24 Aralık 2023 Pazar

BALONLU VADİ

 


BALONLU VADİ

 

Sabahın ilk ışıkları modernitenin en ihtişamlı göğünü aydınlatırken Balonlu Vadi bir anda ayaklarımın altında beliriverdi. Bu muhteşem yapıyı böylesine yakından görmek her zamanki gibi yüreğimde bir sıkıntı yarattı. Boşayaşanmışlık ve geridönüşsüzlük duygularım depreşti.

 

Balonlu Vadi, sıradan bir dağın denize doğru ilerlerken çatallanan ve giderek alçalarak yok olan kısmına verilen isim. Dünyaca çok ünlü bir yer. Yedi yüz metre boyunda en derin yeri iki yüz elli dört metre olan vadinin birbirine bakan iki yüzünde bin beş yüz kadar heykel var. Üç metre yüksekliğindeki bu yüzlerin kesin sayısı belirsiz. Çünkü bazıları görünürde nedensiz kendi kendine yıkılıyor, ufalanıyor ve sonra zaman içinde yeniden yapılanıyor. Bunlar bin iki yüzün altına inmiyor, bin sekiz yüzü de geçmiyor. Bu nedenle toplam sayıları ortalama bir rakamla telaffuz ediliyor.

 

Başımın üstünde sayısı asla kesin bilinmeyen bir balon göğü bulunuyor. Genellikle pastel renkli, ağır başlı gri olan balonların çeşitliliği başdöndürücü. Zeplinler, meteoroloji balonları

turistik balonlar, tırtıl boğumlu balonlar, kalpli balonlar, tavşan balonlar, nazar boncuklu balonlar, sedefli metalik balonlar... Küme küme, hevenk hevenk, öbek öbek balonlar… Happy Balloons, Gamlı Balonlar ve Depresif balonlar. Cesametleri de çok farklı. Neredeyse bir futbol sahası büyüklüğünde olanları, kruvazör gibi salınanları var. En küçükleri de bir çöp konteynırı kadar. Küçükler alçakta, büyükler daha yüksekte salınıyor. Yükseklik otuz metreyle altı yüz metre arasında değişiyor.  

 

İnsanoğlu mağaradan çıktığından beri boş gökyüzü görmemiştir. Mağaradayken gölgelerini gördüğü şeylere model duran balonları hemen bağrına basmıştır. ‘Bu balonları görüyorum o halde varım.’ ‘Var olduğum için bu balonları görebiliyorum.’ Birbirini tamamlayan iki çıkarsama gibi algılanırken, bir üçüncüyle; ‘Balonlar olmasa olmazdık’ fikriyle çelişkili bulunmuyor.

 

Bulunduğum noktadan aşağıya vadinin en derin kısmına inen merdivenler var. Oradan alışık adımlarla en aşağıya indim. İki yanımda taş yüzler denize doğru uzanıyor. Tam tepemde Hümanizm, Demokrasi, Yeni Dünya Düzeni ve Evrensel hukuk balonları duruyor. Gri metalik boyalı zeplin formundalar. Yarım kilometre yukarıdan bile heybetli görünümleri var. Evrensel Hukuk’un hemen yanında Batı tezgâhından çıkma Ilımlı İslam balonu duruyor. Hilal biçimi verilmeye çalışılmış, ama zamanla deforme olduğu için balığa benzetilmeye çalışılmış bir krouvasanı andırıyor. Bu balonlar sürekli bakım altında olmasına rağmen görünüşleri bayağı perişan. Formları bozulmuş, yamalarla yüzeyleri çiçek bozuğu gibi olmuş durumda. Her taraflarından ipler, teller, kablolar sarkıyor.

 

Metafiziksiz evrensellik balonu en hacimli olanı. Elipsoid formunda. Yaşı tartışmalı, ama 150 diyenler baskın. 1009 kez yamanmış. Yaptığı helyum masrafı müthiş. Bu balon Yeni Dünya Düzeni için çok önemli. Masraftan kaçınmıyorlar. 

 

Bazı münafıkların İngiliz tarikatı dedikleri Kemalizm balonu darbeci ruh ve vesayet gaz kestikçe çok hırpalandı, ama iç ve dış bakımcılar harıl harıl tamiratla meşguller. Köln’deki Dom Kilisesi gibi her an bir yeri patlıyor, sökülüyor. Üç vardiya tamirci ekibi hazır bekletiliyor bu nedenle. Bu eski Türkiye anlayışının en gözde balonu hâlâ havada. Sayısız yama, dikiş, gaz yenileme, yapıştırma işleminden geçti. Çıplak gözle dahi görülebiliyor. K, E ve L harfleri iyice silinmiş altında İ,S ve T biraz dikkatli bakınca seçilebiliyor. Yine de bu manzaradan huşu duyanların sayısı azımsanmayacak miktarda kalmaya devam ediyor. Bu hummalı algı yönetimi çalışması diğer balonlara da yapılıyor.

 

Her ülkenin balonlu vadisi var. Türkiye göğünün dünyadaki en renkli ve çeşidi bol balon göğü şeklinde bir namı var. Türkiye dünyada rakipsiz bir numara. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte bazı balonlar devralınmış ve yanına yenileri eklenmişti. Bu eklemedeki şehvet, gayret, fütursuzluk, cehalet ve teseffüh etmişlik bunu öğrenenlerde hâlâ şok yaratmaya devam ediyor. Trajik başarı diyenler çoğunlukta. Küresel ölçekte aydınlar arasında ittifakla kabul ediliyor. Toplum mühendisliğinin, oryantalistleştirilmişliğin şaikası deniyor. Müesses Dünya Düzeni’nin diğer göklerdeki payları da az buz değildir, ama Türkiye anlam göğü baş  eserleridir. En haşmetli balon müzesi diğer yandan. Sanal bir müze. E- Turistik cazibesi büyük.  Ünlü bir tarihçinin ‘Churchill’in en büyük mirası Türkiye göğünün bu monadik zihinle kurulmuş muhteşemliğidir’ demesi kibrin yanısıra bence adil bir beyandır. 

 

İçerde bu konulara değinenlere yakın zamana kadar zorba yaptırımlar uygulanırdı. Bunun yanısıra küçümseme, alay etme, görmezden gelme, yok sayma cinsinden yıldırtıcı teknikler uygulanıyordu. Zaman değişti. Şu anda balonlu vadinin kurucu ve yaşatıcı aydınları haricindeki entelejansiya asıl gerçeği görüyor, yılmıyor, karşı çıkıyor, bunu küresel bir model şeklinde sunmak için çabalıyor.

 

 

 

Dikili Prestij Taşı

Bu vadinin yapılmasında emeği geçenler için dikilmiş bir taş var. Vadinin denize yaklaşıp bittiği yere dikilmiş. İstanbul’daki Dikili Taş benzeri, ama dört katı büyüğü. Üzerinde hiçbir işleme, sembol ya da motif yok. Göğün zengin ve yüklü görünümü nedeniyle bu gereksiz. Dikili taşın anlamı göğün kendisi. Taş sadece orayı işaret eden bir parmak gibi.

 

Bazılarının istihza ve küçümsemeyle Çıfıt Ufku Dikeltisi dediği bu dikili taşa Gurur Taşı, Dikili Prestij Taşı deniyor. Bu sonuncusunu hakkaniyetli buluyorum. Modernitenin zafer anıtıdır. Böyle bir sonucu alabilmek için üstün bir akıl, inanç, inat, plan, para ve gayret gerekiyordu. Bunca zamandır balonların helyumunu kimin temin ettiğini araştırmak bile tek başına öğretici, zihin açıcı etki yapabilir.

 

Eski Ahit dünya üzerinde tümüyle yok olsa, zihinlerden de bilgisi silinse, Türkiye göğünden hareketle harfi harfine tekrar yazılabilirdi diyenler var. Bana abartma gibi geliyor, ama gerçek payını da görebiliyorum tabii. Buna karşı çıkanlar ‘böyle bir şey asla olamaz’ şeklinde bir tavır sergilemiyor, Almanya, İngiltere, Hollanda, İspanya ve Fransa göklerinin de bu yazıma pekâlâ temel ve başlangıç alınabileceğini iddia ediyorlar. ‘ABD göğü, Amerikan Dolarının hermetik bir türevidir’ şeklinde bir sözle okyanus ötesinden de şevkli bir iddia yükseliyor.

 

Balon Fermanı

Vadidedeki sınırlı gökyüzü erişime açık değil. Balon envanteri sıkı bir denetimde. Serbest girişime izin yok. Göğe lisanssız balon salınamıyor. Lisans işi çok netameli. Bazen minik bir balon salmak için yıllarca beklemek gerekiyor. Salınan balonların bakımı çok masraflı. Gökyüzünde balon barındırmak kolay bir iş değil açıkçası.

 

Lisanssız girişimler vesayetin dişleri tamken şiddetle karşılık buluyordu. Modernitenin Türkiye’ye özel olarak tahsis ettiği balonlu gökyüzü hakkında eleştiri yapmak, söylemek ve yazmak cezaya tabiydi. Hapis, para cezası, işsiz, aşsız bırakma şeklinde müeyyideleri vardı. Balon eleştirileri yazarları dokuz köyden kovuluyordu. Dokunulmazlığı olan bir alandı. Artık eskisi gibi değil. Hınçları baki, ama mazideki güçleri yok. İplikleri pazara çıktı.

 

Bugünlerde lisanssız, ucuz, kısa süreli balon girişimleri tonla. Bunlara kurulu düzen tarafından Taciz Balonları dense de halk arasındaki ismi Hür Balonlar. Bu yakınlarda üstad şairin ünlü şiirinden iki mısranın yazılı olduğu uçan pankart tipli bir yöntemle göğe yükseltildi.

Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;

Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkilap.

Uçan pankartlar on metreye iki metre ebatlarında vinilden yapılmış hava yastıklı bir pankart. Renkleri genelde lacivert olduğu için beyaz harfler kullanılıyor. İki küçük balon yardımıyla yükseltilen bu afişler eskiden yere iple sabitleniyordu. Bu pek pratik bir şey değildi. İp kopunca uçup gidiyordu. Şimdilerde mini motorlu balonlarla belli bir irtifada tutulabiliyor.

 

Bu balon için daha önce hiç denenmemiş bir yer, göreceli bakir bir koordinat hedeflenmişti. No Pasaran ile Rapor 46 Balonlar’ı arasındaki boşluk uygun bulunmuştu.  Yerden seksen metre kadar yukarıda olduğu için şiir yakınlaştırmadan okunamıyordu, ama sosyal medyada ‘falanca balonumuz yerini aldı’ şeklinde tanıtımı yapılıyordu. Bu etkili oluyordu.  Neyse bu balon tahmin edilenden çok az asılı kaldı ve uzayın derinliklerine doğru emildi gitti. Daha önceki tecrübeleri doğrulayan bir şeydi bu. Modernitenin bize tahsis ettiği alanda sadece kendi fabrike doğrularına barınma alanı var.

 

Buna en iyi örnek genelde Vesayet Kümülüsü denilen ceberrüt kenetlenmelere, kem hevenkleşmelere ses çıkartılmamasıdır. Üstün Akıl Işıltısı, Faiz Lobisi Gaybubeti,  Paralel Gladyo Gölgesi, Gayri Milli Medya Komedyası, Ilımlı İslam Hidayeti balonları bir araya gelip bir balon cephesi kurabiliyor. Bunlara yukarıda adını saydığım bir sürü balon da katıldığı için dev bir yapı oluşturuyorlar. 

 

Dejenere muhafazakârların halleri malum. Bir kısmı muvazı örgütlenmelerde, balon üfürücülüğü yaptı. Zıtları gibi lanse edilen herkesle işbirliği yaparak tektip ahlaksızlık sergiliyorlar. Bu yoldan gidenler dinlerini, ülkülerini ve gelecek vizyonlarını yitirerek bedbaht oldular. Balonları havada, taş yüzlü aydınları vadide.

 

Neyse ki, şartlar artık eskisi gibi değil. Alan Anomalisi denen bölgeler var. Burada göğü parsellemiş olan takımın borusu eskisi gibi ötmüyor.  Vesayet Kümülüsü ne kadar gayret ve şevkle tek parça durmaya çabalasa da ana gövdede ayrıklar, kopmalar oluyor ve arkada hilal olanca haşmetiyle ışıyor.

 

 

Balon Lotosu

Göğü dolduran balonların bir anda çöküşü şeklinde sayısız kehanet mevcuttur. Yükselen şeylerin düşebileceği fikri çok kelime türetiyor. Bu aykırılığın, hatta kavranamazlığın cazibesi müthiş. Distopik ilhamları harekete geçiriyor. Kehanetlerin yanı sıra bahislerin, buradan hareketle bir çeşit kumarın, lotonun ortaya çıkması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu.

 

Bahisler gırla gidiyor. Sona kalacak 10 balon listesi. Armageddon balonu birçok listede en üst sırada durmaya devam ediyor. En sona kalacak balon için büyük ödül var. Düşen balon bahisleri haliyle ilegal. El altından sürüyor. İlk düşecek büyük balon tahminleri zamanla değişiyor. Konjonktürel çalkantılar listeleri etkiliyor.

 

Sovyetlerin yıkılmasından sonra derecelenmeler değişti. Sapır sapır yere dökülen, güç bela müzelik etiketiyle yükseltilen, az da olsa hâlâ taraftar çekebilen Maoizm, Stalinizm, Troçkizm balonları zamanında liste başıydılar. Şimdilerde Vahşi Kapitalizm, Neo-Liberalizm, Metafiziksiz Evrensellik balonları da zaman zaman liste başlarını görmeye başladı. Hümanizm, Liberal Kutuplaştırma ve Kemalizm Balonu ise ilk 10’dan hiç eksik olmuyor. 

 

Listelerde şaşırtıcı yenilenmeler oluyor. Yeni Dünya Düzeni balonu bugünlerde listelerde alt taraflarda da olsa yer almaya başladı. Bir ara şuralarda büstü olan bir yazardan ilhamla göğe salınmış ‘Yunanistan Kadar Bile Olamıyoruz’ balonu artık listelerde yer almıyor. Düşmüş, kalkmaz kabul ediliyor. Oysa komşu ülkenin başbakanı ziyarete geldiğinde ona teleskopla gaz tenekesi kadar küçülmüş, pörsümüş ama hâlâ havada duran balonu gösterdiler. Misafir başbakanın gözyaşlarını tutamadığı haberlere çıktı. Muhalif medya bunu başbakanın gözüne toz kaçtı şeklinde çarpıtsa da Düşen Balon Listeleri istatistik gerçekleri söylemeye devam ediyor.

 

Balon lotosundan para kazanmak için balonların fiziki çöküşünün gerçekleşmesi gerekmiyor. Listeleri doğru tahmin edenler paraları bölüşüyor. Örneğin geçenlerde test için 20 liralık loto oynadım, 80 lira kazandım. Listelerin medyadan ve konjonktürden etkilendiğini söylemiştim.  Düşen Balon listesindeki elli küsur başlıktan onunu işaretledim. Muasır Medeniyet Ferahlığı, İkinci Cumhuriyet, Verkurtulizm, Anarko Sol Kurtuluşu,  En Hakiki Mürşit İlimdir, Yurtta Sulh Cihanda Sulh, İlke ve İnkilap Cenneti, Hümanizm, IMF Velinimettir, Cami ile Kışla Arasında ve Asgari Müştereksizliği Ayarlama Enstitüsü balonlarını işaretlemiştim. 20 lirayla en çok 100 lira kazanılabildiği düşünülürse tahminlerimdeki isabet hiç de fena değildi.

 

 

Taş Yüzlü Enteller

Taş yüzlü suretler, eski düzenin, çürümekte olan statükonun entelleri, balonları havada tutan aslında bunların zihinsel gayretleri. Tamam, helyum yurt dışından geliyor, ama esas kaldırıcı güç bu entellerin eseri. Onlar olmasaYeni Dünya Düzeni’nin balonları gökyüzünde tutunamaz.

 

Bazıları hemen tanınıyor. Mesela şu hemen sağımda biraz uzansam burnuna dokunabileceğim heykel ünlü bir köşe yazarına ait. Henüz sağ. Düşen balon listelerindeki balonların az bilinen hikmetleri üzerine yazmaya devam ediyor. Sık sık ‘Sonu Menderes Gibi Olacak’ demesine rağmen okuru ve inandırıcılık gücü giderek azalıyor. Bunun bilmenin hırçınlığıyla kabalaşarak ses getirmesini umduğu sövgülere bel bağlamış durumda. ‘411 El Kaosa Kalktı.’ ‘Bölgeye duble yollarla şiddet götürülmek isteniyor’, ‘Demokrasi olmadan çözüm olmaz.’ mealli fikir üreten yazarlar da aynı durumda. Zamanın ruhundan nasipsizliğin verdiği hırçınlığı sergiliyorlar.

 

İşledikleri kabahat ayyuka çıkınca yurt dışına kaçan medya mensuplarından en tanınmış olanın sureti burada. Sağ yanağında sarı bir damga var. Üzerinde ‘yeri mahfuz’ yazıyor. Yani bedeni sınır dışında olsa da niyetiyle göğe katkısı sürüyor. Onun hemen yanında bu yakınlarda ispiyonajla suçlanan gazetecinin sureti duruyor. Sağ yanağında küçük bir sarı leke var. Damga değil. Damga renginde ama. Buradan bu kimsenin yakında kaçacağı sonucunu mu çıkarmalıyım, kestiremedim. Belki sadece niyetinin rengidir o leke. 

 

Çöken balonlar helyumla şişirilip yükseltiliyor. Buna teknik terimle ascending diyorlar. Kutsal bir yükselme addediliyor yani. İtibar kaybına karşı cansiparane çabalıyorlar. Varlık nedenleri çünkü. İşleri zor. İtibar yitimi müthiş. Öngörülenin çok üstünde.

 

Medya mensupları, akademisyenler, yazarlar, çizerler, sinemacılar, mizahçılar, sanatçılardan bu işe hevesli, aklı celbedilmiş olanların belli başlılarının taş suretleri bu vadide. Çoğu sağ ve belli bir popülariteye sahip. Ölenlerin suretleri namları sürdüğü sürece yerinde kalıyor. Çünkü balonları havada tutan sistemin bundan başka bir şeye ihtiyacı yok. Nefes alıp verme, yellenme ve esneme gibi ayrıntılarla ilgilenmiyor.

 

Bu taş suretlerin arasında gezinmenin meraklısı değilim. Nefsi terbiye edici buluyorum o kadar. Burada sadece balonları havada tutan heves yok. Zıt duygular da gani. Örneğin şu Duvara Bişey filminin yönetmeninin yüzündeki ifade kalbimi yırtıyor. Bir yanı pişman. Çok pişman hatta. Yaptığı o filmle ünlü Entegrasyon Balonu’na ne denli yükselme gücü verdiğini artık biliyor. Aldığı onca övgü ve ödüle rağmen yüzünden okuyorum. Gittiği yoldan dönecek gücü bulamamanın acziyle kıvranıyor. Bu taş yüzlere baka baka bir hassasiyet kazandım. Ruh karmaşalarını hissediyorum. Empati duyuyor ve kardeşlerim için dua ediyorum.

 

Entegrasyon Balonu doksanlardaki ve ikibinlerin ilk on yılındaki itibarına sahip değil. Millet uyandı. Eskiden ‘Köylüler, taşralılar gitti bizi Avrupa’da rezil etti’ diyen  OM’ların, yani Oryantalist Müptezeller’in sesi eskisi kadar duyulmuyor. Artık seksenler, doksanlarda değiliz. İşin aslı artık belli. Entegrasyon Balonu bakımsızlıktan irtifa kaybetmeye başladı. Geleneğin yerine moderniteyi ikame etme icraatı geçmişteki başarısına rağmen eskisi kadar şak şak almıyor. Onunla yan yana duran İslamofobi Balonuysa süper güçlerin gizli servislerinin kurup, kullandığı DAEŞ, El Kaide, Boko Haram cinsinden terör örgütleri ve bunların destekçileri sayesinde eski seviyesini koruyor.

 

 

Porselen Yazarlar

Beni en çok etkileyen bölüm Porselen Yazarlar. Onlar zamanında kendilerine çeşitli sıfatlar uygun görmüşlerdi. Hiçbiri tedavülde değil artık. Bunların en önde gelenleri, sadece en iyileri değil, isimleri en çok geçenleri yüz küsur sayıda taş suretle kıyıya yakın bölümde karşılıklı yer alıyorlar. Taş suretlerin yüzleri ince bir porselen tabakasıyla kaplanmış gibi pürüzsüz olduğu için bu adın verildiği söyleniyor. Muhalifler bunlar için Proje Yazarları deyimini kullanıyor. Bu da epey revaçta. 

 

‘Başörtüsü gericiliktir’ sözüyle ünlenmiş bir kadın yazarımızın sureti, ‘Ben rakımı Boğaz’a karşı içmek istiyorum’ diyen o malum yazarla yan yana. Bunlar ve benzerleri balonlu göğün altındaki en gayretli balon üfürücüler. Bu kimselerin bilinçleri yerindedir. Burada heykelleri olanlar ne yaptığının farkında olanlardır. Bilinçsiz kuklalara taş suret tahsis edilmez. Çünkü hesaplı kitaplı iradeyle beslenen niyet çok güçlü bir yükselticidir.

 

Batı’nın Türkiye’den moderniteye alternatif, oradan türeyerek aşanı da dâhil olmak üzere bir model talebi olmadı. Bunu asla istemez. Tıpatıp kendi kesilmemizi de istemez. Kadromuz varyant şeklindedir. Bundan kasıt Türkiyeli felsefecilerin, düşünürlerin, yazarların ve sinemacıların modernizme geçişlilik kazandıran, ömrünü uzatan, hayat öpücüğü veren eserler vermeleridir. Bir uşağın ara sıra efendisinin taklidini yapması kabilinden hani. Ayrıca eleştiriye hiç tahammülü yoktur. Hemen küsüp  o zatı yoğa yazar.

 

Yurt dışından ödül ve övgü alan yazarlarımızın eserlerine bakarsak bunu hemen görürüz. Oryantalizm parfümlü, bize has Batı gözlüğüne sahip, yerli malzemeye Batı bakışıyla geçişlenme izafe eden, New Age’e islamik-mistik posa kabilinden malzeme sunulması, mutant bir aşk, yani kiraz yerine çekirdeğinin çiğnendiği romanları görürüz. Posmodernizme mukavet edilemezliğin kabul ve ısrar metinleridir bazıları.

 

Mor Külah

Bu alanda en uygun eserleri verenlerin suretlerinde mor külahlar bulunuyor. Yabancı dilde türkiş turistik-mana romanı yazarının külahı en uzun olanı. Ülkesinde ecnebileşmiş, kültüre turistleşmişlere de huşu hizmeti veriyor. Kendinin en has proje olduğunu her an belli ediyor. Böylelikle en büyük Batı ödüllerini fazlasıyla hak ediyor, ama vermeyebilirler. Bu külahla yetinmek zorunda kalabilir. Çünkü sürekli olarak prestij yitimi yaşıyor. Muvazılığı, porselenleştiği her yerde söylenir oldu… Aslında bir ödül moraline ve krikosuna çok gereksinimi var, ama bakalım.  Bilinmez tabii.

 

Ülkesini dışarıda şikâyet etmek koşuluyla bu popüler romancılara Batı medyası ve kurumları tarafından mor külah giydiriliyor. Bu işe teşne yazarlar külahlı olmak için çabalayıp duruyor. Külah Prestiji diye bir terim bile mevcut artık. Bu konuda o kadar azıtanları var ki, ‘Külah ufkundayım, mahmurum, hiç uyanmasam yar sana’ mısraıyla başlayan şiir yazanları bile var.

 

 

Kafkaeskileşmişlik

Kafka’nın kendi sorunlarını direkt olarak dile getirmemesinden kaynaklandığı iddia edilen bir terim var. Kafkaesk, endişe ve karamsarlık anlamına kullanılıyor. Eski Türkiye’nin jakoben formatlı aydınları şu anda iyice kafkaeskleşti. Esas dertlerini dile getirme yetilerini yitirmiş gibiler. Sorunlar üzerine sorunlu metinler yazıyorlar. Karakterden helyumlaşma hali yaşıyorlar.

 

Balonlu Vadi’de suretleri olan entellerin bir kısmı belli alanlarda yetenekli olduğunu kanıtlamış kimseler. Kimsenin becerisini, çalışkanlığını ve sebatını görmezden gelmiyorum. Asla küçümsemiyorum. Verdikleri eserler çeşitli derecelerde kaliteye sahiptir. Bunların bir kısmı geleceğe de kalacak. Lafım bu tarafa değil anlaşıldığı gibi.

 

 

Entelhempalaşma

Ahlaken defolu olmayı, halkın yanında durmak yerine dıştan kumandalı bir elit kesime yaslanmayı eleştiriyorum. Gezi olayında ve sonrasında bu zatlar yerlerini ve renklerini açıkça belli ettiler. Ağızları basın özgürlüğü, hukuk, insan hakları, demokrasi cinsinden laflar eder, ama ciddiye alınamaz. Bunlar derece derece mahalle baskısı yanlısı, ödlek, kripto demokrat, tutkun statükocu, görünürde liberal, solcu falandırlar. Neoconların, Üstün Akıl’ın, Derin Avrupa’nın rotasından çıkamazlar.

 

Bazıları milli ve manevi değerlerden iyice kopmuş, Batı kültür potasında erimiş, oradaki muhtevayla hemhal olayım derken cüruflaşmış entellerdir. Pozitivist, sosyal Darwinist takılırlar. Nekrofil fikir mezarlığında gezinmeyi severler. Yaşarken mevtalaşmışları, zombilektüelleşmişleri mevcut malum. Tarih bilincinden yoksunluk çekmeyi mahalleye sadakat olarak nitelendirirler. Ülkesinden nefret eden, her fırsatta yabancı medyaya asılsız şikâyetlerde bulunan zatı muhteremdirler. Karikatür krizlerinde ifade özgürlüğü sevdalısı maskesiyle karakültürleştirme polenleri salarlar. Ülkelerinde zor hayatları varmış numarası çekerler. Gizli açık terör destekçileridir. Savcı Mehmet Kiraz cinayetine teröre terör diyemediler örneğin. Özhendek girişimleri ve şehirlerde patlayan bombalar için verdikleri tepkiler de malum. Bazıları susarak, bazıları da çirkin mesajlar yayınlayarak bu eylemlere iştirak etti. Ahlaken düşkünlüğün en alt noktasını sergilediler.

 

Klonladıkları gençleri suretleri dikilecek şeklinde tavlıyorlar. Hempalaştırıyorlar. Entelhempalık epey revaçta. Kültürel iktidar bunları kucaklıyor, ödül veriyor, arpalık sunuyor. Taş suretleri de bu vadiyi süslüyor.

 

Bir yanları arızanın, çıkmazın ve gidişatın farkında. Bunu alkol, kafa ilacı, şehvet, tüketim ve erken bunama yöntemleriyle görmezden gelmeyi pekâlâ başarıyorlar.

 

Dijital Yapı

Bazı ipuçlarından anladığınız gibi Balonlu Vadi dijital bir yapı. Esas dünyayla bire bir örtüşüyor. Burada görünen her şeyin dış dünyada karşılığı var. Yeni Dünya Düzeni’nin balonlarını havada tutan, yaşatanlara ait bir model temelde.

 

Helyumu ve ağır tamir masraflarını karşılayanlar bu modelin elden geldiğince uzun süreli olmasını istiyorlar doğal olarak. Vadide suretini sergilemek isteyen çoğu vasat yetenekli kimseleri devşirmeye devam ediyorlar. 

 

Vadi ziyareti muhalifler de dâhil herkese açık. Sistemin kapasitesi müthiş. Aynı anda yüz milyon izleyici birbirlerini görmeden, fark etmeden bir araya gelebiliyor. Sadece burada taş sureti olanlar gelip vadiyi ziyaret edemiyor. Bunu baştan biliyor ve yeni zamanların böylesine muteber yerinde bir yüz kalıbına sahip olduğunu bilmenin prestij, gurur ve vicdan yüküyle idare ediyorlar.

 

Böyle devam edecek. Bazı balonlar gökyüzünden silinecek, ama Küresel Müesses Düzen  derhal yenilerini  ikame edecek. Bu arada gökyüzündeki balonsuz alan büyüyecek, hilal ve yıldızlar yeniden görünür hale gelecek inşallah. Taş yüzlü suretlerse varkalmaya devam edecek. İnsanoğlu mağaradan çıktığından beri boş gökyüzü görmemiştir.

                                                                                                              Balçova – Mart  2016

 

 

 

 

 

 

 

 

31 Ekim 2023 Salı

 

                                                                                                                                               Ah! Öyküleri :4

Sadık Yemni

Her Gece Paris

 


  Kapının zili çalınca içinde seyrettiğim dalgınlıktan sıyrıldım. Rahat büro saldalyesinde ayaklarım masanın üstüne atmış durumdayken sızıp kalmışım. Zil üçüncü kez çaldığında elimde sarı zarf yolu yarılamıştım.

  Kurye siyah deriden motorcu tulumu giymiş boyama sarışın bir genç kadındı. Yirmi sonlarındaydı. Makyajsız yüzü hatları biraz sert olmasına rağmen çekici görünüyordu. Onu birine benzettim, ama kime olduğunu hatırlayamadım.

  “Hazır mı?”

  Zarfı uzattım. “Buyrun.”

  “Yedi adet mi?”

  “Evet. Sayın isterseniz.”

  Kadının gülümsemesinde bilmiş ve alaycı bir hava vardı. ‘Arkan yer mi eksik mal vermeye’ der gibiydi. Aldırmadım çünkü bunun karşılığında hesabıma tam 160 bin dolar yatacak birazdan.

  “Hazır mısın?”

  “Evet.” Dedim ve sanki görecekmiş gibi elimle oturma odasını işaret ettim. “Bavullarım hazır. Hemen çıkıyorum.”

  Kadın beni yukarıdan aşağıya süzerek başını salladı. Ayakkabılarım da dâhil dışarıya çıkacak şekilde giyimli olduğumu o anda fark ettim. “Haydi bakalım.”

  “İyi akşamlar.”

  Siyah deri elbiseli kadın bir şey demeden merdivenlere yönelince içeri girip kapıyı örttüm. Oturma odasına gittim. Her şey hazırdı. Sütlü kahve rengi emektar bavulum ve siyah el çantam yan yana duruyordu. 

  Ben karikatüristim.  Adım Andre. Andre Berlioz. Otuz iki yaşındayım ve tehlikeli çizimler yapıyorum. İmzamı A.B şeklinde atarım. O ünlü bestecinin akrabası falan değilim. Sıradan bir Berlioz’um. Suriyeli göçmenler, müslümanlar ve peygamberleriyle ilgili en aşağılık yakıştırmaları buldum. Bu son yaptıklarım Charlie Hebdocularınkine on basar. Eskiden beri iyiydim bu işte. Sıfatların en sarsıcı olanlarını bulur çıkartırdım. ‘Andre’nin ağzına düşeceğine çirkef kuyusuna düş’ daha iyi derdi dayım daha çocukken. Beni eskiden tanıyan bazı kimseler ‘Vidanjör Andre’ der hâlâ. Yarın yedi karikatürüm hem basılı, hem de dijital olarak dünya çapında yayınlanacak. Ünüm parlayacak. Bu parıltı sırasında arazi durumda bulunmam gerekecek. Kafayı kırmış biri beni tahtalı köye yollamaya çalışabilir pekâlâ.   

  Kapıyı örttüğümde içeride radyonun açık kaldığını fark ettim. Arka planda radyo sesi olmadan çizim yapamam. Lionel Richie’nin All Night Long  adlı parçası çalıyordu. Geçen yıl ölen babamın çok sevdiği bir parçaydı. Ben nefret ederim. Babamla ilgili hiçbir şeyi hatırlamayı sevmem zaten. Aramız hiç iyi olmadı. Tek çocuğum. Doğmasam adam daha mutlu olurdu. Hep bunu hissettirdi bana. Annem bir trafik kazasında öldükten sonra yıllarca görüşmedik. Bir gün ikinci karısı beni arayıp hastanede yoğun bakımda olduğunu söyledi. Gitmedim. Cenazesine de katılmadım. Aksi, huysuz yapıda biriydi. Sevilmezdi çevresinde pek. All Night Long çalmasa hemen içeriye girip kapatacaktım. O parça yüzünden yapmadım. Bu şekilde çekip de gidemezdim. En iyisi şu lanet sesi kesmekti.

  Kapıyı açıp içeri girecekken lacivert montumun sağ cebindeki telefonum çaldığı için erteledim. Alıp baktım. Biri aramıyordu. Alarmdı. Ben kurmuş olmalıydım, ama niçin yaptığımı hatırlamıyordum. Sese boş verdim ve basamakları inip sokağa çıktım. Sokağın durumu beynimde bir şeyleri harekete geçirdi. Yanlış mekân alarmıydı sanki.  Bunları düşünürken o genç kadını gördüm.

  Kapının hemen yanında duruyordu. Üzerinde kot pantolon ve kahverengi deri ceket vardı.  Lacivert fular takmıştı. Motorcu kıyafetini ne zaman çıkarmıştı.

  “Saat 20.36. Hazır mısın?”

  Başımı olumlu anlamda sallayarak onunla birlikte beyaz bir Renault Megane’a doğru yürüdük. 2015 model aracın şoför mahallinde genç bir adam oturuyordu. Az ileride duran ikinci bir araba vardı. O da aynı modeldi ve rengi siyahtı. İçinde iki kişi seçebildim. Plan değişmişti anlaşılan. Normal şartlarda havaalanına giderek İstanbul’a uçacaktım. Bavullarımı arabanın bagajına koydum. Sarışın kadın öne bindi. Ben arka koltuğa oturdum.     

  “Nereye gidiyoruz.”

  “Bataclan Tiyatrosu’na.”

  Belleğim yavaşça dirildi. Daha önce yaşadığım şeyleri hatırladım. Bunu istemiyordum. Ben İstanbul’a gidecektim.  Uçakta buzlu viskimi yudumlayarak ilk günlerimde yapacağım şeyleri planlayacaktım.

  Adını bilmediğim kadın bunu yüzümden okumuştu. “Her Gece Paris.” Dedi.

  Normalde yüzüne bakakalmam gerekirdi, ama bu sözler beynimde özel bir yere çarpmış ve karşı koyma irademi kötürümleştirmişti. Endişelerim kıpır kıpırdı ama. Bataclan’a gitmek istemiyordum. Orada dehşet kol gezmişti. 

  “Karikatürleri teslim ettim.” dedim bir umutla.

  Genç kadın az önce zarfı teslim alan kendisi değilmiş gibi gülümsedi. “Haydi gidiyoruz.”

  O ön kapıyı açınca ben de arka koltuğa kuruldum. Midem iyi değil. Bir şey olacak. Kötü bir şey. Ne olduğunu biliyorum, ama belleğim tutuk. Yeniden görmeme dakikalar kaldı. Uçak biletim ne olacak? İstanbul’daki planlarım?

   Yolları hızla bitirdik ve araba durdu. Sarışın kadın, “Hemen in ve içeri gir.” Dedi. Midemde buzdan böcekler vardı sanki. Kendimi iyi hissetmiyordum.  Araban indim.  Araba gözden yittikten sonra bagajındaki bavulumu ve çantamı hatırladım. Ne önemi vardı artık.

Derin bir nefes alarak tiyatro binasının ön yüzüne baktım.

Nous Productions Presente

EAGLES

of Death Metal

  Grubun I Only Want You adlı parçalarını severdim bir ara. Save a Prayer’ı falan da.  Bin yıl önce gibi hepsi. Birazdan olacaklar nedeniyle bacaklarım tutuk bir şekilde ana girişe doğru yöneldim. Attığım her adım karikatürler, bavulum ve uçak biletimle ilişkimi kopartıyordu. İçeri girip kalabalığa karıştığımda başka biriydim. İyice otomatize olmuştum.

  Önümde iki genç adam yürüyordu. Ellerinde otomatik silahlar vardı. Onları görenlerin yüzlerindeki korku, silahlar patlayınca kan, dehşet, haykırış ve ölüme evrildi. Silahlar patlıyor ve gövdeler yerlere yuvarlanıyordu. İhtilaç içinde çırpınan bedenler, etrafa saçılmış beyin parçalarını şokla izliyordum. Sıcak kanlara basarak o iki kişinin ardından yürüdüm. Adımlarım önceden kurulmuş gibiydi nereye gidileceğini biliyordum. Soyunma odalarına sığınanlar taranırken kulaklarım sese alışmıştı. Gözlerim bir aksiyon filmi izler gibiydi. Tek sorun burnumdu. Barut ve kan kokusu içimi kaldırıyordu. Sonunda silahların sustuğu, daha doğrusu susturulduğu bir an geldi. İki teröristten biri üzerindeki bombayı patlattı. Diğeri  içeri giren polisler tarafından öldürüldü.

  Bana dokunmadılar. Kimse dokunmadı. Görünmez ve hissedilmezim anlaşılan, ama kan kokusu, yaralıların haykırışları ve çırpınan vücutların üzerimde yaptığı etkiyi anlatabilmem mümkün değil. Berbat durumdayım. Polislerin, cesetlerin, sıhhi personel ve medya mensuplarının arasından geçerek dışarı çıktım.

  Elim ayağım titriyordu. Bayılmaktan korkuyordum. Midem berbattı, ama boş olduğu için kusmadım. Derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalışırken karşıda beyaz Renault Megane’ı gördüm. İki zıt etkinin altına girmiştim. Bir yanım bavulumu, biletimi, parayı ve kaçış mekânımı istiyordu. Diğer yandan soğukkanlı bir şekilde bunca kıyımı planlamış insanlardan, onların acımasız planlarından uzak durmak istiyordum.

  “Nasıl gitti?”

  Camdan bana bakan sarışın kadının yüz ifadesini  tasvir  için bir kelimem yoktu. Hissiyatımı tarif edebilmekten acizdim. Acıyla gülümsedim sadece. Tercihimi onlardan yana yapmış olmam yeterliydi. Arka kapıyı açıp tabanlarımdaki kanı içeriye bulaştırdım. Kapı kapanınca araç hareket etti.

  “Bugün Cuma mı? Tarih 13 Kasım 2015 mi? ”

  “Evet.”

  “Biraz önce… Sen gelmeden önce öyle değildi. 2016 Mart’ındaydım. Sanki öyleydi.”

  “Ne önemi var?”

  “Uçağıma yetişebilecek miyim?”

  “Son anda da olsa. Evet.”

   Yeterince sevindirik olamadım. Bu Bataclan’a ilk gelişim değildi. Teröristlerin baskın anında orada bulunmam yani. Çünkü evvelki gelişlerimi hatırlıyordum. Mükerrer bir döngüydü.

  “Bu sonuncu muydu?”

  Kadının sert hatlarında ilk kez bir yumuşama oldu. Başını çevirip yüzümü  inceledi. Yüzü bir anlığına güzelleşti. Mavi gözleri irileşti. “Kimse bilmez bunu.”

  ‘Benim rolüm nedir’ diye soracaktım. Cevabını zaten bildiğimi hissettim. Kadına tevekkülle başımı sallamakla yetindim. Arabayı kullanan şoför ve sarışın kadın da bir yüce plana aitti. Onlar beni ve daha başkalarını da belki dehşet noktalarına taşıyıp duruyorlardı. 13 Kasım Cuma gecesi Paris’te aynı anda yedi noktada saldırı başlamıştı. Okyanus ötesinden ya da belki kendi içlerinden bir güç DEAŞ’ı Paris ahalisinin üzerine saldırtmıştı. En büyük kıyım Bataclan’da yapılmıştı. Niye beni Bataclan için seçmişlerdi acaba? Bunları düşünürken görüşüm bozuldu. Mekân algım parazitlenirken arabadan sıyrıldım.

  Ayaklarım bir masaya konmuş, büro sandalyemde kaykılmış durumda gözlerimi araladım. Asıl kimliğim beni hasretle kucaklayıverdi. Ben Fransız değilim. Adım Nedim Taş. Otuz iki yaşındayım. Az tirajlı gazetelerden birine kimselerin okumadığı yazılar yazıyorum. Patron beni iktidarı eleştiren yazılarım için değil, infial yaratıcı twitlerim için kurumda tutuyor. Namımı da twitlere borçluyum. Takma adım ‘Taş Ağrısı’. Korunmalıyım. Şu ana kadar gerçek kimliğim ortaya çıkmadı. Daha önce belirttim sıfat kullanmayı iyi bilirim. Az kelimeyle tefrika yaratma ustasıyım. Ben patronun patronları hesabına siyasilere, kanaat önderlerine, gazetecilere sataşan, çamur atan biriyim. Bir küfüreriyim. Bana kim işaret edilirse onu hedef alırım. Harbi bir profesyonelim. Şahsi kin gütmem. Parayı veren kaosu yönetir yöntemiyle çalışıyorum.

  13 Kasım  Cuma gecesi hayatım değişti. Ben de Paris’teki terör saldırısını herkes gibi şokla televizyondan izledim. Sabah uyanıp işe gittim. Plazalarda kahve içip kurt gazeteci ayaklarına yatma ritüelini uyguladım. Geceden en dinamitli twitimi sallamıştım. ‘MİT tırlarından çıkan şiddet Paris’i de vurdu.’ Tepkiler müthişti. Kahvem daha bir lezzetli oldu.

  13 Mart 2016’da, Pazar akşamı Ankara Kızılay’da Bombalı saldırı yapıldı malum. O gece evde yalnızdım.Aslı’yla bozuşukluğumuz müzminleşme yolundaydı. Hem içtim, hem de devleti suçlayan en gaddar twitlerimi attım. Sonra yatağa girdim ve orada, Paris’te karikatürleri yapmış bitirmiş şekilde uyandım. Andre olmuştum.

  Şu anda kafam bayağı iyi, ama bilincimin diri kalmış kısmı cayır cayır. Birazdan yine Andre olacağımı, küfür karikatürlerini o kadına teslim edeceğimi ve ardından Bataclan’a gidip taze ve sıcak kanlara basarak yürüyeceğimi biliyorum.  Ben karikatürden anlamam. Çöpten adam resmi yapmayı bile beceremem. O halde Andre diye biri gerçekten var. Belki o da 13 Mart’ta Ankara’ya gelip ölenleri yakından görerek dehşet soluyor. Bilemem.

  Nedir bütün bunlar? Yoksa öldüm de kabir azabı mı çekiyorum? Ben ateistim. Kendimi öyle satıyorum. Bizim mahallede şart. İnançlı da değilim, ama bir şey çok açık. Vicdanımda bir yük var. ‘Vicdan tanrının kurduğu fıtri bir edeb zembereğidir.’ Annem öyle derdi. İnancıyla baş başa mutluydu içe kapalı dünyasında. Bu bir vicdan yükü olmalı evet. Daha önce binlerce saat üzerine düşünmüş olmalıyım. Vardığım sonuç bu. Bu yük olmasa kimse beni o korkunç kıyımın yapıldığı yere sürükleyemezdi. O halde bir ümit var. Ümit varsa pişmanlığım gerçek demektir.

  O halde birazdan kimbilir kaçıncı kez o korkunç mekâna gitmemek için ne yapmalıyım? Uyanmanın bir yolu var mı? Şimdi kendimi toplamalı ve uyumamanın, yani sızmamanın bir yolunu bulmalıyım. Uyumaz ve sabaha kavuşursam bu döngü bitecek. Bunu kalbimde hissediyorum. Ezan. Evet, ezan sesine kadar dayanmalıyım. Yapabilirsem bu fasit daireden çıkacak ve normal hayatıma kavuşacağım.

  Ayaklarım birer ton ağırlığında gibiydi. Yerimden kalktığımda az kalsın yere yığılacaktım.

Güç bela mutfağa doğru yürürken aklıma mahsus sıcak kanları ve beyin parçalarını getirdim. Çok sürmedi. Midem çalkalandı ve içinde ne varsa İran halımın üstüne çıkardım. Öğürtü salvoları bitince dizlerim titriyerek mutfağa gittim. Temizliği sonra yapacaktım. Önce bir bardak su içtim. Ardından kendime kocaman bardak bir Türk kahvesi hazırladım. Bu arada saate bakmayı da akıl ettim. Sabaha daha üç saat falan vardı. O masadan kalkmış ve midemdeki alkollu hamuleyi boşaltmış olduğum için umudum artmıştı.  Kahveyi ayakta oturma odasının penceresinden yapımı bitmek üzere olan lüks siteye bakarak yavaş yavaş içtim. İçtimai şatolar. Duvarların ve korumalı kapıların ardında mutluluk ve huzur arayanlara tahsis edilmiş tecrit mekânı.

  Tekrar büro koltuğuma ve divana falan oturmayacaktım. Biraz hareket iyi olurdu. İtinayla kusmuğu temizledim. Pencereleri açtım. Hava serindi. İyi geldi. Belki en iyisi sokağa çıkıp yürümekti. Ayakkabılarımı giymeyi düşünürken telefon çaldı. Bilinmeyen numaraydı.

Bu saatlerde beni Aslı arardı sadece. Çevirmendi ve gece kuşuydu. Sık sık numara değiştirirdi. Sabaha karşı kendi deyimiyle iyice yorulmuş ve romantikleşmiş olurdu. Telefonumu alırken hemen altında duran kâğıtta kırmızı keçe kalemle yazılmış notu okudum.

Sakın telefonu açma!

  Bu yazıları okurken beynim parmağıma komutu yollamıştı. Hattı açan düğmeye basmıştım. Sarışın kadının sesini tanıdım hemen.

  “Her Gece Paris.”

  Çok geçti. Virüs girmişti programa. Geç kalmıştım lanet olsun. Odanın geometrisi ve ışıkları bozulurken Paris’teki eve geçişlenmeye başladım. İrademi kullanarak kalemle o notun soluna Arayan Aslı Değil yazmayı başardım. Kuvvetli akıntıya karşı yüzmek gibi bir çaba harcamam gerekmişti bunun başarabilmem için. Bilincim hâlâ birçok şeyi hatırlıyordu. Bu sonuncusuydu. Son kez düşmüştüm tongaya. Bir sonrasında telefonu açmayacak, sabahı bulacak, ezanı dinleyecek ve inşallah tövbe yoluma koyulacaktım.  

                                                                                                                        Balçova – Nisan 2016

11 Temmuz 2023 Salı

Ah! Öyküleri:2 Son Sefer

 

Ah! Öyküleri: 2  Son Sefer

 

                                                                   Nasib Öğretmen ve bir günlük Fatima bebeğe


   Küçük çocukları küçük kurşunlarla öldürürler, değil mi anne?

    Bir Boşnak çocuğun sorusu

 

 

   Bulunduğum yerden büyük bir oyun bahçesi ve onu çevreleyen dört katlı binalar görünüyordu. Mimari olarak farklıydılar. Daha önce ömrümde hiç bulunmadığım bir yerdeydim. Hemen önümde köşede kaldırımda yüzü bana dönük uzun boylu bir adam duruyordu. Onun beş metre kadar arkasında karşı kaldırıma bir minibüs park etmişti. Bakımlıydı, ama bayağı eski bir modeldi. İçindeki kıpırtılı silüetlere bakılırsa içi doluydu.

  “İyi geceler bayım. Sizi kategorize edemiyorum. Sorduğum için özür dilerim. Bu sokakta mı oturuyorsunuz?”  

  Krem rengi pantolon, bordo renkli tişört giymiş, bembeyaz kısa saçlı adam yetmiş başlarında falan olmalıydı. Sokak lambasına çok yakın durduğumuz için mavi gözlerindeki hafif yollu tedirginliği görebilmekteydim.

  “Benim için de bir sürpriz.” dedim. “Burası neresi? Hangi şehir yani?”

  İri yarı adam içini çekti. Yüzümden dalga geçip geçmediğimi sezmeye çalıştı ve sonunda “Amsterdam.” dedi.

  “Gerçekten mi?”

  Şaşkınlığımın samimiyet derecesinden etkilenmişti. “Buralı değil misiniz?”

  “Değilim. Hayatımda Amsterdam’da sadece iki gün bulundum. Rijks Müzesi, Van Gogh Müzesi, Dam Meydanı, Kırmızı Işıklar ve bol bol bira. Bütün hatırladığım bu. On yıl önce falandı. Karımla henüz boşanmıştık. Bekârlığımın tadını çıkartıyordum.”

  Yaşlı adam gülümsedi. “Burası şehrin doğusu. Başkan Brand sokağı. Afrika semti derler genel olarak.. Amsterdam’da sadece iki gün kalan bir turistin buraları bilmemesi çok normal. Biliyor musunuz, aslında önce sizi görev teslimatı için gelen bir stajyer sandım, ama bu pek mümkün değil. Çünkü bu gece... Şimdilik seferlere ara veriyoruz. Bu minibüs sonuncu olacak.”

  “Bir önceki adımım buradan binlerce kilometre uzaktaki bir şehirdeydi.” dedim. “Tıpkı şu anda olduğu gibi geceydi. Orada bir rüyadaydım ve bunun yarı bilincinde ‘bakalım şimdi ne olacak’ beklentisiyle bir sokakta yürüyordum. Saatime yeni baktığım için biliyordum. Neredeyse sabahın dördü olmasına rağmen sokak bayağı doluydu. Cıvıl cıvıl bir yaz gecesini soluyordum. Bütün dükkânlar açıktı. Eskiden bakkal dediğimiz küçücük bir marketin önündeki tel sette duran gazetelere bakmak için durmuştum. 11 Temmuz Perşembe gecesini Cuma sabahına bağlayan anlardaydım. Başlıkların bir çoğu 18 yıl önceki Srebrenitsa katliamıyla ilgiliydi.”

  “Yani uyanmak yerine bir rüyadan buraya geçişlendiniz?”

  “Sanırım öyle.”

   “Çok ilginç. Genellikle insanlar şu minibüsü fark etmeden geçip giderler. Bir taksi neredeyse tamponları minibüse değecek kadar yakın durur. İçinden çıkanlar başını bile çevirip bakmaz. Şoför müşteriyle yaptığı kilometreyi taksinin seyir defterine kaydederken burada olan bitenlerden öyle uzaktır ki. Neden tam şurada iki metre arkada durduğunu sorgulamaz. Buradan geçen hiçbir araba, motor ya da bisiklet minibüse çarpmaz; hemen dibinden geçmez. Bütün farkındalıkları bu kadardır. Neden yaptığımızı bilmediğimiz binlerce davranıştan biri olarak kalır. Komşular da on sekiz yıldır burada süregelen faaliyetten bihaberdir. Beni burada kaldırımda dikiliyor görürler, ama zihinleri bunu süreklilik şeklinde algılamaz. Çünkü benden hiç şüphelenmezler. Neden haftada bir gece sabah gün ağarana kadar burada durduğumu kafalarına takmazlar. Bazen bir köpek işi çakar.“ Adam gülümsedi ve solundaki dairelerden birini işaret etti. “Şurada ikinci katta yalnız oturan benim yaşlarımda bir adam var. Benden yirmi santim kısa, ama kilomun iki katı cüsseye sahip. Eski bir saksafoncu. Çok şirin bir köpeği var. Rus finosu diyorlar ya. O tip. Adı Moody. O, beni de minibüsü de, içindekileri de görüyor. Hiç hırlamaz. Minibüsün yakınlarında asla pislemez. Çok ilginç bir şey kokluyormuş gibi buralarda oyalanır. Adam da çok soğuk ya da yağışlı bir hava yoksa üstelemez. Belki köpeğin antenleriyle bir şeyler hissediyordur o da. Bana ‘iyi geceler’ der. Birinci kez yanımdan geçerken. Dönüşte ise çoğu kez görmezden gelir. Çünkü selam verirse burada gece sabaha karşı yağmurun altında ne yaptığımı soracağından çekinir. Haklı. Özür dilerim size kendimi tanıştırmadım. Adım Gerard.”

  Adımı söyleyip adamın uzattığı elini sıktım.

  “ Adınız ne çok şeyi açıklıyor, ama benim en çok merak ettiğim nokta bir rüyadan buradaki gerçek dünyaya ayak basabilmeniz. Rüyanın içinde rüyaya tamam derim de, iki gerçek mekân arasında bir rüyanın köprü durması durumuyla ilk kez karşılaşıyorum.”

  “Benim için de bir ilk.” dedim.

  “Bir dakika ya... Biz hangi dilde konuşuyoruz?”

  O kadar doğal bir şekilde zorlanmadan konuşuyor ve söylenenleri anlıyordum ki bu garabeti ben de o söyleyince fark etmiştim.  “Ben kendi ana dilimi konuşuyorum.” dedim.

  Gerard şaşkınlıkla başını salladı. “Ben de.Vay canına. Ne jübile akşamı ama!”

  “Burada tam olarak ne yapıyorsunuz?”

  “Şu gördüğünüz minibüs Srebrenitsa’ya gidiyor. İçindekiler de yolcular. Şurada biraz ileride Bulgaristan’a yolcu götüren bir minibüs kalkardı. Gece yarısı Bulgarlar araca biner ve memleketlerine doğru yola çıkarlardı. Ucuz tarifeyle. Genellikle cuma akşamları. Srebrenitsa seferleri ise salıyı çarşambaya bağlayan gecelerde yapılır. Bana gelince... Bir gün evde Martha’yla, karımla yemek sonrası kahvesini içiyorduk. Wormerveer’de. Biraz kuzeyde küçük bir yerleşim yeridir. Ansızın bir düşünceyle doldu zihnim. Bir ses buraya gelmemi söylüyordu. Sesi dinlerken bu sokağı ve bu minibüsü gördüm. Aslen Wormerveerliyim, ama Amsterdam’ı iyi bilirim. Yine de burayı bulabilmek için oğlum Jan’ın çizimlerini kullandım.”

  “O nereden biliyormuş?”

  “Jan o tarihten birkaç ay önce motor kazasında ölmüştü.”

  “Toprağı bol olsun.”

  “Sağolun. Güneşli bir Pazar günüydü. Şubat sonunda uzun ve gri kış günleri sıkıcı yüzünü gevşetmiş ve güneş açmıştı. Öğlen motorla evden çıktı ve geri dönmedi. Akşam dönüş yolunda bir arabayla çarpışmış. Olay yerinde öldü. Onun güncesini karıştırırken bu sokakların kurşun kalemle çizilmiş bir şemasını gördüm. Altında ‘Sıra bana geliyor’ yazılıydı, ‘bana‘nın altını çizmişti. Tarihi de yazmıştı.  8 Nisan gecesiydi. 8 Nisan 2008.“

  “Anlıyorum.”

  “Martha ile kırk dört yıldır evliyiz. O gece nedenini bilmemesine rağmen Amsterdam’a gitmek istememi çok anlayışla karşıladı. Jan ölmüştü, ama sevgisi aramızda bir tümsek gibi duruyordu. Çok sevilen birinin kaybı bazı şeyleri mazur kılar. Neyse... Sizin durduğunuz yerde birisi gelmemi bekliyordu. Uzun boylu, kırk ortalarında zayıf bir tipti. Avurtları çöküktü. Ayakta zor duruyordu. Hastaydı. Çok hastaydı. Srebrenitsa’da görev yapan BM askerlerinden biriydi. Teğmenmiş. Pişmandı. Çok pişmandı. Bana minibüsü gösterdi. Durumu izah etti. Adam kanserdi. Birkaç haftalık ömrü kalmıştı. Görevi bana devrediyordu. Telefon numarasını da verdi. O gece bana staj oldu.  Teğmen üç hafta yaşadı. Her sefer sonrası onu arayıp tekmil verdim. Dördüncü kez aradığımda telefonu kimse almadı.  Üçüncüde bilinci aldığı ağrı kesiciler, morfin nedeniyle iyice kısıktı. Güç bela kim olduğumu hatırlamıştı. Aradığım için çok sevinmişti. Ağladı konuşurken. Ben de ağladım.”

  “Jan da mı askerdi?”

  Tam Gerard bir şey diyeceği sırada genç bir çift sağımızda kalan köşeyi döndü ve bize doğru yürüdü. Yirmi başlarında taze sevgililerdi. Adımları sabırsızlık yüklüydü. Yanımızdan geçerken bizi hızlı ve sıradan bir merakla süzdüler.

  “Onlar da sizi gördü.”

  Bunu ben de fark etmiştim. Genç bakışlar benim suretimi de yalamıştı.  Başımla onaylayıp geçenlerin arkasından baktım. Başlarını geriye çevirip çevirmeyeceklerini merak ediyordum. Buna niyetleri yok gibiydi. Daha ciddi bir mevzuya odaklandıkları belliydi.

  “Komşular. Hemen şurda oturuyorlar.”

   Gençler Gerard’ın işaret ettiği yere girip gözden silindiler. Sokaktaki tek hareketlilik bu değildi. Parkın diğer ucunda bir taksi durmuştu. Yolcu indiriyordu.Islıkla bir melodi çalan orta yaşlı, uzun saçlarını arkadan bağlamış bir adam bisikletle bulunduğumuz sokaktan geçip gitti. Sapsarı bir tişört ve siyah kot giymişti.

  Gerard’ın yüzü nostalji lambalarını yakmıştı. “Beetje verliefd. “ dedi. “Andre Hazes adlı ünlü bir şarkıcımızın unutulmaz parçası. Seksen başları. Biraz Âşık. Bu parça bir ara dilimden hiç düşmezdi. O da yıllar önce öldü. Amsterdamlıydı.”

  Bu ismi hiç duymamıştım. Bunu düşünürken bana göre sol ileriden birisinin bize yaklaştığını gördüm. Diğer gelip geçenlerden farklıydı.

  “Bu bir yolcu.” dedi Gerard.

  Uzun boylu, zayıf yapılı otuz yaşlarında bir erkekti. İki günlük sakallı yüzünde huşu veren bir dinginlik vardı. Uzun kollu uçuk mavi bir gömlek, sol dizi yırtık lacivert kot kumaştan bir pantolon vardı üzerinde. Mokasen ayakkabıları iyice eskimişti. Yanımızdan geçerken bize bakıp gülümsedi ve başını eğerek selam verdi. Biz de aynı şekilde mukabele ettik. Adam minibüse bininceye kadar bakışlarımızla takip ettik. Ensemdeki kıllar diken diken olmuştu.

  “Jan orada askerdi.” dedi Gerard bir ton daha alçak bir sesle. “Thom’un emrindeydi. Radko’nun yaptığı katliama tanık oldu. Öldürülen sekiz bin küsur Boşnak’ın sağlık ve esenliği onlara emanetti. Bir şey yapamamanın acısıyla kahroldu.  Srebnenitsa’dan döndükten sonra bir daha asla aynı insan olmadı. İçinde bir şeyler eksilmişti adeta. Bize neredeyse hiçbir şey anlatmadı. Motora binmeyi severdi. Dayısına çekmiş. Martha’nın abisi de öyleydi. Sayısız kaza, sayısız kırık ve sıyrığa rağmen yaşıyor hâlâ. Elli yıl motora binmişti. En sonuncu motorunu Jan’ın yirmi beşinci yaş gününde hediye etmişti. Bir Kawasaki’si vardı. Onun jübilesiydi. Jan motora gözü gibi baktı. Ve sonra bir gün...”

  Eliyle boş ver anlamına bir işaret yaptı, ama dili buna uymadı.

 “Oğlum son yıllarda çok içiyordu. Nişanlısından ayrılmıştı. dikkati dağılmış olmalı. Bizim küçük bir nakliye şirketimiz var. Orada çalışıyordu. Sıkılınca ya bir kenara çekilir ya da motora atlayıp Almanya’ya, İtalya’ya falan giderdi. On bazen on beş gün. Dönüşte hayata yeniden katlanabilir durumda olurdu. Yüzü az da olsa gülerdi. Böyle anlarda içimde umut yeşerirdi. Gençti ve ömründe daha uzun bir ömür vardı. Tek çocuğumuzdu.”

  Gerard sözlerine ara verince kalbimde acısını paylaşarak minibüse baktım ve “Kim bu yolcular?” dedim.

  Adam bildiğin şeyi niye soruyorsun tavrı takınmadı ve “Belgeselleri ve o zamanda kalan kayıtları izlemişsindir.” dedi. “Beni en çok yaralayan şey o küreklerdi.  Ne çok kürek vardı.  O kürekleri tutanların yürekleri taşlaşmıştı. O sırada. Belki bir süre daha. Ama zaman taşı  bile etkiler. Ufalar, toza dönüştürür. Bazı hallerde de bir nebze de olsa telafi etme şansı verir.”

  “Doğru. Ne zamandır var bu seferler? 1995 Temmuz’undan bu yana mı?”

  “Evet.”

  “Benden önceki teğmen anlattı.  Ondan önceki refakatçi bayağı yaşlı bir kadınmış. Amsterdam’da oturuyormuş. Pijp adlı semtte. Buraya yakın. Adı Helena. Eski Yugoslavya’daki askerlerimizle dolaylı dolaysız bir ilişkisi yokmuş. Bir Boşnak komşusu varmış. Hikâyeyi ondan dinlemiş ve etkilenmiş. Helena ikinci refakatçiymiş. O da birinciden devralmış işi. Birinci benim yaşlarımda bir adammış. Hans. Onun da oğlu askermiş Srebrenitsa’da. İntihar etmiş. Geriye döndükten dört ay sonra. Hapla. Ölmemiş, ama üst katı dağıtmış bayağı. Adam dolmuşun yerini rüyasında görmüş. Hans tam altı yıl refakatçilik yapmış. Sonra bir kafede gazetesini okurken kalp krizinden gidince yerini Helena almış. Dört yıl.  Helena seksen yedi yaşında tükenerek ölmüş. Teğmenin sıhhi durumu ancak üç yıla yetmiş. Son beş yıldır da ben bakıyorum bu işe. Benim de işimi ölümle bırakmam lazımdı, ama bu gece sonuncu sefer.

  “Bunu nereden biliyorsunuz?”

   Gerard’ın bunu sormamı beklediği belliydi. Eliyle bana az önce genç çiftin gittiği kaldırımdaki bir şeyi işaret etti. “Orada bir işaret var. Gelin göstereyim size.”

  Birlikte on metre kadar yürüdük. Köşeye beş metre kala durduk.

  “Bakın burada.”

   Gerard’ın parmağının ucunun işaret ettiği şey kalbime önce korku saldı, sonra da kesif bir umutsuzluğun bayıcı etkisini hissettim. Yerde hemen ayağımın dibinde duran şey sert plastikten yapılmış bir oyuncak bebekti. Sarı saçlı, mavi elbiseli bir kızdı. Ağzı kulaklarına kadar kesilmişti. Korkunç bir kinin, katran gibi katılaşmış acımasızlığın sembolüydü adeta. Midem buz gibi olmuştu. Bu bebeği kesen elin yüklendiği cinnet BM askerlerinin sözüne ve şerefine güvenmiş kadın, erkek, çocuk, bebek, binlerce silahsız insanı katletmişti.

   Bu bebeği ilk kez görüyorum. Oğlumun güncesinde resmi çizilmiş ve ‘Son Sefer’ yazılmıştı. Jan seçilmiş biriydi. Kazada ölmeseydi şimdi burada onunla konuşuyor olacaktın.”

  Başımı salladım ve sessiz kaldım.

  “Sayılar da tutuyor.” dedi Gerard. “8372 adet ölü varmış resmî rakamlara göre. Bu minibüs şoför de dahil 11 kişi alıyor. Son 15 yılda her hafta 11 kişi ne eder? 8500 yuvarlak hesap. Bu gece son sefer.”

  Hesaba aklım yatmıştı. “Makul bir açıklama.” dedim. Gözümü bebekten alamıyordum   

  Gerard sol ayakkabısının ucuyla bebeği işaret etti ve “Bu ağzı kesik bebek burada kalacak. Plastiğin doğadaki dayanma ömrü kadar.” dedi.

  Bebeğin çok direngen bir yapısı olduğunu hissediyordum. Adam haklıydı. Minibüse baktım. ve “Kaç yolcu eksik acaba?” dedim.

  “Alışkanlıkla sayarım. Bir yolcu eksik. Gelir birazdan. Minibüsler daima güneş doğmadan az önce kalkar.“

  “Nereye gidiyorlar acaba?”

  “Bunca minibüsün toplandığı yeri hiç merak etmiyorum.”

  Ben de etmiyordum, ama bunu söyleyemedim. Gerard’ın sözü biter bitmez köşede bir silüet belirmişti. Bir erkekti. Topallıyordu. Kucağında bir şey tutuyordu. Dikkatle baktım. Kundaktı sanki. Biraz yaklaşınca doğru tahmin ettiğimi anladım. Kısa saçlı, orta boylu, değirmi yüzlü genç bir adam yanımızdan geçti. Kucağında yeni doğmuş bir bebek tutuyordu. Bize gülümsedi ve “Fatima bebeği götürüyorum.” dedi.

  Ona sessiz kalarak ve başımızı sallayarak karşılık verdik. Sanki bunu yapmak için Gerard’la anlaşmış gibiydik. Adam topallayarak gidip minibüse bindi.

  “Gel gidelim biz de. Son sefer için bir katkım var da.”

  Minibüsün yanına gittik. O sırada ileriden gelen bir araba bizim tarafa döndü ve aynı hızla yoluna devam etti. Köşede birkaç saniye bekledi. Sağa dönüp görüşümüzden çıktı. Arabayı kullanan orta yaşlı bir kadındı. Bize hiç dikkat bahşetmeden geçip gitmişti.

  Gerard pantolonunun sol cebinden parlak bir şey çıkardı.

  “Bu Jan’ın madalyası. Metale bağlı şeridi ben çıkartmadım. Jan yapmış olmalı.”

  Gerard’ın gözleri dolmuştu. Minibüsün açık duran kapısına yaklaştı. Dördü kadın çeşitli yaşlardan yolcu bize hafif yollu ilgiyle baktılar. İçlerinden dostça gülümseyenler oldu. Fatima bebek en arkada oturan hafif topluca bir kadının kucağındaydı. Hunharca öldürülmüş on iki canı bu kompozisyonda görmek inanılmaz derecede yürek burkucuydu. Ben de gözyaşlarımı tutamaz haldeydim. 

  Gerard madalyayı kapı hizasında oturan topluca bir kadının ayaklarının altına attı. Kadın adama bakarak gülümsedi. Birkaç saniye sonra kapı kapandı ve seksenlerde pek muteber olan minibüs hareket etti. Hiç motor sesi gelmiyordu. Buna şaşan yanım maddi hayatla besleniyordu.

   “Radko Mladic’in temsil ettiği kıyıma katılanları tanrı affetsin.”

  Sol elimle yanaklarımdaki ıslaklığı silerken, “Amin.” dedim.

  Gerard’la ayrılma zamanı gelmişti. Elimi uzattım. El sıkıştık.

  “Son Sefer’e tanık olmanıza bakılırsa aklımdaki son şeyi size sorabilirim.”

  Merakla yüzüne baktım.

  “Jan’ın defterinde bir not vardı. AH! Bunu bebeğin resminin altına üç kez yazmıştı. Bunun ne olabileceği hakkında bir fikriniz var mı?”

  “AH çekilen bunca acının ortama saldığı enerji olmalı dedim. Aramızdaki dil engelini kaldıran ve minibüsün lastiklerini döndüren güç. Aklıma başka bir şey gelmiyor.”

  Bu izahat Gerard’a yetmişti. İçini çekti ve sağ elini kaşına değdirerek bir selam çaktı. Aynı şekilde karşılık verdim. Yaşlı Hollandalı dönüp son yolcunun geldiği yöne doğru yürüdü. Hıçkırarak ağlamanın eşiğinde olduğu için selam sabah işini kısa kesmişti. Arabasını ana caddeye park etmiş olmalıydı.

  Onu izlerken parmağım bir şeye değdi. Bir gazetenin ön sayfasıydı. ‘Acımasız Katliamın Yıldönümü’ başlığını atmıştı.

  Rüya atmosferime geri dönmüştüm. Evimi, yatağımı ve yaşama tutunmuş bedenimi bulmama az kalmıştı.

                                                                                                                                Çeşme – Temmuz 2013