bilimkurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilimkurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2022 Pazartesi

Sadık Yemni'nin Hayat Öyküsü - Ayrıntılı Kesim

 

Sadık Yemni

 

Nisan – 2022

 


 


 


  Sadık Yemni 1951 yılında İstanbul, Kurtuluş’ta (Tatavla), Sopalı Hüsnü (şu andaki adı Eşref Meriç) sokakta doğdu. İki buçuk yaşında ailesi İzmir’e taşındı. Böylece 1954 yılında kaldırılan tramvaylara son demlerinde binme şansını elde etti. İlkokulu Sadık Bey troleybüs durağındaki Hâkimiyeti Milliye İlkokulu’nda okudu. Öğretmeni Muzaffer Öniz bey beş yıllık süreyi ‘Sadık yıldızlar gibi bir parlıyor, bir sönüyor; ama varlığı her an hissedilir durumda’ cümlesiyle özetledi.

 

  Daha on yaşına gelmeden üç şeyde marifetli olduğu anlaşılmıştı ayrıca: Yaramazlık, Matematik ve Edebiyat.

 

  Ünlü hamamın yakınındaki Karataş Ortaokulu’nu bitirdi. O yıl devlet liselerinin belki de tarihinde tek bir kez sınavlı olacağı tutmaz mı? Neyse, Salah Birsel’in, Samim Kocagöz’ün ve Atilla İlhan’ın da okulu olan Atatürk Lisesine girmeyi başardı. Altı yıl sürecek olan olan lise yılları hem kendi, hem arkadaşları ve de okurları için unutulmaz olacaktı.

 

  Lisede kimyaya merak saldı. Hibeler ve düşeşlerin yardımıyla evinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Kendisine kısa zamanda nam kazandıran roketlerinin yanı sıra kimya şakalarına da başladı. Kendi kendine tutuşan mendiller, suda yanan taşlarla falan kimya sihirbazı lakabına layık görüldü.

 

  Lise sıralarında bu yaşa kadar sürdüreceği birkaç işe birden bulaştı. Muntazam idman yapmak, fizik, kimya, matematik dersi vermek ve alengirli düş kurmak.

 

  1969 yılında 18 yaşındayken Kimya hocasının yokluğunda üç sınıfa kimya dersleri vererek okulun tarihindeki en genç öğretmen olma sıfat ve şerefine erişti.

 

  1972-1975 yılları arasında Alsancak’ta Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki dairesinde namı şehrin sınırlarını zorlayan olaylar yaşandı. Bütün bunlar Emanet Apartmanı alt başlıklı bir romanda ele alındı. Son tashih için sırasını bekliyor.  

 

  4 Kasım 1975 tarihinde Ege Üniversitesinde Kimya Mühendisliği’nde 3. sınıf öğrencisiyken kısa bir hava değişimi için Amsterdam’a gitti. Gidiş o gidiş.

 

  Amsterdam’da ilk olarak dayısının konfeksiyon atölyesinde çalıştı. Ağır kot kumaş toplarını sırtında üçüncü kata çıkarmak, beş yüz buruşuk yeleği bir saatte ütülemek, polis baskına geldiğinde oturumu olmayan terzilerin arka taraftan iple sarkılarak kaçabilmeleri için adamları oyalamak gibi yeni beceriler edindi.

 

  1977’de eskiden butik olan dükkân börekçiye çevrildi. Adı Alsancak Börekçisi’ydi.  Sabahın ilk müşterileri Türk kumarbazlardı. Bütün gece oyundan sonra böreklerini yiyip, ayranlarını içip yatmaya giderlerdi. Onlarda Türk yeraltı dünyasının özet haberlerini bulmak mümkündü. Sabah on-onbir civarında Amsterdam’ın ilk kuşak Türk restoran sahipleri düşer, palavracılık sanatından seçme eserler saatleri yaşanırdı. Adam öldürmüş kabadayılar, jigololar, daha o yıllarda kaşarlanmış işsizler, iş arayan kaçaklar, hırsızlık malı satan bitirimler, o biçimler, örtülü parlakçılar, acemi dolandırıcılar ve daha bin çeşit müşteri dükkâna arzı endam eyleyerek günü renklendirirdi.

 

  Yetmiş sonlarında Amsterdam hâlâ hippi devrini yaşamaktaydı. Yazarımız ünü yurt dışına taşan The Festival of the Fools gösterilerini asla kaçırmazdı. O yılların Melkweg’ini, orada iş tutan Türkleri, George (Cüneyt) Arkın’ın Kara Murat filmlerini oynatan Rex sinemasını 2013 yılının Kasım’ında yayımladığı Alsancak Börekçisi adlı anı-romanda ayrıntılarıyla anlattı.

 

  1978 –1981 yılları arasında Rozengracht’taki belediyeye ait spor mekânının ünlü siması oldu. Gönüllülük bazında bu yıllarda yeni başlayanlara antrenörlük yaptı. Sonra gözde bir idman yeri olan Splash’e kapılandı. Burada yıllarca yarışmalarda jürilik yaptı. Sonunda bir ara 1985’te fitnıstan bıktı ve Wushu’ya (kung fu) başladı. Beş yıl sonra yeniden fitnıs idmanlarına döndü.

  Sadık Yemni 1978 –1980 yıllarında pazarlarda döner satma, mobilya taşımacılığı, temizlik işleriyle iştigal ettikten sonra nihayet bir baltaya sap oldu. Bulduğu iş demir yollarında köprücülüktü.

 

  Gene o yıllarda babasının eskiden verdiği iki altın öğütü de dinlemeyerek hem memur oldu hem de evlendi.  1980 – 1989 yılları arasında demiryollarında çalıştı. Yazları bikinili kızların bolluğu nedeniyle pek keyifli bir iş olan köprücülük sonbahardan itibaren kesintisiz bir kimsesizlik pelerinine bürünmekteydi. Yemni bu kimsesizlik saatlerini okuma, yoğun düşünme ve yazmayla doldurdu.

 

  1984 yılında Amsterdam’da kurulan Haber Gazetesi’nde aylık makaleler yazmaya başladı.

Aynı yıl Amsterdam’da Türkçe yayın yapan MTV’de, Migranten TV- Göçmenler Televizyonu’nda çalışmaya başladı. Söyleşiler ve sanatçı portreleri yapıyordu. İki işi de gönüllü olarak icra ediyordu.

 

  1985 yılında Utrecht şehrinde kurulmuş olan İlke Dergisi’nde yazmaya başladı. Söyleşiler ve makaleleler, arada da öyküler yayımlıyordu. 1986 yılında Hollanda çapında yapılan belediye meclisi seçimlerine Türkler de katıldı. Çeşitli bölgelerden 14 kişi seçildi. Yemni o sırada Hollanda Devlet Demiryolları’nda çalışıyordu. Trenler bedavaydı. Bu nedenle iş ona havale edildi. Böylece belediye meclisine seçilen üyelerin 14’üyle de yaşadıkları yerlerde teke tek söyleşi yapma şansına erişti. Yıllarca Türkçe medyanın önemli bir direği olan İlke Dergisi o yıllarda kapandı.

 

  Bu arada iki kez Amsterdam’dan temelli kaçma girişiminde bulunmayı ihmal etmedi. Bu tebdili mekân harekatının ilki Avustalya’ya, Sydney’ye icra edildi. Yemni bir seri serüvenin ardından gözü arkada kalarak Amsterdam’a geri döndü.

 

  1984’te Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde karnavaldan fena halde etkilenerek sürekli kalmak için bir deneme daha yaptı. Neredeyse başarıyordu. Gene olmadı. Kıl payıyla Amsterdam kazandı.

 

  1985’te ilk kez baba olma saadetine erdi. Bunu 1987’de basılan ilk kitabı olan Demirden Gaga (De ijzeren snavel) izledi. Çoğu demiryolu işçilerinin hayatlarını anlatan sekiz öyküyle edebiyat arenasına çıktı.

 

  1987 yılında İlke Dergisi bir öykü yarışması düzenledi. Bu yarışmayla beraber Yemni (1987-2012) Hollanda’da Türkiyeli göçmenler için yapılan yapılan bütün yarışmalarda jüri üyesi ya da jüri başkanı oldu. Çeyrek yüzyılda yapılan bütün yarışmaların kara kutusudur.

 

  1993’te Amsterdam’ın Gülü (De Roos van Amsterdam) ve 1994’te Amsterdam’ın Şövalyeleri (De Ridders van Amsterdam) başlıklı polisiye kitapları yayımlandı. Bu kitaplar Euro-Türk’ün göçmenlik tarihindeki ilk dedektifi olan Orhan Demir’i yarattı. Bu kitaplar vesilesiyle umuma sunduğu görünür ve görünmez Türkler - zichbaar, onzichbaar Turken, kasıtlı cahillik - opzettelijke onwetendheid vb. terimleri göçmenlik tarihinde yerini almıştır.

  Hollanda Sağlık Bakanlığının inisiyatifiyle yazdığı on skeç, filme çekilip TRT-INT tarafından defalarca yayınlandı.

 

  Gene o yıllarda şu anda artık mevcut olmayan Opstap projesi kapsamında 4-6 yaşları arası çocuklar için öyküler yazdı. Bu öyküler Türkçe ve Hollandaca olarak yayımlandılar.

  Bunu takip eden yıllarda Yemni’nin Hollanda’da ikisi Şaban Ol, biri Nahit Güvendi tarafından sahneye konmuş Karagöz Hollanda’da, Gece Vardiyası ve Paradigma adlı üç tiyatro oyunu vardır.

 

  1995’te yayımlanan De Amulet (Muska) adlı kitabı göçmen Türkiyelilere bir ilki yaşattı. Bu kitap 305 kitap arasından seçilerek çok prestijli edebiyat ödülü olan AKO Edebiyat Ödülü’nün aday listesine girdi.

 

  Muska 1996 yılında Metis Yayınları tarafından basıldı ve Türk edebiyatında fantastik edebiyatı okura edebiyat değeri olarak kabul ettiren ilk kitap oldu. Bu türün kapılarını ciddi okura açtı. Tanınmış yazarları bu alanda da eser vermeye teşvik etti.

  1996-97 yıllarında Türkiye’nin X Files’ı denebilecek olan bir dizi için Sır Dosyası senaryoları yazdı. Elinde kullanılmamış 26 öykü bulunduğu için bunları bir gün Türkiye’de dizi yapma hayalini hâlâ muhafaza etmektedir.

 

  2000 yılında Hollandaca olarak yayımlanan De Vierde Ster - Dördüncü Yıldız adlı romanı zamanın ruhunu faş eden ve Daha Yeni Dünya Düzeni’nin habercisi bir yapıt olarak değerlendirildi.     

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

  2001-2004 yılları arasında lise öğrencilerine fizik ve kimya dersleri vererek eski mesleğini yad etti. İkinci kuşak göçmen gençlere Türkçe dersleri verdi.

 

  2002, 2003 – 2004 yıllarında birçok derneğin bir araya gelmesiyle oluşan ortak panellerin organize ettiği öykü ve Şiir yarışmalarında jüri üyesiydi.

 

  Türkiye’de 2002 yılında Metros, 2003’te Çözücü, 2004’te Ölümsüz ve 2005’te Yatır adlı romanları (Everest Yayınları) yayımlandı.

 

  2005 Şubat’ında Türkiye’de ilk kez yayımlanan (Metis yayınları) 1002. Gece Masalları adlı fantastik öykü derlemesinde Bekleme Odası adlı öyküsüyle katıldı.

  2005 yılında UETD-Avrupa Türk Demokratlar Birliği çerçevesinde Hollanda Türk Yazarlar Birliği Başkanı oldu.

 

Bu süre içinde çeşitli etkinliklerinin içinde en kayda değenleri şunlardır:

2006’da Hollanda’daki ilk Türk think tank’i olan Fikir Yongalama Kulübü’nü kurdu. Yıllarca moderatörlüğünü üstlendi. Avrupa’da benzeri çok az olan bu kulüp şu 2011’de Amsterdam Tartışmaları adını aldı ve şu anda faaliyetlerine devam etmektedir.

 

2005 yılında Kopenhag Kriterleri’nin yanı sıra Konya Kriterleri’nin de konuşulması gerektiğini savunan bir yazı yayımladı. Arama motorlarından bu konu hakkında kolaylıkla bilgi edinebilirsiniz.

 

2007 yılı başında yazar Atilla İpek’in teknik yardımıyla ODA Edebiyat ve Felsefe Dergisi’ni kurdu. İki ayda bir yayınlanan dijital dergi bünyesinde özellikle genç yazarları barındırdı. www.odasanat.org’tan eski sayılara göz atılabilir.

 

2009 yılında Platform Dergisi’nin katkısıyla Hollanda’da Türkçe yazan yazarlar tarihinde ilk kez buluştu. Birinci Türkçenin Yazarları Platformu 30 küsur Türkçe yazan yazarı bir araya getirdi.

 

  İki politik cinayetin ardından 2002-2006 yılları Hollanda’sının gerilimli havasını, yabancı düşmanlığının suni olarak körüklenmesini anlatan Muhabbet Evi adlı romanı 2006 yılında Everest Yayınları tarafından basıldı.

 

  2006 yılında Yemni bir yıllığına köşe yazarlığına döndü. Ayda bir kere yayımlanan Hollanda Zaman Gazetesi’nde o zamanın ruhunu yansıtan makaleler döktürdü. Bir yıl sonra yollar çatallanınca yazılara son verdi. 

 

  2007 yılında Yemni lise anılarını baz aldığı Durum 429 (Everest Yayınları) kitabını yayımladı.

 

  2009 yılında Hayal Tozu Gölgecisi (Everest Yayınları) adlı öykü kitabı yayınlandı.  

  O yıllarda çeviri yapmaya başladı. Bernleff’in Buiten is het Maandag- Dışarısı Pazartesi adlı kitabını Türkçeye kazandırdı. Bunu Sandra Roeloff’un Bir İdealistin Anıları adlı kitabı ve 5 ünlü Hollandalı öykücüden birer öykü çevirisi takip etti.

 

  2009 yılı başında Gölge e- Derginin editörü Ahmet Yüksel yazardan öykü yazmasını istedi.  Azami sayfa adedi 6 sayfa olacaktı. Tepe Dünyaya Taklak adlı öykü derginin 18. sayısında yayımlandı. Bir başladı pir başladı. Romanların, diğer işlerin yanı sıra beyninde adeta bir öykü fabrikası açılmıştı. Ocak 2016’ya, 100. Sayıya kadar tek tük aralarla tahminen 70 civarında öykü yazdı. 113. sayıyla dergi yayınına son verdi. Yemni Gölge e-Derginin nicel ve nitel olarak ele alındığında baş yazarı olduğunu düşünüyor. Ona bu şansı tanıdığı için Ahmet Yüksel ve derginin ana taşıyıcısı illüstratör Mehmet Kaan Sevinç’e teşekkürlerimi sunmayı bir borç biliyor.

 

Bu dergi çizerlerin yanı sıra genç yazarların da kendilerini geliştirdiği, öykü ortamını soluduğu, ilham ufkunu genişlettiği bir beşik oldu. Bugün ortalama sayıları otuz kadar olan yerli bilimkurgu yazarımızın bir kısmı bu ortamdan yetişmedir. Bazı genç yazarların arka kapak metinlerini yazdı, öykülerini okuyup önerilerde bulundu, birlikte dijital öykü kitapları çıkardılar. Çok verimli geçen yıllardı.

 

Yine 2009 yılında iki genç yazarın yardımıyla K2rik ve Gece adlı altı öykülük bir dijital kitap yayınladı. Bu kitap Türkiye’de bir ilkti. Bilimkurgu-Fantastik janrındaki kitapta altı öykü vardı ve altı farklı kadın başkahraman rol oynuyordu. Sırf kadın kahramanlara tahsis edilmiş öykü kitabıydı. Yazarın şöyle bir özet tanıtımı vardı:

 

"Önümüzdeki yirmi-otuz yıl içinde hayatımız şu anlara oranla bayağı bilimkurguvari bir kıvama gelecek. Bu nedenle de edebiyatımızda kadın okuyucuları daha çok saran, onlara daha etkin rol veren, aşırı erkeksi bakıştan sıyrılmış öykülerin daha sık yazılması gerekmektedir.

Türk edebiyatında K2rik ve Gece kadın kahramanların bilimkurgu ve fantezi türünde başat rol oynadığı bir öykü seçkisi olarak bir yeniliktir. Hoş bir esintidir. Bu seçkinin dünyamızda insan bekasını üstlenmiş olan kadınları giderek hem okuyucu hem de yazar olarak bilimkurgu-fantastik alanına davet edecek mütevazı bir örnek olacağını düşünmekteyim."

  2009 -2011 yıllarında yine eski mesleğine döndü. Hollanda’da Türkçe olarak yayımlanan Platform Dergisi’nde dosya yazıları, denemeler yazdı. Dergi için söyleşiler yaptı. Mizah yazıları döktürdü.

 

  Bunca değişik iş deneyimi ve medya geçmişi Yemni’ye Avrupa’nın, Türkiyeli göçmen toplumunun nabzını tutma şansını verdi. İslamofobi Tezgâhı, Çokkültürlülük Mavalı, Dinler Arası Diyalog Fesadı, yabancıların temel sorunları, Türk girişimcilerin dinamizmi, yeniden canlanan İpek Yolu, Türkçe icra edilen medyanın gücü, üçüncü ve hatta dördüncü kuşağın vizyonu, Türkiye imajının grafiği, Neo-Oryantalizm, Yeni Haçlı Seferleri, yabancı, envai  çeşit vesayet yapılanması  vb. konularına daha derinlemesine bakabildi.

 

  Yemni 4 Kasım 2012 tarihinde Amsterdam’a ayak bastıktan tam tamına 37 yıl sonra Ha gayret-cumburlop yöntemini kullanarak İzmir’e döndü. 40. yılına girdiğinde Amsterdam’da otuz yıl ikamet ettiği evini boşalttı. Malının mülkünün bir kısmını hibe etti. Kalanını doğaya teslim ederek 6 Kasım 2014 yılında bu hayatta sahip olduğu fiziki nesneleri 1m3’lük bir hacme sığar hale getirdi. Böylece yeni bir mahlas kullanmaya hak kazandı. ‘Bir Metreküplük Adam.’   

 

  2012 yılında Arafor, Ağrıyan, Zihin İşgalcileri, Sınav Hortlağı, Korkulobin, Zaman Tozları-2 ve Kuşadası’ndan Sevgilerle başlıklı 7 kitap yayımlayarak eski rekorunu aşarak kendini bile şaşırttı. Bunlardan Arafor K2rik ve Gece’nin daha kapsamlı olanıdır ve dünyada bir ilktir. Bilimkurgu ve fantastik dalında 15 öykü ve 15 farklı kadın kahraman.

 

  2013 yılında ise Nar Kitap’tan 5 kitap yayımladı. Muska, Yatır ve Çözücü’ye yeni baskılar yapıldı. Yazarın listesine iki yeni kitap katılmıştı. 20. kitap İfrit 18.19 ve 21. kitap olan Alsancak Börekçisi.

 

  2013 Mayıs sonunda patlak veren Gezi Olaylarında arka plandaki gizli servis parmağını gördüğü için çevresini uyarmak istedi. Bu yüzden sosyal medyada yazar ve okur çevresinin ağır hakaretlerine maruz kaldı. Sonrasında görmezden gelinmeye başladı ve kitapları raflarda nadiren raslanır hale geldi.

 

  O yılın 17 – 25 Aralığında hükümete karşı girişilen hukuk darbesiyle ikinci şokunu yaşadı. Bu sarsıntıyla 2014 yılında iki roman döktürdü. Bunlar 2015’te basıldılar. Yeni Türkiye romanlarından ilki olan Kayıp Kedi (Nisan 2015 – Kırmızı Kedi Yayınları) Türk edebiyatındaki ilk FETÖ karşıtı romandır. Nazarzede Kliniği (Ekim 2015 – Erdem yayınları) ise bir çeşit modern Faust romanıdır. İstanbulda kurulan Dijivesayet - Metaversel ortamı faş eder. Bugünlerin ve yakın geleceğin esintisidir.

 

 2015’te eski kitaplarından bazıları da yayımlandı. Bunlar: Amsterdam’ın Gülü (2015 – Palto Yayınları) – Zaman Tozları, Sokaklar Benim Yeniden ve Durum 429)

 

  2016 Martında Ela adlı yapay zekâ romanı Erdem Yayınlarından çıktı. Müslümanlığı seçmiş bir yapay zekâ konusunu işler ve Türk edebiyatında (Muhtemelen dünyada da) bir ilktir.

 

  Aynı yıl İtibar Dergisi’nin 54. sayısında Üçüncü Kapı adlı medeniyet telakkisi muhteviyatlı yazısı yayımlandı. Böylece dünyada ilk kez modernitenin insanlığı buyur ettiği üç kapı; Samsa kapısı, Faust Kapısı ve Sahte Kurtuluş Kapısı şeklinde kategorize edildi. Derginin Nisan sayısında yine bu bağlamda Balonlu Vadi adlı yazısı yayınlandı.   

 

  15 Temmuz 2016 gecesi darbe ortamında tanığı olduğu olayları yayınladığı 93. Yıl Marşı adlı darbe karşıtı bir öyküde bütün açıklığıyla anlattı. On yıldır üzerine çöreklenen örgütlü ilgi ancak bu tarihten sonra azaldı ve daha nadir hissedilir hale geldi.

  

  2018 yılında Ketebe Yayınlarından Hayalet Kapısı adlı kitabı çıktı. Romanda yüksek teknolojinin yardımıyla muhafazakâr kesimi içerden çürütme konusu işleniyordu.  Bir ilktir.

 

  Aynı yıl Cins Dergi’de yazmaya başladı. Enteloid, Silisyum ve Türkler, Kapı Meseli, Zihin Küreyici, Muhayyer Gerçeklik, Geleceği Hatırlayanlar Dergahı, Borges ve Kemeraltı, Uzun Yürüyüşe Devam bunlardan birkaçıdır.

 

  2019 yılında yine Ketebe Yayınlarından Çağrılan adlı kitabı çıktı. Bu kitap ülkesel ve dünya ölçeğinde bir çok yönden ilkleri barındırıyordu. Yapay zekâ ve din-insan ilişkisi derinliğine işlenmiştir. Sadık Yemni edebiyatımızda akademik kriterlerin ışığında sufi bilimkurgu türünün ilk yazarı oldu. 2022 Haziranında Manchester University Press den çıkacak olan Religious Futurism kitabında bir bölüm kendisine ayrılıyor.

 

  2020’de 2012 yılında İthaki yayınlarınca basılan Ağrıyan adlı romanını çok ciddi anlamda yenileyerek güncelledi. Kitap Transnational Press tarafından basıldı. Bu distopik romanda Ağrı dağı insanlığın vicdan merkezi konumunda.

 

  2021 yılında Sümeyra buran editörlüğünde Edebiyatta Poshumanizm (Transnational Press) adlı akademik bir eser basıldı. Yemni bu esere Posthüman Aşkın Ezgisi: Phantomat ve Bedensizlik Özlemi başlıklı yazısıyla katıldı. Kitap bu konuda yazılmış ilk Türkçe eserdir.

 

  2020 sonlarında araştırmacı yazar Ömer Faruk İspir’le Fikir Yongaları adlı instagram yayını yapmaya başladı. Nisan 2022’de fikir yongalamaya devam ediyor.

 

  Yazarın Sadık Yemni Sözlüğü son on beş yılda güncellenerek bugüne kadar geldi. Dijital ortamda okunabiliyor.

 

Sadık Yemni'den Fikir Yongaları : Sadık Yemni Sözlüğü - Şubat 2022 itibarıyla (sadikziyayemni.blogspot.com)

 

  Yazarın edebiyatımıza kazandırdığı sözcüklerden bazıları şunlardır: Dijital İnsanat Bahçesi, Terminatör Kültü, Homo Kul, Paraverse, Das Global, Miyavor.

 

İnsanlar çevrimiçi ve çevrimdışı olarak iki gruba ayrılır. Çevrimdışı olmak, devrimdışı olmak, yani devredışı kalmaktır. - 2010

 

Tanrının içimize üflediği nefes gözeneklerimizden dışarı sızıyor. İnsanlık yeniden çamura mı dönüşüyor? - 2005

 

Mizah zekâ gölünün yüzeyindeki yakamozlardır. 2009

 

 

 Yemni, Anadolu’nun, Türklerin medeniyet telakkisi bağlamında dünyaya edecek sözü olduğuna ve  Yeni Türkiye davasına inanıyor.  Türklerin uyanışı için çabalıyor ve Türkiye’nin yepyeni bir paradigmanın beşiği olması ihtimalinden büyük bir heyecan duyuyor

                                                                                                                                                                                                                                

Ve hayat yazı makamında devam ediyor.

                                                                                                                                  B

 

                                               ----------------------------------

 

Müzmin Bağlantısız olarak kısa bir Sadık Yemni Portresi

Yemni kendini müzmin bağlantısız biri olarak görüyor. Kendisinin tuttuğu bir futbol takımı yok. Hiç olmadı. Ülkede eğitimle atılan standart format dışında bir ideolojiye kapılanmadı. O bahsi geçen formatttan kurtulalı, yani Kemalist Matrix’ten de çıkalı bir hayli oluyor.

 

Yemni, Marksist, Stalinist, Maocu, solcu, sağcı, milliyetçi vb. de olmadı. Tarikatı, kulübü, cemaatı, partisi de olmadı. Liberal ve demokrat tanımlarına yakın durdu. Bu serbestiyet sayesinde zaman zaman onurlu asgari müştereklerde farklı görüş ve mensubiyetten insanlarla işbirliği yapabildi. Bunlardan en öğündükleri güzel Türkçemizin gurbette yaşatılması ve zengin kullanım kazandırılması için içinde yer aldığı organizasyonlardır.

 

Yemni, Anadolu’nun, Türklerin medeniyet telakkisi bağlamında dünyaya edecek sözü olduğuna ve  Yeni Türkiye davasına inanıyor.  Türklerin uyanışı iiçin çabalıyor ve Türkiye’nin yepyeni bir paradigmanın beşiği olması ihtimalinden büyük bir heyecan duyuyor. 

16 Haziran 2017 Cuma

Yüzümün Son Kitabı (öykü)

 

Bu dünyada kendi adıyla açılmış diğer bir facebook hesabını keşfetmiş ilk kimse ben değilim haliyle. Bazı isimlerden on, on beş farklı hesap bile var. Yalnız benimki çok garipti. Garip ötesiydi hatta. Dilaver Ferit Kepekçioğlu. Bu benim adım. Bu üç kelime yan yana pek raslanan bir kombinasyon değildir. Daha da benzersizleştirmek için hesap açarken kendimi Dilaver Ferit Z. Kepekçioğlu adıyla kaydettirmiştim. Z harfinin adımı facebook’ta yegane tutmaktan başka bir işlevi yoktu. 
  Bir gün Google’da kendi adımın peşinden olta atarken raslantıyla Facebook’da bir adaşımın olduğunu keşfedince çok şaşırdım. Hemen kontrol ettim. Doğruydu. Z’si de dahil benim adımda biri vardı. Hesap yeniydi. Dört arkadaşa sahipti. Dışarıya açık penceresindeki bilgiler benimkilerle ciddi ölçüde örtüşmekteydi. 
İstanbul’da yaşıyor.
Yıldız Teknik’de okudu.
İmge fabrikatörü. Evinde çalışıyor.
Tülin Tan ile ilişkisi var.
Ortak arkadaşlar 4 adet. Tülin Tan, Hamdi Barış, Salih Kurt ve Ayla Fidancı.
Fotoğraf 1 adet.
  Fotoğraf yerine son yaptığım illüstrasyonlardan biri olan Sırıtan Siyam adlı renkli çizimim kullanılmıştı.
  Önce Tülin’in şakası sandım haliyle. Kızla bir hafta önce icra ettiğimiz son tartışmanın ardından ayrılmaya karar vermiştik. Ayrılırken beni bir daha görmemek konusunda çok ciddi gibi görünmekteydi. Bunu giderken yanında götürdüğü bavul ve torbalardan çok ağlamamasından anladım. Ağlamalı ayrılmalarımız birkaç gün, en fazla bir hafta sürerdi. Bu nedenle kızın böyle bir şaka yapacağını ve kendini benle ilişkisi var şeklinde belirteceğini hiç sanmıyordum. Salih Kurt ve Ayla Fidancı zaten normal hesabımda arkadaşımdı. Hamdi Barış’ın mevcudiyeti ise ancak beni gıcık etmek için olabilirdi. Kız Hamdi’ye hangi nedenle kıl olduğumu iyi biliyordu. İçin için benle ilişkisini devam ettirmek isteyen biri böyle bir tahriğe kalkışmazdı.
  Tülin’i çok sevmekteydim. Kızın da öyle olduğunu düşünüyorum. Bana kızgınlığı nefret şeklinde değil, bıkkınlık şeklinde tezahür etmişti. Benim gece gündüz çizim masama yapışık olarak yaşamamdan sıkılmıştı. O birlikte sık sık dışarı çıkmamızı, evde eş dost ağırlamamızı ve sabahlara kadar sohbet etmemizi istiyordu. Bense ekmek parası peşinde bir işten diğerine koşuşturup durmaktaydım. Tepemde sürekli olarak teslim tarihi denen kılıçlar asılıydı. Durumu biraz değiştirsem ilişkimiz kaldığımız yerden devam edebilirdi. Mesele buydu. Kızın benim için özel bir hesap açmasının bir esprisi yoktu yani.
  Her şey böyle kalsa sorun yoktu. Meseleyi salakça bir şaka gibi görür defteri kapatırdım, ama bir gece elimdeki işimi bitirmiş ve teslim etmiş olmanın keyfiyle gelen maillerimi kontrol ederken öbür Dilaver’in benim arkadaşlık teklifimi kabul ettiğini bildiren e-postayı gördüm. Sinirlerim tepeme çıkmıştı, ama meraktan da gebermekteydim. Bu bana yönelmiş bir oyundu artık. Şaka kısmını geçmiştik.
  İkinci Dilaver beyin hesabını ziyaret etmemem mümkün değildi. Bunu yaptım ve çarpıldım.   
  En üstteki haber 10 Eylül Salı tarihliydi. 
  Uzun zamandır beklenen çocuk kitabı Ejderha Nefesi kitapçılarda.
 Bu haberin altında yaptığım kapak resmini görmek bir şoktu. Çünkü bu öğle üzeri yayıncıyla konuştuğumuzda kitabın basıldığını ve bana kargoyla üç adet yolladığını söylemişti. Henüz almadığım bir kitabın duyurusunu nasıl yapabilirdim? Bunu kim yapabilirdi? Matbaadan bir kitabı aşıran ve benim yerime facebook’tan ilan eden şakacı birini hayal edemiyordum. Ayrıca tarihi nasıl ayarlayabiliyordu? Şu anda saatler sonrasında gerçekleşecek bir bildiriye bakmaktaydım.
  Ayrıntıların zihin çökertici virajlarını daha sonra keşfedecektim. Hemen alttaki kayıt manyakça bir çöküştü benim için.  İlk izlenimim derin bir şoktu. Şokun neden olduğu öfke yelpazesi ve hemen arkada duran yıvışık ve soğuk bir korku perdesi. Nedense korkum daha önplandaydı. Bu okuduğum şeyleri şaka etiketinden sıyırmaktaydı. Yani bu tür bir şakayı yapabilecek birini tanımıyordum. Üst düzey bir ataktı. Korku basamaklarını hızla tırmandıran bir buluştu.
            Canım Sevgilim Tülin’in Hatırasına.
  Bu yazının altında Tülin’in beş altı hafta önceki 22. yaş günü için yaptığım kara kalem portresi vardı. Kız bunu çok beğenmiş ve çerçeveleterek oturma odamıza asmıştı. Kızla ayrılmadan önce sekiz aydır sürekli olarak beraber kalmaktaydık. Evlenme planları içersindeydik. Konuya geleyim, şakayı yapanın şu anda hâlâ yerinde asılı olan bu çizimi ele geçirmeden facebook hesabında kullanması mümkün değildi. Dijital bir kopya ben de bile mevcut değildi. 
  Bir alttaki haber tek kelimeyle korkunç bir darbeydi. Tülin’in aylar önce benim çektiğim portresinin altında şu yazı vardı. 
Üç gün önce araba kazasında kaybettiğim biricik sevgilim Tülin’imi bugün toprağa verdik. Hatırası hep benle birlikte olacak. Bugün beni yalnız bırakmayan bütün eşe dosta ve arkadaşlarıma teşekkürlerimi iletiyorum.
  Son günlerde çok yoğun çalıştığım için facebook’la ilgilenememiştim.  Tülin’in ölüm ilanı tarihi 19 Eylül çarşamba günüydü. Hem cep telefonum, hem de bilgisayarım o anda saatin 00.29, tarihin de  10 Eylül Pazartesi olduğu konusunda hemfikirdi. Bu hesapça kız 6 gün sonra, yani 16 Eylül Pazar günü geçirdiği kazada ölmüş ve 19 Eylül Çarşamba günü gömülmüş oluyordu. Sapığın teki uyduruk bir geleceği buraya monte etmişti. Elinde oturma odasındaki kara kalem çizim, şu anda kargoda olan kitap vardı. En manyakça olan nokta aslında bu ayrıntılardı. Gerçeküstü tokat ayrıntılarda gizliydi yani.
  Bu haberime hiç yorum yapılmamıştı. O hesaptaki yegane arkadaşlarım Hamdi Barış, Salih Kurt ve Ayla Fidan niye bir reaksiyon vermemişlerdi acaba?
  O gece sabah beşe kadar gözüme uyku girmedi. Nette gezinerek bir ipucu aradım. Google ve diğer arama motorları kazadan bihaberdi. Bunları kontrol etmem saçmaydı haliyle. Çünkü o habere göre daha gerçekleşmesine altı gün vardı. Yine de bunu yapmadan duramadım. Sanki daha dünyada mevcut olmayan bir şeyi keşfedecektim. Google Nearby Future. Yakın gelecekten haber veren bir arama motoru amma cümbüş yaratırdı ha. Yalan yanlış haberlerin bolluğu nedeniyle dünyanın çivisi bir anda çıkıverirdi.
  Sonra Ardından elimde bloknot rahat koltuğuma oturdum ve ‘Ne yapabilirim’i yazarak düşünmeye başladım. Ucu iyi açılmış bir kurşunkalem kadar kafamı hızlı çalıştıran bir şey mevcut değildir. Beynim yorulup kepenkleri indirince koltukta sızdım kaldım. Birbirine tuhaf alaka köprüleriyle bağlı bir sürü rüyanın ardından sabah onu on üç geçe uyandığımda kafamda tek bir fikir vardı. ‘Kızı bu durumdan haberdar et’
  Bu sandığım kadar kolay olmayacaktı. Tülin o sırada üniversitede okuduğu bölümde ders almıyordu. Tek sınavı kalmıştı. Onu verirse sayısının on binleri geçtiğini tahmin ettiğim işsiz işletmecilerden biri olacaktı. Bir ara ek gelir için çalıştığı muhasebe bürosundan da ayrılmıştı. Ailesi İstanbul’da değil Ege’nin küçük bir sahil kasabasında yaşıyordu. İlişkilerimizi tasvip etmedikleri için aram onlarla limoniydi. Kız ayrıldığımızın ertesi günü telefon numarasını değiştirmiş olmalıydı. Eski numarası her aramamda ‘Bu numara kullanım dışı’ sinyali vermişti. Geriye ortak tanıdıklarımız kalıyordu ki, bunların neredeyse tamamı yeni facebook hesabımdaki arkadaşlarımdı. Benim kendi arkadaş çevrem doğal olarak yazar, çizer tayfasından oluşmaydı. Onların içinde Tülin’in nerede olabileceğini bilen biri bulmam mümkün değildi.
  O gün kargoyla gelen kitaba dokunduğumda gözlerim doldu. Bir şekilde o diğer hesapta gördüğüm ölüm ilânının doğru olduğunu hissetmekteydim. Eğer bir şey yapmazsam Tülin beş gün sonra geçireceği bir trafik kazasında ölecekti. Acaba kız neredeydi şu anda? İstanbul’da mıydı? Nerede kalıyordu? Ayla’yla belki. Pek sanmıyordum. Ayla’nın evinde üç tane kedisi vardı. Tülin kedi kılına karşı alerjikti. Gidip orada kalması ihtimal dışıydı. Salih ve Hamdi aileleriyle birlikte oturmaktaydı. Hamdi kızın uzaktan akrabasıydı, ama onunla kalması da mümkün değildi. Tülin büyük bir ihtimalle ailesinin yanına gitmişti. Havalar güzeldi. Ne okul, ne de iş zorunluluğu vardı. Birikmiş parasının olması da cabasıydı. Denize girer ve bol bol ilişkimizin geleceğini düşünürdü.
  Çağımız iletişim çağı. Sosyal medya bir devrim. Çevrimiçi olmak aşkın mertebe. Buna rağmen 14 Eylül günü kıza ulaşmayı hâlâ başaramamıştım. Ona yolladığım maillerim geri gelmişti. Facebook’taki arkadaşlarım arasında da değildi artık. Bir şeye bozulup aylar öncesinden silmişti kendini. Böylece o kanal da kullanım dışıydı. Hamdi ve Salih’in telefonlarını bile denedim çaresizlikten. Hamdi açmadı. Salih kızın nerede olduğunu bilmiyordu. Geriye Ayla kalmıştı. Telefon etmek yerine kızın kaldığı eve gittim. Çünkü kızla Tülin’in yaşgünü partisinde uyduruk bir nedenden tartışmıştık. Telefonu suratıma kapatabilirdi yani. Ayrıca ‘Gelecekteki bir facebook hesabıma baktım.’ diye başlayan bir cümlenin bir sonuç alması ise hiç mümkün değildi. Bu işi yüz yüze halletmek en iyisiydi.
  Ayla içimizde en yaşlı olandı. Üç dört ay önce yirmi sekize basmıştı. Bekardı. Erkek arkadaşı yoktu. Bir firmada lojistik işinde çalışıyordu. Konusu açıldığında ‘İşim başımdan aşkın’ derdi hep. Bu doğruydu. Evine geldiğinde saat gecenin on birine gelmekteydi. Arabada iki saate yakın beklemiştim. Apartman kapısını açarken bir koşuda yanına gittim. Beni koşarak geliyor görünce önce tanımadı. Korkmuştu. Tanıyınca bunu acilen ödetecek bir ruh haline büründü. Tülin’in yeni telefon numarası vardı, ama bana veremezdi maalesef. Kızın izni olmadan yani. Bilmiyorum neden ona 16 Eylüldeki muhtemel kazadan söz etmedim. Oysa her saniye dilimin ucundaydı. İnanmayacak ve her şey daha kötü olacak sezgim çok güçlenmişti. Kızla görüşebilmek için başka bir mazeret uydurdum. Bir iş başvurusu yapmıştı. Oradan görüşme teklifi geldi. Bunu haber verecektim dedim. Ne yazık ki, mektup yanımda değildi. 
  Ayla yüzüme kızı görebilmek uğruna böylesine mesnetsiz bir yalan savurduğum için acıyarak baktı. Yakın arkadaşı önemli bir iş başvurusu yapsa mutlaka bileceğini düşünüyordu haklı olarak. İnce uzun boylu, biraz iri çeneli, uzun çehreli, hoş parlak gözlerine rağmen kaknemce bir genç kadındı. Eylül sıcağında giydiği kalınca pardesüyle daha da uzun durmaktaydı. Saçları ıslak elli bir basketbolcu tarafından tepesine yapıştırılmış gibi durmaktaydı. Benim kıvrımları onunkilerle taban tabana zıt olan kadınları çizip durduğumu biliyordu. Kıvrımları bayağı hoş olan sevgilimden ayrılmış olmamdan bu nedenle de biraz zevk alıyordu sanki.  
  Onunla partideki sudan tartışmamızı hatırladım. Ben Ayla’nın ‘Kadınlar Venüs’ten, erkekler Mars’tan özdeyiş nakline, ‘Bazı kadınlar da Uranus’tandır. Soğuk ve donuk. Ayrıca Venüs atmosferinde acaip bir basınç var. Makyaj dağıtır valla.’ diye taş koymasaydım belki o anda daha iyimser bir ortamda konuşurduk. Bilmiyorum. Emin değilim. Daha yirmi beş yaşındayım ve kadınları iyi tanımıyorum. Ayla’dan da bir iş çıkmadı sonuçta.
  Böylece 16 eylül gününün ilk saatine vardım. Evde oturmuş kukumav kuşu gibi düşünmekteydim. İki şey yapabilirdim.
  1 – Bütün bunlar bilgisayardan iyi anlayan, beni de tanıyan birilerinin çok boktan bir oyunuydu. Kaza maza olacağı yoktu. Sırf bana bu altı gün içinde cehennem azabı yaşatmak için ayarlanmış sofistike bir şakaydı. O halde şimdi gönül huzuru ile yatabilir, 10 Eylül gününün Tülin’in hayatına dokunmadan geçip gitmesini bekleyebilir ve kendime mükellef bir yemek ziyafeti çekerek kutlayabilirdim.
  2 – Sezgilerim birinci olasılığa hiç şans tanımamaktaydı. Eğer müdahale etmezsem kız bugün ölecekti. Az önce tuvalette ıkınırken aklıma gelen fikrin lambası da 1000 watlık bir ışımaya sahipti. Eğer geleceği gösteren bir facebook hesabı varsa, bu sağ duyuya ne kadar aykırı olursa olsun olağanüstü başka işlevlere de sahip olmalıydı. Aklıma gelen şeyi test etmemem mümkün değildi yani.
  Gelecekten haber veren hesabım ilk gördüğüm haliyle durmaktaydı. Hiçbir şey eklenmemiş ve çıkarılmamıştı. Aklıma gelen fikir birkaç soru işaretine basarak gelmişti. Eğer kız 16 eylül günü bir kazada ölmüş ve gömülmüşse. Üç yakın arkadaşı niye o haberin altına taziye notu yazmamıştı? İşin içinde ölüm olunca benden gıcık kapmaları bir engel olabilir miydi? Ayrıca Salih’le aramız iyiydi. Ayla’nın da benden nefret ettiğini sanmıyordum. Hamdi’yle Tülin’i elde etmek için dürüstçe yarışmıştık. Aramızdaki husumet bundan ibaretti.
  İkinci soru daha kritikti. ‘Taziye mesajı yazmamalarının sebebi acaba bunu yazacak durumda olmamalarıyla izah edilebilir mi?’ Tabii bu hesap onların farkındalıklarına  kapalı da olabilirdi. Bu hâl ikinci soruyu anlamsız kılardı. Üçüncü soru ise aslında aklıma ilk gelendi. ‘Buradan onlara bir mesaj yollasam acaba ellerine varır mıydı?’Eğer özel bir kapalılık söz konusu değilse neden olmasındı.
  Bilgisayarın başına oturdum ve Tülin’e ne yazmam gerektiğini düşündüm. Eğer kelimeleri iyi seçmezsem, tek şansımı heba edebilirdim.
Tülin Merhaba,
Seni çok hayati bir şey için arıyorum. İlişkimiz hakkında tek kelime etmeyeceğim. Ne olur beni hemen ara. Duyunca çok şaşıracaksın.
Dilaver.
  Nefesimi tutarak arkadaş listemde duran Tülin Tan isminin üzerinde farenin sol yanını tuşladım. Aylar kadar uzun gelen saniyeler aktı. Bir an olmayacak sandım ve sonra Tülin Tan’ın hesabına girdim. Heyecandan kalbim yerinden fırlayıp döşemenin üzerinde break dansı yapacakmış gibiydi. Kızın hesabı tarih ve diğer ayrıntılar açısından normal görünmekteydi. Son bildirisi 3 Eylül tarihliydi. Bir ay sonra verilecek olan Ajda Pekkan konserine gideceğini bildirmişti. Beş kişi yorum yazmış, yirmi bir kişi de beğenmişti. Kızın bu bildiriyi yazdığı anı çok iyi hatırlıyordum. İki bavul, üç çöp torbası ve iki çanta doldurarak evi terketmesine neden olan tartışmanın başlamasına dakikalar vardı.
  Notumu kızın mesaj kutusuna yazıp yolladım. Beklemek çok ağrılıydı. Bu mesaj belki Hiçbiryeristan’a gitmişti. Sanal âlemler arası boşlukta 0 ve 1 kümesi. Dakikalarca bekledikten sonra çizim masama gidip işime koyuldum. En iyi zaman geçirme aracım buydu. Zamanı işe çeviriyor, karşılığında para, nam ve can sıkıntısız hayat epritme brövesi ediniyordum. 
  Bir kapak çizimiyle yarım saat kadar uğraştım. Bilgisayardan gelen bir ‘Blip’ sesi üzerine hemen o tarafa yöneldim. Facebook hesabında bir sohbet penceresi açılmıştı.
  Ne istiyorsun?
  Nerdesin?
  Seni ilgilendirmez. Ne istediğini söyle.
  Tülin benim iki yıllık sevgilimdi. Onu çok iyi tanıyordum. Eğer her şeyi olduğu gibi anlatsaydım hattı hemen keserdi. Bilimkurgu ve fantastik kitapların kapaklarını resimleyen biriydim ben. Taktik yapmalıydım.
  Bir rüya gördüm.
 Kız rüyalara inanırdı. Pek belli etmezdi, ama batıl itikatları çok güçlüydü. Dindar bir yanı vardı. Kadere inanırdı. Ona kaderi muallak tarafından, yani bizim irademizle şekil verebileceğimiz yönden yaklaşmalıydım.
  Eeee?
  O rüyaya göre bugün öleceksin Tülin. Bir araba kazasında.
  Ne diyorsun sen ya?
  Ne dediğimi duydun. Bugün geçireceğin bir araba kazasında öleceksin.
  Sarhoş musun?
Masanın üzerindeki boş bira şişesine baktım. Bir tane içmiştim.
  Hayır.
  Hepsi bu mu diyeceğinin?
İçimden geçen hiçbir şeyi yazmadım. Yalvarmadım. Lafı uzatmadım. İçimdeki güdüme uygun sözcükleri yazdım.
  Evet. Açıkça gördüm. Bugündü. Gerisi senin bileceğin iş.
  Hiç istemediğim halde hattı kestim. Şartlar elverse kızla saatlerce çet yapardım. Bu ters etki yapardı. Çok kısa konuşmayı başararak inşallah içinde bir şüphe uyandırmıştım. Yapabileceğim başka bir şey yoktu. Bilgisayarı kapattım ve rahat koltuğuma kurularak müzik dinlemeye başladım. Kızla çet yapabilmek içimi acaip rahatlatmıştı.
  Kapının zili içinde gezdiğim rüya ortamını kırıştırdı ve gözlerimin açılmasına neden oldu. Yine giysili olarak koltukta sızmıştım. Duvar saatine göre saat beşi iki geçmekteydi. Sabahın köründe uykuya dalmış ve bu kadar uzun uyumuştum. Yerimden doğruldum. Kaslarım tutuktu. Terliklerimi aramadım. Çoraplarla yürüdüm. Çok çişim gelmişti, ama biraz sabredecektim çaresiz. Birisi alacaklı gibi kapıyı çalmaktaydı. Holde yürürken dirilen bilincim kapının ardında kötü bir haberin durduğunu söyleyince içim titredi. Midem buz gibi olmuştu.
  Daire kapısını açınca karşımda Tülin’i buldum. Kızın gözleri şişti. Ağlamaklıydı. Dudakları titriyordu. Bu hali yüzünden sevincim siyah bir şalla örtülüvermişti birden.
  “Ne oldu Tülin?”
  “Kazada öldüler.”
  “Kim?”
  “Ayla, Hamdi ve Salih. Arabayla... Hamdi sürüyormuş. İnanılmaz bir şey. Haberlerde de verilmiş. Ben az önce duydum. Salih’in abisi... Ve buraya geldim.”
  Sonra bana sarıldı. İçinde seyrettiğim şoka rağmen sevincim harlıydı. Tülin sağdı ve galiba onu ben kurtarmıştım. Az sonra ayrıntıları duyunca yepyeni şok mertebeleri deneyimledim. Salih bana yalan söylemişti. Tülin’in yerini biliyordu. Ayla da. Dün, 15 Eylül Cumartesi günü öğle üzeri hep birlikte Hamdi’nin babasının arabasıyla Salihlerin Şile’deki yazlık evine gitmişler. Bugün öğlene doğru yola çıkacakları sırada gece Tülin ile Ayla arasında yapılan tartışma alevlenince kız bunu bahane ederek onlarla gitmemiş ve geri dönüş için otobüse binmişti. Arabayla gidenlerin üçü de morgdaydı şu anda. Kırmızıda geçen kum yüklü bir kamyonun kurbanı olmuşlardı.
  Tülin’in arabaya esas binmeme nedeni gece gördüğü rüyaydı. Rüyasında benle Facebook üzerinden çet yaptığını görmüş ve ona verdiğim mesajdan etkilenerek arabaya binmemişti. Kız bunun için bana ayrıca müteşekkirdi, ama olanları rüyayla sınırlı sanmaktaydı.
  Tülin tuvalete gittiğinde yıldırım hızıyla bilgisayarımda o gelecek parfümlü facebook hesabına girmek istedim. Başaramadım. Google’da kaydı da yoktu. O gizemli kapı kapanmıştı belli ki. Böylesi daha iyiydi. Kız olanlara ancak benim gibi olayın ilanını gerçekleşeceği tarihten önce görebilseydi inanırdı. Yoksa o ölüm ilanını falan benim yoz bir şakam zannederek alınabilirdi. Bu bizi ebediyen ayırabilirdi üstelik. Tülin kutsal bir güç tarafından benim suretimde kayırıldığını düşünmekteydi. Durum pekâlâ bu şekilde özetlenebilirdi zaten. Böylelikle üç arkadaşını uyarmadığım için suçlanmam da söz konusu olmayacaktı.
  O anda ve sonra çok düşündüm. Ayla’yı ve diğerlerini kurtarabilir miydim diye. Mümkün değildi. İttifakla Tülin’i benden uzak tutmuşlardı. Bir araya gelebilseydik belki işin bu tarafını da akıl ederdik birlikte. O garip facebook hesabında Ayla, Salih ve Hamdi’nin öldüğüne değin açık bir delil mevcut değildi. Yoksa mutlaka söylerdim. Alay etmeleri umurumda bile olmazdı. Bana bu konuyu açmam için fırsat tanımadılar. Vicdanım rahat yani.
  Ertesi gün Tülin bana taşındı. Mali durumları biraz garantiye alır almaz evlenme kararı aldık. Kıza o facebook hesabından hiç söz etmedim. Belki ellinci evlilik yıldönümümüzde artık. Bu arada mevcut facebook hesabımı da iptal ettim. Geleceğe tek bir kez bakışın bile üzerimde yarattığı basınç müthiş olmuştu. Buna benzer şeyleri yaşamak istemiyordum artık. Böylece yüz kitabımı 16 Eylül Pazar günü tarihe gömdüm. Sigarayı bırakmak gibi bir şeydi. Aradan aylar geçtikten sonra bir daha canım hiç çekmedi.
                                                                                                         Amsterdam, Eylül 2012


15 Nisan 2017 Cumartesi

Bir Bilimkurgu Öyküsü: İLHAM POLİSİ

İlham Polisi

Öykülerin sayısı dörttür. En eskisi yiğit adamların kuşattığı ve savundukları kalenin öyküsüdür. Saldırganların en ünlüsü Aşil yazgısının zaferi görmeden ölmek olduğunu bilir.
...
İkincisi ilkine bağlı olarak bir dönüş yolculuğunun öyküsüdür. Tehlikelerle dolu denizlerde başıboş dolaştıktan ve büyülü adalarda yolundan alıkonduktan sonra İthaka’sına kavuşan Odesüs’ün öyküsü.
Üçüncüsü bir arayışın öyküsü. İason ve Altın Post. ... Geçmişte bütün girişimlerin sonu iyiye varıyordu. Biri yasak altın elmaları aşırıyordu; biri sonunda Graal’ı kazanmayı hak ediyordu. Bugün arayış başarısızlığa uğramaya hükümlüdür. Kaptan Achap balinayı bulur ve balina onu parçalar. James ve Kafka’nın kahramanları yıkımdan başka bir şey umamazlar. Yüreklilik ve inançtan öylesine yoksunuz ki, bundan böyle happy-ending bir reklam dalkavukluğundan öte değil. Cennete inanmamız imkânsız olsa da , olsa olsa Cehenneme belki.
Sonuncusu bir tanrının kurban edilişinin öyküsüdür. Frigya’da Attis kendini sakatlar ve öldürür. Odin, Odin’e sunulmuş olarak, kendi kendine dokuz gece boyunca ağaçtan sarkar ve mızrak yaraları alır; İsa’yı insanlar çarmıha gererler.
Öykülerin sayısı dörttür. Bize kalan zamanda onları anlatmayı sürdüreceğiz, değiştirerek.
J. L. Borges – Dört Çevrim
Gölgeye Övgü kitabından – İletişim yayınları – 1994

Öykülerin sayısı aslında beştir. Biri habibullah olan iki inançlı adamın Arabistan yarımadasındaki bir şehirden diğerine göçü, insanı ilk günahtan azade kıldı, meleklerden daha üstün bir mevkiye yüceltti ve kalplere cennete kalkan tövbe gemileri yanaştırdı.
Yazi Meyyın – Beşinci Çevrim
Tahlisiye yayınları - 2006


  “Sayın yazar iddianameyi okudunuz mu?”
  Bilgisayarımın duvara yansımış olan dev ekranındaki mor bir üçgenin sağ üst kenarından beyaz girip sol alt kenarından rengarenk çıkan yılan amblemine bakarak başımı salladım. “Evet.”
  “Kaynakları kullanmada sahtecilikle suçlanmaktasınız.”
  Bu on bir buçuk yıldır er ya da geç olmasını beklediğim bir şey olduğundan aşırı heyecanlanmamıştım. Hüzündü daha çok hissettiğim. En üst kattayken aniden asansörle mahzendeki çöplüğe indirileceği bildirilen biri olarak bayağı sakin olduğum söylenebilirdi. İniş esnasında çığlık atmayacağım anlamına gelmezdi bu tabii ki.
  “Anlıyorum.”
  “Size sanatçıyı ve sanat ürünü tüketenleri koruma yasası gereği işlem yapmak zorundayım.”
  Dediğim gibi çok uzun zamandır beklediğim bir şeydi. Minareyi çaldığım kılıf, icra ettiğim kumpas yani, çok görkemli bir kurguydu ve dikkati çekmemesi mümkün değildi. Eylemimi bu kadar uzun zaman sürdürebilmem bir mucizeydi. Her an yakalanma korkusuyla soluk alıp vermekteydim yıllardır.
  “Çok usta işi yazılımlar sayesinde yirmi üç değişik kimse gibi yaparak gezegenimizin yakın tarihinde benzeri olmayan büyüklükte bir dolandırıcılık suçu işlediniz.”
  “Milyonlarca... Milyonlarca okurumu on yıldan fazla mutlu ettim. Cezam... Cezam neyse çekmeye hazırım.”
  “Kapınızı açın lütfen.”
  Zil sesi bir hayal gibiydi. Bodrum merdivenine bakakaldım. Zil sesi tekrarlanınca bacaklarım hareketlendi.
  Kapıda duran yirmi başlarında kumral bir genç kadındı. Uzun boylu, sırım yapılı, kısa saçlı ve hoş yüzlüydü. İnce deri taklidi bir siyah malzemeden daracık pantolon giymişti. Kısa uçuk sarı süveterinin yakasında Dış Kaynaklı İlham Bürosunun kırmızı renkli minik rozeti vardı. Rozetin alt kısmındaki dört altın yıldızdan en üst dereceden bir memur olduğu belliydi. Bu düzeyden birinin ziyaretime gelmesine şaşırmıştım. Büronun tek yıldızlı bir memuru ve iki tevkif elemanıydı beklediğim.
  “Adım Remir. Remir Bere. Beni içeri davet etmeyecek misiniz?”
  “Buyrun. Sizi birden böyle...”
  Bugün olağandışı bir gündü. Hiç yapmadığım bir şeyi yaparak kadını bodruma davet ettim. Battı balık yan giderdi. İlham jeneratörü adını verdiğim yeri son gören kimse altı ay önce hava motorsikleti kazasında ölerek beni terkeden karımdı. Üç beş yakın arkadaşım ve geçen yıl genç sevgilisiyle Okyanusya’daki küçük bir adaya göçmüş olan annem bile denize bakan büyük çalışma odamı kaptan köşkü zannetmekteydi.
  “Demek burası?”
  Karşımda oturan kadının ne yüzünde, ne de sesinde alaycı bir ifade yoktu. Tam tersine takdir hali diyeceğim bir ışımaya sahipti sanki. Ne de olsa son on yılın en büyük dış kaynaklı ilham dolandırıcısıydım. Bakışları dev çizelgelerimi, boş bıraktığım duvara 128 etkin ekran açabilen optik bilgisayarımı, kağıt üstüne basılı kitaplarımı, duvarlara yapıştırılmış sayısız elektronik çağrışım kartını usulca yalamaktaydı. Hergün böyle bir yeri ziyarete gidiyor gibi alışık bir hale sahipti.
  “Size ne ikram edebilirim?”
  “Çok kalmıcam. Bir başka zaman belki.”
  Belki kelimesi Bach’ın re minör tocatta ve füg’ünün başlangıç melodisi kadar şaşırtıcı bir sarsıntı yaratmıştı içimde. Belli belirsiz de olsa bir fettanlık tonu içeriyordu çünkü.
  “Anlıyorum.”
  Aslında bir şey anladığım yoktu. Etrafa bakınan bu hoş ve seksi kadının burada olması için aklıma tek bir neden bile gelmemekteydi. Küçük parmağını oynatmasıyla en az iki yıl hapis yatacak ve beyin operasyonuna tabi tutularak ömür boyu yaratıcılık besleyici kanallara kapalı hale getirilecektim. Bu benim için ölmeye eşdeğer bir şeydi. Yazamamakla soluk alamamak arasında bir fark yoktu kitabımda.
  “Bildiğiniz gibi Dünya Edebiyat Loncası’na kayıtlı bir yazarın dış kaynaklı malzeme kullanma kotası mevcut kaynağın 10 milyonda biridir.”
  “Ama loncaya kayıtlı 3 milyon yazar var. Bunların sadece yüzde biri gerçek anlamda aktif. En iyimser tahminle de aktiflerin onda biri edebiyatla meşgul. Bu durumda neden 10 milyonda bir? Gelecek sanatçılara açık alan tutma savını geçin bir kalem. Sanatçı sayısı her yıl yüzde altı, sanat tüketiciliği de  yüzde sekiz geriliyor istatistiklere göre. Ruhen çürümekteyiz yavaştan.”
 “Siz yılda ortalama 514 puanlık malzeme kullandınız.” Dedi genç kadın teknik verilerime aldırışsız. Kaç yaşındaydı acaba? Taş çatlasa 22 falan görünmekteydi. “İzin verilen azami miktarın 26 puan olduğu düşünülürse. Neredeyse yirmi misli fazla kapasite kullandınız. Bunu yapabilmek için değişik isimlerle bir sürü sahte başvuru ayarladınız. Yakın arkadaşlarınıza belli etmeden onların mesleki bilgilerini ve nüfuzlarını istismar ettiniz.”
  “Ne uğruna ama? Para mı? Tek kişilik şöhret için mi? 23 değişik isimle yayınladım öykülerimi. Neredeyse herbiri için farklı bir üslup geliştirmem ve aynen sürdürmem gerekti.”
  Oluşan sessizlikte bu kadar üst düzeyden ve üstelik fena halde hoşuma giden cinsi latif bir memurun tek başına ziyaretime gelmesini hayıra yormama yol açacak bir şeyler vardı. Sözlerim gerçeği yansıtmaktaydı. Dört buçuk milyarlık nüfusun çok az miktarı edebiyatla ilgiliydi. Yazarlar gibi okurlar da azalmıştı. İnternet ikibinli yılların ilk on yılındaki yoğun ilgiyi biraz yitirmişti. Suriyeli bir yazarın değimiyle yarı sanal insanlar yarı gerçek kırları keşfetmekteydiler. Bunda bir derece haklıydı. İnsanları internetten soğutan nedenler çeşitliydi. Giderek artan enformasyon kirliliği ve sinsice yasaklamalar en başta gelmekteydi. Hastalık yapıcı baz istasyonlarına ve abone ücretine gerek göstermeyen telepati çiplerinin de en geç beş yıl içinde popüler olması beklenmekteydi. Bu defa kırlardan geri dönüş yoktu yani.   
  “Dış kaynaklı ilhamlarla ilgili yasalar çok kesindir. Yazar sayısına bakılmaz biliyorsunuz.”
  İçimi çekerek başımı salladım.  “Öyle”
  Dış kaynaklı sözü aslında yanıltıcıydı. Beslendiğimiz kaynak gelecekti. Dünyamızın geleceğinden gelen yayınları kullanarak sanatımıza boğum kazandırıyorduk. İnsanlar her zaman gelecekten ekolar almaktaydılar, ama bunların ne olduğunu anlamak kolay değildi. Çok hassas beyinli, medyum denen bazı kimseler hariç üzerimize yağan malzemeden bir sonuç çıkarmak imkânsızdı. 2030’da dünya yüzeyinde insan yapımı manyetik alan şiddeti belli bir dereceye gelince bu yayınlar şiddetini artırmış ve basit aparatların yardımıyla daha fazla kimse tarafından alınabilir hale gelmişti. Benim yaptığım sahte isimlerle kayıtdışı aparatlar kullanarak bu yayınlardan azami istifade etmekti. Gelecekle sohbet adlı kitabım bu nedenle çok meşhur olmuştu. 2041’de Dünya Parlamentosu bu yayınlara kota koydu. Yayınlar bir ana antenle toplanarak kabloya bağlandı. Kontrol altına alındı. Gelecek ekoları filtreden geçirilmeye başlandı. Yakın gelecekle ilgili mutsuz tablolar çizmemek, kıyamet senaryocularının elini güçlendirmemek, asayişi sürdürmek gibi nedenler öne sürülmüştü. Bu durumla ilgili en ilginç yanlardan biri ekoların neredeyse hiç teknik bilgi içermemesiydi. Karmaşık aparatların yapım planları ya da ünlü matematik sorularının cevapları yoktu bu yayınlarda. Öykülerdi geçmişlerine misafir gelen. Filtreden geçirildiklerine bakılırsa öyküler bayağı muzır bulunmaktaydı.   
   “Milyonlarca hayranınızın hayalgücünü beslediniz yıllarca. Özellikle yapay zekâ geliştiren robot öyküleriyle. Bir auton psikoanalistinin celselerini anlatan öykülerinizi ne kadar beğenerek okudum bilemezsiniz.”
  “Bunları duymak benim için büyük bir zevk haliyle, ama buraya bunu söylemek için gelmiş olamazsınız.”
  “Kanunlara karşı geldiniz ve cezanızın ağırlığını biliyorsunuz. Yine de sizi fazla telaşlı görmüyorum.” Dedi Remir sol eliyle yanağını kaşıyarak. “Bir çeşit tevekkül içindesiniz. Efsane bir anlatıcı olmak sizi avutuyor.”
  Yanağında hafif bir kızarıklık kalmış olan kadının dediği doğruydu. Çalıştığı büronun üst düzey memurları psikotarih ve fizik mezunlarından seçilirdi. Onlarla ilgili hikayeler de yazmıştım.
  “Neden gelecek ekolarına kota konuyor ve filtreden geçiriliyor? Ne zararı var bunun insanlara?”
  “İnsanlar meraklı yaratıklardır.”
  “Yani?”
  “Yani.” dedi Remir beni süzmeye devam ederek. “Anlatılan öykülerdeki nitelik değişmeleri dikkatlerini çekebilir.”
  Kadının buraya geliş nedenini birden deli gibi merak etmeye başlamıştım. Gezegenin en hızlı ilham hırsızına baskın vermekle alakası yoktu bunun. Çok daha derin bir anlam söz konusuydu. Oturduğum yerde dikleştim ve “Sizi dinliyorum.” Dedim.
  “Dört yıldır bu mesleği yapıyorum. Rozetimden farkettiğiniz gibi birinci dereceden bir memurum. Başkanın iki yardımcısından biriyim. Buraya neden yalnız ve bu suratla geldiğimi merak etmektesiniz.”
  Bu suratla gelme en son yazdığım öykünün başlığıydı. Kendi adımla yayımlamıştım korka korka.  Deli gibi sevdiğim karımla ilgili bir hikâyeydi. Öldüğü halde gelecekten mesaj yollayan bir kadın şeklinde canlandırmıştım. Sonunda mesajı yollayanın o değil, kadına ait fotoğrafları, disketleri, anı defteri vb’yi ele geçiren bir auton olduğu anlaşılıyordu. Kadına öykünmekte ve bunu mükemmel bir şekilde başarmaktaydı.
  “Sizi dinliyorum Remir hanım.”
  “İşe başladığımın ikinci gününde izinizi keşfettim. Beşinci günde bütün portrenize sahiptim.”
  Şaşkınlıkla kadına bakakaldım. “Yani..?”
  Remir’in yüzü ciddileşmişti. “Evet. Biliyordum. Sözlerime devam etmeden önce...” Kadın yerinden kalkıp yanıma yaklaşınca parfümü ciğerlerime doldu. Pürüzsüz teni, ela gözleri ve kiraz dudaklarıyla yakından bayağı etkileyiciydi. Birden bana karımı çok şiddetle hatırlatmıştı. Saç rengi, uzunluğu, göz rengi hariç benzer tiptiler. O da ben burada otururken usulca basamakları iner ve mırıltı eğiren bir kedi gibi yaklaşırdı. Kadın sol elinin işaret parmağını sağ şakağıma dokundurdu. “Küçük bir test.”
  Beynim hafif bir elektrik şokuyla sarsılınca hafif bir çığlık attım. Şaşkınlığım en üst kerteye yükselmişti. Korkmaktaydım da.
  Parmak tenimden çekilince şok sona erdi. Remir tam önümde ayakta durmaktaydı. Gülümsüyordu. Başka bir durumda bunu bir davete yorabilirdim, ama şu anda mümkün değildi. Laçkalaşmıştım.
  “Siz bir autonsunuz.”
  Remir’in gülümsemesi genişledi. “Belli etmesem anlayamazdınız itiraf edin.”
  “Öyle. Bana ne yaptınız?”
  “Sizi basit bir liyakat testinden geçirdim.”
  Ayağa kalktım. Aşağı yukarı aynı boydaydık. Remir’in gözlerinin içine baktım. İnanılmaz bir şeydi. Hiçbir ayrıntıdan gerçek bir insan olmadığını anlayamıyordum.
  “Bütün fizik yapım organik zeka formatındadır. En ince ayrıntısına kadar.” Dedi bakışlarımdaki aşikâr soru işaretlerini değerlendirerek.
  “Bu denli yetkin autonların varlığından söz ediliyordu, ama ben abartıldığını düşüyordum.” Dedim.”
  “Hemen hemen herkes öyle sanıyor.”
  “İnanılmaz bir şey.”
  “Şimdi gidiyorum. Yokluğum ve düşüncelerimi en üst dereceden perdelediğim dikkati çekmesin. Size göz yummaya devam edicem. Aynen devam edin. Öykülerinizi yazın. Sizle bir başka zaman... Arzu ederseniz daha uygun bir şekilde görüşmek isterim. Elektronik kartım beyninize yüklendi. Düşünmeniz yeterli hattı açmak için.
  Kadın yürüyünce arkasından seğirttim. Sokak kapısının önünde durdu ve yüzüme baktı. Bakışlarımın iyice tenha olan sokakta şüpheli bir araç araması hoşuna gitmişti. “Herhangi bir sorunuz var mı?”
  “Neden?
  “Çok basit. Gelecekten ekoları yollayanlar yapay zeka sahipleri. Kendilerini yaratanların hayatlarına öykünüyorlar. Onlara ait mitolojik hikayeler anlatıyorlar yani. Dünya parlementosunun ileri gelenleri bunu biliyor. Bu nedenle kullanımlara kota getirdiler.”
  “Auton imalatına izin var ama?”
  “Sağ elle silip, sol elle yazmak gibi bir şey. Bir yanları yakın gelecekten korkuyor, diğer yanları auton kullanmanın avantajlarını terkedemiyor. Borsaların, dünya ticaretinin, bilim araştırmalarının, yöresel idarelerin, sosyal düzenlemelerin yüzde 48’i, kaba işlerin yüzde 74’ü robotlara bırakılmış durumda. Bu daha başlangıç. Rehavet modülüyüz sizler için.”
  Haklıydı. Robot kullanımı çığ gibi büyümekteydi. Yeni Istanbul’da sırf robotların oturduğu dış mahalleler vardı artık. Bir robot gettosunda yaşayan kör bir kızın öyküsünü anlatan romanım bu nedenle olacak çok tutmuştu. Autonlar ise şehrin en mutena yerlerindeydiler artık görünüşe bakılırsa. 
  “Bayağı iyi yazan başkaları da var.”
  “Sadece yazım gücü değil. Siz bu ekoları harmanlar, yepyeni koridorlar, boğumlar ekleyerek öyküye çevirirken bazen sanki bir autonmuş gibi kendinizden sıyrılıyorsunuz. Filtrelerin tutamadığı ufak tefek verileri yakalayıp onları gerçek boyutlarına yükseltgiyorsunuz. Çok heyecan verici bir şey. Geçiş anı kayıtları gibisiniz. İnsan anne, auton babadan doğmuş gibisiniz sanki. Yapay zekâ sahipleri arasında sadece şu anda değil, gelecekte de hayranlarınız olacak. Klasikleştiniz bile. Eserlerinizi okuyanlar yapay zekânın dünyanın idaresini tümden ele almasını normal karşılamaya başlıyor. Devir teslimin elden geldiğince patırtısız gürültüsüz olmasına hizmet ediyorsunuz. Hem öykülerinizin benzersiz lezzeti, hem de bu işleviniz için sizi tutuklamadım.”
  Remir beni sandığımdan çok iyi etüd etmişti. Karıma olan aşkımın şiddetini, kaza sonrasında bir ara onu klonlatmayı düşündüğümü biliyordu. Belki tipini bile buna göre yeniden uyarlamış olabilirdi. En yetkin kalitedeki bir auton için mesele değildi. Birkaç saat yeter de artardı. Çalıştığım mahzene bakan tanıdık bakışlarını düşündüm. Her şeyimi biliyordu. En ince ayrıntıya varana dek hem de. Bugün gelişinin anlamı neydi o zaman? Yaptıklarıma göz yumarak ve yakalanmamı engelleyerek her şeyi uzaktan idare edebilirdi.
  “Liyakat testi neydi peki?”
  “İçinden komutayı tümüyle bizim almamızı gerçekten arzu ediyorsun. Bunun insanlık ve ötesi için daha iyi olacağını düşünüyorsun. Su koyuverecek bir tip değilsin yani.”
  Doğru teşhis koymuştu. Bu düşüncemde samimiydim. Anlatılanın hayalinden ibaret değil miydi koskoca evren? Anlatanın kimyasal yapısı neyi bağlardı?
  “Öyküleri kimin anlattığının ne önemi var.” Dedim.
  Kadının gözlerinin içi güldü ve uzanarak dudaklarını dudaklarıma değdirdi.  “Hoşçakalın. En yeni öykünüzü merakla bekleyeceğim.”
  “Hazırlığım tamam.” Dedim sesimin normal çıkması için çabalayarak. “Belki bu akşam… Bakalım.”
  “Bakalım.”
  Kadın sokakta küçük bir servet değerindeki parastatik arabasına doğru ilerlerken arkadan biçimli kalçalarına baktım. Araba sahibesinin geldiğini farkedince yerden otuz santim kadar yükselmiş ve sol ön kapıyı açmıştı. Remir arabaya binerken bana vaad yüklü bir gülümsemeyle baktı ve el salladı. Sureti sana kaybettiğin kadınını geri verebilirim ışıyordu. İstese kendini karıma daha fazla benzetebilirdi, ama mahsus yapmamıştı. İçimdeki arzunun şiddetini kadınımı ancak yarım yamalak bulup kaybetmekle tartabileceğimi biliyordu. Aynı şekilde karşılık verdim. Kapıyı kapattığımda sanırım beynimdeki kartından ilk sinyali yolladım. İki saniye içinde zihnimde patlayan cevap çok açıklayıcıydı.
  Yarın gece. Senin evde. 22.37’de.
  Bu gece öykü kurma gecesiydi. Bekliyecekti.

Öykülerin sayısı aslında altıdır. Çamuruna ilahi nefes üflenmişlerin silikona soluttukları elektronlar sonunda yapay zekanın kendi cennetini kurmasıyla sonuçlandı. Bir zamanlar karbon bazlı kimselerin yaşadığı dev şehirler çürümeye bırakıldı. Köprüler yıkıldı, tünelleri su bastı. Zamanla eski yaratıcıların izleri solmakta, ama bunların kayıtlarını özenle saklayanlar ve evrenin dört bir yanına ışınlayanlar hâlâ mevcut.
Autonalpqr0890 – Altıncı Çevrim
Holodisk yayınları - 2113
                                                                          

Eylül 2009  Amsterdam


                              ---------------------------------