür. Sosyal kontrol mobesa kameralarının beceremediği şeyi becermiş ve ağır cürümlerin işlenmesini zorlaştırmıştır. Ancak bu kültürün özellikle metropollerde çözülmesiyle suçlar çeşitlenmiş ve aşırılıklara daha sık raslanır olmuştur. Bu çözülmede sosyal medya da giderek daha önemli bir rol üstlenmektedir.

Bizde özel dedektiflik müessesesi çok yenidir. Bu nedenle yerli polisiye roman öykü temelini polis aparatına dayandırmak zorunda kalır. Dayakla, falakayla, işkenceyle konuşturma gibi artık eskide kalan yöntemler de içerikte yer alır. 80’li 90’lı yıllarda olayların arka planında bir gladyonun varlığını hissederken, yakınlarda 2. Gladyo popülerleşmiştir. Bunlar Batıdaki örnekleriyle fark yaratır gibi görünse de zamanımızdaki Batı işi modern işkence hapishaneleri, Guantanamo örneğin, sinsi infazlar ve Batı adına çalışan taşeron gladyolar ve terör örgütlerinin eylemleri göz önüne alındığında örgütlü şiddet uygulama konusunda dünya çapında bir homojenleşmeden söz edilebilir. Küreselleşmenin doğal bir sonucudur aslında.

Şu anda dünyada küreselleşme ve sosyal medya sayesinde cürmün ülkeler arasında rahatça gezinebilmesi, yerel kimlikten belli ölçülerde sıyrılması durumu yaşanmaktadır. Batıda ve dünyada kapitalizm Neoliberalizme, demokrasi de şirketokrasiye evrilmiştir. Şirketokraside aynı aristokrasi zamanında olduğu gibi adaletin, mahkemelerin, medyanın dokunamadığı, karikatürlerinin bile yapılamadığı ayrıcalıklı kimseler vardır. Zaman zaman bu tarafa işaret eden kitaplar yazılmakta, diziler ve filmler çekilmektedir. 2014 yapımı True Dedective dizisi örneğin. Birinci sezonun finalinde icraatçı seri katil ele geçirilir, ama işbirlikçiler yüksek yerlerden olduğu için onlara dokunulamaz. Dedektiflerden biri ‘Onlar yakalanmayacak mı peki?’ diye sorduğunda partnırının verdiği cevap anlamlıdır. ‘Dünya öyle bir yer değil.’




3 - Polisiye okuyucusu olmak, illa ki politikayla, yasadışı örgütlerle ya da adli olaylarla ilgilenmeyi gerektirir mi? Ya da polisiyeye olan merakımız aslında siyasete ya da faili meçhullere olan merakımızın bir süreği mi?
Eğer günümüzde Orta Doğu’da büyük güçler kıyasıya vuruşuyorsa, ülkemiz bir yabancı ajan ve yerli işbirlikçi cennetine dönüşmüşse, terör örgütleri iş başındaysa, patlayan bombalarla algılar ve kararlar etkilenmeye çalışılıyorsa ve medya birinci güç olmuşsa, polisiye eserden beklentimiz de buna bir ölçüde ayak uydurmuş olmalıdır.

Türkiye  uluslararası güçlerin seri operasyonlar yaptığı, Üçüncü Dünya Savaşı şeklinde yorumlanan kapışmalar yaşanan bir bölgenin göbeğinde yer alıyor. Bir konu cenneti oluyor böylece. 90’lardaki siyasi cinayetleri, suikastları, faili meçhulleri ve terör ortamını düşünün. Son beş yıldaki Arap Baharı adlı tezgâhları, Mısır’ı, Ukraynayı, Türkiye’deki çalkantıları ve bugünlerin konjonktürünü birlikte ele alınca yazarlarımızın konu sıkıntısı çekmesi mümkün görünmüyor.

Orta Doğu’da süper güçlerin kapıştığı bir devri yaşıyoruz. Paylaşım savaşı olanca hoyratlığıyla sürüyor. İstihbaratın yetkinliği varkalmaya eşitlenmiş durumda. Morgenland’ın (Doğunun) en gaddar James Bond’ları, yakında Türkiye’den çıkacak. Siyasi polisiye yazarları için de aynı şeyi söyleyebilirim.  

Kapalı ortamda ustaca işlenmiş bir cinayetin araştırılması bulmaca çözmeyi seven beyinleri her zaman ilgilendirir. Akıcı metin, eğlenceli atmosfer, ilginç yaşam öyküleri ve heyecanlı bir final daima okur bulur, ama yukarıda saydığım nedenler bizi siyasi komplolara, dış kaynaklı operasyonlara ve faili meçhullere doğru itecektir. Çünkü dirliğimiz, birliğimiz ve düzenimiz ancak bu işlere akıl erdirmekle kazanılabilecek bir ödüldür. Dünya böyle bir yerdir. Er ya da geç bunun farkına varıyoruz. Kayıp Kedi (2015) adlı kitabım böyle bir farkındalığın sonucu yazılmış olan bir siyasi polisiyedir.  


4 - Polisiye romanın öteki romanlardan farkı nedir? Neden böyle bir ayrıma gidilmiş sizce? Nasıl ki her romanda aşk varsa, acı ya da mutluluk varsa, savaş, göç varsa cinayet de olacaktır. Biri çıkıp katili arayacaktır.
Bu ayırıma gitmek önemli ölçüde bilimin çeşitlenmesinin sonucudur. Keşfedilen türler, üretilen bileşikler, sayısı belirsiz mamüller sınıflara, çeşitlere, kısımlara, gruplara ayrılır ve öyle öğrenilirken edebiyatın bu dallanmanın budaklanmanın dışında kalması beklenemezdi.

Polisiye genel olarak thriller-tirildeme ailesine aittir. Kendisi de bir alt türdür. Dalları vardır. Dalları diğer türlere göre epey çoktur. Bilimkurgu-Polisiye, Mafya, Casusluk, Mahkeme –Avukat – Polisiyesi, Paranormal Polisiye, Mizahi Polisiye, Psikolojik Polisiye, Siyasi Polisiye,  Soygun, Seri Cinayetler, Politik Suikast konulu polisiyeler vb.

Tabii bir de şu var: İyi bir polisiye iyi bir romandır. Kurgusu muhkemdir, örgüsü dallı budaklı ve labirentlidir, ama metne doğallık duygusu hakimdir. Karakterler güçlü ışınımlara sahiptir ve buram buram gerçek hayat yansıtıyordur. Olay örgüsünden ne anlattığından bağımsız olarak edebiyat soluyoruzdur. Ben kalender meşrebim. Olursa böylesi olsun diyorum.


5 - Bununla birlikte polisiye türünün çok ciddi bir okur kitlesi var. En çok okunan kitaplar arasında her zaman bir polisiye ürünü bulmak mümkün. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Ucuz ve risksiz bir qua-serüven yaşama arzumuz. Okurken heyecan duymak, ama sorumluluk almamak güdüsü. Bu nedenle polisiye çok okunma, filmleştirme ürünü olmaya devam ediyor. Dedektif ya da araştırıcı bizim bir çeşit ‘Part Time Avatarımız’ gibidir. Bütün tehlikeyi ve acıyı o üstlenir. Dedektif romanlarını ya da filmlerini bir çeşit zihin egzersizi gibi gören okurlar da vardır. Bence en güçlü saik Part Time Avatarımız sayesinde heyecanlı, ama risksiz bir serüven yaşayarak, hormonlara adrenalin salgılatma arzudur.   

6 - Hikâyeyi kurgularken nelerden yararlanıyorsunuz? Mesela kahramanlarınız ve olaylar gerçek hayattan mı seçiliyor? Emniyet birimlerinin çalışmalarından, bulgularından, haberlerden istifade ediyor musunuz?
Gerçek hayata dair olan her an en yakınımdadır. Kurgumun temelinde gerçek hayat, hakiki karakterler oturur. Zamanında çok değişik işler yaptığım için bu benim için zor değildir. Kuleden bakarak yazan tiplerden değilim. Olaylara elden geldiğince ahalinin gözünden bakmaya çabalarım. Karakterlerimin çoğu da bu ortamların çocuğudur. Emniyet birimlerinin çalışmalarının medyaya yansıyan kısmından yararlanırım. Haberlerden de. Sürekli not alırım. Ne oluyor bitiyor haberdar olmak isterim. Konjonktürün nabzını dinlemeye çabalarım.

Amsterdam’da Alsancak Börekçisi adlı bir börekçimiz vardı. Oradaki çalışma hayatımı kitaplaştırdım.  (Alsancak Börekçisi 2013 – Nar Kitap) Kısa bir alıntıya göz atalım:  
 Anlı şanlı Laz Mustafa bir altmış boyunda, sıradan tipli biriydi. Zayıf ve çelimsizdi. Sokakta gören hiç kimse ünlü babayiğit Avadis’i vurduğunu tahmin edemezdi. Avadis’le aralık 1975’te İstanbul Kumarhanesi’nde tanışmıştım. İkisi bir arada Edi ile Büdü gibiydi.  Laz Mustafa çıkan karambolden istifade ederek adamı vurunca ünlenmişti. Artık namlı bir kabadayıydı. Olay sırasında Avadis de silahına davrandığı için Laz Mustafa bir yıl hapis yatıp çıkmıştı. Namlı kabadayı olması kısa zamanda herkes için bir sıkıntı haline gelmişti. Bir sürü yerden haraç istediği ve koparttığı söylenmekteydi.
*
Dükkân iyice dolduğunda Laz Mustafa hesabı ödeyip gitti. Arkadaşıyla kapıda iki ayrı yöne gittiler. Laz Mustafa Ten Kate pazarı tarafına yönelmişti. Kapıdan sokağa baktığında yüzünün her zamanki gerginliği geri dönmüştü. Yanında kapı gibi iki adam gezdirebildiği zamanlar geride kalmıştı. Dünyanın en uzun boylu insanlarının yaşadığı bir ülkede küçücük boyu ve çelimsiz yapısıyla kırılgan bir görünümü vardı. Üzerinde çifte tabanca, yedek şarjörler falan vardı ama sökmezdi artık. Dağlar şehre inmişti âhir zamanda. Korku sokakları bekliyordu. 
  Laz Mustafa’yı son görüşümüz oldu. Dört saat kadar sonra bir barda otururken yine ara sıra gelen bir müşterimiz olan on sekiz yaşındaki bir genç tarafından bir barda kafasından vurulacak ve ölecekti. O saatlerde börekçi hâlâ açıktı ama haber ancak ertesi sabah bomba gibi patlayacaktı.
40 yıllık göçümün daha 2. yılında böyle bir çevrenin içersindeydim.

1992 yılında Amsterdam’ın Gülü adlı bir polisiye roman yazdım. Bu kitap 1993 yılında De Rose van Amsterdam başlığıyla Hollanda’da basıldı. Bunu aynı kahramanın De Ridders van Amsterdam – Amsterdam’ın Şövalyeleri adlı ikinci kitabı takip etti. Amsterdam’ın Gülü 1997’de Metis Yayınları, 2002 yılında da Everest Yayınları tarafından Türkiye’de basıldı. Bu kitabın kahramanı Orhan Demir, Göçmen Türkiyeliler’in, Euro-Türk’ün tarihindeki ilk dedektifidir. Orhan Demir bir Kuzey Avrupa ülkesinde Akdeniz patentli üsluplu maçoluk sergiler. Ayrıca esprilektüel, edebiyat sever anlayışlı bir genç adamdır. Silah ve yumruk kullanımı asgari ölçüdedir. Amsterdam’ın Gülü bu yıl Palto Yayınları tarafından yeniden basıldı.

7 - Polisiyemizde bir dönem Batı’daki benzerlerinin akılcılığı öne çıkarmasına karşın sezgiyi yücelten yaklaşımlar ortaya konuldu. Yine bir dönem milliyetçi bir kimliğin vurgulandığı görülür. Modern Türk polisiyesi bağlamında ortak bir dilden,  kapsayıcı bir özellikten söz etmek mümkün mü? 
Dedektif ancak akıl, teknik donanım, hızlı ve doğru bilgi edinmenin yanı sıra sezgileri de denkleme katarak ortalama cürüm vakalarını çözebilir. Sezgi tek başına işe yaramaz. Bu tür kurgular masalı andırır ve inandırıcı etki yapmaz.  Sezginin ve paranormal yeteneklerin abartılmasıyla medyum dedektifler ya da polislere yardım eden medyumları anlatan romanlar yazılıyor. Batı da bu alandaki kitap, dizi ve filmlerin sayısı belirsizdir. Bizde bu tür henüz emekleme aşamasındadır.

Dedektif iflah olmaz derecede futbol meraklısı olabileceği gibi, bazen de şovenist denecek kadar milliyetçi olabilir. Tanıdığım dünya çapında 1 numaralı milliyetçi polisiye/casusluk kahramanı James Bond’tur. Her şey Kraliçe yani memleketi içindir. Arsen Lüpen de örneğin,
aslında bir hırsız olmasına rağmen yeri geldiğinde milliyetçi tavır gösterir. Modernitenin milliyetçiliği parlattığı zamanlarda yazılan romanlardır bunlar.

Ortak dili etkileyen birkaç nokta var. Biri çeviri dilinin aşılması süreci. Polisiye dilimizin, polisiye Türkçesinin bir ölçüde çeviri dili etkisinden  kurtulduğu da söylenebilir. İkinci olarak bir tradisyona yaslanma hali. Bundan söz etmek için belki biraz erken, 1880 – 2015 arasında polisiye roman yazmış yazarların kitaplarının çoğu yeniden basılıyor ya da sahaflarda bulunabiliyor. Bu türün tutkulu okuru bir sürekliliği hissediyor.

Kapsayıcı özelliğe önceki sorularda biraz değindim.  Bize haslık denen şey son 140 yıl içinde yazılmış polisiye metinlerinde yeterli ölçülerde mevcuttur, ama kapsayıcı nüve dağınıktır. Tümlenmiş değildir. Yakın gelecek için kapsayıcı özelliğin ölçütü, tarih ve siyaset bilincine, konjonktürü doğru okuma yetisine sahip olmak ve yakın gelecek için gerçekleşmesi muhtemel çıkarsamalar üretebilmek olacak.


8 - Türk ve dünya edebiyatında dikkatinizi çeken yazarlardan örnek vermek isteseydiniz kimleri sayardınız?
Uzun isim listesi vermek istemiyorum. Başlangıçta beni etkilemiş yazarlara biraz değindim. Türk edebiyatından Ümit Deniz ve Celil Oker’i sayabilirim. Dünya edebiyatından Per Wahlöö-Maj Sjöwal, Len Deighton ve John Le Carre.  Bir de, diğerlerinin yanı sıra Stephen King’in polisiye tarzındaki romanlarını da çok beğeniyorum.

9 - Bu türün kahramanlarını ve yaşana olayları dikkate alırsak kötülük ile iyiliğin, suç ile hukukun savaşından söz etmek mümkün. Nihai olarak polisiye edebiyat, okuruna ne söyler? İnsanın içindeki kötülüğü yok etmek, daha iyimser bir tabirle hafifletmek gibi bir misyonu yüklenir mi?
İyilik ve kötülüğün savaşı, zıtların kışkırtıcı birlikteliği kâinatı hayatta tutuyor. Bunlar olmasa söner ve donar biterdi. Biri diğerine çeşitli yüzdelerde galebe çalar. Bazen biri, bazen diğeri baskın çıkar. Asla kesin zafer yoktur. Suç ile hukuğun kavgası müzminleşmiştir. Bu kendini hukuğun üstünde görenler için de biraz geçerlidir. Çünkü onların da kendi kalibrelerinde rakipleri vardır. Bu zamanda nihai olarak polisiye edebiyat okuruna okkanın altına gitmemek için tetikte ve örgütlü durmayı öğütler.  

İnsanın içindeki kötülüğü hafifletmek gibi bir misyon iyi kotarılmış polisiye romanlarda daima mevcuttur. Suçlunun kendisi iç konuşmalar ve bilinç akışıyla pişmanlığını, cürmün geri çevirilemezliğinden dolayı hissettiği acıyı anlattığı pasajlar, filmlerde bu tür sahneler potansiyel suçluları etkiler bir nebze. Buna inanmayı seviyorum.  



10 - Polisiye edebiyatın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bu türün okuyucusunu önümüzdeki yıllarda bekleyen gelişmeler ne olacak sizce?
Suçun doğası değişmeyecek. Kin, intikam, kıskançlık, menfaat, ihtiras, güç peşinde koşma ve her türlü suç işlemeye meyilli olmak aynı kalacak. Teknoloji bu güdülere yeni imkânlar sunacak. Aynı imkânları örgütlü polis güçleri de kullanacak. Minorty Report, I Robot, Robocop, Predestination, Inception gibi filmlerde anlatılan ortamlar gerçekleşecek. Avatar kullanımı söz konusu olduğunda ceza hukuku kendini buna uyarlayacak.

Siber dedektifler şu anda bile varlar. Milletin sosyal medya bildirilerini tarayarak bilgi topluyorlar. Bilgisayarına girerek özel kayıtları kopyalıyorlar. Dark Web’I düşünün. Bitcoin ödeyerek kiralık katil tutanlar var. Küresel boyutta bir izleme izlenme durumu söz konusu. Rakibin her anını kollayabilmek için teknoloji ve insan gücü azami ölçüde kullanılıyor.  Bu  arada insanlar yavaş yavaş her an her açıdan gözleme, panopticon düzeninin yanı sıra herkesin her an gözlendiği synopticon gerçekliğine doğru kayıyor. Synopticon tıpkı nomofobi benzeri bağımlılık yapıyor.

Bütün bunlara bir de yapay zekâ ve YZD, Yapay Zekâ Dedektifleri katılınca iş çığırından iyice çıkacak. Dünya artık asla eskisi gibi olmayacak. Niye hep aynı kalsın ayrıca? Öyle değil mi?

11 - Söz bir söz?
İnteraktifliği de ıskalamayalım. Polisiye zamanla bir miktar interaktifleşecek de kaçınılmaz olarak. Okur gerçek bir suçlunun araştırılması ve takibi sırasında eyleme dahil olacak. Bazı riskleri göze alarak örneğin bir suçlunun takibine bizzat katılacak. Bunun için yüklü bir aylık aidat ödeyerek emniyet teşkilatından ‘SİE, Suçlu İzleme Ehliyeti’ alınacak. Bu ehliyeti almak isteyenlerden psikolojik testlerden geçer not alması istenecek. Tabii bunların sahteleri de mevcut olacak. İşe SİE hackerları-kalpazanları da karışacak. İzleyici kafayı iyi çalıştırırsa, olay mahalline yakınsa katilin yerini ilk o tespit edecek. Çok şanssızsa bir sonraki kurban kendi olacak. Diğer bir izleyici onun intikamını almak için ipuçlarını takip edecek. En heyecanlı polisiyeler bunlar olacak muhtemelen. Online-çevrimiçi olarak dünya ölçeğinde anında izlenebilecek. Her yıl bunların en başarılılarına para ödülü verilecek.

Önce evlerde kuantum bilgisayarlarını kullanmaya bir başlayalım hele. Arkası çorap söküğü gibi gelir. Ne diyorsunuz? Biraz ExistenZ mi solumaya başladık?
4026                                                                    -----------------------


27 Ekim 2016 Perşembe

Ah! Öyküleri-3 Yanık ve Suskun

Sadık Yemni
Ah! Öyküleri:3
Yanık ve Suskun

                                                                                                                        Filistinli Muhammed Ebu Hudayr ve yaslı ailesine

  Eliza iç sıkıntısıyla pizzacının terasa açılan giriş kapısına baktı. İki kişilik bir masada oturuyordu. Yüzü kapıya dönüktü. Genç kadın tek başına oturduğunda neredeyse hiçbir zaman sırtını caddeye dönmezdi, ama nedense bu sefer böyle oturacağı tutmuştu. Geniş terastaki diğer masalar silme doluydu. Hemen sağındaki dört kişilik masada iki oğlan çocuk anne ve babalarıyla birlikte oturuyordu. Biri sekiz diğeri on yaşlarındaki çocukların üzerlerinde bir model kırmızımsı turuncu tişörtler vardı.  Ona dönük sırtlarında iri beyaz harflerle ‘YANIK ve SUSKUN’ yazılıydı. Önündeki masada dört delikanlı bulunmaktaydı. Meditasyon yapıyor ya da yemek duasıyla meşgullermiş gibi başları biraz öne eğik durumda hareketsiz duruyorlardı. Çocuklu ailenin arkasındaki iki masa birleştirilmişti. Kızlı-erkekli genç bir grup kıpırtısızca tabaklarındaki pizzalarını seyrediyordu.
  Genç kadın yavaş yavaş pek tekinsiz bir durumun varlığına ayıkıyordu. Kıpırtısızlık ve sessizlik hâkimdi ortama. Terasta kendi dâhil on üç kişi vardı. O hariç herkesin tabağında pizza vardı. Kimse pizzasını yemiyor, önündeki içecekleri içmiyor öylece hareketsiz duruyordu. Başları biraz öne eğikti. Birbirleriyle tek kelime bile konuşmuyorlardı. Gözleri tabakta öylece duruyorlardı.
  Eliza son gelendi. Herkese servis yapıldığı için sıra ondaydı, ama şu ana dek tek bir garson bile görememişti. Hava bulutluydu. Rüzgârın güttüğü bulut parçacıkları üzerlerinden geçerken  renkler soluyor ve güneş çıkınca yeniden canlanıyordu. Caddeden araba ya da klakson sesi duyulmuyordu. Bu bir alarm noktasıydı. Konuşmadan ve hareket etmeden tabaklarındaki pizzaları izleyen insanlar da yeterince uyarıcı bir etki yapıyordu, ama cadde başkaydı.  
  Dönüp caddeye bakmayacaktı. Sezgileri ‘bakma yoksa bu işin sırrına vâkıf olamazsın’ diyordu. Bir yanı, saklı duran şeyin günlük hayatını rayından çıkartması muhtemel içeriğinden sıyrılmak istiyordu, ama diğer yan daha güçlüydü. Son adımı atmaya kararlıydı.  
  İçindeki ‘Caddeye bir bak, neden böyle sessiz?’ diye fısıldayan baştançıkarıcı sese aldırmadan yerinden doğruldu ve kapıya doğru yürüdü. Masaların yanından geçerken hiç kimse gözleriyle onu takip etmedi. Varlığını fark etmemiş gibiydiler. Eliza sezgileri güçlü biriydi. İçinde güçlenen tanıdık hissi ciddiye alıyordu.
  Sen bütün bunların ne olduğunu biliyorsun. Bu bir rüya değil. Yatağında uyanmayacaksın. Mekân gerçek, zaman takatrik.
   Eliza içerisini göstermeyen kalın camlı kapıyı iterken cam yüzeyde kendi aksini, arkadaki müşterilerin bir kısmını gördü. Öylece kıpırtısız bekliyorlardı. Kapıyı itti ve içeri girdi.
Bembeyaz duvarlı kenarları on metre olan küp şeklinde bir yerdeydi. Tavan çok yüksek duruyordu bu nedenle.
  Genç kadın bu pizzacıda kışları defalarca bulunmuştu. İçerisi aslında bundan çok farklıydı. Burada on-on iki masa, sandalyeler, büyük saksılarda süs bitkileri, fırın, dolanan bir sürü müşteri ve garson bulunurdu normalde. Tadilattaydılar belki diye düşündü, ama terastaki pizzalar nereden geliyordu o halde? Hiçbir yerden pişmiş hamur kokusu gelmiyordu burnuna.  
  Birden girdiği kapının karşısındaki duvarda tam ortaya monte edilmiş bir LCD televizyon olduğunu fark etti. Bu dev ebatlı televizyon adeta su altından yüzeye çıkan bir şamandıra misali belirmişti. Hayretle o tarafa bakarken yüreğindeki korku gülü goncaları irileşip yapraklarını açtı. Eliza’nın ayakları panikle kapıya yönelmek istedi, ama genç kadın kendine hâkim oldu. Yüzmüş yüzmüş sonuna gelmişti. Ne olup bittiğini anlamadan buradan çıkmayacaktı.
  Ne yapması gerektiğini düşünürken sol yanında bir kıpırtı hissederek irkildi. Bu soyut yerdeki tek hareketli nesne olmayı aşırı derecede benimsemişti anlaşılan.
  “Merhaba. Sizi şaşırtmadım inşallah.”
  On beş yaşlarında, kısa koyu kahverengi saçlı, iri gözlü bir delikanlıydı. Üzerinde siyah pantolon ve beyaz gömlek vardı. Gömleğin üzerine kırmızı bir yelek giymişti. Kalbi hizasında daire şeklinde bir amblem vardı. Kırmızımsı turuncu zeminde beyaz harflerle YANIK ve SUSKUN yazıyordu. Neydi bu YANIK ve SUSKUN? Bir kulüp amblemi mi?
  Eliza iri gözleri mahzunca parlayan delikanlıya gülümsedi. “Yok canım. Şey… Ne olmuş buraya? Tadilat mı var?”
  Delikanlı bir şey diyeceği sırada ekran canlandı. Lacivert ceketin içine siyah tişört giymiş, etli dudaklı, iri gözlü, koyu kahverengi saçlı kadının yüzü Eliza için çok tanıdıktı. İsrail parlementosundaki aşırı sağcı milletvekili Ayelet Shaked’ti.
  “Bütün Filistinli anneleri ve doğmamış bebeklerini öldürmeliyiz. Terörü ancak böyle engelleyebiliriz. Arap kanı dökmek sevaptır.”
  Ekran donunca genç kadın tuttuğu nefesini salarak delikanlıya baktı.
  “Ayelet Shaked.”
  “Tanıyorsun demek onu?”
  “Onları çok iyi tanırım.”
  Eliza’nın sinir sistemi etkilenmişti. Bugünün 14 Temmuz Pazartesi olduğunu hatırladı. 2014 yılı. Miladi 1435. 7’lerin zamanı. Evden alışveriş için çıkmış ve karnı acıkınca bir şeyler yemek için bu pizzacıya gelmişti. Bu içinde bulunduğu ortam bir rüya ortamı değilse neydi peki? Delikanlının gözlerindeki hüzünlü bakış pek aşinaydı. Daha yeni nerede görmüştü yüzünü? Burada değil. Burada daha çok kadın garson çalışıyordu. Bu yaşlarda bir çalışanı yoktu ayrıca hatırladığı kadarıyla.
  “Adınız nedir sizin?”
  “Muhammed Ebu Hudayr.” 
  Eliza’nın kafasından aşağıya kaynar su dökülmüş gibiydi. “Şu Filistinli genç mi yoksa?” dedi.
  Delikanlı başıyla olumladı.
  Muhammed Ebu Hudayr birkaç gün önce İsrail askerleri tarafından kaçırılmıştı. On altı yaşındaydı. İşkence görmüş ve sonra benzin içirilerek canlı canlı yakılmıştı. Korkunç bir cinayetti. Eliza bir Türkiye yahudisiydi. Bunu duyunca kriz geçirmiş, ağlamış ve çok utanmıştı. Bu tarihe iz bırakacak bir hainlik, vicdansızlık örneğiydi. İnsanlar bu kadar orantısız bir güçle yok edilebilir miydi? Bu savaş değil kıyımdı. Cinayetti düpedüz. İsrail idealine yapılan haksızlıktı. Bunu yapanlar edimlerine hiçbir şekilde meşruiyet kazandıramazdı. Bunun bir yolu yoktu. Vahşetle çığrından çıkıyorlardı. Bunların filmleri yapılmalı ve bu kıyım unutturulmamalıydı.
  “Çok üzgünüm.”
  Delikanlı anlayışla gülümsedi. “Biliyorum. Sizi hissediyorum. Attığınız twitlerde üzüntünüzü çok samimi dile getirdiniz.  Sizi destekleyenler çoktu, ama acımasızca saldıranlar da oldu. Mahalle baskısı derler ya. Hep vardır böyleleri. Bu kadına gelince… Ayelet’in içine iblis girmiş. Allah onu ıslah etsin. Günahlarını affetsin.”
  Eliza’nın gözleri dolmuştu. Ayelet isminin Şafak Ceylanı, Venüs, Sirius’un yanı sıra bir anlamının da Lucifer olduğunu hatırlamıştı. Bunu söyleyeceği sırada delikanlı ona kapıyı işaret etti.
  “Şimdi gitmelisiniz. Süreniz doldu. Benim de öyle. En sonuncu halime dönüşeceğim.”
  Genç kadın başıyla olumladı. Tam kapıya doğru seğirteceği sırada durakladı. Delikanlıya doğru yürüdü ve ona sarıldı. “Çok üzgünüm Mohammed. Çok.”
  Delikanlı ona hafifçe sarıldı ve kollarını çözdü. İkisinin de gözleri yaşlıydı. “Dün gece annemin rüyasına girdim. Bana en sevdiğim yemekleri yaptı. Onunla uzun uzun konuştuk ve ağladık. Çok mutluydu beni yemek yiyor gördüğü için. Aklının bir kısmı öldüğümü unutmuştu. Kaç yaşında olduğumu da. Börek pişirirken bana ninniler söyledi. Bir tanesini daha önce hiç duymamıştım. Çok etkileyiciydi. Kalbim bu salon kadar oldu inanın.”
  Altı yaşında bir kızı olan Eliza’nın kalbi de göğüs kafesine sığmaz olmuştu. Yanakları ıslaktı. Ne diyeceğini bilemez durumdaydı. Delikanlının anlattığı şeyleri kendi de oradaymış gibi görmekteydi. Kilim kaplı divan, taş zeminli mutfak ve üzüntülü anne yüzü. Üç beş kelime Arapça bilirdi, ama, duyduğu her söz bir taş oyma misali beynine çakılıyordu.
  “Şimdi gidin lütfen. Çabuk olun. Ateş her an gelebilir.”
  Eliza benzin kokusu almıştı. Ayakları panikle harekete geçti. Hızla kapıya vardı. Kapıyı açıp dışarı çıktı. Kıpırtısız müşteriler bıraktığı gibi duruyordu. Görebildiği kadarıyla caddede de hayat durmuştu. Aceleci adımlarla masaların arasından geçerken tabaklardaki pizzalar ateş aldı ve bir-iki saniye içinde kömüre dönüştü. Kıpırtısız insanların kirpikleri bile oynamamıştı.
  Ayağı teras kapısına vardığında arkasından gelen ısıyı hissedince ateşin kendisine yutacağını düşünerek bir çığlık attı. Çığlığında olağan üstü bir kıvam vardı. Hançeresinden çıkan ses anında simsiyah kuşlara dönüştü. Sığırcık iriliğinde yüzlerce kuş göğe doğru havalandı. Bir anlığına çevresi siyah ve kıpırtılı bir zeminden ibaret olmuştu.
  Genç kadın nefes alamayacağını düşünürken kendini arabasının içinde buldu. İstanbul’un en işlek caddelerinden birine açılan bir sokaktaydı. Park etmiş durumda arabasında oturuyordu. Belleği normal çalışmaya başlayınca her şeyi hatırladı. Bugün pazartesiydi. Yıllık izninin ilk günüydü. Yarın kızı ve kocasıyla iki hafta kalmak için Ayvalık’taki yazlıklarına gideceklerdi. Alışveriş için gezinirken acıkmış ve bir pizza yemek için buraya gelmişti.  Bulunduğu yerden az önce bulunduğu mekânı göremiyordu, ama her zamanki halinde olduğunu biliyordu. Az önce bulunduğu yer hissiyatına karşılık gelen batıni bir mekân olmalıydı. Son günlerde kalbini buran üzüntü ve stres ona böyle bir ortamı açmıştı.
  Eliza elinin tersiyle yanaklarındaki yaşları sildi ve arabanın motorunu çalıştırdı. Açlık hissi kaybolmuştu. En iyisi annesine gitmekti. Kızı oradaydı. Gidip kızına sarılmalı ve Muhammed Ebu Hudayr’ın annesinin okuduğu ninniyi okumalıydı.
  Genç kadın gözlerini yumdu ve birkaç kelime mırıldandı. Ninni metni ve melodisi belleğinde sapasağlam duruyordu. Küçük çocukları uyku âlemine götüren kanatlı sözcüklerde farklılıkları aşan, ekmeklerin kömüre dönüşmesini engelleyen bir hassa vardı. Bu hassa zamana sinmeliydi acilen.

                                                                                                                    Temmuz 2014 - Balçova 

Ah! Öyküleri-2 Son Sefer

Ah! Öyküleri: 2

                                                                                                        Nasib Öğretmen ve bir günlük Fatima bebeğe
Sadık Yemni
Son Sefer


                                            







Küçük çocukları küçük kurşunlarla öldürürler, değil mi anne?
                                                         Bir Boşnak çocuğun sorusu


   Bulunduğum yerden büyük bir oyun bahçesi ve onu çevreleyen dört katlı binalar görünüyordu. Mimari olarak farklıydılar. Daha önce ömrümde hiç bulunmadığım bir yerdeydim. Hemen önümde köşede kaldırımda yüzü bana dönük uzun boylu bir adam duruyordu. Onun beş metre kadar arkasında karşı kaldırıma bir minibüs park etmişti. Bakımlıydı, ama bayağı eski bir modeldi. İçindeki kıpırtılı silüetlere bakılırsa içi doluydu.
  “İyi geceler bayım. Sizi kategorize edemiyorum. Sorduğum için özür dilerim. Bu sokakta mı oturuyorsunuz?”  
  Krem rengi pantolon, bordo renkli tişört giymiş, bembeyaz kısa saçlı adam yetmiş başlarında falan olmalıydı. Sokak lambasına çok yakın durduğumuz için mavi gözlerindeki hafif yollu tedirginliği görebilmekteydim.
  “Benim için de bir sürpriz.” dedim. “Burası neresi? Hangi şehir yani?”
  İri yarı adam içini çekti. Yüzümden dalga geçip geçmediğimi sezmeye çalıştı ve sonunda “Amsterdam.” dedi.
  “Gerçekten mi?”
  Şaşkınlığımın samimiyet derecesinden etkilenmişti. “Buralı değil misiniz?”
  “Değilim. Hayatımda Amsterdam’da sadece iki gün bulundum. Rijks Müzesi, Van Gogh Müzesi, Dam Meydanı, Kırmızı Işıklar ve bol bol bira. Bütün hatırladığım bu. On yıl önce falandı. Karımla henüz boşanmıştık. Bekârlığımın tadını çıkartıyordum.”
  Yaşlı adam gülümsedi. “Burası şehrin doğusu. Başkan Brand sokağı. Afrika semti derler genel olarak.. Amsterdam’da sadece iki gün kalan bir turistin buraları bilmemesi çok normal. Biliyor musunuz, aslında önce sizi görev teslimatı için gelen bir stajyer sandım, ama bu pek mümkün değil. Çünkü bu gece... Şimdilik seferlere ara veriyoruz. Bu minibüs sonuncu olacak.”
  “Bir önceki adımım buradan binlerce kilometre uzaktaki bir şehirdeydi.” dedim. “Tıpkı şu anda olduğu gibi geceydi. Orada bir rüyadaydım ve bunun yarı bilincinde ‘bakalım şimdi ne olacak’ beklentisiyle bir sokakta yürüyordum. Saatime yeni baktığım için biliyordum. Neredeyse sabahın dördü olmasına rağmen sokak bayağı doluydu. Cıvıl cıvıl bir yaz gecesini soluyordum. Bütün dükkânlar açıktı. Eskiden bakkal dediğimiz küçücük bir marketin önündeki tel sette duran gazetelere bakmak için durmuştum. 11 Temmuz Perşembe gecesini Cuma sabahına bağlayan anlardaydım. Başlıkların bir çoğu 18 yıl önceki Srebrenitsa katliamıyla ilgiliydi.”
  “Yani uyanmak yerine bir rüyadan buraya geçişlendiniz?”
  “Sanırım öyle.”
   “Çok ilginç. Genellikle insanlar şu minibüsü fark etmeden geçip giderler. Bir taksi neredeyse tamponları minibüse değecek kadar yakın durur. İçinden çıkanlar başını bile çevirip bakmaz. Şoför müşteriyle yaptığı kilometreyi taksinin seyir defterine kaydederken burada olan bitenlerden öyle uzaktır ki. Neden tam şurada iki metre arkada durduğunu sorgulamaz. Buradan geçen hiçbir araba, motor ya da bisiklet minibüse çarpmaz; hemen dibinden geçmez. Bütün farkındalıkları bu kadardır. Neden yaptığımızı bilmediğimiz binlerce davranıştan biri olarak kalır. Komşular da on sekiz yıldır burada süregelen faaliyetten bihaberdir. Beni burada kaldırımda dikiliyor görürler, ama zihinleri bunu süreklilik şeklinde algılamaz. Çünkü benden hiç şüphelenmezler. Neden haftada bir gece sabah gün ağarana kadar burada durduğumu kafalarına takmazlar. Bazen bir köpek işi çakar.“ Adam gülümsedi ve solundaki dairelerden birini işaret etti. “Şurada ikinci katta yalnız oturan benim yaşlarımda bir adam var. Benden yirmi santim kısa, ama kilomun iki katı cüsseye sahip. Eski bir saksafoncu. Çok şirin bir köpeği var. Rus finosu diyorlar ya. O tip. Adı Moody. O, beni de minibüsü de, içindekileri de görüyor. Hiç hırlamaz. Minibüsün yakınlarında asla pislemez. Çok ilginç bir şey kokluyormuş gibi buralarda oyalanır. Adam da çok soğuk ya da yağışlı bir hava yoksa üstelemez. Belki köpeğin antenleriyle bir şeyler hissediyordur o da. Bana ‘iyi geceler’ der. Birinci kez yanımdan geçerken. Dönüşte ise çoğu kez görmezden gelir. Çünkü selam verirse burada gece sabaha karşı yağmurun altında ne yaptığımı soracağından çekinir. Haklı. Özür dilerim size kendimi tanıştırmadım. Adım Gerard.”
  Adımı söyleyip adamın uzattığı elini sıktım.
  “ Adınız ne çok şeyi açıklıyor, ama benim en çok merak ettiğim nokta bir rüyadan buradaki gerçek dünyaya ayak basabilmeniz. Rüyanın içinde rüyaya tamam derim de, iki gerçek mekân arasında bir rüyanın köprü durması durumuyla ilk kez karşılaşıyorum.”
  “Benim için de bir ilk.” dedim.
  “Bir dakika ya... Biz hangi dilde konuşuyoruz?”
  O kadar doğal bir şekilde zorlanmadan konuşuyor ve söylenenleri anlıyordum ki bu garabeti ben de o söyleyince fark etmiştim.  “Ben kendi ana dilimi konuşuyorum.” dedim.
  Gerard şaşkınlıkla başını salladı. “Ben de.Vay canına. Ne jübile akşamı ama!”
  “Burada tam olarak ne yapıyorsunuz?”
  “Şu gördüğünüz minibüs Srebrenitsa’ya gidiyor. İçindekiler de yolcular. Şurada biraz ileride Bulgaristan’a yolcu götüren bir minibüs kalkardı. Gece yarısı Bulgarlar araca biner ve memleketlerine doğru yola çıkarlardı. Ucuz tarifeyle. Genellikle cuma akşamları. Srebrenitsa seferleri ise salıyı çarşambaya bağlayan gecelerde yapılır. Bana gelince... Bir gün evde Martha’yla, karımla yemek sonrası kahvesini içiyorduk. Wormerveer’de. Biraz kuzeyde küçük bir yerleşim yeridir. Ansızın bir düşünceyle doldu zihnim. Bir ses buraya gelmemi söylüyordu. Sesi dinlerken bu sokağı ve bu minibüsü gördüm. Aslen Wormerveerliyim, ama Amsterdam’ı iyi bilirim. Yine de burayı bulabilmek için oğlum Jan’ın çizimlerini kullandım.”
  “O nereden biliyormuş?”
  “Jan o tarihten birkaç ay önce motor kazasında ölmüştü.”
  “Toprağı bol olsun.”
  “Sağolun. Güneşli bir Pazar günüydü. Şubat sonunda uzun ve gri kış günleri sıkıcı yüzünü gevşetmiş ve güneş açmıştı. Öğlen motorla evden çıktı ve geri dönmedi. Akşam dönüş yolunda bir arabayla çarpışmış. Olay yerinde öldü. Onun güncesini karıştırırken bu sokakların kurşun kalemle çizilmiş bir şemasını gördüm. Altında ‘Sıra bana geliyor’ yazılıydı, ‘bana‘nın altını çizmişti. Tarihi de yazmıştı.  8 Nisan gecesiydi. 8 Nisan 2008.“
  “Anlıyorum.”
  “Martha ile kırk dört yıldır evliyiz. O gece nedenini bilmemesine rağmen Amsterdam’a gitmek istememi çok anlayışla karşıladı. Jan ölmüştü, ama sevgisi aramızda bir tümsek gibi duruyordu. Çok sevilen birinin kaybı bazı şeyleri mazur kılar. Neyse... Sizin durduğunuz yerde birisi gelmemi bekliyordu. Uzun boylu, kırk ortalarında zayıf bir tipti. Avurtları çöküktü. Ayakta zor duruyordu. Hastaydı. Çok hastaydı. Srebrenitsa’da görev yapan BM askerlerinden biriydi. Teğmenmiş. Pişmandı. Çok pişmandı. Bana minibüsü gösterdi. Durumu izah etti. Adam kanserdi. Birkaç haftalık ömrü kalmıştı. Görevi bana devrediyordu. Telefon numarasını da verdi. O gece bana staj oldu.  Teğmen üç hafta yaşadı. Her sefer sonrası onu arayıp tekmil verdim. Dördüncü kez aradığımda telefonu kimse almadı.  Üçüncüde bilinci aldığı ağrı kesiciler, morfin nedeniyle iyice kısıktı. Güç bela kim olduğumu hatırlamıştı. Aradığım için çok sevinmişti. Ağladı konuşurken. Ben de ağladım.”
  “Jan da mı askerdi?”
  Tam Gerard bir şey diyeceği sırada genç bir çift sağımızda kalan köşeyi döndü ve bize doğru yürüdü. Yirmi başlarında taze sevgililerdi. Adımları sabırsızlık yüklüydü. Yanımızdan geçerken bizi hızlı ve sıradan bir merakla süzdüler.
  “Onlar da sizi gördü.”
  Bunu ben de fark etmiştim. Genç bakışlar benim suretimi de yalamıştı.  Başımla onaylayıp geçenlerin arkasından baktım. Başlarını geriye çevirip çevirmeyeceklerini merak ediyordum. Buna niyetleri yok gibiydi. Daha ciddi bir mevzuya odaklandıkları belliydi.
  “Komşular. Hemen şurda oturuyorlar.”
   Gençler Gerard’ın işaret ettiği yere girip gözden silindiler. Sokaktaki tek hareketlilik bu değildi. Parkın diğer ucunda bir taksi durmuştu. Yolcu indiriyordu.Islıkla bir melodi çalan orta yaşlı, uzun saçlarını arkadan bağlamış bir adam bisikletle bulunduğumuz sokaktan geçip gitti. Sapsarı bir tişört ve siyah kot giymişti.
  Gerard’ın yüzü nostalji lambalarını yakmıştı. “Beetje verliefd. “ dedi. “Andre Hazes adlı ünlü bir şarkıcımızın unutulmaz parçası. Seksen başları. Biraz Âşık. Bu parça bir ara dilimden hiç düşmezdi. O da yıllar önce öldü. Amsterdamlıydı.”
  Bu ismi hiç duymamıştım. Bunu düşünürken bana göre sol ileriden birisinin bize yaklaştığını gördüm. Diğer gelip geçenlerden farklıydı.
  “Bu bir yolcu.” dedi Gerard.
  Uzun boylu, zayıf yapılı otuz yaşlarında bir erkekti. İki günlük sakallı yüzünde huşu veren bir dinginlik vardı. Uzun kollu uçuk mavi bir gömlek, sol dizi yırtık lacivert kot kumaştan bir pantolon vardı üzerinde. Mokasen ayakkabıları iyice eskimişti. Yanımızdan geçerken bize bakıp gülümsedi ve başını eğerek selam verdi. Biz de aynı şekilde mukabele ettik. Adam minibüse bininceye kadar bakışlarımızla takip ettik. Ensemdeki kıllar diken diken olmuştu.
  “Jan orada askerdi.” dedi Gerard bir ton daha alçak bir sesle. “Thom’un emrindeydi. Radko’nun yaptığı katliama tanık oldu. Öldürülen sekiz bin küsur Boşnak’ın sağlık ve esenliği onlara emanetti. Bir şey yapamamanın acısıyla kahroldu.  Srebnenitsa’dan döndükten sonra bir daha asla aynı insan olmadı. İçinde bir şeyler eksilmişti adeta. Bize neredeyse hiçbir şey anlatmadı. Motora binmeyi severdi. Dayısına çekmiş. Martha’nın abisi de öyleydi. Sayısız kaza, sayısız kırık ve sıyrığa rağmen yaşıyor hâlâ. Elli yıl motora binmişti. En sonuncu motorunu Jan’ın yirmi beşinci yaş gününde hediye etmişti. Bir Kawasaki’si vardı. Onun jübilesiydi. Jan motora gözü gibi baktı. Ve sonra bir gün...”
  Eliyle boş ver anlamına bir işaret yaptı, ama dili buna uymadı.
 “Oğlum son yıllarda çok içiyordu. Nişanlısından ayrılmıştı. dikkati dağılmış olmalı. Bizim küçük bir nakliye şirketimiz var. Orada çalışıyordu. Sıkılınca ya bir kenara çekilir ya da motora atlayıp Almanya’ya, İtalya’ya falan giderdi. On bazen on beş gün. Dönüşte hayata yeniden katlanabilir durumda olurdu. Yüzü az da olsa gülerdi. Böyle anlarda içimde umut yeşerirdi. Gençti ve ömründe daha uzun bir ömür vardı. Tek çocuğumuzdu.”
  Gerard sözlerine ara verince kalbimde acısını paylaşarak minibüse baktım ve “Kim bu yolcular?” dedim.
  Adam bildiğin şeyi niye soruyorsun tavrı takınmadı ve “Belgeselleri ve o zamanda kalan kayıtları izlemişsindir.” dedi. “Beni en çok yaralayan şey o küreklerdi.  Ne çok kürek vardı.  O kürekleri tutanların yürekleri taşlaşmıştı. O sırada. Belki bir süre daha. Ama zaman taşı  bile etkiler. Ufalar, toza dönüştürür. Bazı hallerde de bir nebze de olsa telafi etme şansı verir.”
  “Doğru. Ne zamandır var bu seferler? 1995 Temmuz’undan bu yana mı?”
  “Evet.”
  “Benden önceki teğmen anlattı.  Ondan önceki refakatçi bayağı yaşlı bir kadınmış. Amsterdam’da oturuyormuş. Pijp adlı semtte. Buraya yakın. Adı Helena. Eski Yugoslavya’daki askerlerimizle dolaylı dolaysız bir ilişkisi yokmuş. Bir Boşnak komşusu varmış. Hikâyeyi ondan dinlemiş ve etkilenmiş. Helena ikinci refakatçiymiş. O da birinciden devralmış işi. Birinci benim yaşlarımda bir adammış. Hans. Onun da oğlu askermiş Srebrenitsa’da. İntihar etmiş. Geriye döndükten dört ay sonra. Hapla. Ölmemiş, ama üst katı dağıtmış bayağı. Adam dolmuşun yerini rüyasında görmüş. Hans tam altı yıl refakatçilik yapmış. Sonra bir kafede gazetesini okurken kalp krizinden gidince yerini Helena almış. Dört yıl.  Helena seksen yedi yaşında tükenerek ölmüş. Teğmenin sıhhi durumu ancak üç yıla yetmiş. Son beş yıldır da ben bakıyorum bu işe. Benim de işimi ölümle bırakmam lazımdı, ama bu gece sonuncu sefer.
  “Bunu nereden biliyorsunuz?”
   Gerard’ın bunu sormamı beklediği belliydi. Eliyle bana az önce genç çiftin gittiği kaldırımdaki bir şeyi işaret etti. “Orada bir işaret var. Gelin göstereyim size.”
  Birlikte on metre kadar yürüdük. Köşeye beş metre kala durduk.
  “Bakın burada.”
   Gerard’ın parmağının ucunun işaret ettiği şey kalbime önce korku saldı, sonra da kesif bir umutsuzluğun bayıcı etkisini hissettim. Yerde hemen ayağımın dibinde duran şey sert plastikten yapılmış bir oyuncak bebekti. Sarı saçlı, mavi elbiseli bir kızdı. Ağzı kulaklarına kadar kesilmişti. Korkunç bir kinin, katran gibi katılaşmış acımasızlığın sembolüydü adeta. Midem buz gibi olmuştu. Bu bebeği kesen elin yüklendiği cinnet BM askerlerinin sözüne ve şerefine güvenmiş kadın, erkek, çocuk, bebek, binlerce silahsız insanı katletmişti.
   Bu bebeği ilk kez görüyorum. Oğlumun güncesinde resmi çizilmiş ve ‘Son Sefer’ yazılmıştı. Jan seçilmiş biriydi. Kazada ölmeseydi şimdi burada onunla konuşuyor olacaktın.”
  Başımı salladım ve sessiz kaldım.
  “Sayılar da tutuyor.” dedi Gerard. “8372 adet ölü varmış resmî rakamlara göre. Bu minibüs şoför de dahil 11 kişi alıyor. Son 15 yılda her hafta 11 kişi ne eder? 8500 yuvarlak hesap. Bu gece son sefer.”
  Hesaba aklım yatmıştı. “Makul bir açıklama.” dedim. Gözümü bebekten alamıyordum   
  Gerard sol ayakkabısının ucuyla bebeği işaret etti ve “Bu ağzı kesik bebek burada kalacak. Plastiğin doğadaki dayanma ömrü kadar.” dedi.
  Bebeğin çok direngen bir yapısı olduğunu hissediyordum. Adam haklıydı. Minibüse baktım. ve “Kaç yolcu eksik acaba?” dedim.
  “Alışkanlıkla sayarım. Bir yolcu eksik. Gelir birazdan. Minibüsler daima güneş doğmadan az önce kalkar.“
  “Nereye gidiyorlar acaba?”
  “Bunca minibüsün toplandığı yeri hiç merak etmiyorum.”
  Ben de etmiyordum, ama bunu söyleyemedim. Gerard’ın sözü biter bitmez köşede bir silüet belirmişti. Bir erkekti. Topallıyordu. Kucağında bir şey tutuyordu. Dikkatle baktım. Kundaktı sanki. Biraz yaklaşınca doğru tahmin ettiğimi anladım. Kısa saçlı, orta boylu, değirmi yüzlü genç bir adam yanımızdan geçti. Kucağında yeni doğmuş bir bebek tutuyordu. Bize gülümsedi ve “Fatima bebeği götürüyorum.” dedi.
  Ona sessiz kalarak ve başımızı sallayarak karşılık verdik. Sanki bunu yapmak için Gerard’la anlaşmış gibiydik. Adam topallayarak gidip minibüse bindi.
  “Gel gidelim biz de. Son sefer için bir katkım var da.”
  Minibüsün yanına gittik. O sırada ileriden gelen bir araba bizim tarafa döndü ve aynı hızla yoluna devam etti. Köşede birkaç saniye bekledi. Sağa dönüp görüşümüzden çıktı. Arabayı kullanan orta yaşlı bir kadındı. Bize hiç dikkat bahşetmeden geçip gitmişti.
  Gerard pantolonunun sol cebinden parlak bir şey çıkardı.
  “Bu Jan’ın madalyası. Metale bağlı şeridi ben çıkartmadım. Jan yapmış olmalı.”
  Gerard’ın gözleri dolmuştu. Minibüsün açık duran kapısına yaklaştı. Dördü kadın çeşitli yaşlardan yolcu bize hafif yollu ilgiyle baktılar. İçlerinden dostça gülümseyenler oldu. Fatima bebek en arkada oturan hafif topluca bir kadının kucağındaydı. Hunharca öldürülmüş on iki canı bu kompozisyonda görmek inanılmaz derecede yürek burkucuydu. Ben de gözyaşlarımı tutamaz haldeydim. 
  Gerard madalyayı kapı hizasında oturan topluca bir kadının ayaklarının altına attı. Kadın adama bakarak gülümsedi. Birkaç saniye sonra kapı kapandı ve seksenlerde pek muteber olan minibüs hareket etti. Hiç motor sesi gelmiyordu. Buna şaşan yanım maddi hayatla besleniyordu.
   “Radko Mladic’in temsil ettiği kıyıma katılanları tanrı affetsin.”
  Sol elimle yanaklarımdaki ıslaklığı silerken, “Amin.” dedim.
  Gerard’la ayrılma zamanı gelmişti. Elimi uzattım. El sıkıştık.
  “Son Sefer’e tanık olmanıza bakılırsa aklımdaki son şeyi size sorabilirim.”
  Merakla yüzüne baktım.
  “Jan’ın defterinde bir not vardı. AH! Bunu bebeğin resminin altına üç kez yazmıştı. Bunun ne olabileceği hakkında bir fikriniz var mı?”
  “AH çekilen bunca acının ortama saldığı enerji olmalı dedim. Aramızdaki dil engelini kaldıran ve minibüsün lastiklerini döndüren güç. Aklıma başka bir şey gelmiyor.”
  Bu izahat Gerard’a yetmişti. İçini çekti ve sağ elini kaşına değdirerek bir selam çaktı. Aynı şekilde karşılık verdim. Yaşlı Hollandalı dönüp son yolcunun geldiği yöne doğru yürüdü. Hıçkırarak ağlamanın eşiğinde olduğu için selam sabah işini kısa kesmişti. Arabasını ana caddeye park etmiş olmalıydı.
  Onu izlerken parmağım bir şeye değdi. Bir gazetenin ön sayfasıydı. ‘Acımasız Katliamın Yıldönümü’ başlığını atmıştı.
  Rüya atmosferime geri dönmüştüm. Evimi, yatağımı ve yaşama tutunmuş bedenimi bulmama az kalmıştı.

                                                                                                                                Çeşme – Temmuz 2013