27 Ekim 2016 Perşembe

Morgenland’ın James Bond’u

Morgenland’ın James Bond’u



Dupin’den Holmes’e ve Bond’a
Okuduğum ilk polisiyeler A.C.Doyle’un Sherlock Holmes’ü, Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı Cingöz Recai’leri, Arsen Lüpen’ler, Fantoma’lar ve de bazıları yerli yazarlarımızın eseri olan Mike Hammer’lardı. Piyasa aynı zamanda Agatha Christie ve Carter Dickson çevirileri kaynıyordu. Zekâlarının yanı sıra bol bol silah ve yumruk kullanan Murat Davman’lar, Shell Scot’lar, James Bond’lar kitapçılarda ve filmlerde boy göstermekteydi. 

Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti öyküsündeki Dupin karakteri ve Altın Böcek öyküsü 11-12 yaşlarımın unutulmazlarıdır. Yazım üslubumdaki polisiye damarın oluşmasında çok ciddi katkıları olmuştur. Poe bu iki öyküsüyle beni çok derinden etkilemiştir. Yarattığı Dupin karakteri modern polisiyenin babası olarak görülür. Polisiyenin iyisinin olmazsa olmazları, yetkin kurgu, akıcı dil ve gizem kurmadaki özgünlüktür. Altın Böcek bir definenin bulunuş bilmecesi üzerine kurulmuştur. Bana 13 yaşındayken gizli bir yazı yaratma ilhamını vermiştir. Hâlâ zaman zaman kullanmaktayım.

Sherlock Holmes’ün  ipuçlarını topladıktan sonra evine çekilerek icra ettiği kokainli ve kemanlı düşünce seansları, Arsen Lüpen’in 813’ündeki teknik düzenekler, usta hırsızlığının yanı sıra hızlı bir Fransız olarak Alsas-Loren meselesine sahip çıkması, Cingöz Recai’nin İstanbul’da çevirdiği fırıldaklar, Fantoma’nın ele geçirdiği kruvazörün toplarını Monaco sarayına çevirmesi belleğime unutulmaz izler kazımıştır. James Bond ise bütün diğer mesajlarının yanı sıra televizyonsuz bir âlemde dünyaya açılan pencereydi. Karayipler, Güney Amerika, İsviçre, Afrika, Monako, Tayland’ı 007’yle gezer dururdum.

Ian Fleming İstanbul’da
James Bond’un yazarı Ian Fleming 1956 enterpol konferansına katılmak üzere İstanbul’a geldi. Tam o sırada patlayan 6-7 Eylül olaylarına tanık oldu. Sonrasında ünlü iş adamı Oxford mezunu Nazım Kalkavan’ın Beylerbeyi’ndeki yalısında kaldı. Nazım Bey ona Türk misafirperverliğini gösterdi. Çok iyi ağırladı. O kadar ki, Ian geldiği heyetle geri dönmedi; Nazım’la birlikte şehrin altını üstüne getirdiler. Ian Fleming’in biyografisini yazan John Pearson, Rusya’dan Sevgilerle kitabındaki önemli karakterlerden biri olan Türk Darko Kerim ile Nazım Bey’in benzerliğine değinir. Darko karakterinin Fleming’in en çok önemsediği kahramanlarından biri olduğuna ve ikili arasında dostluktan öte bir ilişki olabileceğine dikkati çeker.  

Biz gelelim Darko Kerim karakterine. Darko Kerim, Bay Bond İstanbul’a gelince onun baş yardımcısı olur. Kendisi İngiliz gizli servisi MI6’in en güvendiği adamlarından biridir. İstasyon T’nin başıdır. Bir konuşmasında ‘Önce Allaha, sonra Kraliçeye bağlı olduğunu’ söyler.

Sayfalar ilerledikçe James Bond, Kerim’in hantallığından, oyun kurma yetisindeki kusurlarından sık sık yakınır. Bir keresinde kritik bir çatışmada Kerim’in hayatını kurtarır. Darko Kerim sonunda Bulgaristan’a giden trende kendi tedbirsizliği nedeniyle öldürülür. Darko, Slav dilinde hediye anlamına geliyor. O sıralarda Avrupa’ya işçi göçü başlamamış olsa da kara kafa çağrışımı da mevcut haliyle. Kerim de cömert, ikram edici, vaadini yerine getiren vb. demek malum. Bay Fleming besbelli isim seçerken sözlük kullanmış.

Modern Türkler!
Ian Fleming bu kadar samimi ve içten ağırlanmalar, İstanbul’da gezip tozmalardan sonra yazdığı Rusya’dan Sevgilerle adlı kitabında James Bond ilk kez müşerref olduğu Türkleri şöyle  tasvir eder:
Demek ki modern Türkler şu gördüğü esmer, çirkin, mütevazı duruşlu memurlardı. Bir müddet Bond onların kalın sesli harflerin ve U seslerinin bol olarak kullanıldığı konuşmalarını dinledi, uysal, terbiyeli duruşlarını yalanlayan canlı, kara gözlerini seyretti. Dağlardan henüz inmiş kızgın parlak, vahşi gözlerdi bunlar. Asırlardan beri davar sürülerini gözlemeye, tozlu bozkır ufuklarındaki en küçük hareketleri dahi sezmeye alışmış gözler. Bunlar eldeki bıçağı görmeden sezen, yiyecek kırıntılarını ve kuruşları santimine kadar sayan, satıcının titreyen parmaklarını farkeden gözlerdi. Sert, itimatsız, kıskanç gözler.
                                                                                             Başak yayınları. 1965. Sayfa 83.

Boğaz’da sefa sürmüş, sofrasından kuş sütü eksik edilmemiş bir İngiliz bunu niye yapar? Bizzat tanık olduğu 6-7 Eylül olayları tek başına neden olabilir mi? Darko’ya niye haşin davranır peki? Bond’un egosunu zirvede tutmak için mi? Oryantalist ruh mu?

Bir Not: 1963 yılında gösterime giren Rusya’dan Sevgilerle filminde Darko Ali Kerim Bey rolünü Meksika kökenli aktör Pedro Armendáriz oynadı. O sırada kanserdi. Ölümcül olduğunu biliyordu. Sette morfin kullanamadığı için çok acılara katlanarak filmi tamamladı. Bunu sırf ailesinden arkasında kalacaklara biraz para bırakmak için yaptı. Film çekimleri bitince de intihar ederek hayatına kıydı.

Len Deighton’ın Harry Palmer’ı
Bir gün elime The Ipcress File  adlı bir kitap geçti. 1962’de basılmıştı. Gülten Suveren’in çevirisiydi.  Kitap filminin gösterime girdiği yıl olan 1965’te filmin adıyla, Ani Tehlike başlığıyla basılmıştı. Romanda kahramanın bir adı yoktu. Birinci tekil şahıs yazıldığı ve zaman zaman sahte pasaport kullandığı için kitaplarda baş kahramanın adı geçmiyordu. Film uyarlamasında ona Harry Palmer adı verilmişti.

Harry Palmer silah taşımayan, yumruk kullanmayan, yemek pişirmeyi seven, mali sıkıntı içinde yüzen bir İngiliz gizli servis ajanıydı. Kitapta bilginleri kaçırıp beyinlerini yıkayan bir şebeke anlatılmaktaydı. Harry Palmer, soğuk nane Holmes, Viktoryen koket bayan Marple, kendi gri hücrelerine kara sevdalı Poirot, yumruğuna tükürmüş kaslı, aşırı testosteron yüklü hafiyeler ve Üçüncü Dünya’yı çok aşağı gören ve sımsıkı bir soğuk savaş sembolü olan James Bond’dan çok farklıydı.

Daha altmışlı yılların başında, dünya Küba kriziyle sarsılırken Harry Palmer üstlerinin iradesi dışında Sovyet albayı Stok’la ortak menfaat alanlarında işbirliği yapabiliyordu. Harika bir mizah yeteneği, özeleştiri ve ince alay yüklü diyaloglar, ilerici politik görüşlerin yumaklandığı çözümlemeler, vuruşma ve dövüşsüz yaratılan gerilim sanatıyla bezeli metinleri okumak  bana yepyeni bir bakış açısı kazandırmıştı.

Harry Palmer dizisinde yer alan ikinci kitap 1966’da gene Başak yayınları tarafından Canavar Dişi başlığıyla basılan  Horse Under Water (1963)’dı.  Harry Palmer Portekiz’de batık bir denizaltıda bulunan ünlü Weiss listesini, Avrupa’da Nazilerle işbirliği yapmaya hazır kimselerin listesini bulmaya yollanır ve çok daha karmaşık bir oyunun içine gömülür. Onu Berlin’deki Cenaze- Funeral in Berlin (1964), Milyarlık Beyin - A Billion Dolar Brain (1966),  Casus Hikâyesi -  Spy Story (1974), Dünkü Casus - Yesterday Spy (1975) Güneş Yayınları tarafından 1990 yılında basıldı.  Pırıl Pırıl Küçük Casus - Twinkle Twinkle Little Spy (1976) gibi polisiye-casusluk türünün klasiği denebilecek kitaplar izledi. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının politik ve ideolojik satranç oyunlarını derin araştırmalarıyla geniş bir yelpazeden okurlarına sunan yazarın Pırıl Pırıl Küçük Casus’u bildiğim kadarıyla Türkiye’de basılmadı.

Harry Palmer dizisinden The Ipcress File, Funural in Berlin ve A Billion Dollar Brain filme çekildi ve genç aktör Michael Caine’in parlamasında çok ciddi bir rolü oldu. O yılların süper bir dedektif-casus  filmi olarak damgalandı. James Bond kadar ünlüydü.

Entelektüellerin James Bond’u 
1995 yılında, The Ipcress File’dan tam otuz yıl sonra artık Sir ünvanlı olan Michael Caine, St. Petersburg Gecesi - Midnight in St. Petersburg  ve Bu Kurşun Pekin’e - Bullet to Beijing filmleriyle iki kez daha Harry Palmer rolüne çıktı. Aradan zaman geçmiş, Berlin duvarı yıkılmıştı. İlgi Orta Doğu’ya ve Pasifik’e yönelmişti. Piyasaya yeni hasımın (Müslümanlar) sürümü yapılıyordu. Avrupa dergileri ve  gazetelerinin bazıları Entelektüellerin James Bond’u başlığını kullandı, ama esas revaçta olan ‘diğer Bond’tu.


Cezmi Band 007,5 Zamanları
İlk James Bond kitabı olan Royal Gazinosu – Casino Royal 1953 yılında basıldı. Aradan altmış küsur yıl geçti. Dünya değişti. Türkiye de bundan nasibini aldı. Ian Fleming 1964’te İnsan İki kere Yaşar – You Only Live Twice romanını yayımladığı sıralarda Anadolu insanının dış dünyaya açılarak ikinci hayatını yaşamaya başlaması çok önemli bir aşama. Bu benzetmeyi sıkça yaparım, benim gözümde Türklerin Avrupa’ya göçü Mars’a insanlı araç indirmek kadar önemli bir gelişmeydi. Sonuçları muazzam oldu.

Türkiye halkı altmış ortalarında ruh ve beden olarak sımsıkı içine kapalıydı. Avrupa’ya misafir işçi olarak gitmesiyle bu cenderede sıkışmışlık hali sona ermiş ve halk makus talihinden sıyrılmaya başlamıştı. Ressurrection denebilir, bir dirilişti. Göçmenlik Türkiyeliler için harika bir açılış oldu.

Yetmişlerde yurt dışına sınırlı ölçüde ve acayip kısıtlamalarla çıkılabiliniyordu. Bankalardan kişi başına güç bela yüz dolar alınabiliyor, geri kalan miktar için herkes kendi dövizini aracı bürolar kanalıyla kayıt dışı, ilegal yoldan buluyordu. Türk lirası henüz konvertibilite edilmemişti. Yurt dışına telefon edebilmek için bazen günlerce bekleniyordu. Yetmişli yılların sonunda Amsterdam’dan İzmir’e telefon edebilmek için büyük postahanede ortalama üç-dört saat bekliyor, bazen boş hat bulunmadığı için kös kös eve dönüyordum. Sosyal medya araçları henüz mevcut olmadığı için Türkiye dışında ne olup bittiği bilinmiyordu.  Dilimiz takatsizdi, tarih bilincimiz kısıktı. Moderniteyi tanıma kodlarımız eksikliydi. İdeoloji markalı deli gömlekleri kapış kapış gidiyordu.

Bu satırları yazarken 1965 yılında gösterime giren Cezmi Band 007,5 filmi geldi aklıma. Öztürk Serengil başrolü oynuyordu. Ajandı. Selma Güneri ve Sevda Ferdağ da bizim iyi kız ve art niyetli şuh kadın rollerini bölüşmüşlerdi.  Dünya harıl harıl heyecan ve konjonktür yüklü casus filmleri çekerken biz ancak karikatürüyle avunabiliyorduk.

Morgenland’ın James Bond’ları
Morgenland, Almanca Güneş Ülkesi, Şark Dünyası, Doğu ülkeleri anlamına geliyor. Şark Dünyası eskisi gibi pasif ve yönetilen durumda değil. Dünyanın ekonomik ve siyasi ağırlığı doğuya doğru kayıyor. Morgenland’ın istihbarat servisleri şu anda örneğin Orta Doğu’da ve Afrika’da harıl harıl çalışıyor.

Dünya yeni bir oluşumun eşiğinde. Arap baharları başka bir düzene evrildi. Türkiye’de Gezi olayları meydana geldi. Mısır’da seçilmiş hükümet darbeyle yıkıldı. Ukrayna bölündü. Suriye’de iç savaş sürüyor. DEAŞ namı diğer IŞİD, El Kaide, Boko Haram, PKK, PYD, DHKP-C tanıdık gizli istihbarat kuruluşlarının taşeronları olarak sahnede. Ocak 2015’te Charlie Hebdo karikatüristleri gizli servis planlarıyla hunharca katledildi ve sonuç müslümanlara fatura edildi. Dünya çapında işgören bir İslamofobi tezgâhı kurulmuş durumda. Asimetrik savaşlar zamanı. Başta ülkemizde olmak üzere bölgede enformasyon ve gizli servis faaliyetleri gırla gidiyor. Ekonomik darbeciler de boş durmuyor.

FETÖ denen suç örgütü Batı’nın gizli emellerine hizmet veriyor. Bu suç örgütü 15 Temmuz gecesi askeri bir darbeye kalkışarak tanımı çok zor olan bir ihanet sergiledi. Yaptığı hasarın tamiri uzun sürecek. Kriptoların tümden faş edilmesi de öyle.


Böyle bir hengâmenin tam göbeğindeyiz.  Bitmez tükenmez bir yazı malzemesi. Şu anda Türkiye’de sergilenen kumpasların ıcığını cıcığını ortaya seren kitaplar yazılıyor. Bunların sayısı giderek artacak. Filmleri ve dizileri çekilecek. Gelecek kuşaklar için çok ilginç bir heyecan kaynağı ve ders malzemesi olacak. 

2004 yılında bir konuşmamda ‘Yeni Kafka’lar Avrupa’da yaşayan Türkler arasından çıkacak’ demiştim. Bundan kastım Avrupa’da giderek belirginleşen Yeni Kafkaesk Ortamdı. Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin bu kasvetli atmosferi eserlerinde yansıtmalarını kastetmiştim. Meleklerin önünde eğildiği kimseler Kafkalaşamaz. Düşkünleşebilir, bedbinleşebilir, inancı zayıflayabilir, ahlaktan fire verebilir; ama fıtratındaki muhkem yapı onu kolay kolay böcekleşme aşamasına sürüklemez.

2016’da, on yıl sonra  bir sözüm daha var: MIT’in giderek millileşmesi nedeniyle önümüzdeki on yılda dünyaca ünlü casus romanları, Morgenland’ın James Bond hikâyelerinin en heyecanlıları Türkiye’de yazılacak.  Hatta yabancı yazarlar Türkiye merkezli gerilim romanları yazmaya başlayacak.

İkinci Abdülhamit de 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında yüksek sayıda memur ve ajan kullanıyordu. İstihbarat ağı emperyal bir devletin olmazsa olmazıydı. Şimdi yine aynı düzene geri dönülecek. Önümüzdeki on yıl Türkiyeli James Bondların altın yıllarına hazırlık yılları olacak. MIT teşkilatı ikibinli yıllara kadar sadece yurt içinde etkinliği olan içe dönük bir kurumdu. Kendi insanını fişlemekle iştigal ediyordu. Bu nedenle bizim uluslararası bir ajanımızın olması mümkün değildi. Yeni MİT bu sıkışmışlık ve ataletten sıyrılıyor yavaş yavaş. Namı parlıyor. Çevre ülkelerde ve giderek dünya ölçeğinde operasyonel güce kavuşması çok sürmeyecek.

John le Carre, Len Deighton, Graham Green gibi yazarların İngiliz gizli servisi MI6 ile ilişkisi üzerine çok yazılıp çiziliyor. Casusluk türündeki ünlerini biraz da bu tarafa borçludurlar. Yakın gelecekte MİT kaynaklarından beslenen Türk yazarlarını okuyacağımızı söyleyebilirim.

Dünyaya geniş açıyla bakan, tarih bilinciyle hareket eden ve hinterland avantajının farkında olan bir Türkiye’nin, sıfırıncı meridyenin esas sahibinin kendi James Bond’larını çıkarması yakındır.

                                                                                                          Sadık Yemni – 2015 -2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder