Amsterdam’ın
Kayıp Sinemaları
Eski
Sinemalar Nostaljisinin Yazı ve Turası
Amsterdam Sinemaları
1975
yılının Kasım’ında Amsterdam’a ayak bastığımda yaptığım ilk şey bir şehir
haritası satın almak ve günlük gazetelerde perşembe günleri yayımlanan haftalık
film programlarında adı geçen sinemaları keşfetmek oldu. O yıllarda bu sayı otuzun
üstündeydi. Herbirinin yerini bulmak, hangi tramvayla gidileceğini keşfetmek ve
en kısa bisiklet rotasını harita üzerinde işaretlemek aylarımı aldı. Bu keşif
heyecanı o sıralarda kaçaklar hariç kayıtlı nüfusu üç çeyrek milyon olan Amsterdam’ı
hızla tanımamı sağladı. Hatırladığım en ucuz sinema bileti 4,5 gulden. O sırada
bir litre süt 0,5 gulden’di. Şehir içi tramvay-otobüs sefer fiyatları da elli
sent’ti. Bu eski sinemalar nostaljisinin yazı kısmı.
Nostaljinin Tura
Kısmı
Hollandalı
tanışlarım film konusu açıldığında bahsi geçen filmlerin büyük bir kısmını
izlemiş olduğumu anlayınca şaşırırlardı. Türkiye’den gelen biri bunu nasıl
yapabilirdi? Yetmiş ortalarıydı. Döviz sıkıntısı nedeniyle o yıllarda
Türkiye’ye film ithali biraz sorunlu olmaya başlıyordu, ama öncesinde böyle bir
sorun yoktu. İçine bin beşyüz kişi alan
İzmir sinemalarından bahsedince yüzlerinde inanmaz ifadeler uçuşurdu. Yönetmenin,
oyuncuların adını verip, filmleri özetleyince apışıp kalırlardı. Onların
görmediği filmlerden söz etmek ise bir başka zevkti.
Liseyi
İzmir Atatürk Lisesi’nde okudum. Yeni, Yıldız cinsinden her hafta iki yeni film
gösteren sinemalar neredeyse bir taş atımı mesafedeydi. Yazları müşteri
çekebilmek için üç film oynatırlardı. Millet elinde fileler, annelerinin
hazırladığı yemeklerle gelirdi. Kardeş olduklarını tahmin ettiğim üç oğlanın
ellerinde tahta kaşıklar hem film izleyip hem de bir tencere soğuk pilavı yiyip
bitirdiklerini gıptayla izlemiştim. Bizim çıkınlarımızda kurabiye, poğaça ve
kol böreği olurdu. Yanında gazozla çok iyi giderdi. Altı-yedi saat sonra sinemadan
çıktığımızda gerçek hayata ait sahnelere uyum sağlamakta zorluk çekerdik. On
dakikalık aralarla bir kovboy, bir polisiye ve bir de casus filmi izledikten
sonra bu çok normaldi. Şimdi artık bu sinemalar yok. Bu da nostaljinin tura
kısmı. Tura kısmını dar tutacağım ki, Amsterdam’ın kayıp sinemalarına buradan afili
bir selam çakabilelim.
Belki
bir Kayıp İzmir Sinemaları denemesi de yazmak lazım. Bu kayıplardan biri çok
ilginç. Burada kısaca anlatmadan duramayacağım. Bir dizi rüyanın arasına
sıkıştığı için olmalı rüya gibi değil, eski bir anı gibi hatırlıyordum. Paralel
evrendeki tıpatıp benzerimin başından geçen bir serüven gibiydi. Kemeraltı’nda
dericilerin bulunduğu yerde çok yeni görünümlü bir sinema görüyordum ansızın.
Bu beni afallatıyordu. Ara sıra oradan geçtiğim halde o sinemayı fark etmemiş
olmama şaşıyordum. Bahsini nasıl duymamış olabilirdim üstelik? İzmir’de kenarda
köşede kalan birkaçı hariç, yazlıkların önemli bir kısmı da dahil, ayak
basmadığım bir sinema olmadığı için hayretler içinde kapısından içeri giriyordum.
Yenilik, temizlik, tozsuzluk adeta bir başka şaşırtıcı noktaydı. Kapıda durup
afişe bakıyor, biraz huşuyla içeri adım atıyordum.
Saklı Afiş
Bu
afiş şu anda bu satırları dijitalize ederken gözümün önünde. Tek kelimesini
bile sökemiyorum. Şöyle izah edeyim. Renkleri, bir kadınla erkeğin olduğunu,
büyük bir başlığın altında oyuncuların adının yazdığını görüyor; ama tek kelimesini
bile okuyamıyordum. Yabancı dil veya alfabe söz konusu değildi. Benim zihin
programım anlamı sökemiyordu. Bir şempanzenin Matrix filminin afişine bakması
gibiydi adeta.
İçerideki
iki görevlinin yüzleri hâlâ gözlerimin önünde. Yepyeni fuayede bir tek müşteri
ben oluyordum. İki adamın gözlerinde ‘Demek burayı buldun’ bakışları
seziyordum. Heyecanla kapısından içeri girip bir salona varınca şaşkınlığımın
tırmandığı kerteyi hiç unutamıyorum. Yerde yılan, kartal ve akrep desenli kalın
ve tertemiz yeni bir halı seriliydi. Ayak tabanlarında kalınlığını
hissediyordum. Büfe de gıcır gıcır yenilik ışımaktaydı. Pirinç aksamlı aksesuarlara,
kocaman aynaya ve aşırı düzenli sıralanmış şişe ve bardaklara bakakalmıştım.
Aynaki aksimin hemen solunda barın arkasındaki adam gülümsemişti. Kapıp
koyuvermeyen, ölçülü bir hoşgeldin işareti. Kısa siyah saçlı, koyu renk gözlü,
buğday tenli genç ve zayıfça biriydi. Üzerinde otuzlu yıllarda yapılmış yabancı
filmlerden tanıdığım cinsten siyah ve gri puantiyeli bordo renkli bir yelek
vardı. Kar beyazı gömleğinin üstten bir düğmesi çözüktü. Bildiğim hiçbir
sinemada böyle elit bir hava, bu düzeyde bir özenin yarısı bile mevcut
değildi. Yirmi beş kuruşa gazoz, otuz kuruşa poğaça alınan salaş sinema
büfelerinden çok farklıydı.
Sonra
bilincim gerçek hayata geçişlenince Kemeraltı’na gidip boşuna o sinemayı
arıyordum. Esnafa defalarca sinemadan söz ediyor ve hiç kimseden tek bir bilgi
kırıntısı elde edemiyordum. Hepsi de ittifakla orada asla öyle bir sinemanın
var olmadığını söylüyordu. On kadar denemeden sonra bu hayatta o sinemayı
bulmaktan ümidi kestim. Ben ümidimi kesince o da benim rüyalarımdan ayağını
kesti, ama bir başka gerçeklikte en az elli ziyaret yaptığım için bellek
kayıtları şu anda bile sapasağlam duruyor.
Maymunlar
Cehennemi’yle Gece Mesaisi
1968
yılında ABD’de Maymunlar Cehennemi – Apes
Planet adlı bir film gösterime girdi ve bütün dünyada çok beğenildi. Büyük
bir sükse yaptı. Kültleşti. Ardından neredeyse birer yıl arayla dört takip
filmi çekildi. Ben birinci filmi Türkiye’de görmüştüm. Harika bir yapımdı. İkinci
ve üçüncüyü de Amsterdam’da izlemiştim. Şehrin göbeğindeki Leidseplein’deki
ünlü City sineması bir Cumartesi gecesi beş filmi bir arada göstereceğini ilan
etti. Film maratonuna giriş 25 gulden’di. Gece yarısı başlayacak ve sabah 8.00 civarında
bitecekti.
Hemen
bir bilet aldığımı iyi tahmin ettiniz. Cumartesi gecesi geldi. Yaş ortalaması
yirmi beş civarında olan yüz kadar seyirci salonda yerimizi aldık. Beğendiğim
bazı filmleri defalarca seyretmeyi sevdiğim için birinci filmi üç kez, diğer
ikiyi birer kez izlemiş olmam sorun değildi. İki adet sandviç, bol su ve komşumdan
ödünç aldığım yarım litre kahve dolu termosla salona hazırlıklı gelmiştim.İlk
film rüzgâr gibi geçti. İkincinin ortalarına gelindiğinde dört bir yandan
horultu koroları duyulmaya başlandı. Saatin üçü geçiyor olması, bazı
izleyicilerin su gibi içtiği kutu biralar ve maymun yüzlerinin yeknesaklığı
izleyicileri etkilemişti. Üçüncü filmin ortalarında en az üçte birimiz uykuya
dala çıka izler olmuştuk.
Ben
de bir ara yarım saat kadar rüyalara bata çıka uyudum. Bu kısa kestirme iyi
geldi. Sabaha kadar dayanabildim. Horlayanların bazıları dürtülerek ya da
yüzüne su, cola, bira püskürtülerek uyandırıldığından tartışmalar eksik
olmuyordu. Dördüncü filmin başında havada boş ya da biraz dolu bira kutuları
gezinmeye başlayınca filme beş dakika ara verildi. Aramızda konuştuk ve
horlayanlara fiziksel müdahale yapılmaması kararını verdik. Yumruk yumruğa
birbirlerine girmiş iki delikanlıyı kaba kuvvetle dışarı atmakla tehdit edince
bir daha hır çıkmadı. Bu arada gizlice sigara içenler ve tütün kokusundan daha farklı
kokular salanları da daha asgari gaz salınımı konusunda ikna ederek bir denge
kurarak sabahı bulduk. Beş filmin
ardından Leidse Meydanı’nın erken pazar sabahına çıkmak bir rüyadan diğerine
geçmek gibiydi. Bisikletime atlayıp eve giderken böyle bir deneyim yaşadığım
için mutluydum. Bir sonraki film maratonum için şaka maka otuz beş yıl falan
geçmesi gerekecekti. Henüz vizyona girmemiş beş korku filmini gözümü bile kırpmadan
izleyecek ve bundan bir hayli gurur duyacaktım.
Tuschinski
Sineması ve The Shining
Tuschinski
sineması olumlu anlamda görsel bir tasalluttur. İlk kez göreni hipnotize eder
adeta. Abraham Icek Tuschinski tarafından yaptırılan, o yıllarda dört milyon
gulden’e mal olan ve 1921’de açılan sinemayı tasvir etmek ancak bir dizi terimi
ard arda sıralamakla mümkün. Empresyonizm, art nouveau, cam işleme sanatı,
cevahire dönüştürme, modern sanat, mefruşat luna parkı, resimle bezeme, vb. Dünyanın
en güzel sinemalarından biri olarak kabul ediliyor. Ünlü mimar Hijman Louis de
Jong tarafından tasarlanmış olan binanın
dışı görsel bir ziyafet. İçi de katlanarak öyle. İç dekor klasik bir illüzyon ve
tahayyülü müşkül bir varyete ortamı. Altı film salonu var. Toplam bin beş yüze
yakın koltuk sayısına sahip. Ses düzeni en son teknolojiyle kurulmuş. Amsterdam’ın birbiri ardında lambasını
söndüren sinemalarına inat bugün hâlâ orijinal yapısını koruyor. Amsterdam’a
giderseniz bu sinemayı mutlaka görün. Bir film izleyip iç dekorun imge
bombardımanının vereceği baş döndürücü hazzın zevkini çıkartın.
Bu
sinemada gördüğüm filmlerin sayısı kesinlikle iki yüzü aşkındır, ama bir tanesi
var ki ilk aklıma gelen olmayı sürdürüyor. 1980 yazıydı. Arkadaşlarla beraber
Stephen King’in The Shining – Cinnet adlı
filmini izlemiştik. Sonra sinemadan çıkarken ana salonun zeminindeki halının
desenlerini filmdeki Overlook otelinin halısına benzetmiş ve bu binada tek
başına bir gece geçirmenin ne tür bir deneyim olacağını düşünmüştüm. The Shining’i izleyenlerin bildiği gibi
son sahnelerde otelin içine sinmiş anılar uyanıyor ve heyecan en üst noktasına
çıkıyordu.
Cineac Damrak ve
Alien
1979
yılının yazıydı. Ridley Scott’un yönettiği Alien
– Yaratık filmi gelmişti. Perşembe günü ilk kez gösterilecekti. O sırada
demiryollarında çalışıyordum. O gün gececiydim. Vardiya 23.00’te başlıyordu.
Birkaç gün sabredemedim. 18.45 seansına gittim. Film üzerimde inanılmaz
derecede etkili olmuştu. Sabaha kadar bir ayağım arzda, bir ayağım uzayda
çalıştım.
Bu
sinema dört yıl sonra kapanacak ve yerini büyük bir mağaza alacaktı.
Koltuklarında seyirci ağırlamaya 1929’da Capitol adıyla başlamış ve 1937’de Cineac
adını almıştı. Şehrin en işlek ve turistik caddesinde 1983’e kadar kim bilir
hangi sayıda insanın hayal dünyasına imge aşısı yapmıştı. Cineac’ın kapandığını
fark ettiğimdeki şaşkınlığımı ve burukluğumu bugün gibi hatırlıyorum.
29 Haziran 1989 –
Perşembe
Bu
yazıyı kaleme alırken elimin altında 29 Haziran 1989 tarihli de Volkskrant adlı bir Hollanda gazetesinin
verdiği haftalık sinema listesi var. Katlanma yerleri hafiften sararmış bir kupür.
Bu
film listesine 26 yıl sonra göz atarken gördüğümü hatırlayamadığım iki film
bulabildim sadece. Amsterdam sinemalarına bayağı yatırım yapmışım.
Listeye
bakılırsa 9 1/2 Weeks - 9 ½ Hafta filmi o sırada gösteriminin
100. haftasındaymış. Monthy Python’dan Life
of Brian – Brian’ın Hayatı adlı film ise 40. Haftasında; o sıralarda kült
addedilen Betty Blue adlı Fransız filmi de 57. haftasındaymış. Bu özellikle o yıllarda bizim Türkiye’de pek
alışık olmadığımız bir şeydi. Bir film vizyona girer ilgi çekerse birkaç hafta
gösterilir; sonra bir daha televizyonda izlenmek üzere afişlerini alır, çeker giderdi.
Bu
üç film de listede gece filmi olarak yer almış durumda. Her hafta şehir merkezindeki
bazı sinemalar cuma ve cumartesileri gece yarısı başlayan seanslar organize
ederdi. Artık günlük seanslarda gösterilmeyen birçok filmi bu seanslarda izleme
fırsatı bulmuştum. Ciddi bir gece filmi müptelasıydım on yıllar boyunca.
Şu
elimdeki kupür daha çok şey anlatabilir, ama biz kaldığımız yerden devam
edelim. Bu listede yer alan sinemalardan dokuzu şu anda yok. Yarısı neredeyse. İçlerinde
kaybına en çok üzüldüğüm ikisine değineceğim. Birisi Alhambra, diğeri de
Desmet. Bu yazıya destek olsun diye Desmet’in ne olacağını beklerkenki yalnız
halinin resmini çektim. Alhambra çoktan lüks bir rezidansa dönüştü. Alt katında
da bir ara ofis malzemesi satan bir dükkân vardı. Belki anılara vefasızlık
diyeceksiniz, ama oradan lazer yazıcıma toner bile aldım.
Alhambra’da
unutamadığım film Beyond Good and Evil
– İyi ve Kötünün Ötesinde adlı filmdir. Önünden geçerken bir camekânın ardına
konmuş fotoğraflardaki adamın kime benzediğini doğru tahmin etmiş ve yemeği
erteleyerek başlamak üzere olan filmi izlemiştim. Nietzsche’nin hayatından bir
kesiti anlatıyordu. 1977 yapımıydı. Yıllar sonra yeniden gösteriliyordu.
Dominic Sandra’yı Lou Salome rolünde görmek çok hoştu. Filmde beraber fotoğraf
çektirdikleri bir sahnede Friedrich Nietzsche’nin eline ‘Bir kadınla görüşmeye
mi gidiyorsun, kırbaçını yanından eksik etme’ sözüne binaen bir kırbaç
tutuşturuluyordu.
Şu
anda İzmir’deki Elhamra sineması da artık mevcut değil. Bina 1980’den bu yana
film gösteriminde kullanılmıyor yani. İki ‘Kırmızı Ev’in mimarisi birbirlerine
benziyor desem sanırım abartma olmaz. Aralarında mimari üslup bağı var sanki. Ünlü
Alhambra sarayından ilham alınmış da denebilir belki.
Desmet’in
yeri başka. Otuz yıl oturduğum evime yakındı. Bisikletle beş-yedi dakikalık
mesafedeydi. Birkaç yüz film izlediğim bir sinema oldu. Çok güzel film
broşürleri bastırırdı. Bunların bazılarını hâlâ saklıyorum. Desmet’te gördüğüm
bir filmi seçmek için ciddi ciddi düşündüm. Listem çok uzundu, ama 1982 yapımı The Draughtsman’s Contract – Ressamın
Kontratı filmi birincilik için iddialı. Peter Greenway’in yazıp yönettiği bu
filmi çok beğenmiş ve bir gün arayla iki kez izlemiştim.
Ne
diyeyim, bütün kayıp sinemaları sevgi ve hasretle anıyorum.
Rialto ve Kış
Uykusu
Amsterdam
sinemalarından söz ederken Kriterion’dan ve Rialto’dan söz etmeden olmaz. Desmet’le
birlikte evime yakın üç mutena sinemaydı. Neyse ki, ikisi hâlâ duruyor.
Aklıma 1980 sonlarında yazları Desmet, Kriterion ve Rialto gibi sinemalarda
arka arkaya gösterilen Eric Rohmer, Jean Luc Godard filmlerinden kalma sahneler
geliyor. Bir anlığına sanki dün gibi, oysa bir daha kitleler tarafından
izlenmeyecek filmler arasında yerlerini almışlar çoktan.
Rialto,
Venedik’teki bir köprünün adı. Ponte di Rialto. Fotoğrafında da gördüğünüz gibi mimarisi çok
etkileyici. 1920’de inşa edilmiş. Bu yakınlarda Rialto’nun fotoğrafını çekerken
afişlerde Winter Sleep – Kış Uykusu
filmi dikkatimi çekti. Nuri Bilge Ceylan’ın ödüllü filmi Amsterdam’ın en ünlü
sinemalarından birinin salonunda izleyicilere Türkiye ışıtıyordu.
Rex Sineması ve
Kara Murat Filmleri
Özellikle
son on yılda Türk filmleri Amsterdam’da sıkça gösteriliyor. Seksen başlarında
bu tek tük olurdu. Cüneyt Arkın’ın oynadığı Kara Murat’lar ilk Türk filmleriydi.
Cüneyt yerine seyirci çeksin diye olacak George yazılırdı. Harlemmermer
sokağındaki Rex Sineması’nın önünden geçerken Kara Murat afişlerini görürdüm.
Bu seri kaç filmdi bilmiyorum, ama en az üç farklı afiş hatırlıyorum. Bu arada
Rex Sineması da 1989’dan bu yana kayıplar arasında.
Son Bilet
Şu anda küresel bir köye dönüşmüş dünyada yaşıyoruz. Bir
filmi oturduğunuz yerde ve yürüyüş yaparken bile online-çevrimiçi izlemek
mümkün. Filmleri indirip muazzam bir arşive sahip olmak artık hayal değil.
Azimli biri mütevazı bir yatırımla yeterli mesai sarfederek binlerce filmlik
bir arşive sahip olabilir. Bunların kopyalarını çıkartabilir.
Aktör ve aktrisler
sanal kişilikler, programlanmış 0 ve 1’ler olduğunda etten ve kemikten
oyuncuları özleyeceğiz. Avatarlaştıklarında da öyle. Nostaljiler sürecek.
Hiçbir zaman var olmamış sinemaların, oyuncuların ve yönetmenlerin
mevcudiyetlerini yitirmelerine üzüldüğümüz
anlar da gelecek. Durmadan kurulan ve yıkılan kâinatta bu süreç hiç bitmeyecek.
2009 yılında bir öykü yazmıştım. Yakın bir gelecekte
havada hareket edebilen ve çoğalabilen, çelik kasaların içine nüfuz edebilen mutant
bir e-virüs ister selüloz şerit, ister hard disk üzerinde kayıtlı olsun
dünyadaki bütün filmleri yok ediyordu. Kameralar ve stüdyolar da etkilendiği
için yeni film çekilemiyordu. Hiç filmsiz bir geleceği anlatıyordum. Adı Son
Bilet. Meraklılar dijital ortamda bulabilir. Burada en başını anlattım sadece.
Gelecek zamanların film nostaljisi böyle bir filmsizlik
ortamında en parlak noktasına erişecek belki de. ‘Amsterdam sinemaları işte’
deyip geçmeyin. Bakın bizi aldı nereden nereye getirdi.
Kayıp
sinemalar peşiniz sıra yürürler bir süre. Sonra yavaş yavaş arkaya baktığınızda
bazılarını göremez olursunuz. Nostaljik nesneler sadık köpek gibidir. Bunlardan
en az biri ufukta görünecek bir manzara kalmayana dek arkanızdan yürümeye devam
edecektir.
--------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder