Morgenland’ın
James Bond’u
Dupin’den Holmes’e
ve Bond’a
Okuduğum ilk polisiyeler A.C.Doyle’un Sherlock Holmes’ü,
Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı Cingöz Recai’leri, Arsen Lüpen’ler,
Fantoma’lar ve de bazıları yerli yazarlarımızın eseri olan Mike Hammer’lardı. Piyasa aynı zamanda Agatha Christie ve Carter Dickson
çevirileri kaynıyordu. Zekâlarının yanı sıra bol bol silah ve yumruk kullanan
Murat Davman’lar, Shell Scot’lar, James Bond’lar kitapçılarda ve filmlerde boy
göstermekteydi.
Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti öyküsündeki
Dupin karakteri ve Altın Böcek öyküsü 11-12 yaşlarımın unutulmazlarıdır. Yazım
üslubumdaki polisiye damarın oluşmasında çok ciddi katkıları olmuştur. Poe bu
iki öyküsüyle beni çok derinden etkilemiştir. Yarattığı Dupin karakteri modern
polisiyenin babası olarak görülür. Polisiyenin iyisinin olmazsa olmazları,
yetkin kurgu, akıcı dil ve gizem kurmadaki özgünlüktür. Altın Böcek bir
definenin bulunuş bilmecesi üzerine kurulmuştur. Bana 13 yaşındayken gizli bir yazı
yaratma ilhamını vermiştir. Hâlâ zaman zaman kullanmaktayım.
Sherlock Holmes’ün ipuçlarını topladıktan sonra
evine çekilerek icra ettiği kokainli ve kemanlı düşünce seansları, Arsen
Lüpen’in 813’ündeki teknik düzenekler, usta hırsızlığının yanı sıra hızlı bir
Fransız olarak Alsas-Loren meselesine sahip çıkması, Cingöz Recai’nin
İstanbul’da çevirdiği fırıldaklar, Fantoma’nın ele geçirdiği kruvazörün
toplarını Monaco sarayına çevirmesi belleğime unutulmaz izler kazımıştır. James Bond ise bütün diğer mesajlarının yanı sıra
televizyonsuz bir âlemde dünyaya açılan pencereydi. Karayipler, Güney Amerika, İsviçre,
Afrika, Monako, Tayland’ı 007’yle gezer dururdum.
Ian Fleming
İstanbul’da
James
Bond’un yazarı Ian Fleming 1956 enterpol konferansına katılmak üzere İstanbul’a
geldi. Tam o sırada patlayan 6-7 Eylül olaylarına tanık oldu. Sonrasında ünlü
iş adamı Oxford mezunu Nazım Kalkavan’ın Beylerbeyi’ndeki yalısında kaldı.
Nazım Bey ona Türk misafirperverliğini gösterdi. Çok iyi ağırladı. O kadar ki,
Ian geldiği heyetle geri dönmedi; Nazım’la birlikte şehrin altını üstüne
getirdiler. Ian Fleming’in biyografisini yazan John Pearson, Rusya’dan
Sevgilerle kitabındaki önemli karakterlerden biri olan Türk Darko Kerim ile
Nazım Bey’in benzerliğine değinir. Darko karakterinin Fleming’in en çok önemsediği
kahramanlarından biri olduğuna ve ikili arasında dostluktan öte bir ilişki
olabileceğine dikkati çeker.
Biz
gelelim Darko Kerim karakterine. Darko Kerim, Bay Bond İstanbul’a gelince onun
baş yardımcısı olur. Kendisi İngiliz gizli servisi MI6’in en güvendiği
adamlarından biridir. İstasyon T’nin başıdır. Bir konuşmasında ‘Önce Allaha,
sonra Kraliçeye bağlı olduğunu’ söyler.
Sayfalar
ilerledikçe James Bond, Kerim’in hantallığından, oyun kurma yetisindeki
kusurlarından sık sık yakınır. Bir keresinde kritik bir çatışmada Kerim’in
hayatını kurtarır. Darko Kerim sonunda Bulgaristan’a giden trende kendi
tedbirsizliği nedeniyle öldürülür. Darko, Slav dilinde hediye anlamına geliyor.
O sıralarda Avrupa’ya işçi göçü başlamamış olsa da kara kafa çağrışımı da mevcut
haliyle. Kerim de cömert, ikram edici, vaadini yerine getiren vb. demek malum. Bay
Fleming besbelli isim seçerken sözlük kullanmış.
Modern Türkler!
Ian Fleming bu kadar samimi ve
içten ağırlanmalar, İstanbul’da gezip tozmalardan sonra yazdığı Rusya’dan
Sevgilerle adlı kitabında James Bond ilk kez müşerref olduğu Türkleri
şöyle tasvir eder:
Demek ki modern Türkler şu
gördüğü esmer, çirkin, mütevazı duruşlu memurlardı. Bir müddet Bond onların
kalın sesli harflerin ve U seslerinin bol olarak kullanıldığı konuşmalarını
dinledi, uysal, terbiyeli duruşlarını yalanlayan canlı, kara gözlerini
seyretti. Dağlardan henüz inmiş kızgın parlak, vahşi gözlerdi bunlar.
Asırlardan beri davar sürülerini gözlemeye, tozlu bozkır ufuklarındaki en küçük
hareketleri dahi sezmeye alışmış gözler. Bunlar eldeki bıçağı görmeden sezen,
yiyecek kırıntılarını ve kuruşları santimine kadar sayan, satıcının titreyen
parmaklarını farkeden gözlerdi. Sert, itimatsız, kıskanç gözler.
Başak
yayınları. 1965. Sayfa 83.
Boğaz’da
sefa sürmüş, sofrasından kuş sütü eksik edilmemiş bir İngiliz bunu niye yapar?
Bizzat tanık olduğu 6-7 Eylül olayları tek başına neden olabilir mi? Darko’ya
niye haşin davranır peki? Bond’un egosunu zirvede tutmak için mi? Oryantalist
ruh mu?
Bir Not: 1963
yılında gösterime giren Rusya’dan Sevgilerle filminde Darko Ali Kerim Bey rolünü
Meksika kökenli aktör Pedro Armendáriz oynadı. O sırada kanserdi. Ölümcül
olduğunu biliyordu. Sette morfin kullanamadığı için çok acılara katlanarak
filmi tamamladı. Bunu sırf ailesinden arkasında kalacaklara biraz para bırakmak
için yaptı. Film çekimleri bitince de intihar ederek hayatına kıydı.
Len Deighton’ın
Harry Palmer’ı
Bir gün elime The Ipcress File adlı bir kitap geçti. 1962’de basılmıştı. Gülten
Suveren’in çevirisiydi. Kitap filminin
gösterime girdiği yıl olan 1965’te filmin adıyla, Ani Tehlike başlığıyla
basılmıştı. Romanda kahramanın bir adı yoktu. Birinci tekil şahıs yazıldığı ve
zaman zaman sahte pasaport kullandığı için kitaplarda baş kahramanın adı
geçmiyordu. Film uyarlamasında ona Harry Palmer adı verilmişti.
Harry Palmer silah taşımayan,
yumruk kullanmayan, yemek pişirmeyi seven, mali sıkıntı içinde yüzen bir
İngiliz gizli servis ajanıydı. Kitapta bilginleri kaçırıp beyinlerini yıkayan
bir şebeke anlatılmaktaydı. Harry Palmer, soğuk nane Holmes, Viktoryen koket bayan Marple, kendi gri hücrelerine kara
sevdalı Poirot, yumruğuna tükürmüş kaslı, aşırı testosteron yüklü hafiyeler ve Üçüncü
Dünya’yı çok aşağı gören ve sımsıkı bir soğuk savaş sembolü olan James Bond’dan
çok farklıydı.
Daha altmışlı yılların
başında, dünya Küba kriziyle sarsılırken Harry Palmer üstlerinin iradesi
dışında Sovyet albayı Stok’la ortak menfaat alanlarında işbirliği
yapabiliyordu. Harika bir mizah yeteneği, özeleştiri ve ince alay yüklü
diyaloglar, ilerici politik görüşlerin yumaklandığı çözümlemeler, vuruşma ve
dövüşsüz yaratılan gerilim sanatıyla bezeli metinleri okumak bana yepyeni
bir bakış açısı kazandırmıştı.
Harry Palmer dizisinde yer
alan ikinci kitap 1966’da gene Başak yayınları tarafından Canavar Dişi
başlığıyla basılan Horse Under
Water (1963)’dı. Harry Palmer Portekiz’de batık bir denizaltıda bulunan
ünlü Weiss listesini, Avrupa’da Nazilerle işbirliği yapmaya hazır kimselerin
listesini bulmaya yollanır ve çok daha karmaşık bir oyunun içine gömülür. Onu
Berlin’deki Cenaze- Funeral in Berlin
(1964), Milyarlık Beyin - A Billion Dolar
Brain (1966), Casus Hikâyesi - Spy
Story (1974), Dünkü Casus - Yesterday
Spy (1975) Güneş Yayınları tarafından 1990 yılında basıldı. Pırıl
Pırıl Küçük Casus - Twinkle Twinkle
Little Spy (1976) gibi polisiye-casusluk türünün klasiği denebilecek
kitaplar izledi. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının politik ve ideolojik satranç
oyunlarını derin araştırmalarıyla geniş bir yelpazeden okurlarına sunan yazarın
Pırıl Pırıl Küçük Casus’u bildiğim kadarıyla Türkiye’de basılmadı.
Harry Palmer dizisinden The Ipcress File, Funural in Berlin ve A Billion
Dollar Brain filme çekildi ve genç aktör Michael Caine’in parlamasında çok
ciddi bir rolü oldu. O yılların süper bir dedektif-casus filmi olarak damgalandı. James Bond kadar
ünlüydü.
Entelektüellerin
James Bond’u
1995 yılında, The Ipcress File’dan tam otuz yıl sonra
artık Sir ünvanlı olan Michael Caine, St. Petersburg Gecesi - Midnight in St. Petersburg ve Bu
Kurşun Pekin’e - Bullet to Beijing
filmleriyle iki kez daha Harry Palmer rolüne çıktı. Aradan zaman geçmiş, Berlin
duvarı yıkılmıştı. İlgi Orta Doğu’ya ve Pasifik’e yönelmişti. Piyasaya yeni
hasımın (Müslümanlar) sürümü yapılıyordu. Avrupa dergileri ve
gazetelerinin bazıları Entelektüellerin James Bond’u başlığını
kullandı, ama esas revaçta olan ‘diğer Bond’tu.
Cezmi Band 007,5
Zamanları
İlk
James Bond kitabı olan Royal Gazinosu – Casino
Royal 1953 yılında basıldı. Aradan altmış küsur yıl geçti. Dünya değişti.
Türkiye de bundan nasibini aldı. Ian Fleming 1964’te İnsan İki kere Yaşar – You Only Live Twice romanını yayımladığı
sıralarda Anadolu insanının dış dünyaya açılarak ikinci hayatını yaşamaya
başlaması çok önemli bir aşama. Bu benzetmeyi
sıkça yaparım, benim gözümde Türklerin Avrupa’ya göçü Mars’a insanlı araç
indirmek kadar önemli bir gelişmeydi. Sonuçları muazzam oldu.
Türkiye halkı altmış ortalarında ruh ve beden olarak
sımsıkı içine kapalıydı. Avrupa’ya misafir işçi olarak gitmesiyle bu cenderede
sıkışmışlık hali sona ermiş ve halk makus talihinden sıyrılmaya başlamıştı. Ressurrection denebilir, bir
dirilişti. Göçmenlik Türkiyeliler için harika bir açılış oldu.
Yetmişlerde yurt dışına sınırlı ölçüde ve acayip
kısıtlamalarla çıkılabiliniyordu. Bankalardan kişi başına güç bela yüz dolar
alınabiliyor, geri kalan miktar için herkes kendi dövizini aracı bürolar
kanalıyla kayıt dışı, ilegal yoldan buluyordu. Türk lirası henüz konvertibilite
edilmemişti. Yurt dışına telefon edebilmek için bazen günlerce bekleniyordu. Yetmişli
yılların sonunda Amsterdam’dan İzmir’e telefon edebilmek için büyük postahanede
ortalama üç-dört saat bekliyor, bazen boş hat bulunmadığı için kös kös eve
dönüyordum. Sosyal medya araçları henüz mevcut olmadığı için Türkiye dışında ne
olup bittiği bilinmiyordu. Dilimiz
takatsizdi, tarih bilincimiz kısıktı. Moderniteyi tanıma kodlarımız eksikliydi.
İdeoloji markalı deli gömlekleri kapış kapış gidiyordu.
Bu
satırları yazarken 1965 yılında gösterime giren Cezmi Band 007,5 filmi geldi
aklıma. Öztürk Serengil başrolü oynuyordu. Ajandı. Selma Güneri ve Sevda Ferdağ
da bizim iyi kız ve art niyetli şuh kadın rollerini bölüşmüşlerdi. Dünya harıl harıl heyecan ve konjonktür yüklü
casus filmleri çekerken biz ancak karikatürüyle avunabiliyorduk.
Morgenland’ın James Bond’ları
Morgenland,
Almanca Güneş Ülkesi, Şark Dünyası, Doğu ülkeleri anlamına geliyor. Şark Dünyası
eskisi gibi pasif ve yönetilen durumda değil. Dünyanın ekonomik ve siyasi
ağırlığı doğuya doğru kayıyor. Morgenland’ın istihbarat servisleri şu anda örneğin
Orta Doğu’da ve Afrika’da harıl harıl çalışıyor.
Dünya
yeni bir oluşumun eşiğinde. Arap baharları başka bir düzene evrildi. Türkiye’de
Gezi olayları meydana geldi. Mısır’da seçilmiş hükümet darbeyle yıkıldı. Ukrayna
bölündü. Suriye’de iç savaş sürüyor. DEAŞ namı diğer IŞİD, El Kaide, Boko Haram,
PKK, PYD, DHKP-C tanıdık gizli istihbarat kuruluşlarının taşeronları olarak
sahnede. Ocak 2015’te Charlie Hebdo karikatüristleri gizli servis planlarıyla
hunharca katledildi ve sonuç müslümanlara fatura edildi. Dünya çapında işgören
bir İslamofobi tezgâhı kurulmuş durumda. Asimetrik savaşlar zamanı. Başta
ülkemizde olmak üzere bölgede enformasyon ve gizli servis faaliyetleri gırla
gidiyor. Ekonomik darbeciler de boş durmuyor.
FETÖ
denen suç örgütü Batı’nın gizli emellerine hizmet veriyor. Bu suç örgütü 15 Temmuz
gecesi askeri bir darbeye kalkışarak tanımı çok zor olan bir ihanet sergiledi. Yaptığı
hasarın tamiri uzun sürecek. Kriptoların tümden faş edilmesi de öyle.
Böyle
bir hengâmenin tam göbeğindeyiz. Bitmez
tükenmez bir yazı malzemesi. Şu anda Türkiye’de sergilenen kumpasların ıcığını
cıcığını ortaya seren kitaplar yazılıyor. Bunların sayısı giderek artacak. Filmleri
ve dizileri çekilecek. Gelecek kuşaklar için çok ilginç bir heyecan kaynağı ve ders
malzemesi olacak.
2004
yılında bir konuşmamda ‘Yeni Kafka’lar Avrupa’da yaşayan Türkler arasından
çıkacak’ demiştim. Bundan kastım Avrupa’da giderek belirginleşen Yeni Kafkaesk
Ortamdı. Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin bu kasvetli atmosferi eserlerinde
yansıtmalarını kastetmiştim. Meleklerin önünde eğildiği kimseler Kafkalaşamaz.
Düşkünleşebilir, bedbinleşebilir, inancı zayıflayabilir, ahlaktan fire
verebilir; ama fıtratındaki muhkem yapı onu kolay kolay böcekleşme aşamasına sürüklemez.
2016’da,
on yıl sonra bir sözüm daha var: MIT’in
giderek millileşmesi nedeniyle önümüzdeki on yılda dünyaca ünlü casus
romanları, Morgenland’ın James Bond hikâyelerinin en heyecanlıları Türkiye’de
yazılacak. Hatta yabancı yazarlar
Türkiye merkezli gerilim romanları yazmaya başlayacak.
İkinci
Abdülhamit de 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında yüksek sayıda memur
ve ajan kullanıyordu. İstihbarat ağı emperyal bir devletin olmazsa olmazıydı. Şimdi
yine aynı düzene geri dönülecek. Önümüzdeki on yıl Türkiyeli James Bondların
altın yıllarına hazırlık yılları olacak. MIT teşkilatı ikibinli yıllara kadar
sadece yurt içinde etkinliği olan içe dönük bir kurumdu. Kendi insanını
fişlemekle iştigal ediyordu. Bu nedenle bizim uluslararası bir ajanımızın
olması mümkün değildi. Yeni MİT bu sıkışmışlık ve ataletten sıyrılıyor yavaş
yavaş. Namı parlıyor. Çevre ülkelerde ve giderek dünya ölçeğinde operasyonel
güce kavuşması çok sürmeyecek.
John
le Carre, Len Deighton, Graham Green gibi yazarların İngiliz gizli servisi MI6
ile ilişkisi üzerine çok yazılıp çiziliyor. Casusluk türündeki ünlerini biraz
da bu tarafa borçludurlar. Yakın gelecekte MİT kaynaklarından beslenen Türk
yazarlarını okuyacağımızı söyleyebilirim.
Dünyaya
geniş açıyla bakan, tarih bilinciyle hareket eden ve hinterland avantajının
farkında olan bir Türkiye’nin, sıfırıncı meridyenin esas sahibinin kendi James
Bond’larını çıkarması yakındır.
Sadık Yemni – 2015 -2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder