28 Ekim 2016 Cuma

Sadık Yemni'yle Polisiye Edebiyat Üzerine Söyleşi

SADIK YEMNİ İLE POLİSİYE EDEBİYAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Ayraç Dergisi - Hüseyin Çelik


1 - Polisiyeye başlama serüveninizle başlayalım. Kimyacı olmanız bekleniyordu muhtemelen fakat siz Amsterdam’a gittiniz ve olanlar oldu. Şimdi karşımızda Türkçe polisiyenin önemli isimlerinden biri var. Neler oldu?
Sıkı bir polisiye-casus roman-filmleri takipçisiydim Amsterdam’a ayak bastığımda. Kısaca polisiye okuma geçmişimi özetlemek istiyorum.

Çocuk yaşlarından itibaren Sherlock Holmes, Nat Pinkerton, Fantoma, Arsen Lüpen ve Cingöz Recai serüvenleri okuyan biriydim. Robert Louis Stevenson’un Define Adası -Treasure Island’ı da beni etkilemişti, ama  ve Dr Jekyll ve Mr Hyde – Strange Case of  Dr Jekyll and Mr Hyde hayal gücüme çok derin bir çentik atmıştır.  Dr Jekyll ve Mr Hyde’ı, Stevenson 1886’da yayımladı. Kütüphanemizde olan kitap sanırım 1942’de Hamdi Varoğlu’nun Türkçe çevirisiyle ve İki Yüzlü Adam başlığıyla yayımlanan nüshaydı. Kabı 1959 yılında bile eskiydi.

Okuduğum ilk polisiyeler arasında yerli yazarlarımızın eseri olan Mike Hammer’lar da vardı. O yaşlarda bile yerli yapım Mike  Hammer’lerin diğerlerinden daha farklı olduğunu sezerdim. Cinsellik ıtırlı sahneler daha bir ballı betimlenirdi. İyice göze batsın diye koyu renk basılırdı. Hızlı yazıldığından kurgular da iyice yamuktu. Zincir şakırtıları, acaip ses efektleriyle sıhhatli kurbanlarına kalp krizi geçirterek öteki dünyaya yollayan seri katiller olurdu.

Bir de Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti öyküsündeki Dupin’i ve Altın Böcek adlı öyküsü 12- 13 yaşlarımın unutulmazlarıdır. Yazım üslubumdaki polisiye damarın oluşmasında çok ciddi katkıları olmuştur. Edgar Allan Poe özellikle yukarıda sözünü ettiğim iki öyküsüyle beni çok derinden etkilemiştir. Yarattığı Dupin karakteri modern polisiyenin babası olarak görülür. Polisiyenin iyisinin olmazsa olmazları yetkin kurgu, akıcı dil ve gizem kurmadaki özgünlüktür. Altın Böcek bir definenin bulunuş bilmecesi üzerine kurulmuştur. Bana 13 yaşındayken gizli bir yazı yaratma  ilhamını vermiştir. Hâlâ zaman zaman kullanmaktayım.

Sherlock Holmes’un  ipuçlarını topladıktan sonra evine çekilerek icra ettiği kokainli ve kemanlı düşünce seansları, Arsen Lüpen’in 813’ündeki teknik düzenekler, usta hırsızlığının yanı sıra hızlı bir milliyetçi Fransız olarak Alsas-Loren meselesine sahip çıkması, Cingöz Recai’nin İstanbul’da çevirdiği fırıldaklar, Fantoma’nın ele geçirdiği kruvazörün toplarını Monaco sarayına çevirmesi belleğime unutulmaz izler kazımıştır.

 En çok okuduğum yazarlar arasında Agatha Christie ve Carter Dickson da vardı.  Zekâlarının yanı sıra bol bol silah ve yumruk kullanan Murat Davman, Shell Scott ve James Bond da en sevdiğim roman karakterleri arasındaydı. James Bond kitap ve filmleri bütün diğer mesajlarının yanı sıra televizyonsuz bir âlemde dünyaya açılan pencerelerdi. Karayipler, New York, Istanbul, İsviçre, Monako, Tayland’ı 007’yle gezer dururdum.

Bir gün elime Len Deighton’un The Ipcress File (Ipcress Dosyası) adlı kitabı geçti. Altmış sonlarıydı. Kahramanı Harry Palmer adlı biriydi. Silah taşımayan, yumruk kullanmayan, yemek pişirmeyi seven, mali sıkıntı içinde yüzen bir İngiliz gizli servis ajanıydı. Bilginleri kaçırıp beyinlerini yıkayan bir şebeke anlatılmaktaydı. Ipcress, İnsan Psikonevrozu Kondisyonel Refleks Sürati kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş bir başlıktı çeviriye göre. Aslının farklı olduğu hemen görülecek. Induction of Psycho-neuroses by Conditioned Reflex with Stress. Ani Tehlike adıyla basılan kitap yayımlandığı yıllarda milletçe stres kelimesiyle henüz tanışmıyor olmamızın da bir rolü olmalı mutlaka.

Harry Palmer, soğuk nane Holmes, Viktoryan koket bayan Marple, kendi gri hücrelerine kara sevdalı Poirot, yumruğuna tükürmüş kaslı, aşırı testosteron yüklü hafiyeler ve üçüncü dünya insanını çok aşağı gören ve sımsıkı bir soğuk savaş sembolü olan James Bond’dan çok farklıydı. Daha altmışlı yılların başında, dünya Küba kriziyle sarsılırken Harry Palmer üstlerinin iradesi dışında Sovyet albayı Stok’la ortak menfaat alanlarında işbirliği yapabiliyordu. İki kutuplu dünyanın karşıtlık yerine bir konsensüsle kurulmuş olduğu tezini destekler mesajlara sahipti. Harika bir mizah yeteneği, içleri özeleştiri ve ince alay yüklü diyaloglar, sıradışı politik görüşlerin yumaklandığı çözümlemeler ve ince gerilim sanatıyla bezeli metinleri okumak  bana yepyeni bir bakış yolu çizmişti.

Bunun yanı sıra babam kariyerine polis olarak başlamıştı. O zamanların polis koleji mezunuydu. İstanbul’da kırklı yılların sonunda komiser muavini olarak işe başlamıştı. Onun bir anısı vardı. En az yirmi kez dinlediğim için kendi başımdan geçmiş gibi sinematografik bir kayıt var şimdi belleğimde. Bu kayıt babamın gözünden işin ilginç tarafı. 

Olay 1950 yılında İstanbul’da, ben henüz babamın ileride yiyeceği besinlerde dağınık ve seyrek moleküller halinde mevcutken, bir gece nöbeti sırasında vuku bulmuştu. Babam kolejden yeni mezun bir komiser yardımcısı. Sabaha karşı üç buçuk sıralarında peder bey bürosunda uyuklarken ön kapı açılmış ve içeriye elinde mezardan taze çıkarılmış kefenli bir ölü taşıyan iri yarı bir adam girmiş.  Adam hızlı adımlarla babama doğru yürümüş ve kokuşmuş cesedi üstüne bırakıvermişti.
   “Çabuk bu adama söyleyin, benden aldığı borcu geri versin”
  Babam rüya gördüğü bir halden kokuşmuş cesetle sarmaş dolaş bir durumda şokla uyandığını anlatırken o anki şaşkınlığının bir kısmını yeniden yaşardı. Meğerse otuz beş yaşlarındaki adam o semtin delisiymiş. Ara sıra geceleri el ayak çekildiğinde mezarları kazar bir ceset çıkartır ve en yakındaki karakola bu şekilde teslim edermiş. Sabıkası gırlaymış.

Böyle bir gardropla Amsterdam’a ayak bastım. Gece Klubü kapıcılığından börekçiliğe, konfeksiyoncuktan Demiryolu işçiliğine kadar değişik işlere girdim çıktım. Gurbetteki ikinci yazımda, 1977’de Alsancak Börekçisi adlı bir börekçide çalışıyordum. Sabahları ilk müşterilerim bütün gece kumar oynamış Türkiyeli pokerciler oluyordu. Onlardan Türk yeraltı dünyasına ait haberleri alıyordum. Kim ne kadar uyuşturucu getirmiş, kim kimi zımbalamış, esas sebep neymiş vb. Yabancı mafyaların artan eksilen etkinliği konuşuluyordu. Çin mafyasını, Türk mafyası, onu Rus mafyası takip ediyor, PKK seksen ortalarından itibaren yeraltı âlemindeki kalıcı yerini perçinliyordu.

Sonra dünyayı gezmeye başladım. Yaşam deneyimim çeşitlendi. Ufkum genişledi. Memlekette aldığım standart formasyon gereği kapalı ve dar bakışlıydım. Zamanla emperyalliğe evrildim.

Böylece bir an geldi, bir şeyler yazayım dedim ve ‘Amsterdam’ın Gülü adlı bir polisiye roman yazdım. Babama ithaf ettim. Bilimkurgu, gizem, fantastik, mizah, füturistik dram, deneme türlerinde de eser verdim, ama polisiyeden hiç kopmadım.   


2 - Polisiye türü, Türkçede nasıl bir tarihsel süreç yaşadı? Diğer birçok türde olduğu gibi form olarak benzerlik gösterse de muhteva ve yaslandığı felsefe olarak Batı edebiyatındaki örnekleri ile farklılık gösterdiğini söylemek mümkün mü?
1880’e kadar uzanan bir tradisyondan söz ediliyor malum. Ahmet Mithat Efendi’nin Esrâr-ı Cinayat’ı genellikle milat kabul ediliyor. Server Bedi, Hüseyin Nadir, İskender Fahrettin, Selami Yurdatap, Murat Akdoğan gibi ilk polisiyecilerimiz var.

Osmanlı Devleti cihanşümul karakterli devasa bir yapıydı. Dört dörtlük bir kayıt devletiydi. Eski belgeler iyi incelense bunun öncesinde de 17. ve 18. yüzyıla ait ilginç polisiye kayıtlarının bulunabileceğini düşünüyorum. Sadece polisiye değil, Osmanlı’nın, özellikle 2. Abdülhamid’in kurduğu casus teşkilatının faaliyetleri başlı başına bir polisiye gelenek külliyatı potansiyelidir.  (Milli Amele Hizmet) MAH, Teşkilatı Mahsusa faaliyetlerinin kayıtları da ciddi bir kaynaktır.

Dedektif romanlarının popüler olması Batı’da tröstlerin, monopollerin doğumuyla eşzamanlıdır. Dedektif beton yığını şehirlere sıkışmış, yalnızlaşmış, yabancılaşmış, korkan insanı teskin eden, suçun cezasız kalmayacağına inandıran figürdür.

Endüstri realitenin ve kapitalist düzenin potansiyel katili ya da soyguncusu hesaplı kitaplı, planlı ve sabırlı bir icraatçıdır. Ketumdur. Mesele bir intikamsa, bunun soğuk yenmesi gerekli bir yemek olduğunun farkındadır.

Endüstri ve kapitalizm öncesi toplumlarda kurnazlık ve pusu daha ön planda durur. Pusu ve ölümcül tehdit çoğu kez önceden ilanlıdır üstelik. Kimin kime neden bir kötülük yapmak istediği birçok kimse tarafından bilinir. Merak edilen vukuatın ne zaman gerçekleşeceğidir.  Mekân olarak taşranın, kırsalın kullanıldığı eserlerde açıkça görünür.

 1800 sonları ve 1900’lerin hemen başlarında yazılan yerli polisiyelerde mekân dünya başkenti İstanbul olduğu için bu hal bir ölçüde değişmiştir. Batılı kitap örneklerindeki planlı ve ince hesaplı, Batıcılaşarak yerel kültüre yabancılaşmış, modernleşmiş katillere yer verilir.

Felsefe farkı önemlidir. Müslüman toplumlarda özellikle 2000’lerin öncesinde seri katillere rastlanmaz örneğin. Son ana kadar affedilme imkân ve vaadi örneğin, suçlunun cürmünü daha aşırıya vardırmasını engeller. Toplumsal kontrol mekanizması da suçun aşırılaşmasını ve yaygınlaşmasını engelleyen bir işleve sahiptir. Mahalle kültürünün hakim olduğu yerlerde suça teşvik katsayısı düşüktür. Sosyal kontrol mobesa kameralarının beceremediği şeyi becermiş ve ağır cürümlerin işlenmesini zorlaştırmıştır. Ancak bu kültürün özellikle metropollerde çözülmesiyle suçlar çeşitlenmiş ve aşırılıklara daha sık raslanır olmuştur. Bu çözülmede sosyal medya da giderek daha önemli bir rol üstlenmektedir.

Bizde özel dedektiflik müessesesi çok yenidir. Bu nedenle yerli polisiye roman öykü temelini polis aparatına dayandırmak zorunda kalır. Dayakla, falakayla, işkenceyle konuşturma gibi artık eskide kalan yöntemler de içerikte yer alır. 80’li 90’lı yıllarda olayların arka planında bir gladyonun varlığını hissederken, yakınlarda 2. Gladyo popülerleşmiştir. Bunlar Batıdaki örnekleriyle fark yaratır gibi görünse de zamanımızdaki Batı işi modern işkence hapishaneleri, Guantanamo örneğin, sinsi infazlar ve Batı adına çalışan taşeron gladyolar ve terör örgütlerinin eylemleri göz önüne alındığında örgütlü şiddet uygulama konusunda dünya çapında bir homojenleşmeden söz edilebilir. Küreselleşmenin doğal bir sonucudur aslında.

Şu anda dünyada küreselleşme ve sosyal medya sayesinde cürmün ülkeler arasında rahatça gezinebilmesi, yerel kimlikten belli ölçülerde sıyrılması durumu yaşanmaktadır. Batıda ve dünyada kapitalizm Neoliberalizme, demokrasi de şirketokrasiye evrilmiştir. Şirketokraside aynı aristokrasi zamanında olduğu gibi adaletin, mahkemelerin, medyanın dokunamadığı, karikatürlerinin bile yapılamadığı ayrıcalıklı kimseler vardır. Zaman zaman bu tarafa işaret eden kitaplar yazılmakta, diziler ve filmler çekilmektedir. 2014 yapımı True Dedective dizisi örneğin. Birinci sezonun finalinde icraatçı seri katil ele geçirilir, ama işbirlikçiler yüksek yerlerden olduğu için onlara dokunulamaz. Dedektiflerden biri ‘Onlar yakalanmayacak mı peki?’ diye sorduğunda partnırının verdiği cevap anlamlıdır. ‘Dünya öyle bir yer değil.’




3 - Polisiye okuyucusu olmak, illa ki politikayla, yasadışı örgütlerle ya da adli olaylarla ilgilenmeyi gerektirir mi? Ya da polisiyeye olan merakımız aslında siyasete ya da faili meçhullere olan merakımızın bir süreği mi?
Eğer günümüzde Orta Doğu’da büyük güçler kıyasıya vuruşuyorsa, ülkemiz bir yabancı ajan ve yerli işbirlikçi cennetine dönüşmüşse, terör örgütleri iş başındaysa, patlayan bombalarla algılar ve kararlar etkilenmeye çalışılıyorsa ve medya birinci güç olmuşsa, polisiye eserden beklentimiz de buna bir ölçüde ayak uydurmuş olmalıdır.

Türkiye  uluslararası güçlerin seri operasyonlar yaptığı, Üçüncü Dünya Savaşı şeklinde yorumlanan kapışmalar yaşanan bir bölgenin göbeğinde yer alıyor. Bir konu cenneti oluyor böylece. 90’lardaki siyasi cinayetleri, suikastları, faili meçhulleri ve terör ortamını düşünün. Son beş yıldaki Arap Baharı adlı tezgâhları, Mısır’ı, Ukraynayı, Türkiye’deki çalkantıları ve bugünlerin konjonktürünü birlikte ele alınca yazarlarımızın konu sıkıntısı çekmesi mümkün görünmüyor.

Orta Doğu’da süper güçlerin kapıştığı bir devri yaşıyoruz. Paylaşım savaşı olanca hoyratlığıyla sürüyor. İstihbaratın yetkinliği varkalmaya eşitlenmiş durumda. Morgenland’ın (Doğunun) en gaddar James Bond’ları, yakında Türkiye’den çıkacak. Siyasi polisiye yazarları için de aynı şeyi söyleyebilirim.  

Kapalı ortamda ustaca işlenmiş bir cinayetin araştırılması bulmaca çözmeyi seven beyinleri her zaman ilgilendirir. Akıcı metin, eğlenceli atmosfer, ilginç yaşam öyküleri ve heyecanlı bir final daima okur bulur, ama yukarıda saydığım nedenler bizi siyasi komplolara, dış kaynaklı operasyonlara ve faili meçhullere doğru itecektir. Çünkü dirliğimiz, birliğimiz ve düzenimiz ancak bu işlere akıl erdirmekle kazanılabilecek bir ödüldür. Dünya böyle bir yerdir. Er ya da geç bunun farkına varıyoruz. Kayıp Kedi (2015) adlı kitabım böyle bir farkındalığın sonucu yazılmış olan bir siyasi polisiyedir.  


4 - Polisiye romanın öteki romanlardan farkı nedir? Neden böyle bir ayrıma gidilmiş sizce? Nasıl ki her romanda aşk varsa, acı ya da mutluluk varsa, savaş, göç varsa cinayet de olacaktır. Biri çıkıp katili arayacaktır.
Bu ayırıma gitmek önemli ölçüde bilimin çeşitlenmesinin sonucudur. Keşfedilen türler, üretilen bileşikler, sayısı belirsiz mamüller sınıflara, çeşitlere, kısımlara, gruplara ayrılır ve öyle öğrenilirken edebiyatın bu dallanmanın budaklanmanın dışında kalması beklenemezdi.

Polisiye genel olarak thriller-tirildeme ailesine aittir. Kendisi de bir alt türdür. Dalları vardır. Dalları diğer türlere göre epey çoktur. Bilimkurgu-Polisiye, Mafya, Casusluk, Mahkeme –Avukat – Polisiyesi, Paranormal Polisiye, Mizahi Polisiye, Psikolojik Polisiye, Siyasi Polisiye,  Soygun, Seri Cinayetler, Politik Suikast konulu polisiyeler vb.

Tabii bir de şu var: İyi bir polisiye iyi bir romandır. Kurgusu muhkemdir, örgüsü dallı budaklı ve labirentlidir, ama metne doğallık duygusu hakimdir. Karakterler güçlü ışınımlara sahiptir ve buram buram gerçek hayat yansıtıyordur. Olay örgüsünden ne anlattığından bağımsız olarak edebiyat soluyoruzdur. Ben kalender meşrebim. Olursa böylesi olsun diyorum.


5 - Bununla birlikte polisiye türünün çok ciddi bir okur kitlesi var. En çok okunan kitaplar arasında her zaman bir polisiye ürünü bulmak mümkün. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Ucuz ve risksiz bir qua-serüven yaşama arzumuz. Okurken heyecan duymak, ama sorumluluk almamak güdüsü. Bu nedenle polisiye çok okunma, filmleştirme ürünü olmaya devam ediyor. Dedektif ya da araştırıcı bizim bir çeşit ‘Part Time Avatarımız’ gibidir. Bütün tehlikeyi ve acıyı o üstlenir. Dedektif romanlarını ya da filmlerini bir çeşit zihin egzersizi gibi gören okurlar da vardır. Bence en güçlü saik Part Time Avatarımız sayesinde heyecanlı, ama risksiz bir serüven yaşayarak, hormonlara adrenalin salgılatma arzudur.   

6 - Hikâyeyi kurgularken nelerden yararlanıyorsunuz? Mesela kahramanlarınız ve olaylar gerçek hayattan mı seçiliyor? Emniyet birimlerinin çalışmalarından, bulgularından, haberlerden istifade ediyor musunuz?
Gerçek hayata dair olan her an en yakınımdadır. Kurgumun temelinde gerçek hayat, hakiki karakterler oturur. Zamanında çok değişik işler yaptığım için bu benim için zor değildir. Kuleden bakarak yazan tiplerden değilim. Olaylara elden geldiğince ahalinin gözünden bakmaya çabalarım. Karakterlerimin çoğu da bu ortamların çocuğudur. Emniyet birimlerinin çalışmalarının medyaya yansıyan kısmından yararlanırım. Haberlerden de. Sürekli not alırım. Ne oluyor bitiyor haberdar olmak isterim. Konjonktürün nabzını dinlemeye çabalarım.

Amsterdam’da Alsancak Börekçisi adlı bir börekçimiz vardı. Oradaki çalışma hayatımı kitaplaştırdım.  (Alsancak Börekçisi 2013 – Nar Kitap) Kısa bir alıntıya göz atalım:  
 Anlı şanlı Laz Mustafa bir altmış boyunda, sıradan tipli biriydi. Zayıf ve çelimsizdi. Sokakta gören hiç kimse ünlü babayiğit Avadis’i vurduğunu tahmin edemezdi. Avadis’le aralık 1975’te İstanbul Kumarhanesi’nde tanışmıştım. İkisi bir arada Edi ile Büdü gibiydi.  Laz Mustafa çıkan karambolden istifade ederek adamı vurunca ünlenmişti. Artık namlı bir kabadayıydı. Olay sırasında Avadis de silahına davrandığı için Laz Mustafa bir yıl hapis yatıp çıkmıştı. Namlı kabadayı olması kısa zamanda herkes için bir sıkıntı haline gelmişti. Bir sürü yerden haraç istediği ve koparttığı söylenmekteydi.
*
Dükkân iyice dolduğunda Laz Mustafa hesabı ödeyip gitti. Arkadaşıyla kapıda iki ayrı yöne gittiler. Laz Mustafa Ten Kate pazarı tarafına yönelmişti. Kapıdan sokağa baktığında yüzünün her zamanki gerginliği geri dönmüştü. Yanında kapı gibi iki adam gezdirebildiği zamanlar geride kalmıştı. Dünyanın en uzun boylu insanlarının yaşadığı bir ülkede küçücük boyu ve çelimsiz yapısıyla kırılgan bir görünümü vardı. Üzerinde çifte tabanca, yedek şarjörler falan vardı ama sökmezdi artık. Dağlar şehre inmişti âhir zamanda. Korku sokakları bekliyordu. 
  Laz Mustafa’yı son görüşümüz oldu. Dört saat kadar sonra bir barda otururken yine ara sıra gelen bir müşterimiz olan on sekiz yaşındaki bir genç tarafından bir barda kafasından vurulacak ve ölecekti. O saatlerde börekçi hâlâ açıktı ama haber ancak ertesi sabah bomba gibi patlayacaktı.
40 yıllık göçümün daha 2. yılında böyle bir çevrenin içersindeydim.

1992 yılında Amsterdam’ın Gülü adlı bir polisiye roman yazdım. Bu kitap 1993 yılında De Rose van Amsterdam başlığıyla Hollanda’da basıldı. Bunu aynı kahramanın De Ridders van Amsterdam – Amsterdam’ın Şövalyeleri adlı ikinci kitabı takip etti. Amsterdam’ın Gülü 1997’de Metis Yayınları, 2002 yılında da Everest Yayınları tarafından Türkiye’de basıldı. Bu kitabın kahramanı Orhan Demir, Göçmen Türkiyeliler’in, Euro-Türk’ün tarihindeki ilk dedektifidir. Orhan Demir bir Kuzey Avrupa ülkesinde Akdeniz patentli üsluplu maçoluk sergiler. Ayrıca esprilektüel, edebiyat sever anlayışlı bir genç adamdır. Silah ve yumruk kullanımı asgari ölçüdedir. Amsterdam’ın Gülü bu yıl Palto Yayınları tarafından yeniden basıldı.

7 - Polisiyemizde bir dönem Batı’daki benzerlerinin akılcılığı öne çıkarmasına karşın sezgiyi yücelten yaklaşımlar ortaya konuldu. Yine bir dönem milliyetçi bir kimliğin vurgulandığı görülür. Modern Türk polisiyesi bağlamında ortak bir dilden,  kapsayıcı bir özellikten söz etmek mümkün mü? 
Dedektif ancak akıl, teknik donanım, hızlı ve doğru bilgi edinmenin yanı sıra sezgileri de denkleme katarak ortalama cürüm vakalarını çözebilir. Sezgi tek başına işe yaramaz. Bu tür kurgular masalı andırır ve inandırıcı etki yapmaz.  Sezginin ve paranormal yeteneklerin abartılmasıyla medyum dedektifler ya da polislere yardım eden medyumları anlatan romanlar yazılıyor. Batı da bu alandaki kitap, dizi ve filmlerin sayısı belirsizdir. Bizde bu tür henüz emekleme aşamasındadır.

Dedektif iflah olmaz derecede futbol meraklısı olabileceği gibi, bazen de şovenist denecek kadar milliyetçi olabilir. Tanıdığım dünya çapında 1 numaralı milliyetçi polisiye/casusluk kahramanı James Bond’tur. Her şey Kraliçe yani memleketi içindir. Arsen Lüpen de örneğin,
aslında bir hırsız olmasına rağmen yeri geldiğinde milliyetçi tavır gösterir. Modernitenin milliyetçiliği parlattığı zamanlarda yazılan romanlardır bunlar.

Ortak dili etkileyen birkaç nokta var. Biri çeviri dilinin aşılması süreci. Polisiye dilimizin, polisiye Türkçesinin bir ölçüde çeviri dili etkisinden  kurtulduğu da söylenebilir. İkinci olarak bir tradisyona yaslanma hali. Bundan söz etmek için belki biraz erken, 1880 – 2015 arasında polisiye roman yazmış yazarların kitaplarının çoğu yeniden basılıyor ya da sahaflarda bulunabiliyor. Bu türün tutkulu okuru bir sürekliliği hissediyor.

Kapsayıcı özelliğe önceki sorularda biraz değindim.  Bize haslık denen şey son 140 yıl içinde yazılmış polisiye metinlerinde yeterli ölçülerde mevcuttur, ama kapsayıcı nüve dağınıktır. Tümlenmiş değildir. Yakın gelecek için kapsayıcı özelliğin ölçütü, tarih ve siyaset bilincine, konjonktürü doğru okuma yetisine sahip olmak ve yakın gelecek için gerçekleşmesi muhtemel çıkarsamalar üretebilmek olacak.


8 - Türk ve dünya edebiyatında dikkatinizi çeken yazarlardan örnek vermek isteseydiniz kimleri sayardınız?
Uzun isim listesi vermek istemiyorum. Başlangıçta beni etkilemiş yazarlara biraz değindim. Türk edebiyatından Ümit Deniz ve Celil Oker’i sayabilirim. Dünya edebiyatından Per Wahlöö-Maj Sjöwal, Len Deighton ve John Le Carre.  Bir de, diğerlerinin yanı sıra Stephen King’in polisiye tarzındaki romanlarını da çok beğeniyorum.

9 - Bu türün kahramanlarını ve yaşana olayları dikkate alırsak kötülük ile iyiliğin, suç ile hukukun savaşından söz etmek mümkün. Nihai olarak polisiye edebiyat, okuruna ne söyler? İnsanın içindeki kötülüğü yok etmek, daha iyimser bir tabirle hafifletmek gibi bir misyonu yüklenir mi?
İyilik ve kötülüğün savaşı, zıtların kışkırtıcı birlikteliği kâinatı hayatta tutuyor. Bunlar olmasa söner ve donar biterdi. Biri diğerine çeşitli yüzdelerde galebe çalar. Bazen biri, bazen diğeri baskın çıkar. Asla kesin zafer yoktur. Suç ile hukuğun kavgası müzminleşmiştir. Bu kendini hukuğun üstünde görenler için de biraz geçerlidir. Çünkü onların da kendi kalibrelerinde rakipleri vardır. Bu zamanda nihai olarak polisiye edebiyat okuruna okkanın altına gitmemek için tetikte ve örgütlü durmayı öğütler.  

İnsanın içindeki kötülüğü hafifletmek gibi bir misyon iyi kotarılmış polisiye romanlarda daima mevcuttur. Suçlunun kendisi iç konuşmalar ve bilinç akışıyla pişmanlığını, cürmün geri çevirilemezliğinden dolayı hissettiği acıyı anlattığı pasajlar, filmlerde bu tür sahneler potansiyel suçluları etkiler bir nebze. Buna inanmayı seviyorum.  



10 - Polisiye edebiyatın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bu türün okuyucusunu önümüzdeki yıllarda bekleyen gelişmeler ne olacak sizce?
Suçun doğası değişmeyecek. Kin, intikam, kıskançlık, menfaat, ihtiras, güç peşinde koşma ve her türlü suç işlemeye meyilli olmak aynı kalacak. Teknoloji bu güdülere yeni imkânlar sunacak. Aynı imkânları örgütlü polis güçleri de kullanacak. Minorty Report, I Robot, Robocop, Predestination, Inception gibi filmlerde anlatılan ortamlar gerçekleşecek. Avatar kullanımı söz konusu olduğunda ceza hukuku kendini buna uyarlayacak.

Siber dedektifler şu anda bile varlar. Milletin sosyal medya bildirilerini tarayarak bilgi topluyorlar. Bilgisayarına girerek özel kayıtları kopyalıyorlar. Dark Web’I düşünün. Bitcoin ödeyerek kiralık katil tutanlar var. Küresel boyutta bir izleme izlenme durumu söz konusu. Rakibin her anını kollayabilmek için teknoloji ve insan gücü azami ölçüde kullanılıyor.  Bu  arada insanlar yavaş yavaş her an her açıdan gözleme, panopticon düzeninin yanı sıra herkesin her an gözlendiği synopticon gerçekliğine doğru kayıyor. Synopticon tıpkı nomofobi benzeri bağımlılık yapıyor.

Bütün bunlara bir de yapay zekâ ve YZD, Yapay Zekâ Dedektifleri katılınca iş çığırından iyice çıkacak. Dünya artık asla eskisi gibi olmayacak. Niye hep aynı kalsın ayrıca? Öyle değil mi?

11 - Söz bir söz?
İnteraktifliği de ıskalamayalım. Polisiye zamanla bir miktar interaktifleşecek de kaçınılmaz olarak. Okur gerçek bir suçlunun araştırılması ve takibi sırasında eyleme dahil olacak. Bazı riskleri göze alarak örneğin bir suçlunun takibine bizzat katılacak. Bunun için yüklü bir aylık aidat ödeyerek emniyet teşkilatından ‘SİE, Suçlu İzleme Ehliyeti’ alınacak. Bu ehliyeti almak isteyenlerden psikolojik testlerden geçer not alması istenecek. Tabii bunların sahteleri de mevcut olacak. İşe SİE hackerları-kalpazanları da karışacak. İzleyici kafayı iyi çalıştırırsa, olay mahalline yakınsa katilin yerini ilk o tespit edecek. Çok şanssızsa bir sonraki kurban kendi olacak. Diğer bir izleyici onun intikamını almak için ipuçlarını takip edecek. En heyecanlı polisiyeler bunlar olacak muhtemelen. Online-çevrimiçi olarak dünya ölçeğinde anında izlenebilecek. Her yıl bunların en başarılılarına para ödülü verilecek.

Önce evlerde kuantum bilgisayarlarını kullanmaya bir başlayalım hele. Arkası çorap söküğü gibi gelir. Ne diyorsunuz? Biraz ExistenZ mi solumaya başladık?
4026                                                                    -----------------------


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder