30 Mayıs 2020 Cumartesi

Kaosun Yıvışkan Lekesi - Palyaço ve Joker Zamanları


Tordemir Yazıları
Kaosun Yıvışkan Lekesi



2019 - Palyaço ve Joker Yılı!
2019 yılında korku filmleri ve çizgiroman atmosferli filmleri sevenler için iki film vizyona girdi. Birincisi Stephen King’in IT – O adlı romanından sahneye aktarılan film, diğeri de Gotham City’nin ünlü kahramanı Joker. Bu iki sevimli yüzün ardındaki öldürücü potansiyeli bir arada görmek komplo teorisi severleri, dünya konjonktürünü küresel çapta ortaya sürülen görsel figürler üzerinden  okuma meraklısı olan kimseleri heyecanlandırmış olmalı. Güldürmesi, neşe vermesi gerekenler cinayet işliyor ve insanları kitlesel kaosa kışkırtıyordu çünkü.


IT-O

King’in It-O romanını seksenli yılların ikinci yarısında okudum. O sıralarda Türkçede esas kitabın geniş bir özeti gibi kısaltılarak basılmıştı. Çeyrek yüzyıl sonra O esas haliyle yeniden basıldığında 1138 sayfalık romanı bir kez daha okudum. Kızkardeşimin yaş günü hediyesiydi.

Bu roman sanıldığı gibi sadece başarıyla ardarda dizilmiş korku sahnelerinden ibaret değildir.
İnsanın içindeki kötüyle mücadelesinin çok başarılı bir anlatımıdır. Bu yazı bir roman ve film incelemesi değildir. Zamanımızda medyatik ortamda kötüye yapılan kasıtlı makyajın kandırıcı tesirini ortaya koyabilmek için kaleme alınmıştır. Bu nedenle romanı isimlere pek az değinerek kısaca özetleyeceğim.

Olay ABD’nin Maine eyaletindeki Derry adlı bir kasabasında geçer. Pennywise adlı dünya dışı bir yaratık bu kasabayı mesken tutmuştur. Yuvası yerin altındaki kanalizasyon şebekesindedir. Pennywise ilk kez İspanya Veraset Savaşlarının bitim yılı olan 1715 yılında uyanmış, her 27 yılda bir aktifleşerek 1958 yılına kadar gelmiştir. Pennywise büyük felaketlerle, insanların ve özellikle çocukların korkularıyla beslenen habis bir yaratıktır. Kendisi palyaço kılığındadır, ama insan beyni onun gerçek görünümünü kavramaktan acizdir. Bu nedenle istediği kılığa, ölmüş kimselerin suretine bürünebilen bu yaratığı korkunç bir dev örümcek formunda hayal eder.  Bu yaratık kasaba halkını da derece derece uyuşturmuştur. Dünya ahalisinin Akdeniz’de boğulan göçmen bebeklere olan ilgisini hatırlatır bir şekilde kimse cinayetlerle uzun boylu ilgilenmez, unutmayı yeğler.

1958 yılında on iki yaşlarında biri kız olan yedi çocuk Pennywise’ı haklamak üzere harekete geçer. İçlerinden birinin küçük erkek kardeşi Palyaço tarafından öldürüldüğü için fazladan öfkelidirler. Çocuklar bin bir badire atlatarak sonunda Pennywise’ın soluğunu kesmeyi başarır ve bir söz verirler. Eğer habis Palyaço Pennywise tekrar ortaya çıkacak olursa geri gelip mücadele edeceklerdir.

Aradan 27 yıl geçer. 1984’te Pennywise yeniden uyanır. Yedi çocuktan biri Derry’de kalmış, diğerleri kasaba dışına gitmiştir. Gidenlerin altısı da iş hayatlarında çok başarılı olmuştur. Kız modacı, erkek kardeşi katledilen çocuk ünlü bir yazar, bir diğeri tanınmış mimar olmuştur örneğin. Derry’de kalan, kasaba kütüphanesinde çalışan arkadaşları olaylar başlayınca hepsini tek tek telefonla arar ve durumu anlatır. Erkeklerden biri korkudan intihar eder. Diğer beş kişi Derry’e gelir ve mücadeleyi yeniden başlatır. Bu arada mazi uyanır, çok korkunç olaylar olur, ama azimli altı yetişkin Pennywise’ı bir kez daha alt etmeyi başarır.

Ekrandaki O
1990 yılında dar bütçeyle bir televizyon mini seri filmi olarak sahneye uyarlandı. Meraklıları bu filmi iki video kasetinden izledi. 2017’de tam 27 yıl sonra! IT yeniden sahneye çıktı. Birinci filmi sadece çocukların hikâyesi şeklinde izledik. İyi bir bütçeyle yapılan film oyunculuk ve teknik açıdan diğerinden çok üstündü. Yeni kuşak genç izleyiciler için tarihler uyarlanmış ve başlangıç 1958 yerine 1989’a kaydırılmıştı.

Palyaço Rolü Önemli
1990’daki filmde Palyaço rolü Tim Curry   tarafından başarıyla canlandırılmıştı. Koyu makyajın altından bile mimikleri belli olan, kendi saçlarını kullanan aktör filmin başarısında baş rolü oynamıştı. Seyirciler   IT ve  IT2 filminde  Bill Skarsgård’ın palyaço performansını da başarılı buldu. Bu rol için biraz gençti sadece. Ardından 2019’da ikinci kısım IT 2 sadece yetişkinler bölümü olarak vizyona girdi ve bu türün meraklılarına hoş-gerilimli saatler yaşattı.

İki Yenilik
Bu yeni yapımda kitapta ve ilk filmde olmayan noktalardan ikisi dikkat çekiciydi. IT2 – O İkinci Bölüm lunaparktan çıkan bir eşcinsel çifte yapılan ölümcül saldırı ile başlıyor. Böylelikle Pennywise en yeni cinayet ve ortama korku salma sezonunu açıyor. Diğer nokta intihar eden Derryli adamla ilgili. Kitapta korkup Derry’e gelmemek için intihar eden adamın grubun içersindeki yegane Yahudi olduğu yazılıydı. Bu filmde yine intihar ediyor, ama mücadelenin en zor aşamasında astral bedeni başı kipalı, dindar bir musevi suretinde arkadaşlarına manevi destek sunuyor. Ve bu filmin ardından Joker vizyona girdi.  
                          

Joker’in durdurulamaz Gülüşü
Batman’nin şehri Gotham’ın ünlü karakteri, Batman’in hasmı joker çizgiroman meraklıları tarafından iyi tanınıyor. Victor Hugo’nun bir romanından esinlenerek çizgiroman sayfalarına ve film ekranlarına defalarca taşınmıştır. Burada en yeni Joker filminin mesajına değinmeye çalışacağım. Aktör Joaquin Phoenix’in çok başarılı oyunculuğu sadece yapımcıların kasasını doldurmakla kalmadı, filmi mesajı açısından fazladan etkili hale getirdi.

Film 1981 yılında Gotham şehrinde geçiyor. Çöp yığınları, metrodaki şiddet olayları ve tekinsiz sokaklarıyla o yılların New York’unu çok andıran bir ortamı görüyoruz. Penny adlı annesiyle fakir bir ortamda yaşayan, filmin başında ergenlerden dayak yiyen, daha sonra birdenbire işsiz kalan Arthur Fleck komedyen olamayacağını anladığında inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşıyor. Bu arada kendisinin bir evlatlık olduğunu keşfediyor.

Arthur seri katil değil. Daha başlarda, filmin 30. dakikasında metroda durduk yerde gelen gülme krizi nedeniyle kendisine musallat olan, tartaklayan iyi gelirli üç kişiyi tabancayla vurarak öldürüyor. O andan sonra 110. dakikada bu hâlâ yegane cinayet olarak kalıyor. Kaçan üçüncü kurbanı takip ederek vurup öldürdüğü halde arada geçen zamanda cinayeti benimsememiz, haklı görmemiz ya da onu aşırı kınamamamız için Joker’in dram öyküsünü bütün ayrıntılarıyla öğreniyoruz.  

Arthur filmin 120. dakikasında hayatının bir trajedi değil komedi olduğunu keşfediyor ve son darbeyi dalga geçilmek ve reyting artırmak için davet edildiği canlı yayında programın ünlü sunucusu Murray Franklin’i tabancasıyla vurarak indiriyor. Arthur Fleck filmin son on dakikasında artık palyaço maskeli nümayişçileri sokaklara yönelten ve Gotham şehrini yaktıran yıktıran müntakim bir Jokerdir. Son sahnede Joker polis arabasında nümayişçilerin arasından geçirilirken Cream grubunun White Room’unu duyarız. Sözlerine dikkat edilirse  bu parçanın son sahnelere filmin ana mesajına pek uygun düştüğü görülecektir.  

Kaosun Yıvışkan Lekesi
IT romanında yazar iyi ve umutvar olmayı, dünyayı var ettikten sonra uzayın bir köşesinde kıpırtısız duran kaplumbağa şeklinde tasvir etse de bir yaratıcının varlığına inanmayı, arkadaşlığın birlik gücünden vazgeçmemeyi öneriyor. Çocukların korkularından beslenen Pennywise’a bu inanç manzumesine sahip olmadan karşı çıkmaları ve kötüye karşı savaşmaları mümkün değildir. Palyaço kılıklı canavar korkuyla beslenerek güçlenmektedir. Bu canavar her an her yerde belirebilir, çeşitli suretlere bürünebilir, ama iç cihattan kaynaklanan cesaretle karşı çıkıldığında rasgele malzemelerden bile ölümcül etkilenebilmektedir. Burada inanç ve niyet önemlidir. Bunlarla her türlü kötülüğe karşı durulabilir.

Jokerdeki mesaj ise kötümserdir. Bugün sağlık sistemindeki yetersizlik, toplumdaki çöküş, hoşgörünün buharlaşması, kısacası o sihirli American Dream’in, Amerikan Rüyasının çöküşü ortamında joker zamanımızın Amerikalısına ve dünya ahalisine çözüm olarak sokakları işaret ediyor. Uğranılan haksızlıklara karşı sisteme başkaldırmanın, ortalığı yakıp yıkmanın adeta bir haklılık çerçevesine oturması, bu uğurda işlenen cinayetlerin hoşgörülmesine varan kasıtlı olarak yamultulmuş bir yorum söz konusudur. New Yok başta olmak üzere, dünya üzerinde bir çok yerde sistem karşıtı  gösterilerde Joker maskesi ya da gülen palyaço maskeleri çoktan kullanılmaya başlandı. Bir ara da ‘V for Vendetta’ modası vardı. Bir çizgi roman kahramanıydı. Yine bir film aracılığıyla tedavüle sokulmuştu.

Fleck’in anlamlarından biri lekedir. Arthur Fleck kitleyi etrafı yakıp yıkmağa ve karşı koyanları öldürmeye teşvik eden bir psikoloji bulaştırıyor insanlara. Ahaliyi palyaço maskesi takarak protesto amaçlı olarak sokağa çıkmaya teşvik ediyor. Oyunda her iskambili kağıdının yerine geçebilen Joker mobil nümayişçileri sokağa süren iki ayaklı bir baz istasyonu gibidir.
Makyajla bezenenerek müphemleşmiş kötücül bir potansiyeli yönetir.

‘Everything Must go!!’ afişi filmin ilk sahnesinde gözümüze sokuluyor. Üç-beş ergen bu afişi Bay Fleck’in elinden kapıp kaçıyor, onları takip eden Joker’i dövüyor ve her şeyi başlatıyor. Ardından ‘Sokaklarda empati yok, uygarlık yok ve tüm burjuvalar yok edilmeli.’ sloganlarını görüyoruz. 76 milyon kişi dünya zenginliğinin %99’una sahip olduğu, 26 milyarderin dünya zenginliğinin % 82’sine sahip olduğu bir dünyada insanın içindeki iyi tükenmeye mi yüz tutuyor?

Tahripkâr iç palyaçoya karşı koyacak gücümüz mü tükenen aslında? Yoksa yakın gelecekte kurulacak robotik düzen nedeniyle insana gereksinim kalmayacağı için dünya nüfusunu 500 milyonun altına indirme projesi sahiplerinin yeni bir oyununa mı geliyoruz?

Joker’in amansız düşmanı Batman’dir malum. Peki küresel sistemde Batman kimlere karşılık geliyor? Haksız gelişmeler karşısında çaresiz kalan, öfke duyan insan bu gücü gerçek Batmanlere yöneltebilecek mi? Yoksa her zaman olduğu gibi planlı tatbikatlı manipülasyonların piyonu olarak mı kalacak? Malum Kaos Milyarderleri’nin şu sıralar Jokerlere çok, ama çok ihtiyacı var. 

                                                     ----------------------
           
                                              

14 Mayıs 2020 Perşembe

ZOMBİNAME - Gün Batımında İki Güneş


ZOMBİNAME
GÜN BATIMINDA İKİ GÜNEŞ


  Oturduğum yerde huzursuzca kımıldandım. Bir şeyler... Bir şey yolunda değil sanki. Şöminede sönmeğe yüz tutmuş alevlerin yüzüme yolladığı samimi ısı dalgaları, kız belli bardağımdaki demli çayın rengi, sevgilimin geçen yaş gününde aldığı boz renkli yün çoraplardan soldakinin baş parmağım hizasındaki ten rengi leke,  birinde kaykıldığım kahverengi iki deri koltuk, yerdeki el örmesi halının üzerindeki akrep desenleri, arkamdaki kütüphanedeki kitapların ciltli sırtlarında basılı exlibrisim ve diğer sayısız konfor hareketliliği içinde ters giden bir şey var.
  Parmağımla sağ kulağımdaki plastik nesneye dokundum. Pink Floyd’un The Final Cut albümünden Your Possible Pasts  adlı parçanın melodileri bir şişeye tenekeden dökülen zeytin yağı gibi kıvamlı ve zahmetsizce beynime akıyor. Birazdan en çok sevdiğim bir diziyi izleyeceğim. Bir çay daha. Keyfime diyecek yok. O halde niye kurup durumaktayım? Ha... Dizinin son bölümünde ne olduğunu unutmuşum. Ondan mı acaba huzursuzluğum?
  Yeni bölüm başlasın hemen hatırlarım. Hep öyle olur. Günlük hay huy içinde bunlar normal. Dilin ucunda duran ve sadece başkaları anlatınca hatırlanan fıkralar gibi.
  “Peki ya diğer şeyler? Esas dizi?”
  Sağıma soluma bakındım. Sesin sahibini göremedim. Parazit atak olmalı yine. Sinsi virüsler gibi her yere sızan sesler. Eğilip çay bardağımı aldım. Soğumuş çay içmeyi severim. Buzlu çayı da. Çayı her ısıda içebilirim yani. O kadar çay hastasıyım ki, dondurması yapılsa ona bile fitim.
  Çayın tadındaki bozukluğu neye yormalı? Sanki birisi bana çaktırmadan içine birkaç damla sirke damlatmış gibi.
  “Peki ya diğer belirtiler?”
  Parazit sese aldırış etmeden ayağa kalktım, ama bunu niçin yaptığımı hatırlamıyordum. Birkaç adım atayım hemen aklıma gelir. Hep öyle olur. Belki bu arada bir ayna bulmalıyım.
  “Aferin, kafanın dibindeki nohut ışıldadı yine.”
  Dilimin ucunda bir küfür nemlendi, ama dışarı salmadım. Yaşım çok genç, ama biraz batıl itikatlıyımdır. Şu anda uğursuzluk getirir diye düşünüyorum. Kulaklığımı çıkarıp sehpanın üstüne bıraktım. Aralık duran oda kapısına baktım. İçim üşüdü. Çocukluğumda özellikle rüyalarımda aralık duran kapılardan çok korkardım. Bir şeyin arkası, göremediğin şeylerin cepleri sürpriz doludur. Çoğu da ehven değildir. Korkutur, acıtır, hüsrana uğratır ve yerinden koparır insanı. Burada rahatım. Çok rahatım. Keyfim de gıcır. Öyle kalmak istiyorum. Orada duran, kapının arkasındaki, haneme davetsiz olarak gelen o şeyleri görmek istemiyorum.
  “Gelen melen yok ahmak.”
  İçimden ‘uyma ona’ diye fısıldayan dürtüye aldırmadan sesimi yükselttim. “Ne oluyor peki?”
  “Gelen yok, gidiliyor. Gidiyorsun.”
  “Nereye?”
  “Müziği dinle.”
  Gayri ihtiyari sağ elim kulağıma gitti. Kulaklığım sehpanın üstünde bıraktığım yerde durmaktaydı. Müzik devam ediyordu. Kulağımda kulak varcasına ama. Ses ses yükseltici kutulardan geliyor gibi yankılanmıyordu odada. İngilizce sözlerin tercümesi mutlak sıfır ısısında. Bu arada albümün en sonuncu parçasına gelmişiz. ‘Gün Batımında İki Güneş’ adlı son parça çalıyor. Zaman nasıl hızlanmış. Kayıt dışı, kayıp zaman. Topu topu üç adım attım odanın içinde. Her adımım bir çeyrek saat sürmüş gibi.
 “Korku,
O sesleri asla duymayacaksın,
O yüzleri asla görmeyeceksin.
Dişlerin bile buharlaşacak.
Sonunda çok az kimsenin bildiği şeyi kavrayacaksın.
Küller ve elmaslar, düşmanlar ve dostlar,
Sonunda hepsi bir ve tek olacak.”  
  Saksafonun harika sesi şu anda kulağımda ruh törpüsü. Hayır böyle bitemez. Hayır. Şöminede ateş, kulağımda melodi ve bardağımda çay varken olmaz. Hayır..!

*

  “Kendine geliyor.”
  Bana bakan yüzler aşina. Hepsi yoldaşım kanka dostlarım. İçimdeki korku yatışıyor. Kalp atışlarım normale döndü bile. O neydiyse, geldi ve geçti. 
  “Nasılsın?”
  Yerden doğrulup çevremdekilere baktım. Ana belleğim hâlâ yetersizdi. O odayı, çayın tadını ve müziğin kalbimde yarattığı titreşimi hatırlıyordum. Kelime haznemi daracık karanlık bir mahzenden spotları ışıl ışıl yanan olimpik bir stadyuma çevirmişti. Ve oraya dönmek istiyordum. Ben değil, ben ait olduğum yerdeyim. Ben değil, o nohut kadar küçücük ışıltı. O istiyor. Ne kadar güçlü avazı.
  “Nasılsın?”
  “İyiyim.” Dedim etrafımdakilere. Yüzüme hepsi aynı şekilde bakıyor. Göz bebekleri donuk, mimiksiz. Kimsenin ağzı kımıldamıyor, ama üzerime arı kümesi gibi kelimeler üşüşmüş durumda. Benim için endişeleniyorlar. Bazıları başıma gelen arızaya talipmişçesine istekle ayrıntıları soruyor.
  “Dedim ya... Çay vardı, şömine yanıyordu. Müzik vardı. Benim değil... Babamın... Evet, babamın çok beğendiği bir albümü dinliyordum. Ufukta batan iki güneş vardı. Sonra...”
  “Tekrar bize döndün sevindik.”
  Sevenlerimin bu kadar bol olması ne kadar güzel bir duygu. Az önceki cinsten bir atağı en son iki ay önce de geçirmiştim. O da birkaç dakikalık bir zaman balonunun içine üflenmiş saatler şeklinde seyretmişti.     
  “Krizi atlattın. Çok sevindik.”
  “Sağolun dostlarım.”
  Benle beraber sekiz kişilik bir gruptuk. Sokakta yürümeye başladık. Eskiden İstanbul denen şehirdeyiz. Gökdelenlerin dibindeki sokaklardan birinde amaçsızca yürümeye başladık. O odanın etkisi silinmeye başlamıştı. Su çekiliyor. Böylesi iyi. Çünkü ben artık o gerçekliğe ait değilim. Dört buçuk yıldır kalbim eskisi gibi koşuşturmuyor. Gencim. Damarlarımda bir zamanlar fokurdayan kan şimdi tembelce gezinen yoğun ve soğuk bir sıvı. Midem sıcak yemek öğütmeyeli yıllar oldu. Soğuk ve çürümüş ete talim ediyorum. Gözlerim sıradan görüşünü yitireli yıllar oldu. Dışarıdan yönetilen bir sistemle görüyor ve duyuyorum ben de diğerleri gibi.
  Anladınız değil mi?
  Ben bir zombiyim.
  Neden böyle olduğumuz için çok çeşitli faraziyeler sürüldü ortaya. Hiçbiri sonuçtan daha önemli değil artık. Birlikteyken bahsini etmeyiz hiç. Bir zombi anı yaşar. Geçmiş karanlıktır, gelecek kesif bir sis  gibidir.. Az önce geçirdiğim şömineli, çaylı krize rağmen onlardan bir şey ummak saflıktır. An her şeydir. Zombilerin kolektif belleği An yakıtıyla çalışan bir motordur dense abartma olmaz.
  Az önce başıma gelen şey zombilerde çok nadir raslanan bir şey. İnsan olduğumuz zamanları böylesine ayrıntıyla hatırlama ve bizzat deneyimleme. Bu beni bir şekilde grubumda lider yapıyor. Hiç lafı edilmez, ama herkeste geçmişin özlemi bir şekilde hâlâ yaşıyor. O ışıltılı nohutun acarlığı.
  “Arkadaşlar yeni kaynak bulundu.”
  Hemen önerilen yöne doğru yürümeye başladık. Bu müthiş bir şeydi. Şanslıysak uzun zamandan sonra ilk defa taze et ve sıcak kan tadacağız. Şehir nüfusunun yarısından fazlası zombiye dönüştü. Teknolojinin yardımıyla sağ kalan ve korunaklı yerlerde yaşayan insanlar var. Sayıları bayağı fazla. Taze et kaynağımız. Onlardan küçük bir grubun yeri tespit edilmiş. Şimdi oraya baskına gideceğiz. Direnecekler haliyle. Ama bizimle başa çıkmaları mümkün değil. Sonunda onlara da ufukta aynı anda batan iki güneşi göstereceğiz.
                                                                                                             Amsterdam, Nisan 2012