Orwell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orwell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2021 Cuma

Güzel Yeni Dünya ve Kölelik Sevgisi

 


 


Ekonomik güvence olmazsa kölelik sevgisi hayata geçirilemez. Kölelik sevgisi, insanların zihin ve bedenlerinde derin ve kişisel bir devrimin sonucunda oluşturulmadıkça başarılamaz.

 

Mutlulukla uyuşmayan tek  şey sanat değil, bilim de uyuşmuyor. Bilim tehlikelidir. Büyük bir özenle ağzına gem vurmak ve zincire bağlı tutmak zorundayız.

                                              Aldous Huxley – Cesur Yeni Dünya – İthaki Yayınları – Çevirmen:Ümit Tosun

 

           Allaha teslim olan eşyayı teslim alır.

                                                  Sezai Karakoç

 ‘Hey Güzel Yeni Dünya’

‘Hey Cesur Yeni Dünya.’ Shakespeare’in The Tempest – Fırtına adlı oyununda Prospero’nun kızı Miranda bu sözü sarfeder. Brave New World.  Brave kelimesinin o sıralarda güzel anlamına da kullanıldığı söyleniyor. Dört asır sonra 1932’de Aldous Huxley bu başlıkla kaleme aldığı kara ütopya- distopya tarzındaki romanında bu deyişi hayatında sadece Shakespeare eserleri okumuş olan bir vahşiye, John’a söyletir.

Roman 26. Yüzyılda dünya çapında on ayrı bölge şeklinde kurulmuş sürekli mutluluk beldelerinden Londra merkezli olanındaki steril hayatı anlatır. Annesiz babasız olarak kitaplara ve çiçeklere nefretle büyütülen çocuklar tüplerde ve baştan sınıfına uygun niteliklerde ve Malthusçu bakışla gerekli sayıda üretiliyor. Alfa çocuklar gri, Gama çocuklar ki aptaldırlar yeşil giyiyorlar örneğin. Delta çocuklar haki, okuma yazma öğretilmeyen Epsilonlar siyah giyiyor. Epsilonlar en alt sınıf olmalarına rağmen cemiyete faydaları dokunacak şekilde organize edilmiş durumda. Bu arada ufak tefek olmak da alt sınıfa ait bir özelliktir. Ev, aile, birlikte yaşamak hepsi unutturulmuştur. Herkes herkese aittir. Kapalı bir sistemde Soma adlı bir hapı kullanarak sürekli mutluluk mertebesinde yaşıyorlar.

 

Soma

Yazar istikrar toplumunda kafayı sürekli iyi durumda tutacak, mutluluk hissi verecek bir kimyasala gerek görüyordu. Çünkü insanlar gerçeğe tahammül edemiyor ve sürekli olarak ondan kaçmak istiyordu. Alkol ve uyuşturucuların yerini alacak, aynı zamanda cin ve eroinden daha fazla keyif verecek bir madde gerekiyordu. Soma kendi sözleriyle hıristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahipti ama, yan etkilerini taşımıyordu. Soma gerçek evrenle zihinler arasına perde çekiyordu.

Huxley 1954 yılında  The Doors of Perception - Algı Kapıları kitabıyla ilgi çekti. Elinde Soma yoktu haliyle, ama bir kaktüsten elde edilen halüsinatif  meskalini kullanarak algısının nasıl değiştiğini yazdı. İnsanlar gerçeğe ancak ondan kaçarak tahammül edebilir sözünü haklı çıkarırcasına şimdi de olduğu gibi o zaman da bu tür algı yamulmalarına, mertebe değiştirmelerine rağbet büyüktü. 

 

Şövalye John namı diğer Vahşi

Bu sistemin dışında kalan vahşi dünyada hâlâ anneler babalar vardır. O yüzden oralarda mutsuzluk kol geziyordur ve sadizmden namussuzluğa kadar her türlü sapkınlık mevcuttur.

Bernard Marx  sadece Shakespeare okumuş, trajedileri ezberden bilen sistemin dışında yaşayan John adlı vahşiyi  ve hasta annesini artık kimsenin kitap okumadığı tarih bilinci olmayan mutlu insanların yaşadığı Londra’ya getirir. John onlardan çok farklıdır. Annesini hastanede ziyarete gitmesi örneğin tiksinti uyandırır ve sapıklık olarak değerlendirilir.


Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar

Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya kitabı için 1946’da yazdığı önsözde tiranik bir dünya devletinin bir kargaşanın ardından doğacağını, Cemaat, Özdeşlik, İstikrar sloganıyla şekilleneceğini ve ekonomik güvence olmadan kölelik sevgisinin hayata geçirilemeyeceğini söyler. Yapılması gerekli şeyler listesinin başına çocuk şartlanmasını koyar. Zamanımızda çocuklarımıza sosyal medya göz kulak oluyor. Adım adım o yolda ilerliyoruz yani.  

 

İsimler Konuşuyor

Romanda dünya üzerinde yaşayan iki milyar kişinin on bin soyadı paylaştığı söyleniyor. İsim seçimleri de çok anlamlı. Polly Troçki, , Darwin Bonaparte, Sarojini Engels, Herbert Bakunin, Morgana Rothschild, Helmholtz Watson, Bernard Marx, Lenina Crowne, Vahşi John ve romanın en etkin karakteri,  Batı Avrupa bölge denetçisi olan Ford Hazretleri Mustapha Mond.

 

Darwin Bonaparte’da olduğu üzere isimler ünlü kimselerden ödünç alınarak bir araya getirilmiş. Sarojini Naidu Hintli politik aktivist ve şair, onun adı Friedrich Engels’le bir araya getirilerek Sarojini Engels yapılmış. Lenina Crowne, Bernard Marx da öyle. Vahşinin adı da rasgele seçilmemiş. Şövalye John. Kurulu düzenin alternatifini ve iğdişleşmemiş mücadeleci ruhu temsil ediyor.

 

Henry Ford otuzlu yılların en güçlü ismi. Romanda sıksık karşılaştığımız Fort Hazretleri hitabı içinde bolca hiciv de barındırsa buradan kaynaklanıyor. Klasik Fordizm’in seksen başına kadar dünya ölçeğinde çok etkin olduğu unutulmasın. Huxley bu romanı 1929’daki büyük ekonomik buhranın Dünya ve İngiltere’deki etkilerinden ilhamla kaleme aldı. Kitlesel işsizliğe, umutsuzluğa parlementonun çaresiz kalması onu insanlık için en gerekli şeyin l istikrar olduğu düşünmeye sevk etmişti. Tercih ettiği isimler bu nedenle dünya buhranına çözüm ararken sarıldığı etkin kimselerdir.

 

Mustafa Mond

Mond soyadı Imperial Chemical Industries Ltd.’in ilk başkanı olan Sir Alfred Mond’dan esinlenerek konulmuştur. Mond yazara 1931’de Britanya’ya akıl, düzen, istikrar getirecek bir kurum gibi görünen ve moral veren bir firmanın başındaydı. Roman yazılırken Mustafa ismi o sıralarda dünyaca tanınan kimden ödünç alınmıştır acaba? Aklıma tek bir isim geliyor.

 

2020 yapımı Brave New World dizisinde bu dominant beyaz erkek rolünü siyahi bir aktriste vermelerini çok ilginç buldum. Yandan çarklı Maria kültü mü desek? 

 

John ve Mond’un Diyaloğu

İdarecilerin korkusu üst sınıfın bilinç geliştirmesine yönelikti. Bu bilinç sistemin Somalı ve mutlu üst sınıf insanların iyilik anlamında mutluluğa olan inançlarını yitirmelerine neden olabilir ve asıl amacın daha derinlerde bir yerlerde, fiziksel insanın ötesinde bulunduğuna inanmaya yönelebilirdi. Yaşamın amacının mutluluğun sürekli kılınması değil, bilincin yoğunlaştırılması ve bilginin zenginleştirilmesi olduğunu düşünmeye itebilirdi insanları. Bu bağlamda kitabın sonunda yer alan Vahşi John ve düzenin sembolü olan Mustafa Mond’un diyaloğu çok anlamlıdır.

 

  Vahşi, “Eğer tanrıyı biliyorsanız niye onlara anlatmıyorsunuz? Tanrı hakkındaki kitapları niye vermiyorsunuz insanlara?”

  Mond, “Onlara Othello’yu niye vermiyorsak bunları da aynı nedenden vermiyoruz. Yüzyıllarca yıl öncesinin Tanrısı’nı anlatıyorlar. Şimdinin tanrısını değil.”

  “Ama Tanrı değişmez ki?”

  “İnsanlar değişir ama.”

  “Ne fark eder?”

   

   Mond, “İhtiraslarımız ateşini yitirdikçe tanrı gizlendiği bulutların arkasından görünür, ruhumuz bütün aydınlıkların kaynağı olan bu varlığı görür ve ona yönelir. Yalnızca gençken ve refah içindeyken tanrıdan bağımsız olabiliriz. Eskiden tanrı insanlara kendini kitaplarda yazıldığı gibi gösteriyordu.”

  “Şimdi nasıl gösteriyor peki?”

  “Yokluk şeklinde.”

  “İnsanlar yalnızken hâlâ tanrıya yönelebilir.”

  “Burada kimse yalnız kalamıyor artık. Yaşamlarını kimse yalnız kalamayacak şekilde düzenliyoruz.”

 

Kölelik Sevgisi

Bu romana güçlenerek yakında İngilizlerin elinden dünya hakimiyetini alacak olan Amerikan öcüsüne karşı yazılmış bir hiciv gibi de bakılabilir. Yazarın kendisi hiciv, kehanet ya da projeden hangisini yazdığını farkında değildi.

 

Zamyatin’in Biz (1920-21), Huxley’in Cesur Yeni Dünya ‘sı (1932), Koestler’in Gün Ortasında Karanlık(1940), Orwell’in Bir Dokuz Yüz Seksen Dört’ü (1949) birlikte ele alındığında zamanlarının ruhunu, küresel aklı iyi okuyan, sezgileri güçlü yazarların bizleri geçen yüzyılın ilk yarısından bugünler için uyardıklarını söyleyebiliriz.

 

Cesur Yeni Dünya’da transhümanizm, çiplenme, cyborglar, robotlar, holografik bedenler, zihnin harddiske indirilmesi, Dijital Kafes, Dijital Politbüro, Blockchain tabanlı yönetim gibi konular işlenmiyor. Teknoloji gelişmez geliştirilir diyenler ne kadar haklı. O istikrarlı! beldede Soma hapları yutarak mutluluk soluyan insanlar bütün bunları bilmiyor, ama bizleri bekleyen yakın gelecekle Büyük Sıfırlama, ailenin önemsizleştirilmesi, mahremiyetin ılgası, dayatılmış istikrar, bilginin saklanması, sanatın yasaklanması, tanrı kavramının gölgelenerek vahinin önce gönüllerden, sonra da dillerden silinmesi süreci ve kölelik sevgisi gibi çok temel çakışma noktaları mevcut.

 

Yapımı süren sözümona Güzel Yeni Dünya’lardan birine doğru adım adım ilerletildiğimiz zamanlardayız. Covid-19, cinsiyetsiz toplum enjeksiyonları vb. bu amaca hizmet ediyor. Bakalım Batı’da Vahşi, Şövalye John ruhlu kimseler buna direnebilecekler mi? Bizler şu anda yeni bir farkındalık inşa ediyoruz. İşe tepeden tırnağa bilgiyle donanmış bir şekilde eşyayı teslim alarak başlayacağız.

                                                       ---------

 

 

 

 

 


17 Kasım 2016 Perşembe

Vehmin Distopik Çıkmazı

Vehmin Distopik Çıkmazı

Geçmişi denetleyen geleceği, şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol eder.
                                                                                                             Orwell – 1984

Özgürlük mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir.
                                                                                              Yevgeni Zamyatin - Miy

İnsan gerçekliğe ancak onu yeniden yaratarak tahammül edebilir.

Esaret ve serbestlik çoğu kez hafızanın oyunudur.

Köle ile Kul arasında elmastan yapılmış ve saç teli kalınlığında bir duvar bulunmaktadır.
                                                                                                                  Yazi Meyyın



İkiz Tepeler

 İki tepe ve aralarında yemyeşil ormanlarla kaplı bir vadi hayal edin. Birinci tepenin üstünde yaşayan ahalinin oluşturduğu sistem bireylerin tek tek mutluluğunu inşa etmeye soyunmuş olsun.  Bunu kolektifçi zihniyetle, müksüzleştirerek, mükemmel bir işbölümü, tıkır tıkır çalışan gönüllülük düzeniyle ve herkesi eşit kılmaya çalışarak yapabileceği gibi, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya kitabında olduğu üzere sınıfların varlığını memnuniyetle kabul ettirerek, insanları sanrı verici, kaygılardan uzaklaştırıcı ilaçların yardımıyla bilim ve sanattan azade bir şekilde hayal âleminde yaşattığı bir ortamla yapsın. Sonuç kaçınılmaz olarak er ya da geç aşağı kayıp hızla o vadiden geçip karşı tepenin üstündeki diğer sisteme taşınmaktır. İkinci tepeyi anlatmaya başlamadan önce ünlü Matrix (1999) filminin bir sahnesindeki Ajan Smith’in, Neo’ya söylediği şeyleri hatırlayalım.

‘Birinci Matrix’in, içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel ve insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun?’

Tanınmış İngiliz felsefeci John Gray Matrix filmi üzerine kaleme aldığı denemesinde şunları söyler:

‘Ananevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de MP3.

Aslında gerçekliğin, problemlerimizin çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur. Matrix filminin bir mesajı varsa teknolojinin sihir olmadığıdır. Filmin konusu daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzuların en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı rotadır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez.’

İkinci tepede de Yevgeni Zamyatin’in aşırı ‘Biz’leştirilmiş toplumu ya da George Orwell’ın 1984’ündeki gibi bir ortam yaratılmış olsun. ‘Biz’ de ortak amaçlar ve tek doğru var. Bunun dışına çıkan ve bir gelecek hayali olan hain. Teknoloji ve bürokrasi cenderesi tarafından sıkıştırılmış bir toplum. Cinsellik kararlaştırılmış saatlerde birlikte yaşanıyor. Sözümüze 1984 ile devam edelim. ‘Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Bilgisizlik kuvvettir’ sloganlarıyla kurulmuş bir düzen. Tek partinin mutlak hükümranlığı söz konusu. Çift taraflı televizyonlar. Her saniye gözetlenme. Uykusuzluk. Düşsüzlük. Sürekli savaşma atmosferinin neden olduğu manevi harabiyat. Dağarcıklardaki kelimelerin giderek azalması. Sevgisiz, gammazcı, köle ve sadist birey imalathanesi ortamı. Totaliteryen rejimin her an ve her köşeden bireyin üstüne çullanması. Bitimsizce kuşatılmışlığın uyuşturucu, zihinsel olarak kötürümleştirici etkisi. Ve tabii o anlı şanlı ‘Büyük Birader’.

2011 yılında Roman Kahramanları dergisi için kaleme aldığım bir denemede ‘Büyük Birader’le pek de hayali sayılamayacak! bir söyleşi yaptım. Bu konuya girmeden önce İkiz Tepeler’in yamaçlarına ait film ve kitaplara kısaca değinmek istiyorum.


Distopik Yamaçlar

Yevgeni Zamyatin’in 1920’li yıllarda yayımladığı Biz adlı romanı daha sonra gelecek eserler için örnek teşkil etmiştir.  Ayn Rand’ın 1938 yılında yayımladığı Ben (Anthem) adlı kitabı buna örnek gösterilir. A. Huxley 1932 yılında Cesur Yeni Dünya’yı yayımladığında kendisine yöneltilen aynı eleştiriyi reddetmiş ve ‘Biz’i bu eseri yazdıktan yıllar sonra okuduğunu söylemiştir. G. Orwell’in kırk sonları yayımladığı 1984’ünde kendinden önceki yapıtlardan esinlendiği çok açıktır. Bu son derece normaldir. Bir intihal söz konusu olmadıkça esinlenme zinciri yapıtların tekamülü için çok sıhhatli bir olgudur. 

Fahrenheit 451 ve yıllar sonra yeniden çekilen versiyonu olan Equlibribrium üzerine çok yazıldı. Burada yamaçlarda ışıldayan ve bahsi pek az geçen yapıtlardan bazılarına eğileceğim.

Logan’s Run - Bunlardan biri William Francis Nolan ve George Clayton Johnson’ın aynı adlı kitabından 1976 yılında yapılmış olan Logan’s Run (Türkiye’de Hayal Şehir adıyla gösterildi) adlı filmdir. 23. yüzyılda artan çevre kirliliği kitlesel ölümlere neden olmuş ve sağ kalanlar için yalıtılmış ve steril bir ortam kurulmuştur. Burada yaşayanlar doğumlarından itibaren bu kapalı ortamda tabiri caizse vur patlasın, çal oynasın şeklinde bir hayat sürdürürler. Yaş sınırı otuzdur. Otuz yaşına gelenler bir törenle yok edilir. Herkesin elinde kalan zamanını gösteren sayılar vardır. Bir grup bu yaş sınırına karşı çıkmak için örgütlenmiştir. Polislerden biri bu kimseleri yakalamak ister, ana bilgisayar tarafından bu iş için görevlendirilir, ama dışarıdaki dünyanın çekimine girer ve hayatında ilk kez tabiatı, doğan güneşi, ağaçları görür. Onlar içeride yaşarlarken kirlenen doğa kendini yenilemiş ve yeniden içinde yaşanır hale gelmiştir. Polisin şimdi yapacağı iş bu bilgiyi içeridekilere anlatmak ve herkesi dışarıya çıkarmaktır.

The Long Walk – Stephen King 1979 yılında Richard Bachman müstear adıyla yayımladığı otoriteryen ve distopik bir romandır. 1966 ile 2000 arasında gençler için yayımlanmış en iyi 100 roman içindedir. Yakın gelecekte ABD’de şu andakinden epey farklı bir rejim vardır. Her yıl yüz genç Uzun Yürüyüş denen bir yarışa katılır. Halk tarafından milyarlarca dolar bahislere neden olan çok popüler bir yarıştır. Bu yarışta kurallar çok basittir. Yüz genç bir noktadan yürümeye başlar. Uyumak yoktur. Yemek içmek yürürken yapılmaktadır. Hacet gidermenin ise saniyeler içinde bitirilmesi gereklidir. Gençleri yol boyunca jipli askerler takip etmektedir. Duran, yere yıkılan, yürüyemeyen üç ikazdan sonra infaz edilmektedir. Bu yarışı bir kişi kazanacaktır. Geriye kalan doksan dokuz genç ölüme mahkûmdur. Kazanana ömrü boyunca arzu ettiği her şey sağlanacak ve haliyle çok ünlü olacaktır.

The Running Man -  Stephen King’in 1982 yılında yine Richard Bachman müstear adıyla yayımladığı otoriteryen ve distopik bir romandır. Yakın gelecekte ABD’de çevre epey kirlenmiştir. Rejim şirketokrasi ile idare edilmektedir. Hükümet yerine General Atomics’in adı geçer. Televizyon yayınları halka yalan yanlış haber vermekte ve yarışma programlarıyla milleti uyutmaktadır. Ben Richards adlı kahramanımız bu şirketin aleyhine konuştuğu ve eleştirdiği için iş bulamamaktadır. Küçük kızı hastadır. Ona ilaç alamamaktadır. Bu nedenle adam ‘Zirveye Tırmanış’ adlı ölümcül bir oyunda yer almaya karar verir. Bu oyunda yarışanlar önce halka tanıtılmakta, aleyhinde tanıtım yapılmakta ve şehirde bir yere bırakılmaktadır. Serbest kaldıktan on iki saat sonra av başlayacaktır. Silahlı profesyonel izsürücüler onu takip edecek ve buldukları yerde kameraların önünde işini bitireceklerdir. Sağ kaldığı fazladan her saat ve öldürdüğü her izsürücü için fazladan para kazanacaktır. Otuz gün yakalanmazsa av sona erecektir. Tabii böyle bir şey şimdiye kadar hiç gerçekleşmemiştir. Ben sanılandan güçlü çıkar. Bazı kimseler tarafından gammazlandığı gibi, yardım gördüğü de olur. Zaman zaman yakalanmasına ramak kalır. General Atomics’in halktan sakladığı sırları öğrenir. Bunu faş eder ve öykünün sonunda bir uçağı ele geçirerek bunu televizyon binasına doğru sürer. Bu öykü aynı başlıkla filmleştirildi, ama yapılan ağır distopik ortamı minimalleştirmekten, karikatürleştirmeden başka bir şey değildi. Yetmiş beş kilo ağırlığındaki verem eşiğindeki Ben Richards rolünü yüz on beş kiloluk Arnold Schwarzenegger’in oynamasından bile bu belli olmaktadır. 

Battle RoyalThe Long Walk’un ABD’de filminin çekilmemesi çok ilginçti.  Running Man filminin kitabın okurlarında yarattığı hayalkırıklığından sonra belki o da benzer sonuca ulaşırdı, ama yapılmaması çok ilginçti. Kitabın yayımlanmasından yirmi yıl sonra Japonlar Koushun Takami’nin romanı Battle Royale’i filme çektiler. Yönetmen Kinji Fukasaku’du. Japonya’da otoriteryen rejim iş başındadır. Anarşi kol geziyor. 42 adet öğrenci iradeleri dışında bir adaya götürülüyor. Burada ellerine tuhaf ve alakasız silahlar tutuşturup birbirlerini öldürmeleri söyleniyor. Kırk bir kişi ölecek ve ancak bir kişi adayı canlı olarak terk edebilecektir. Battle Royale, The Long Walk- Uzun Yürüyüş’ün yirmi yıl sonra Japonya’da kendine has kültürel renklerle ortaya çıkışıdır.


Büyük Birader

‘Büyük Birader Sizi Gözlüyor ‘ sloganı artık film ve kitaplarda yer alan bir sözcük değil. Televizyon programlarının yanı sıra kelimenin tam anlamıyla hayatımızın çok önemli bir yanını muştuluyor. 1984’ün yazarının ülkesinin başkentinde dünyanın adam başına en çok gözetleyici kamerası düşmekte. Londralılar sabah akşam her saniye gözetleniyor. Kredi kartlarımız alışveriş topografyasını, telefonlarımız konuşma metinlerimizi ve koordinatlarımızı bildiriyor.

Buna gönüllü olarak katlanıyoruz. Kendi özgür irademizle kredi kartımızı ve telefon markamızı seçmekteyiz.

Peki kimdir bu Büyük Birader? Benle yaptığı hayali söyleşide bir sorum üzerine şöyle demişti:

‘İnsan iradesi komut almayı ve vermeyi özgürlük telakki eder. Çünkü özgür düşünce geçmişi yoktur. Ben bir ütopya özüyüm. Seçilmiş, ince elenmiş bir fikirler yumağı. Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrolü, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden idare edilen, durağan sistemleri özleyen hastalıklı yanlarla  beslenirim. Petrolü, ham maddeyi, gıdayı, suyu ve havayı kontrol araçtır. Esas öz ütopik girdaptır. Ben, biz buyuz. Sizler bunu hayal edersiniz, ben uygularım.’

Bizim hayallerimizi uygulayan ve geniş bir ekrana aksettirerek bize izleten büyük abiler!


Bize ait bir yer

Ünlü distopik film ve romanların belli ülkelerden çıktığı görülmekte. İngiltere, Amerika, Rusya ve Japonya. Endüstri, teknoloji, atom bombası, emperyalizm, turbo kapitalizm, Faustvari Batı medeniyeti ve sosyalizm.

Dünyada doğal kaynaklar azalıyor, nüfus çoğalıyor. Çevre kirliliği giderek artıyor. Tohumlar büyük biraderlerin depolarında korunuyor. Kıymetli metaller, su, petrol vb. savaş nedeni olmaya devam ediyor. Dünya ülkeleri kaynakları bölüşme denklemi merkezli olarak bölgesel bazda yeniden yapılanıyor. Yakın gelecekte bizi gerçek anlamda distopik ortamların beklediğini anlamak için çok efor harcamaya gerek yok. Yolda olanın ayak sesleri şu anda bile duyulmakta.

Bir zirvede uyuşturulmuş, bu nedenle mutlu, kafasını hiçbir şeye takmayan, küçük şeylerin esiri olduğunu farketmeyen, bilime, sanata kapalı bir hayat içinde sadece haz peşinde koşan bir dünya var. Diğer zirvede sürekli bir düşmanın varlığı söylemiyle nefretin, korkunun esiri olmuş, insanlıktan iyice sıyrılmış, totaliter, otoriter bir rejimin kıskacında, her saniye duyguları ve hareketi kontrol altında olan bunalmış insanların dünyası bulunmakta. Yüz gencin uzun yürüyüşe çıktığı, anne ve babalarının bununla gurur duyduğu, üzerlerine bahislerin oynandığı, kırk iki genç kız ve erkeğin bir ıssız adadan canlı çıkabilmek için kırk birini öldürdüğü acımasız ve sarp yamaçlar var. Korku hâlâ dağları bekliyor yani.

Peki o sözünü ettiğim vadi? 

Yakın gelecekte insanları distopik yamaç ve zirvelerden sakındıracak, hakkaniyetli ortamları tesis eden bize ait bir yer olacak mı?

                                                                                                                                                               2014 - Balçova

                                         ------------------------------------

   


29 Ekim 2016 Cumartesi

Büyük Biraderle Söyleşi

BÜYÜK BİRADERLE SÖYLEŞİ


Kim geçmişi kontrol ederse geleceği kontrol eder, şu anı kontrol eden geçmişi kontrol eder.
                                         1984 – George Orwell
Sayın Büyük Birader, söyleşimize George Orwell’in ünlü 1984 romanındaki Winston Smith’in sorgulanması sahnesinden başlamak istiyorum. Hatta film versiyonunu esas almak niyetindeyim. Filmin kitabın yazılmasından kırk yıl sonra yapılmış olmasını kitabın mesajını pekiştiren bir avantaj olarak görmekteyim. İyi cins bir şarabın bekletilmesiyle kazandığı kıvam misali. Şu anda karşımda 1984 filminde Big Brother rolünü oynadıktan sonra, yine o yıl 1984’de ölen Richard Burton kalıbında oturmanız da ayrıca bir etken haliyle.

Öyle olsun Sadık Bey.

6079  Winston Smith 101 numaralı odada sorgulanması sırasında ‘Yenileceksiniz ‘ dedi. Bu kof bir iyimserlik miydi?

Niye diye sorduğumda bana ‘Korku ve nefretin hayatı yoktur. Bir şey sizi yenecek’ karşılığını vermişti.

Buna size muhalefet ediyor gibi görünen Goldstein’in kitabını örnek gösterdi ve siz ona ‘Bu kitabı ben yazdım ya da yazılmasına yardımcı oldum ‘ karşılığını verdiniz.

Dürüst davrandım.

Kafasına inen bir taş gibiydi.

Yeterince ayılmadı yine de ve ‘Dünyada hiçbir zaman yenemeyeceğiniz bir ruh var.’ Dedi. Ne olduğunu sordum. ‘İnsan ruhu.” Demez mi? Dayanamayıp, ‘Sen de kendine insan mı diyorsun?’ dedim.

Onu bu hale sizin getirdiğinizi söyledi.

Peki siz cevabımı nasıl buluyorsunuz?

Kendine her şeyi kendisinin yaptığını söylediniz. Bunda bir gerçek payı görmesem şu anda yanınızda olmazdım.

Ben de sizi muhatap almazdım. Böyle düşünmeyen yüzümü göremez.

6079 sizin aslında mevcut olmadığınızı, devleti yönetenlerin tarihle oynadıklarını, insanların kandırıldığını düşünmekteydi. Bu yüzden tutuklandı ve işkence gördü. Bu arada Winston Smith’i sinemada canlandıran John Hurt’ün bu role çok uygun olduğunu düşünmekteyim. Zayıf, avurdu çıkık, ülseri olan, iddiasız fizikli, zeki ve duyarlı. 1979 yılında Ridley Scott’un yönettiği Alien filmindeki rolünü hatırladım. Karnını parçalayarak çıkan canavar sahnesi unutulmaz film sahnelerinden biridir hâlâ. Bay Smith rolünde 101 numaralı odada sizinle konuşurken, o filmdeki canavarı dünyaya gizlice getirmek isteyen kimseleri düşündüm. Bunu dünyada mutlak bir iktidar kurmak isteyenler tezgahlamıştı.

Devam edin lütfen.

Orwell bu romanı 1949’da yayımladı. Kitaba göre zenginliği artırmadan ve üretilenleri insanlarla paylaşmadan çalıştırılan bir endüstri çarkı vardı. Savaş tüketim malzemeleri üretmeksizin işgücü kullanmanın bir yoluydu. Zeki beyinler yeni silah bulmakta kullanılıyordu. Bilim diye bir şey yoktu artık. Savaş teknolojisi bunun yerini almıştı ve insan özgürlüğünü kısıtlamaktan başka bir amacı yoktu. Herkes her an gözetlenmekteydi, özel yaşam diye bir şey kalmamıştı. Baskı kurmanın amacı baskı kurmaktı. Orwell 1950 yılında öldü. 2000’li yılları görmesini isterdim.

Şu anda bir çok şey farklı mı diyorsunuz yani?

Sinema salonundaki propaganda sahneleri, sizin portreniz falan Stalin’i epey andırmaktaydı. Dünyada şu anda yazarın eleştirdiği komunizm ve faşizm türü rejimler yok artık. Küresel faiz lobisi ortalığı kasıp kavuruyor. Ekonomik kriz var, açlık var, iç savaşlar var, otoriteryan idareler kapıda, ortam güllük gülüstanlık değil. Ama dünyada taşlar yerinden oynuyor. Değişim var. İnternet devrimi yapıldı. Sosyal medya bütün insanları birbirine bağladı. Bağımsız olarak bilgilenmek istiyor insanlar. Dünya tarihinde insanların birbiriyle aynı anda ilişki kurabildiği, bilgi değiş tokuşu yapabildiği bu yoğunluk ilk kez mevcut. Yeninin nefesi bu.  Her şeyi değiştirecek.

Sevgi Bakanlığı’nın çalışmaları ne durumda acaba?.

Bunu zamanla göreceğiz. Orwell baskıcı rejimlerin karşı konulmazsa her yerde iktidarı ele geçirebileceğini anlatmak istediğini ısrarla vurgulamıştı kitapla ilgili konuşmalarında. Mesajın bu tarafı önemli.

Buna karşı konulabilir mi yani sizce? Şu anda facebook ve twitter kullanan Smithlerin hali kitapta tasvir edilenlerden farklı mı? Hazır burada bay Burton’un kalıbıyla oturmuşken daha yeni sayılabilecek Halka (The Ring) adlı bir filmi hatırlatayım. Kadın filmin sonunda oğlunu kurtarabilmek için kaseti bir başkasına seyrettirerek onu da ölüme mahkum eder. Winston Smith, Sevgi Bakanlığı’ndaki işkencede yüzüne fareli kafes takılacağı sırada kafesi sevgilisi Julia’ya takmalarını söylemesi gibi. Farelerle kendisi arasına biricik aşkı, tek insani kontağı olan Julia’yı koyar. İnsan doğası böyledir. Varkalmak için her şeyini satar.

Size tam olarak katılmıyorum. Tamam, yeni nesiller eskisi kadar okumuyor. Kelime haznemiz giderek daralıyor. Her yerde kendimizi mevcut kameraların yanı sıra cep telefonlarımız, kredi kartlarımız sayesinde gönüllü olarak da gözetletiyor ve izlettiriyoruz. Televizyonlarda Big Brother is Watching You programları düzenleniyor.  Kaset skandallarını muzip Marslılar’ın işi gibi algılamaktayız. İnternet devriminin yarattığı alternatif bilgi akışı ve medya hareketliliği de giderek manipüle edilmekte. Google ve youtube karakterden bayağı zayıfladı günümüzde. Kademe kadame E- sansürler gündemde. Dünya yine iki ya da üç kutuplu bir yapılanmaya gidiyor. Yine de...

İnsanlar kutuplaşma olmadan neden varolduklarını idrak edemezler.

Bu aynı zamanda sizin varoluş nedeniniz.

Yerin manyetik alanı gibi. O kadar natürel. Oswald Spengler ne diyor hatırlayın. Sizin notlarınızdan alıntı yapıyorum. ‘Faustvari medeniyeti kuran Batılı insan gururludur, bu trajik bir durumdur, o çabalar ve yaratırken için için gerçek hedefe hiçbir zaman erişemeyeceğini bilir.’

Orwell’ın bu kitabı için 1943’deki yazımında ‘Avrupa’daki Son İnsan’ başlığını kullandığını hatırlattınız bana.

Son falan değildi. Yoktu çünkü. Hiçbir zaman da olmamıştı.

Ben bu konuda daha iyimserim.

Eğer optimizm ödleklikse, bu medeniyetin en üstün başarısının Faustvari kışta gerçeklikten kaçış olduğu anlamına gelir.

Peki insan iradesinin hiç mi rolü yok?

İnsan iradesi komut vermeyi ya da almayı özgürlük olarak telakki eder. Çünkü özgür düşünce geçmişi yoktur. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı romanını hatırlayın. 1931’de yazıldı ve Orwell’a ilham kaynağı oldu.

26. yüzyıl. Artık savaş ve yoksulluk yok ama, sanat, edebiyat, din ve felsefe de yok. Sadece hazcı bir cemaata dönüşmüştür insanlık. İnsanlıktan çıkmıştır yani.

Bravo. En önemli nokta bu.

Cesur Yeni Dünya’da bu hale gönüllü olarak gelirler üstelik.

Aynen.

Ajan Smith’i hatırladım birden. Matrix filmindeki Smith’i. Bir sahnede, ‘Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.’ Der.

Şimdi beni daha derinden hissetmeye başladınız Sadık Bey.

Ütopya basili?

Ayağınızı üzerine bastınız kaldırın. Ben bir ütopya özüyüm. Seçilmiş, ince elenmiş bir idealar yumağı. Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrollu, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden konrol edilen, durağan sistemleri özleyen hastalıklı yanlarla beslenirim. Petrolü, hammaddeyi, gıdayı, suyu havayı kontrol araçtır. Esas öz ütopik girdaptır. Ben, biz buyuz. Sizler bunu hayal edersiniz, ben uygularım.

Bu basili kistle örtmeli o zaman.

Nafile.

Niye?

Bu yapılamaz. Hayal gücü ve irade atıldır bu alanda.

Hiç de değil. Yaratıcı zeka yetisi ve merhamet duygusu tümden yok edilemez. İnsanı insan yapan en önemli şeyler. Yenileceksiniz.

Deja vu.

Eğer insanlık başaramazsa, bunu yapay zeka becerecek. Onların uzun bakım isteyen çocukluk ve yaşlılık devirleri olmayacak. Havaya suya bağımlılıkları da. Bu sürecin hakkından yapay zeka gelecek.

Mümkün değil.

Neden?

İyi düşünün. Yapay zekanın model sorunu olacak. Bu da bir tür yaşlılık ya da çocukluk demek değil mi? Hiyerarşi de aynı zamanda. En yeni ve en üst modelin iktidarı söz konusu olacak. Çok beğenerek izlediğiniz Bıçak Sırtı (Blade Runner) filmindeki robotun dediklerini düşünün. Yıldızları görmüştü, sonlanmak istemiyordu. Varkalmak için şiddet uyguluyordu. Ne fark var? Homo Sapiens Smithler gider, yerine Robot Smithler, Auton Smithler gelir. 

Peki, son bir soru. Düşünce Polisi’nin her şeyi kontrol ettiği, her an gözetlenilebilen  insanların dünyası Büyük Biraderler için de sıkıcı değil mi?

Öyle kalması şart değil. ExistenZ filminin en son sahnesini hatırlayın.  Birisi ‘Biz hâlâ oyundayız değil mi?’ diye soruyordu.

Yani?

Oyun içinde oyun olacak. Sanal özgürlük ve sanal mahremiyet alanları kurulacak yani. Bununla oyalanacağız. Kâinattaki diğer megaütopatlarla temas kurana kadar. Ondan sonra oyun alanı daha da genişleyecek.


Ah, felek söyletti size valla, sizi yıkacak şeyi ne güzel izah ettiniz. Oyun içinde oyun labirentinde telef olup gideceksiniz. Kontrolu kaybedeceksiniz çünkü. Kâinatın zembereğini kuran güçler, başta kaos olmak üzere eninde sonunda sizi önemsizleştirecek ve insanlık 6079 Smith maskesini yüzünden söküp atacak. Nereye gittiniz? Niye karşılık vermiyorsunuz? İşinize gelmiyor değil mi?

                                                                                                                   2011 - Amsterdam