27 Ekim 2016 Perşembe

Amsterdam'ın Kayıp Sinemaları

Amsterdam’ın Kayıp Sinemaları
Eski Sinemalar Nostaljisinin Yazı ve Turası


Amsterdam Sinemaları
1975 yılının Kasım’ında Amsterdam’a ayak bastığımda yaptığım ilk şey bir şehir haritası satın almak ve günlük gazetelerde perşembe günleri yayımlanan haftalık film programlarında adı geçen sinemaları keşfetmek oldu. O yıllarda bu sayı otuzun üstündeydi. Herbirinin yerini bulmak, hangi tramvayla gidileceğini keşfetmek ve en kısa bisiklet rotasını harita üzerinde işaretlemek aylarımı aldı. Bu keşif heyecanı o sıralarda kaçaklar hariç kayıtlı nüfusu üç çeyrek milyon olan Amsterdam’ı hızla tanımamı sağladı. Hatırladığım en ucuz sinema bileti 4,5 gulden. O sırada bir litre süt 0,5 gulden’di. Şehir içi tramvay-otobüs sefer fiyatları da elli sent’ti. Bu eski sinemalar nostaljisinin yazı kısmı. 

Nostaljinin Tura Kısmı
Hollandalı tanışlarım film konusu açıldığında bahsi geçen filmlerin büyük bir kısmını izlemiş olduğumu anlayınca şaşırırlardı. Türkiye’den gelen biri bunu nasıl yapabilirdi? Yetmiş ortalarıydı. Döviz sıkıntısı nedeniyle o yıllarda Türkiye’ye film ithali biraz sorunlu olmaya başlıyordu, ama öncesinde böyle bir sorun yoktu.  İçine bin beşyüz kişi alan İzmir sinemalarından bahsedince yüzlerinde inanmaz ifadeler uçuşurdu. Yönetmenin, oyuncuların adını verip, filmleri özetleyince apışıp kalırlardı. Onların görmediği filmlerden söz etmek ise bir başka zevkti.

Liseyi İzmir Atatürk Lisesi’nde okudum. Yeni, Yıldız cinsinden her hafta iki yeni film gösteren sinemalar neredeyse bir taş atımı mesafedeydi. Yazları müşteri çekebilmek için üç film oynatırlardı. Millet elinde fileler, annelerinin hazırladığı yemeklerle gelirdi. Kardeş olduklarını tahmin ettiğim üç oğlanın ellerinde tahta kaşıklar hem film izleyip hem de bir tencere soğuk pilavı yiyip bitirdiklerini gıptayla izlemiştim. Bizim çıkınlarımızda kurabiye, poğaça ve kol böreği olurdu. Yanında gazozla çok iyi giderdi. Altı-yedi saat sonra sinemadan çıktığımızda gerçek hayata ait sahnelere uyum sağlamakta zorluk çekerdik. On dakikalık aralarla bir kovboy, bir polisiye ve bir de casus filmi izledikten sonra bu çok normaldi. Şimdi artık bu sinemalar yok. Bu da nostaljinin tura kısmı. Tura kısmını dar tutacağım ki, Amsterdam’ın kayıp sinemalarına buradan afili bir selam çakabilelim.  

Belki bir Kayıp İzmir Sinemaları denemesi de yazmak lazım. Bu kayıplardan biri çok ilginç. Burada kısaca anlatmadan duramayacağım. Bir dizi rüyanın arasına sıkıştığı için olmalı rüya gibi değil, eski bir anı gibi hatırlıyordum. Paralel evrendeki tıpatıp benzerimin başından geçen bir serüven gibiydi. Kemeraltı’nda dericilerin bulunduğu yerde çok yeni görünümlü bir sinema görüyordum ansızın. Bu beni afallatıyordu. Ara sıra oradan geçtiğim halde o sinemayı fark etmemiş olmama şaşıyordum. Bahsini nasıl duymamış olabilirdim üstelik? İzmir’de kenarda köşede kalan birkaçı hariç, yazlıkların önemli bir kısmı da dahil, ayak basmadığım bir sinema olmadığı için hayretler içinde kapısından içeri giriyordum. Yenilik, temizlik, tozsuzluk adeta bir başka şaşırtıcı noktaydı. Kapıda durup afişe bakıyor, biraz huşuyla içeri adım atıyordum.

Saklı Afiş
Bu afiş şu anda bu satırları dijitalize ederken gözümün önünde. Tek kelimesini bile sökemiyorum. Şöyle izah edeyim. Renkleri, bir kadınla erkeğin olduğunu, büyük bir başlığın altında oyuncuların adının yazdığını görüyor; ama tek kelimesini bile okuyamıyordum. Yabancı dil veya alfabe söz konusu değildi. Benim zihin programım anlamı sökemiyordu. Bir şempanzenin Matrix filminin afişine bakması gibiydi adeta.

İçerideki iki görevlinin yüzleri hâlâ gözlerimin önünde. Yepyeni fuayede bir tek müşteri ben oluyordum. İki adamın gözlerinde ‘Demek burayı buldun’ bakışları seziyordum. Heyecanla kapısından içeri girip bir salona varınca şaşkınlığımın tırmandığı kerteyi hiç unutamıyorum. Yerde yılan, kartal ve akrep desenli kalın ve tertemiz yeni bir halı seriliydi. Ayak tabanlarında kalınlığını hissediyordum. Büfe de gıcır gıcır yenilik ışımaktaydı. Pirinç aksamlı aksesuarlara, kocaman aynaya ve aşırı düzenli sıralanmış şişe ve bardaklara bakakalmıştım. Aynaki aksimin hemen solunda barın arkasındaki adam gülümsemişti. Kapıp koyuvermeyen, ölçülü bir hoşgeldin işareti. Kısa siyah saçlı, koyu renk gözlü, buğday tenli genç ve zayıfça biriydi. Üzerinde otuzlu yıllarda yapılmış yabancı filmlerden tanıdığım cinsten siyah ve gri puantiyeli bordo renkli bir yelek vardı. Kar beyazı gömleğinin üstten bir düğmesi çözüktü. Bildiğim hiçbir sinemada böyle elit bir hava, bu düzeyde bir özenin yarısı bile mevcut değildi. Yirmi beş kuruşa gazoz, otuz kuruşa poğaça alınan salaş sinema büfelerinden çok farklıydı.

Sonra bilincim gerçek hayata geçişlenince Kemeraltı’na gidip boşuna o sinemayı arıyordum. Esnafa defalarca sinemadan söz ediyor ve hiç kimseden tek bir bilgi kırıntısı elde edemiyordum. Hepsi de ittifakla orada asla öyle bir sinemanın var olmadığını söylüyordu. On kadar denemeden sonra bu hayatta o sinemayı bulmaktan ümidi kestim. Ben ümidimi kesince o da benim rüyalarımdan ayağını kesti, ama bir başka gerçeklikte en az elli ziyaret yaptığım için bellek kayıtları şu anda bile sapasağlam duruyor.

Maymunlar Cehennemi’yle Gece Mesaisi 
1968 yılında ABD’de Maymunlar Cehennemi – Apes Planet adlı bir film gösterime girdi ve bütün dünyada çok beğenildi. Büyük bir sükse yaptı. Kültleşti. Ardından neredeyse birer yıl arayla dört takip filmi çekildi. Ben birinci filmi Türkiye’de görmüştüm. Harika bir yapımdı. İkinci ve üçüncüyü de Amsterdam’da izlemiştim. Şehrin göbeğindeki Leidseplein’deki ünlü City sineması bir Cumartesi gecesi beş filmi bir arada göstereceğini ilan etti. Film maratonuna giriş 25 gulden’di. Gece yarısı başlayacak ve sabah 8.00 civarında bitecekti.

Hemen bir bilet aldığımı iyi tahmin ettiniz. Cumartesi gecesi geldi. Yaş ortalaması yirmi beş civarında olan yüz kadar seyirci salonda yerimizi aldık. Beğendiğim bazı filmleri defalarca seyretmeyi sevdiğim için birinci filmi üç kez, diğer ikiyi birer kez izlemiş olmam sorun değildi. İki adet sandviç, bol su ve komşumdan ödünç aldığım yarım litre kahve dolu termosla salona hazırlıklı gelmiştim.İlk film rüzgâr gibi geçti. İkincinin ortalarına gelindiğinde dört bir yandan horultu koroları duyulmaya başlandı. Saatin üçü geçiyor olması, bazı izleyicilerin su gibi içtiği kutu biralar ve maymun yüzlerinin yeknesaklığı izleyicileri etkilemişti. Üçüncü filmin ortalarında en az üçte birimiz uykuya dala çıka izler olmuştuk.

Ben de bir ara yarım saat kadar rüyalara bata çıka uyudum. Bu kısa kestirme iyi geldi. Sabaha kadar dayanabildim. Horlayanların bazıları dürtülerek ya da yüzüne su, cola, bira püskürtülerek uyandırıldığından tartışmalar eksik olmuyordu. Dördüncü filmin başında havada boş ya da biraz dolu bira kutuları gezinmeye başlayınca filme beş dakika ara verildi. Aramızda konuştuk ve horlayanlara fiziksel müdahale yapılmaması kararını verdik. Yumruk yumruğa birbirlerine girmiş iki delikanlıyı kaba kuvvetle dışarı atmakla tehdit edince bir daha hır çıkmadı. Bu arada gizlice sigara içenler ve tütün kokusundan daha farklı kokular salanları da daha asgari gaz salınımı konusunda ikna ederek bir denge kurarak sabahı bulduk.  Beş filmin ardından Leidse Meydanı’nın erken pazar sabahına çıkmak bir rüyadan diğerine geçmek gibiydi. Bisikletime atlayıp eve giderken böyle bir deneyim yaşadığım için mutluydum. Bir sonraki film maratonum için şaka maka otuz beş yıl falan geçmesi gerekecekti. Henüz vizyona girmemiş beş korku filmini gözümü bile kırpmadan izleyecek ve bundan bir hayli gurur duyacaktım.



Tuschinski Sineması ve The Shining
Tuschinski sineması olumlu anlamda görsel bir tasalluttur. İlk kez göreni hipnotize eder adeta. Abraham Icek Tuschinski tarafından yaptırılan, o yıllarda dört milyon gulden’e mal olan ve 1921’de açılan sinemayı tasvir etmek ancak bir dizi terimi ard arda sıralamakla mümkün. Empresyonizm, art nouveau, cam işleme sanatı, cevahire dönüştürme, modern sanat, mefruşat luna parkı, resimle bezeme, vb. Dünyanın en güzel sinemalarından biri olarak kabul ediliyor. Ünlü mimar Hijman Louis de Jong tarafından tasarlanmış olan  binanın dışı görsel bir ziyafet. İçi de katlanarak öyle. İç dekor klasik bir illüzyon ve tahayyülü müşkül bir varyete ortamı. Altı film salonu var. Toplam bin beş yüze yakın koltuk sayısına sahip. Ses düzeni en son teknolojiyle kurulmuş.  Amsterdam’ın birbiri ardında lambasını söndüren sinemalarına inat bugün hâlâ orijinal yapısını koruyor. Amsterdam’a giderseniz bu sinemayı mutlaka görün. Bir film izleyip iç dekorun imge bombardımanının vereceği baş döndürücü hazzın zevkini çıkartın. 

Bu sinemada gördüğüm filmlerin sayısı kesinlikle iki yüzü aşkındır, ama bir tanesi var ki ilk aklıma gelen olmayı sürdürüyor. 1980 yazıydı. Arkadaşlarla beraber Stephen King’in The Shining – Cinnet adlı filmini izlemiştik. Sonra sinemadan çıkarken ana salonun zeminindeki halının desenlerini filmdeki Overlook otelinin halısına benzetmiş ve bu binada tek başına bir gece geçirmenin ne tür bir deneyim olacağını düşünmüştüm. The Shining’i izleyenlerin bildiği gibi son sahnelerde otelin içine sinmiş anılar uyanıyor ve heyecan en üst noktasına çıkıyordu.

Cineac Damrak ve Alien
1979 yılının yazıydı. Ridley Scott’un yönettiği Alien – Yaratık filmi gelmişti. Perşembe günü ilk kez gösterilecekti. O sırada demiryollarında çalışıyordum. O gün gececiydim. Vardiya 23.00’te başlıyordu. Birkaç gün sabredemedim. 18.45 seansına gittim. Film üzerimde inanılmaz derecede etkili olmuştu. Sabaha kadar bir ayağım arzda, bir ayağım uzayda çalıştım.

Bu sinema dört yıl sonra kapanacak ve yerini büyük bir mağaza alacaktı. Koltuklarında seyirci ağırlamaya 1929’da Capitol adıyla başlamış ve 1937’de Cineac adını almıştı. Şehrin en işlek ve turistik caddesinde 1983’e kadar kim bilir hangi sayıda insanın hayal dünyasına imge aşısı yapmıştı. Cineac’ın kapandığını fark ettiğimdeki şaşkınlığımı ve burukluğumu bugün gibi hatırlıyorum.


29 Haziran 1989 – Perşembe
Bu yazıyı kaleme alırken elimin altında 29 Haziran 1989 tarihli de Volkskrant adlı bir Hollanda gazetesinin verdiği haftalık sinema listesi var.  Katlanma yerleri hafiften sararmış bir kupür.

Bu film listesine 26 yıl sonra göz atarken gördüğümü hatırlayamadığım iki film bulabildim sadece. Amsterdam sinemalarına bayağı yatırım yapmışım.

Listeye bakılırsa 9 1/2 Weeks -  9 ½ Hafta filmi o sırada gösteriminin 100. haftasındaymış. Monthy Python’dan Life of Brian – Brian’ın Hayatı adlı film ise 40. Haftasında; o sıralarda kült addedilen Betty Blue adlı Fransız filmi de 57. haftasındaymış.  Bu özellikle o yıllarda bizim Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir şeydi. Bir film vizyona girer ilgi çekerse birkaç hafta gösterilir; sonra bir daha televizyonda izlenmek üzere afişlerini alır, çeker giderdi.

Bu üç film de listede gece filmi olarak yer almış durumda. Her hafta şehir merkezindeki bazı sinemalar cuma ve cumartesileri gece yarısı başlayan seanslar organize ederdi. Artık günlük seanslarda gösterilmeyen birçok filmi bu seanslarda izleme fırsatı bulmuştum. Ciddi bir gece filmi müptelasıydım on yıllar boyunca.

Şu elimdeki kupür daha çok şey anlatabilir, ama biz kaldığımız yerden devam edelim. Bu listede yer alan sinemalardan dokuzu şu anda yok. Yarısı neredeyse. İçlerinde kaybına en çok üzüldüğüm ikisine değineceğim. Birisi Alhambra, diğeri de Desmet. Bu yazıya destek olsun diye Desmet’in ne olacağını beklerkenki yalnız halinin resmini çektim. Alhambra çoktan lüks bir rezidansa dönüştü. Alt katında da bir ara ofis malzemesi satan bir dükkân vardı. Belki anılara vefasızlık diyeceksiniz, ama oradan lazer yazıcıma toner bile aldım.

Alhambra’da unutamadığım film Beyond Good and Evil – İyi ve Kötünün Ötesinde adlı filmdir. Önünden geçerken bir camekânın ardına konmuş fotoğraflardaki adamın kime benzediğini doğru tahmin etmiş ve yemeği erteleyerek başlamak üzere olan filmi izlemiştim. Nietzsche’nin hayatından bir kesiti anlatıyordu. 1977 yapımıydı. Yıllar sonra yeniden gösteriliyordu. Dominic Sandra’yı Lou Salome rolünde görmek çok hoştu. Filmde beraber fotoğraf çektirdikleri bir sahnede Friedrich Nietzsche’nin eline ‘Bir kadınla görüşmeye mi gidiyorsun, kırbaçını yanından eksik etme’ sözüne binaen bir kırbaç tutuşturuluyordu.

Şu anda İzmir’deki Elhamra sineması da artık mevcut değil. Bina 1980’den bu yana film gösteriminde kullanılmıyor yani. İki ‘Kırmızı Ev’in mimarisi birbirlerine benziyor desem sanırım abartma olmaz. Aralarında mimari üslup bağı var sanki. Ünlü Alhambra sarayından ilham alınmış da denebilir belki.

Desmet’in yeri başka. Otuz yıl oturduğum evime yakındı. Bisikletle beş-yedi dakikalık mesafedeydi. Birkaç yüz film izlediğim bir sinema oldu. Çok güzel film broşürleri bastırırdı. Bunların bazılarını hâlâ saklıyorum. Desmet’te gördüğüm bir filmi seçmek için ciddi ciddi düşündüm. Listem çok uzundu, ama 1982 yapımı The Draughtsman’s Contract – Ressamın Kontratı filmi birincilik için iddialı. Peter Greenway’in yazıp yönettiği bu filmi çok beğenmiş ve bir gün arayla iki kez izlemiştim.  

Ne diyeyim, bütün kayıp sinemaları sevgi ve hasretle anıyorum.  

Rialto ve Kış Uykusu
Amsterdam sinemalarından söz ederken Kriterion’dan ve Rialto’dan söz etmeden olmaz. Desmet’le birlikte evime yakın üç mutena sinemaydı. Neyse ki, ikisi hâlâ duruyor.

Aklıma 1980 sonlarında yazları Desmet, Kriterion ve Rialto gibi sinemalarda arka arkaya gösterilen Eric Rohmer, Jean Luc Godard filmlerinden kalma sahneler geliyor. Bir anlığına sanki dün gibi, oysa bir daha kitleler tarafından izlenmeyecek filmler arasında yerlerini almışlar çoktan.

Rialto, Venedik’teki bir köprünün adı. Ponte di Rialto.  Fotoğrafında da gördüğünüz gibi mimarisi çok etkileyici. 1920’de inşa edilmiş. Bu yakınlarda Rialto’nun fotoğrafını çekerken afişlerde Winter Sleep – Kış Uykusu filmi dikkatimi çekti. Nuri Bilge Ceylan’ın ödüllü filmi Amsterdam’ın en ünlü sinemalarından birinin salonunda izleyicilere Türkiye ışıtıyordu.

Rex Sineması ve Kara Murat Filmleri
Özellikle son on yılda Türk filmleri Amsterdam’da sıkça gösteriliyor. Seksen başlarında bu tek tük olurdu. Cüneyt Arkın’ın oynadığı Kara Murat’lar ilk Türk filmleriydi. Cüneyt yerine seyirci çeksin diye olacak George yazılırdı. Harlemmermer sokağındaki Rex Sineması’nın önünden geçerken Kara Murat afişlerini görürdüm. Bu seri kaç filmdi bilmiyorum, ama en az üç farklı afiş hatırlıyorum. Bu arada Rex Sineması da 1989’dan bu yana kayıplar arasında.


Son Bilet
Şu anda küresel bir köye dönüşmüş dünyada yaşıyoruz. Bir filmi oturduğunuz yerde ve yürüyüş yaparken bile online-çevrimiçi izlemek mümkün. Filmleri indirip muazzam bir arşive sahip olmak artık hayal değil. Azimli biri mütevazı bir yatırımla yeterli mesai sarfederek binlerce filmlik bir arşive sahip olabilir. Bunların kopyalarını çıkartabilir.

 Aktör ve aktrisler sanal kişilikler, programlanmış 0 ve 1’ler olduğunda etten ve kemikten oyuncuları özleyeceğiz. Avatarlaştıklarında da öyle. Nostaljiler sürecek. Hiçbir zaman var olmamış sinemaların, oyuncuların ve yönetmenlerin mevcudiyetlerini yitirmelerine  üzüldüğümüz anlar da gelecek. Durmadan kurulan ve yıkılan kâinatta bu süreç hiç bitmeyecek.   

2009 yılında bir öykü yazmıştım. Yakın bir gelecekte havada hareket edebilen ve çoğalabilen, çelik kasaların içine nüfuz edebilen mutant bir e-virüs ister selüloz şerit, ister hard disk üzerinde kayıtlı olsun dünyadaki bütün filmleri yok ediyordu. Kameralar ve stüdyolar da etkilendiği için yeni film çekilemiyordu. Hiç filmsiz bir geleceği anlatıyordum. Adı Son Bilet. Meraklılar dijital ortamda bulabilir. Burada en başını anlattım sadece.

Gelecek zamanların film nostaljisi böyle bir filmsizlik ortamında en parlak noktasına erişecek belki de. ‘Amsterdam sinemaları işte’ deyip geçmeyin. Bakın bizi aldı nereden nereye getirdi.
Kayıp sinemalar peşiniz sıra yürürler bir süre. Sonra yavaş yavaş arkaya baktığınızda bazılarını göremez olursunuz. Nostaljik nesneler sadık köpek gibidir. Bunlardan en az biri ufukta görünecek bir manzara kalmayana dek arkanızdan yürümeye devam edecektir.  

                                                                                              





                                                         --------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder