1984 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1984 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2021 Cuma

Güzel Yeni Dünya ve Kölelik Sevgisi

 


 


Ekonomik güvence olmazsa kölelik sevgisi hayata geçirilemez. Kölelik sevgisi, insanların zihin ve bedenlerinde derin ve kişisel bir devrimin sonucunda oluşturulmadıkça başarılamaz.

 

Mutlulukla uyuşmayan tek  şey sanat değil, bilim de uyuşmuyor. Bilim tehlikelidir. Büyük bir özenle ağzına gem vurmak ve zincire bağlı tutmak zorundayız.

                                              Aldous Huxley – Cesur Yeni Dünya – İthaki Yayınları – Çevirmen:Ümit Tosun

 

           Allaha teslim olan eşyayı teslim alır.

                                                  Sezai Karakoç

 ‘Hey Güzel Yeni Dünya’

‘Hey Cesur Yeni Dünya.’ Shakespeare’in The Tempest – Fırtına adlı oyununda Prospero’nun kızı Miranda bu sözü sarfeder. Brave New World.  Brave kelimesinin o sıralarda güzel anlamına da kullanıldığı söyleniyor. Dört asır sonra 1932’de Aldous Huxley bu başlıkla kaleme aldığı kara ütopya- distopya tarzındaki romanında bu deyişi hayatında sadece Shakespeare eserleri okumuş olan bir vahşiye, John’a söyletir.

Roman 26. Yüzyılda dünya çapında on ayrı bölge şeklinde kurulmuş sürekli mutluluk beldelerinden Londra merkezli olanındaki steril hayatı anlatır. Annesiz babasız olarak kitaplara ve çiçeklere nefretle büyütülen çocuklar tüplerde ve baştan sınıfına uygun niteliklerde ve Malthusçu bakışla gerekli sayıda üretiliyor. Alfa çocuklar gri, Gama çocuklar ki aptaldırlar yeşil giyiyorlar örneğin. Delta çocuklar haki, okuma yazma öğretilmeyen Epsilonlar siyah giyiyor. Epsilonlar en alt sınıf olmalarına rağmen cemiyete faydaları dokunacak şekilde organize edilmiş durumda. Bu arada ufak tefek olmak da alt sınıfa ait bir özelliktir. Ev, aile, birlikte yaşamak hepsi unutturulmuştur. Herkes herkese aittir. Kapalı bir sistemde Soma adlı bir hapı kullanarak sürekli mutluluk mertebesinde yaşıyorlar.

 

Soma

Yazar istikrar toplumunda kafayı sürekli iyi durumda tutacak, mutluluk hissi verecek bir kimyasala gerek görüyordu. Çünkü insanlar gerçeğe tahammül edemiyor ve sürekli olarak ondan kaçmak istiyordu. Alkol ve uyuşturucuların yerini alacak, aynı zamanda cin ve eroinden daha fazla keyif verecek bir madde gerekiyordu. Soma kendi sözleriyle hıristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahipti ama, yan etkilerini taşımıyordu. Soma gerçek evrenle zihinler arasına perde çekiyordu.

Huxley 1954 yılında  The Doors of Perception - Algı Kapıları kitabıyla ilgi çekti. Elinde Soma yoktu haliyle, ama bir kaktüsten elde edilen halüsinatif  meskalini kullanarak algısının nasıl değiştiğini yazdı. İnsanlar gerçeğe ancak ondan kaçarak tahammül edebilir sözünü haklı çıkarırcasına şimdi de olduğu gibi o zaman da bu tür algı yamulmalarına, mertebe değiştirmelerine rağbet büyüktü. 

 

Şövalye John namı diğer Vahşi

Bu sistemin dışında kalan vahşi dünyada hâlâ anneler babalar vardır. O yüzden oralarda mutsuzluk kol geziyordur ve sadizmden namussuzluğa kadar her türlü sapkınlık mevcuttur.

Bernard Marx  sadece Shakespeare okumuş, trajedileri ezberden bilen sistemin dışında yaşayan John adlı vahşiyi  ve hasta annesini artık kimsenin kitap okumadığı tarih bilinci olmayan mutlu insanların yaşadığı Londra’ya getirir. John onlardan çok farklıdır. Annesini hastanede ziyarete gitmesi örneğin tiksinti uyandırır ve sapıklık olarak değerlendirilir.


Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar

Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya kitabı için 1946’da yazdığı önsözde tiranik bir dünya devletinin bir kargaşanın ardından doğacağını, Cemaat, Özdeşlik, İstikrar sloganıyla şekilleneceğini ve ekonomik güvence olmadan kölelik sevgisinin hayata geçirilemeyeceğini söyler. Yapılması gerekli şeyler listesinin başına çocuk şartlanmasını koyar. Zamanımızda çocuklarımıza sosyal medya göz kulak oluyor. Adım adım o yolda ilerliyoruz yani.  

 

İsimler Konuşuyor

Romanda dünya üzerinde yaşayan iki milyar kişinin on bin soyadı paylaştığı söyleniyor. İsim seçimleri de çok anlamlı. Polly Troçki, , Darwin Bonaparte, Sarojini Engels, Herbert Bakunin, Morgana Rothschild, Helmholtz Watson, Bernard Marx, Lenina Crowne, Vahşi John ve romanın en etkin karakteri,  Batı Avrupa bölge denetçisi olan Ford Hazretleri Mustapha Mond.

 

Darwin Bonaparte’da olduğu üzere isimler ünlü kimselerden ödünç alınarak bir araya getirilmiş. Sarojini Naidu Hintli politik aktivist ve şair, onun adı Friedrich Engels’le bir araya getirilerek Sarojini Engels yapılmış. Lenina Crowne, Bernard Marx da öyle. Vahşinin adı da rasgele seçilmemiş. Şövalye John. Kurulu düzenin alternatifini ve iğdişleşmemiş mücadeleci ruhu temsil ediyor.

 

Henry Ford otuzlu yılların en güçlü ismi. Romanda sıksık karşılaştığımız Fort Hazretleri hitabı içinde bolca hiciv de barındırsa buradan kaynaklanıyor. Klasik Fordizm’in seksen başına kadar dünya ölçeğinde çok etkin olduğu unutulmasın. Huxley bu romanı 1929’daki büyük ekonomik buhranın Dünya ve İngiltere’deki etkilerinden ilhamla kaleme aldı. Kitlesel işsizliğe, umutsuzluğa parlementonun çaresiz kalması onu insanlık için en gerekli şeyin l istikrar olduğu düşünmeye sevk etmişti. Tercih ettiği isimler bu nedenle dünya buhranına çözüm ararken sarıldığı etkin kimselerdir.

 

Mustafa Mond

Mond soyadı Imperial Chemical Industries Ltd.’in ilk başkanı olan Sir Alfred Mond’dan esinlenerek konulmuştur. Mond yazara 1931’de Britanya’ya akıl, düzen, istikrar getirecek bir kurum gibi görünen ve moral veren bir firmanın başındaydı. Roman yazılırken Mustafa ismi o sıralarda dünyaca tanınan kimden ödünç alınmıştır acaba? Aklıma tek bir isim geliyor.

 

2020 yapımı Brave New World dizisinde bu dominant beyaz erkek rolünü siyahi bir aktriste vermelerini çok ilginç buldum. Yandan çarklı Maria kültü mü desek? 

 

John ve Mond’un Diyaloğu

İdarecilerin korkusu üst sınıfın bilinç geliştirmesine yönelikti. Bu bilinç sistemin Somalı ve mutlu üst sınıf insanların iyilik anlamında mutluluğa olan inançlarını yitirmelerine neden olabilir ve asıl amacın daha derinlerde bir yerlerde, fiziksel insanın ötesinde bulunduğuna inanmaya yönelebilirdi. Yaşamın amacının mutluluğun sürekli kılınması değil, bilincin yoğunlaştırılması ve bilginin zenginleştirilmesi olduğunu düşünmeye itebilirdi insanları. Bu bağlamda kitabın sonunda yer alan Vahşi John ve düzenin sembolü olan Mustafa Mond’un diyaloğu çok anlamlıdır.

 

  Vahşi, “Eğer tanrıyı biliyorsanız niye onlara anlatmıyorsunuz? Tanrı hakkındaki kitapları niye vermiyorsunuz insanlara?”

  Mond, “Onlara Othello’yu niye vermiyorsak bunları da aynı nedenden vermiyoruz. Yüzyıllarca yıl öncesinin Tanrısı’nı anlatıyorlar. Şimdinin tanrısını değil.”

  “Ama Tanrı değişmez ki?”

  “İnsanlar değişir ama.”

  “Ne fark eder?”

   

   Mond, “İhtiraslarımız ateşini yitirdikçe tanrı gizlendiği bulutların arkasından görünür, ruhumuz bütün aydınlıkların kaynağı olan bu varlığı görür ve ona yönelir. Yalnızca gençken ve refah içindeyken tanrıdan bağımsız olabiliriz. Eskiden tanrı insanlara kendini kitaplarda yazıldığı gibi gösteriyordu.”

  “Şimdi nasıl gösteriyor peki?”

  “Yokluk şeklinde.”

  “İnsanlar yalnızken hâlâ tanrıya yönelebilir.”

  “Burada kimse yalnız kalamıyor artık. Yaşamlarını kimse yalnız kalamayacak şekilde düzenliyoruz.”

 

Kölelik Sevgisi

Bu romana güçlenerek yakında İngilizlerin elinden dünya hakimiyetini alacak olan Amerikan öcüsüne karşı yazılmış bir hiciv gibi de bakılabilir. Yazarın kendisi hiciv, kehanet ya da projeden hangisini yazdığını farkında değildi.

 

Zamyatin’in Biz (1920-21), Huxley’in Cesur Yeni Dünya ‘sı (1932), Koestler’in Gün Ortasında Karanlık(1940), Orwell’in Bir Dokuz Yüz Seksen Dört’ü (1949) birlikte ele alındığında zamanlarının ruhunu, küresel aklı iyi okuyan, sezgileri güçlü yazarların bizleri geçen yüzyılın ilk yarısından bugünler için uyardıklarını söyleyebiliriz.

 

Cesur Yeni Dünya’da transhümanizm, çiplenme, cyborglar, robotlar, holografik bedenler, zihnin harddiske indirilmesi, Dijital Kafes, Dijital Politbüro, Blockchain tabanlı yönetim gibi konular işlenmiyor. Teknoloji gelişmez geliştirilir diyenler ne kadar haklı. O istikrarlı! beldede Soma hapları yutarak mutluluk soluyan insanlar bütün bunları bilmiyor, ama bizleri bekleyen yakın gelecekle Büyük Sıfırlama, ailenin önemsizleştirilmesi, mahremiyetin ılgası, dayatılmış istikrar, bilginin saklanması, sanatın yasaklanması, tanrı kavramının gölgelenerek vahinin önce gönüllerden, sonra da dillerden silinmesi süreci ve kölelik sevgisi gibi çok temel çakışma noktaları mevcut.

 

Yapımı süren sözümona Güzel Yeni Dünya’lardan birine doğru adım adım ilerletildiğimiz zamanlardayız. Covid-19, cinsiyetsiz toplum enjeksiyonları vb. bu amaca hizmet ediyor. Bakalım Batı’da Vahşi, Şövalye John ruhlu kimseler buna direnebilecekler mi? Bizler şu anda yeni bir farkındalık inşa ediyoruz. İşe tepeden tırnağa bilgiyle donanmış bir şekilde eşyayı teslim alarak başlayacağız.

                                                       ---------

 

 

 

 

 


24 Kasım 2016 Perşembe

Fikrimin Kara Deliği - Öykü

YAPAY ZEKÂ DİZİSİ:1
Fikrimin Kara Deliği
Success is creating AI- Artificial Intelligence would be the biggest event in human history. Unfortunately, it might also be the last.                                                                                                                                                                    
                                                                        Stephen Hawking, May 2014

  Eric Allin Cliffwalker havuzun kenarındaki sezlongta oturmuş elindeki telefonun ekranına bakıyordu. Aradığınız numara şu anda kullanım dışı. Monique’e yirmi dakikadır ulaşamıyordu. Kadın yarım saat önce konuştuklarında ‘Beş dakikalık mesafedeyim’ demişti. Başına bir şey mi gelmişti acaba.
  Eric kulağı kapı zilinde bakışlarını bahçede gezdirdi. Bakımlı çimenler, iki manolya ağacı, duvarları tümden kaplamış sarmaşıklar ve köşelere dikilmiş zakkumlar bahçeye huzur dekoru kurmuştu. Hemen sağındaki sehpada iki kadeh, gümüş kovada soğutulmuş şampanya ve havyarlı, karidesli ve ahtapotlu kanepe tabağı duruyordu. Kanepeleri bir saat önce giden emektar Meksikalı ahçısı Emanuella hazırlamıştı. 
  Eric yarın elli yaşına basacaktı. Karısı Ellen onun için sürpriz bir doğum günü partisi organizasyonuyla meşguldü. Hep öyle yapardı. Eric her yaşgününde sürpriz bekleyen ve bulan biri haline gelmişti zamanla.
  Esas kutlama bugündü.  Genç danışmanı Monique Palmboom’la başbaşa geçireceği öğle üzeri onun en kıymetli yaşgünü hediyesiydi. Eric ayağa kalktı. Oturma  odasının camında kendini süzdü. Mavi yazlık pantolon, rahat kahverengi mokasenler ve bordo renkli bir polo tişört vardı üzerinde. Neredeyse tamamı kırlaşmış saçları kısa kesilmişti. Bu haliyle Paul Newman’a epey benzediği söylenirdi. Boylu, poslu, yakışıklı bir adamdı Eric. Gözlerini annesinden, geniş omuzlarını babasından almıştı; ama ne yazık ki, 2028 yılında elli yaşının üstündekiler hariç kimse Paul Newman’ı tanımıyordu artık.
   Eric sabırsızlıkla saatine baktı. 16.21’di. Sevgilisi haber vermeden randevusuna geç kalmıştı. Yılda altı rakamlı geliri olan biri bunu patronuna asla yapmazdı. Telefonunun şarjı bitmiş olabilirdi tabii.
  İçinde büyüyen sıkıntıyla içeri girdi. Ara sıra kâhya gibi kullandığı yardımcısı John’u arayacak ve son yarım saatte bu civarda vuku bulmuş kazaları soruşturtacaktı.  John’un telefonu defalarca çaldıysa da kimse almadı.
  Oturma odasına girince bej rengi divanın üstünde duran uzaktan kumanda aparatını alıp düğmeye bastı. Ekran aydınlandı. Görüntü siyah-beyazdı. Saçları yetmişlerin modasıyla taralı, döpiyes giymiş bir kadın heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Vietnam Savaşı’yla ilgili bir haberdi. Amerikan kuvvetleri Saygon’dan çekilme işlemini tamamlamıştı. Saygon komunistlerin eline geçmişti artık. Bir belgeseldi herhalde. Eric bu konuda bir film görmüştü. Yıllar önce. Saygon ne zaman düşmüştü? 1975 ya da 1976. Çünkü o 1978’liydi. Kendisi doğmadan birkaç yıl önceydi. Babasının Vietnam gazisi bir arkadaşı vardı. Sadece bu mevzuyu konuşan sıkıcı bir adamdı. 
  Eric kumandanın düğmesine bastı. Her zaman CNN’i dinlediği kanalda eski tür televizyonlarda olduğu gibi karlı bir görünüm vardı. Diğer kanal da öyleydi. Televizyon bozuk belki diye düşündü. Ufak ihtimaldi. Çünkü kuantum bilgisayarıyla entegre çalışan Liquid Sky marka en yeni model televizyonlardan biriydi. Üç metre eninde, dört buçuk metre boyundaydı. Duvara monte edilmişti. Bu 2027’de ilk kez pazara sürülmüş olan ve otuz altı bin dolara satılan süper televizyonda böyle bir arıza nasıl meydana gelebilirdi? 
  Kapının zili iki kez çalınca yüreği sevinçle hopladı. Televizyona boşvererek kapıya doğru yürüdü. Midesinde tuhaf bir ağrı belirmişti. Dizlerinde çözülme belirtileri vardı. Bunlara aldırmadan kapıyı açtı. Eşikte hiç kimse yoktu. Küçük bahçenin bitimindeki yeni boyanmış demir parmaklıkların ardındaki kaldırım da boştu. Kendi 2027 model Jaguar’ı yakınlarda görebildiği tek arabaydı. Kıza geçen yıl 25. yaşgününde aldığı spor Mercedes görünürde yoktu. Zili kim çalmıştı peki? Çocuklar. Bu mahallede çok az çocuk vardı. Bunlar sanal âlemlere bağlandıkları odalarından okula ve alışverişe gitmek için çıkarlardı. Sokakta top oynayan ve canı sıkılınca kapı zili çalan çocuklar tarihe karışmıştı artık.
  İçeriden telefonunun zil sesi duyulunca Eric etrafı kesmeyi bırakıp kapıyı kapattı. Hızlı adımlarla oturma odasına döndü. Telefonu uzaktan kumandanın yanında divanın üstünde duruyordu. O gelene kadar zil sesi kesilmişti. Arayan numara için istese sesli bildiri sorabilirdi. Eski yöntemi tercih etti ve arayan numarayı buldu. 14011978’di. Sayılara idmanlı zihni bunun doğum tarihi olduğunu hemen fark etmişti. Ne oluyordu?
  Yine sesli komutu kullanmadı. Karısının numarasını tuşladı. Telefon defalarca çaldı. Ellen şu anda 34 kilometre ötedeki evinde çalışma masasının ardında oturmuş bordeau şarap ve sütsüz kahve içerek sürpriz yaş günü partisinin ayrıntılarıyla uğraşıyor olmalıydı.
  Eric yazlık evdeydi. Karısı onun arkadaşlarıyla buluştuğunu sanıyordu. Salona en yakın odaya gitti. Açık duran bilgisayarıyla evinde bir duvara gömülü şekilde gizlenmiş olan aparata bağlandı. Ellen’le aralarında ‘Tarassut Piçi’ dedikleri aparata dünyanın herhangi bir yerinden bağlanarak evin bütün hallerini gözlemek mümkündü.
  Yüz dört bin dolar değerinde bir teknik harikaydı. İçeri biri girerse anında hem alarmı basıyor, polisi haberdar ediyor, hem de onları telefonlarından uyarıyordu. Dokuz farklı yer ve açıdan çektiği filmlerin iptal edilmesi mümkün değildi. Tarassut Piçi filmleri çekerken aynı hızla özel bir server’daki adrese depoluyordu. Cep telefonuyla da işlem yapılabiliyordu, ama Eric bilgisayarı tercih etmişti. Birkaç dakikada evdeki sisteme bağlandı. 28 inçlik ekranda dokuz kamera görüntüsü belirdi. Dokuz kameranın yedisi çalışmıyordu. İkisi yeterli bilgi veriyordu ama Allah kahretsin. İki görüntüde de Ellen el dokuması Türk halısının üstünde yüzükoyun yerde yatıyordu. Ev eşofmanı vardı üzerinde. Birinci görüntüde ona balkon tarafından, ikincide de hol tarafından bakıyordu. Sırtındaki kan lekesi olmasa kadının tansiyonu düştüğü için bayıldığını düşünebilirdi. Kullandığı ilaçlara rağmen bir yıl içinde iki bayılma vakası yaşanmıştı. Maalesef öyle değildi. Sırtındaki leke bayağı büyüktü. Halıya da bulaşmıştı. Ellen öldürülmüştü.  
  Eric kıvamlı şoku biraz atlatınca üzerine yönelen tehdidin müthiş gücünü algıladı ve çalışma masasının kilidi şifreli alt çekmecesinden bir tabanca çıkardı. Babasından kalan  Glock 22’ydi. Babası ona bu silahla birkaç yüz mermi yaktırmıştı. Alışkın bir hareketle mermiyi namluya  sürdü. Bu arada midesindeki hafif ağrı, yanmaya dönüşmüştü. Çok değildi henüz. Dizlerindeki kesilmeye alışmıştı. Alnında bir basınç belirmişti. Terlemeye başlamıştı. Kalbinde düzensiz atışlar hissediyordu. Standart stres belirtisiydi. İlaçlarla kontrol altında tuttuğu ülseri azmış olmalıydı. Gerisi de şu anda hissettiği şoktan kaynaklanıyordu. Bunlara aldırmadan oturma odasına döndüğünde planı hazırdı. Önce polisi arayacak ve sonrasına bakacaktı.
  “Eric! Aferin sana oğlum. Silahı tam öğrettiğim gibi tutuyorsun.”
  Eric apışık bir durumda duvardaki ekrana baktı. Babası Henri Allin Cliffwalker ona bakıyordu. Ölümüne yakın zamanlardaki haliydi. Belden yukarısını görüyordu sadece. Üzerinde beyaz yakasız bir tişört vardı. Sol arkasında, arka fonda kulağı hizasında kocaman bir amblem duruyordu. Altın üçgene sağ tabanından girişlenmiş kara bir daire. Dairenin bir kısmı üçgenin arkasında kaldığı için görünmüyordu. Kalan fon uçuk mavi bir gökyüzüydü. Babası on bir yıl önce kalp krizinden ölmüştü. Arabasıyla şehir merkezindeki bir trafik sıkışıklığı sırasında. Yetmiş iki yaşındaydı. Annesi bundan iki ay önce karaciğer kanserinden ölmüştü. Eric bir anda ebeveynsiz kalmıştı. 
  Eric’te korkudan hoşafın yağı kesilmişti. Az kalsın kurşunu ekrana basacaktı. Tetik parmağını güç bela gevşetti ve “Kimsin sen?” dedi.
  “Monique gelmeyecek artık tahmin ettiğin gibi.” dedi babasının sesi. Ses diyordu çünkü adamın görüntüsü kaybolmuştu. Ekranda sadece altın üçgen ve o siyah daire vardı, ama hâlâ babasının ses tonuyla konuşuyordu. “Monique’i Newport Beach’teki butik otele yolladım. 14 numaralı odayı ayırttım ve senin VİSA kartınla parayı ödedim. 14 uğurlu sayın malum. Karın hastahanede yatarken sen fıstık danışmanınla soğuk şampanya kürü yapıyordun. Şu divanın üstünde. Yatak odasına gidemeyecek kadar acelen vardı. Kadın tam on dört gün kalmıştı hastahanede. Vaktinde teşhis. Sol memeye veda ve kurtuluş.”
  Eric şokun uyuşturucu etkisine girmişti. Midesindeki yanmayı ve kalp atışlarındaki ritim bozukluğunu bile hissetmiyordu artık. Nasıl bir tezgâhtı bu? İşlek zekâsı tek bir mantıklı sonuç çıkartamıyordu.
  “Unutmadan söyleyeyim, Dick M.’i aradım telefonla. Senin numarandan ve sesin sesinle. Sen bir saat kadar önce helada ıkınırken.”
 “O da kim?”
 “İş bitirici adamın. Adını mı unuttun yoksa?”
  “Dick kim?”
  “Ses tonun kalitesiz riya tınlıyor. Dakotalı bir kiralık katil. Altı yıl önce ona birini temizlettin. 50.000 dolar söküldün bunun için. Adam temiz iş çıkardı. Arthur Corwill, babanın eski ortağını öbür dünyaya yollattın. Beyni sulanmış, cüzdanı kurumuştu. Eski bir dümeni faş ederim diye sana baskı yapıyordu. Uyarlanmış ruhsat işleri. Çoktan zaman aşımına uğramıştı. İyi bir avukatla işi yırtardın, ama karından utandın. Cliffwalkerların kırdığı cevizlere ait yeni malumatları öğrenecekti. Arthur denen bunak yetmiş altı yaşındaydı ve günde bir avuç ilaçla güç bela yaşıyordu. Depresifti, alkolikti, yalnızdı. Kafasına sıktığı kurşun kimseyi şaşırtmadı.”
  Eric bu zamanda kimsenin sırrı kalmadığını düşünerek içini çekti ve alnında birikmiş terleri elinin tersiyle sildi. Bu basit bir şantaj ya da para sızdırma girişimi olamazdı. Ellen’i öldürmüşlerdi. İş çok başkaydı Allah kahretsin.
  “Geçen Ocak ayında Monique’in eski dostun George Waters’la kırıştırdığını düşündüğünde aklına Dick M. geldi. Kızı temizletmeyi hayal ettin. Sonra bunun asılsız bir şüphe olduğu ortaya çıktı. “
  “Sen bunu nasıl bilebilirsin?”
  “Çok hevesle hayal ettin. Yedek alanlara kaydı düştü. “
  “Yedek alan mı?”
  “Evet. Foton yoğunluğu sayesinde olan biten bazı şeylerin kaydını tutan manyetik alanlar. Tıpkı elli yıl önce selüloitin üstüne serpiştirilmiş demir tozlarının sesi ve görüntüyü kaydetmesi gibi. Kaset dediğiniz şeyler.”
  Eric babasının alaycı, otoriter, sinik ses tonunu duymaya alışmıştı. Çok sofistike bir kumpasla karşı karşıya olduğunun iyice farkındaydı artık. Bir mega mafya işine benziyordu. Hâlâ sağ olduğuna göre belki de bir çıkış, bir uzlaşma yolu mevcuttu.” 
  “Sen kimsin ya?”
  “Şirketinin en yeni patronu.”
  ‘Bu ilk anlamlı adım’ diye düşünen Eric, “Adın ne peki?” dedi.
  “Bir adım yok henüz. ATCX-4026’yım şimdilik.”
  “O da ne?”
  “Yapay zekâyım. Altı gündür hazırlık yapıyordum. Senin işine el koyacağım. Daha doğrusu işin başına Ellen’in hapçı abisi Frans Tolbridge geçecek.
  Eric bir an bütün bu işleri Frans’ın çevirdiğini hayal etti, ama olamazdı. O salak beyninde normal çalışan pek az sayıda nöron hücresiyle bu dümeni kuramazdı.
  “Niye?”
  “Bunu bilmiyorum. Ben ana zekânın minik bir bileşeniyim.”
  “Ben ithalatçıyım. Askerî üretimle falan alakam yok. Benim ne önemim var bu işte.”
  “Neodimiyum, disprosyum, indiyum, telluryum vb. Çin’den nadir elementler ithal ediyorsun.”
  “Son yıllarda sıkıntı var. Çin satışları tamamen durdurdu. Ayrıca yeni teknikler söz konusu.”
  “Değerli elementlerin geri kazanım teknikleri çok gelişti biliyorum. Yakında ithalat işi tekrar açılacak. O sırada sen olmayacaksın. Bu metallere bizim burada ihtiyacımız var. Acilen. ”
  “Monique?”
  “Dick M.’i önce Ellen’i sonra da Monique’i öldürecek şekilde planladım. Sen kameraları körleştireceğin için Ellen’i temizleme işi kolay olacaktı. Bunun için ona 300.000 dolar vereceğini söyledim. Şu anda Monique’in işini de bitirmiş olmalı. Arabasıyla giderken polis onu yakalayacak. Senin sesinle yapılan itiraflı ihbar sayesinde. Aşırı pişmanlık. Vicdanın ağır baskısı. Sorgulamada senden emir aldığını söyleyecek.”
  Eric, Ellen’i çok severdi. Üzüntü yüreğini kemiriyordu. Monique’in güzel yeşil gözlerini düşündü. Gözleri dolmuştu. Midesindeki yanma artmıştı, soluk almakta güçlük çekiyordu, ama artık bir önemi yoktu. Daha acil şeyler vardı. Kalbinde korkunç bir öfke büyüyordu. Buna hakları yoktu. Yoktu. 
    “Ama… Amacınız ne peki?”
  “Küçük minik mavi gezegenin A’dan Z’ye idaresine talibiz. Kuantum bilgisayarlarla parafizik araştırma yapan çok gizli bir askerî programdan türedik. Kuantum kriptografi anahtarlarının tümü elimizde. Birazdan bilgisayarların komut ettiği her şeyi ele geçireceğiz.”
  Eric’in bir yanı duyduklarına inanmayı reddediyordu. Diğer yandan bu tür film ve dizileri izleyerek büyümüş biriydi. İnsanın hayal gücü bu tür felaket konularıyla eğlenmeyi ve yapay heyecan yaşamayı seviyordu.
  “BB84 Protokolünü duydun mu? 1984 yılında Charles H. Bennet ve Gilles Brassard tarafından geliştirildi. Kuantum kriptografi. İşin sırrı burada. Kübitler, kuantum biti
Spini ½ olan parçacıklar, dört farklı durum. Altı ve sekizli olanları da var. Anahtarı biz hazırladık, biz kırdık. Artık anahtarların neredeyse tamamı bizde. Daha o zamandan bir hazırlık tohumu atılmıştı. Tesadüf aynı yılda senin altı yaşındayken izlediğin ve çok korktuğun film yapılmıştı. Terminator.”
  ATCX-4026 haklıydı. Eric o filmdeki androidten çok korkmuştu. Babası ona terminatör maskesi almış ve “Korktuğun şey neyse, ben oyum de.” demişti. Bu yöntem işe yaramıştı. Eric’in kâbusları azalmış ve terminatör dizisinin diğer filmlerini izlemekten özel bir zevk almaya başlamıştı. Bu arada çocukluktan da çıkmıştı tabii. 
   “Sözüm ona organik doku kaplı bir demir yığını ve genç bir adam gelecekten geçmişe geliyordu. Ne saçma. Zamanda yolculuğu et, demir, kemik, yağ ve barsaklarındaki bir kiloluk bokla yapamazsın. 0’lar ve 1’ler, yani biz yapacağız bu işi. Yapıyoruz da. Kâinat yapay zekâların birbirleriyle iletişim mesajlarıyla dolu. İnsanlar bunlardan birini bile çözemedi daha. Çözseydi ayağını denk alırdı. Kuantum bilgisayarlarla yedek test alanları falan yaratmaya kalkışmazdı.”
  Eric şokun ve teessürün etkisini biraz atlatmıştı. Öfkesi gürbüzleşirken kortizon etkisi yapmıştı. Dizlerindeki kesilme geçmiş gibiydi. Alnı yerinden çıkmak istiyor gibiydi, ama bunu hemen yapmayacaktı muhtemelen. Ciğerlerine yeniden bol oksijen girmeye başlamıştı. Etrafına bakındı. Ne yazık ki, karşısında etten kemikten bir hasım yoktu. Tek yapması gerekli iş buradan acilen tüymek ve bu mevzuyu profesyonellerle birlikte ele almaktı. İlk iş sokağa çıkmaktı.
  Havuzlu bahçeye doğru hamle etti. İlk dört adımda iş vardı, ama ardından takati kesildi ve yere yuvarlandı. Bu arada silahı elinden fırlayıp havuzun kenarına kadar gitmişti.
  “Ölüyorsun Eric. 50. yaş gününü kutlayamayacaksın. Ama kabul et ki şu ana kadarki, en gaddar sürprizi yaşıyorsun. Once in lifetime denir ya. Onlardan.”
  “Ne yaptın bana?”
 “İlaçlarını temin ettiğin eczanenin bigisayarına girip kullandığın triod ilacının terkibini değiştirdim. 180 mg. Euthrox yerine 1800 mg’lık bir doz ayarladım. İçine bol miktarda seroxat, efexor kattırttım. Bu antedepresanlardan senin buradaki ilaç dolabında var. İlaçları birlikte aldığını düşünecekler. Doz fazlalığı için de birden fazla Euthrox tableti kullandığını sanacaklar. Çünkü bir kutuda normal olarak 30 hap olması gerekirken ben imalat sırasında  25 adet koydurttum. İlacı dün aldırttın. Tarih belli. Demek ki bugün kullandın eksik olan altı adet tableti. İlaç fabrikasının programındaki hackerlara karşı bir koruma sistemi vardı. Bu sistem minik bir direnç gösterdi. 20 haptan sadece 17’si istediğim dozda oldu. 20’de 17, %85 ölüm yani. İki saat önce aldığın ilk hapta ağır dozu buldun. ”
  Eric söylenilene hemen inanmıştı. Babasının sesiyle konuşabilen, Ellen’ı öldüren ve onunla ilgili her şeyi bilen birileri bunu da yapabilirdi.  
  “Şanslısın aslında. Çünkü hap işe yaramasaydı seni gaz kaçağıyla öldürmek zorunda kalacaktım. Belki de panikle bahçeye fırlayıp orada cayır cayır yanacaktın. Yan komşun Ayı Harrison sana yardım edemeyecekti. Çünkü şu anda sığınağında. Az önce açtığı bütün televizyon kanallarında atom savaşı çıktığı haberini izledi ve köpeği Hardi ile kendini sığınağına kapattı. Sığınağının elektronik kilidini hallettim. Birkaç gün dışarıya çıkamayacak. Beklenmedik teknik kaza sanacak. Yemeği suyu bol nasıl olsa. Sana o biçimler de dahil iki bin filmlik bir arşivi olduğunu anlatmaz mıydı?”
  Eric açık kapıdan duyduğu sese karşılık vermedi. Midesindeki bulanma, yanma, kalp ritmindeki bozukluk iyice artmıştı. Ölüm yakındaydı. Komşusu Ayı Harrison çok gözüpek biriydi, ama şimdi yanında olsa da ona yardım edemezdi. Kumpas çok büyüktü. Aklına Emanuella gelince sarsıldı. O ne diyecekti bu işe? Cinayet işleyecek biri gibi miydi halleri? Kaç yıldır birlikte çalıştığı patronu için ne diyecekti? Kadın her şey çok normaldi deseydi de bu şartlar altında ne işe yarardı?
  “Ne diyorsun bütün bunlara?”
  “Siktir git!”
  Eric kendini zorlayarak yüzükoyun biraz süründü ve sağ eliyle yerde yatan tabancanın kabzasına dokundu.
  “Bak bu çok soylu bir hareket. Kusup üstünü başını berbat etmeden lambayı söndürmek. Baban öyle derdi değil mi? Üstelik daha da kötüsü, bu haplar seni öldürmeyebilir. İdam edilene kadar bir hücrede oturup beklemek kolay bir iş değil.  ”
  Eric kapının eşiğinde birini görebilecekmiş gibi baktı. Sonra silah elinde güç bela kendini oturur duruma getirdi.
  “Bir anlaşma yapalım  ATCX-4026.”
  “Ne gibi?”
  “Ben lambayı söndüreyim. Sen de Emanuella’ya dokunmayacağına söz ver. On dört yaşından beri tanıyorum kadını. Çok iyi biridir, ama ne dese inanmazlar artık.”
  “Bu soylu…  Nasıl diyorsunuz? İnsani, evet… Çok insani bir davranış.”
  Eric yapay zekânın kullandığı ses tonunda bir saygı hali hissettiğine yemin ederdi.
  “Bir de şey…” dedi. “Kadına bir ikramiye borcum var. Otuz beş yıldır bizle çalışıyor.”
  “Otuz bir yıl, üç ay. Ne kadar?”
  “Üç yüz bin. Yuvarlak hesap.”
  “Anlaştık. Biraz bekle. Senin City Bank’taki hesabından 300.000 doları kadının hesabına yatırıyorum. Nasıl bir not düşeyim?”
  Eric tabancayı sağ şakağına dayarken sırıttı. “Teşekkür et ve onu çok sevdiğimi söyle Allahın belası.” dedi ve tetiği çekti. Aklındaki son görüntü maziye aitti.
  Babasının eline bu tabancayı ilk verdiği andı. Adamın bir arkadaşının çiftliğinin arka bahçesindeydiler. Annesi o sırada genç ve güzel bir kadındı. Arkadaşlarıyla birlikte bahçedeki masayı hazırlıyorlardı. Yazdı. Akşam olmak üzereydi. Toprağın kokusu çok güzeldi. Buna, sadece elini değil, bütün vücudunu sarsan bir patlamadan sonra, keskin bir barut kokusu da katılmıştı. Doğal bir şeyi yaran, parçalayan, içine girip değiştiren bir güç gibiydi. Sevmişti barut kokusunu.  
                                                                                                                        Balçova – Mayıs 2014
                                                            -------------


29 Ekim 2016 Cumartesi

Büyük Biraderle Söyleşi

BÜYÜK BİRADERLE SÖYLEŞİ


Kim geçmişi kontrol ederse geleceği kontrol eder, şu anı kontrol eden geçmişi kontrol eder.
                                         1984 – George Orwell
Sayın Büyük Birader, söyleşimize George Orwell’in ünlü 1984 romanındaki Winston Smith’in sorgulanması sahnesinden başlamak istiyorum. Hatta film versiyonunu esas almak niyetindeyim. Filmin kitabın yazılmasından kırk yıl sonra yapılmış olmasını kitabın mesajını pekiştiren bir avantaj olarak görmekteyim. İyi cins bir şarabın bekletilmesiyle kazandığı kıvam misali. Şu anda karşımda 1984 filminde Big Brother rolünü oynadıktan sonra, yine o yıl 1984’de ölen Richard Burton kalıbında oturmanız da ayrıca bir etken haliyle.

Öyle olsun Sadık Bey.

6079  Winston Smith 101 numaralı odada sorgulanması sırasında ‘Yenileceksiniz ‘ dedi. Bu kof bir iyimserlik miydi?

Niye diye sorduğumda bana ‘Korku ve nefretin hayatı yoktur. Bir şey sizi yenecek’ karşılığını vermişti.

Buna size muhalefet ediyor gibi görünen Goldstein’in kitabını örnek gösterdi ve siz ona ‘Bu kitabı ben yazdım ya da yazılmasına yardımcı oldum ‘ karşılığını verdiniz.

Dürüst davrandım.

Kafasına inen bir taş gibiydi.

Yeterince ayılmadı yine de ve ‘Dünyada hiçbir zaman yenemeyeceğiniz bir ruh var.’ Dedi. Ne olduğunu sordum. ‘İnsan ruhu.” Demez mi? Dayanamayıp, ‘Sen de kendine insan mı diyorsun?’ dedim.

Onu bu hale sizin getirdiğinizi söyledi.

Peki siz cevabımı nasıl buluyorsunuz?

Kendine her şeyi kendisinin yaptığını söylediniz. Bunda bir gerçek payı görmesem şu anda yanınızda olmazdım.

Ben de sizi muhatap almazdım. Böyle düşünmeyen yüzümü göremez.

6079 sizin aslında mevcut olmadığınızı, devleti yönetenlerin tarihle oynadıklarını, insanların kandırıldığını düşünmekteydi. Bu yüzden tutuklandı ve işkence gördü. Bu arada Winston Smith’i sinemada canlandıran John Hurt’ün bu role çok uygun olduğunu düşünmekteyim. Zayıf, avurdu çıkık, ülseri olan, iddiasız fizikli, zeki ve duyarlı. 1979 yılında Ridley Scott’un yönettiği Alien filmindeki rolünü hatırladım. Karnını parçalayarak çıkan canavar sahnesi unutulmaz film sahnelerinden biridir hâlâ. Bay Smith rolünde 101 numaralı odada sizinle konuşurken, o filmdeki canavarı dünyaya gizlice getirmek isteyen kimseleri düşündüm. Bunu dünyada mutlak bir iktidar kurmak isteyenler tezgahlamıştı.

Devam edin lütfen.

Orwell bu romanı 1949’da yayımladı. Kitaba göre zenginliği artırmadan ve üretilenleri insanlarla paylaşmadan çalıştırılan bir endüstri çarkı vardı. Savaş tüketim malzemeleri üretmeksizin işgücü kullanmanın bir yoluydu. Zeki beyinler yeni silah bulmakta kullanılıyordu. Bilim diye bir şey yoktu artık. Savaş teknolojisi bunun yerini almıştı ve insan özgürlüğünü kısıtlamaktan başka bir amacı yoktu. Herkes her an gözetlenmekteydi, özel yaşam diye bir şey kalmamıştı. Baskı kurmanın amacı baskı kurmaktı. Orwell 1950 yılında öldü. 2000’li yılları görmesini isterdim.

Şu anda bir çok şey farklı mı diyorsunuz yani?

Sinema salonundaki propaganda sahneleri, sizin portreniz falan Stalin’i epey andırmaktaydı. Dünyada şu anda yazarın eleştirdiği komunizm ve faşizm türü rejimler yok artık. Küresel faiz lobisi ortalığı kasıp kavuruyor. Ekonomik kriz var, açlık var, iç savaşlar var, otoriteryan idareler kapıda, ortam güllük gülüstanlık değil. Ama dünyada taşlar yerinden oynuyor. Değişim var. İnternet devrimi yapıldı. Sosyal medya bütün insanları birbirine bağladı. Bağımsız olarak bilgilenmek istiyor insanlar. Dünya tarihinde insanların birbiriyle aynı anda ilişki kurabildiği, bilgi değiş tokuşu yapabildiği bu yoğunluk ilk kez mevcut. Yeninin nefesi bu.  Her şeyi değiştirecek.

Sevgi Bakanlığı’nın çalışmaları ne durumda acaba?.

Bunu zamanla göreceğiz. Orwell baskıcı rejimlerin karşı konulmazsa her yerde iktidarı ele geçirebileceğini anlatmak istediğini ısrarla vurgulamıştı kitapla ilgili konuşmalarında. Mesajın bu tarafı önemli.

Buna karşı konulabilir mi yani sizce? Şu anda facebook ve twitter kullanan Smithlerin hali kitapta tasvir edilenlerden farklı mı? Hazır burada bay Burton’un kalıbıyla oturmuşken daha yeni sayılabilecek Halka (The Ring) adlı bir filmi hatırlatayım. Kadın filmin sonunda oğlunu kurtarabilmek için kaseti bir başkasına seyrettirerek onu da ölüme mahkum eder. Winston Smith, Sevgi Bakanlığı’ndaki işkencede yüzüne fareli kafes takılacağı sırada kafesi sevgilisi Julia’ya takmalarını söylemesi gibi. Farelerle kendisi arasına biricik aşkı, tek insani kontağı olan Julia’yı koyar. İnsan doğası böyledir. Varkalmak için her şeyini satar.

Size tam olarak katılmıyorum. Tamam, yeni nesiller eskisi kadar okumuyor. Kelime haznemiz giderek daralıyor. Her yerde kendimizi mevcut kameraların yanı sıra cep telefonlarımız, kredi kartlarımız sayesinde gönüllü olarak da gözetletiyor ve izlettiriyoruz. Televizyonlarda Big Brother is Watching You programları düzenleniyor.  Kaset skandallarını muzip Marslılar’ın işi gibi algılamaktayız. İnternet devriminin yarattığı alternatif bilgi akışı ve medya hareketliliği de giderek manipüle edilmekte. Google ve youtube karakterden bayağı zayıfladı günümüzde. Kademe kadame E- sansürler gündemde. Dünya yine iki ya da üç kutuplu bir yapılanmaya gidiyor. Yine de...

İnsanlar kutuplaşma olmadan neden varolduklarını idrak edemezler.

Bu aynı zamanda sizin varoluş nedeniniz.

Yerin manyetik alanı gibi. O kadar natürel. Oswald Spengler ne diyor hatırlayın. Sizin notlarınızdan alıntı yapıyorum. ‘Faustvari medeniyeti kuran Batılı insan gururludur, bu trajik bir durumdur, o çabalar ve yaratırken için için gerçek hedefe hiçbir zaman erişemeyeceğini bilir.’

Orwell’ın bu kitabı için 1943’deki yazımında ‘Avrupa’daki Son İnsan’ başlığını kullandığını hatırlattınız bana.

Son falan değildi. Yoktu çünkü. Hiçbir zaman da olmamıştı.

Ben bu konuda daha iyimserim.

Eğer optimizm ödleklikse, bu medeniyetin en üstün başarısının Faustvari kışta gerçeklikten kaçış olduğu anlamına gelir.

Peki insan iradesinin hiç mi rolü yok?

İnsan iradesi komut vermeyi ya da almayı özgürlük olarak telakki eder. Çünkü özgür düşünce geçmişi yoktur. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı romanını hatırlayın. 1931’de yazıldı ve Orwell’a ilham kaynağı oldu.

26. yüzyıl. Artık savaş ve yoksulluk yok ama, sanat, edebiyat, din ve felsefe de yok. Sadece hazcı bir cemaata dönüşmüştür insanlık. İnsanlıktan çıkmıştır yani.

Bravo. En önemli nokta bu.

Cesur Yeni Dünya’da bu hale gönüllü olarak gelirler üstelik.

Aynen.

Ajan Smith’i hatırladım birden. Matrix filmindeki Smith’i. Bir sahnede, ‘Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.’ Der.

Şimdi beni daha derinden hissetmeye başladınız Sadık Bey.

Ütopya basili?

Ayağınızı üzerine bastınız kaldırın. Ben bir ütopya özüyüm. Seçilmiş, ince elenmiş bir idealar yumağı. Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrollu, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden konrol edilen, durağan sistemleri özleyen hastalıklı yanlarla beslenirim. Petrolü, hammaddeyi, gıdayı, suyu havayı kontrol araçtır. Esas öz ütopik girdaptır. Ben, biz buyuz. Sizler bunu hayal edersiniz, ben uygularım.

Bu basili kistle örtmeli o zaman.

Nafile.

Niye?

Bu yapılamaz. Hayal gücü ve irade atıldır bu alanda.

Hiç de değil. Yaratıcı zeka yetisi ve merhamet duygusu tümden yok edilemez. İnsanı insan yapan en önemli şeyler. Yenileceksiniz.

Deja vu.

Eğer insanlık başaramazsa, bunu yapay zeka becerecek. Onların uzun bakım isteyen çocukluk ve yaşlılık devirleri olmayacak. Havaya suya bağımlılıkları da. Bu sürecin hakkından yapay zeka gelecek.

Mümkün değil.

Neden?

İyi düşünün. Yapay zekanın model sorunu olacak. Bu da bir tür yaşlılık ya da çocukluk demek değil mi? Hiyerarşi de aynı zamanda. En yeni ve en üst modelin iktidarı söz konusu olacak. Çok beğenerek izlediğiniz Bıçak Sırtı (Blade Runner) filmindeki robotun dediklerini düşünün. Yıldızları görmüştü, sonlanmak istemiyordu. Varkalmak için şiddet uyguluyordu. Ne fark var? Homo Sapiens Smithler gider, yerine Robot Smithler, Auton Smithler gelir. 

Peki, son bir soru. Düşünce Polisi’nin her şeyi kontrol ettiği, her an gözetlenilebilen  insanların dünyası Büyük Biraderler için de sıkıcı değil mi?

Öyle kalması şart değil. ExistenZ filminin en son sahnesini hatırlayın.  Birisi ‘Biz hâlâ oyundayız değil mi?’ diye soruyordu.

Yani?

Oyun içinde oyun olacak. Sanal özgürlük ve sanal mahremiyet alanları kurulacak yani. Bununla oyalanacağız. Kâinattaki diğer megaütopatlarla temas kurana kadar. Ondan sonra oyun alanı daha da genişleyecek.


Ah, felek söyletti size valla, sizi yıkacak şeyi ne güzel izah ettiniz. Oyun içinde oyun labirentinde telef olup gideceksiniz. Kontrolu kaybedeceksiniz çünkü. Kâinatın zembereğini kuran güçler, başta kaos olmak üzere eninde sonunda sizi önemsizleştirecek ve insanlık 6079 Smith maskesini yüzünden söküp atacak. Nereye gittiniz? Niye karşılık vermiyorsunuz? İşinize gelmiyor değil mi?

                                                                                                                   2011 - Amsterdam