27 Ekim 2016 Perşembe

Bilimkurgu ve Kadın

Bilimkurgu ve Kadın


Hayalgücünün Tekno-İmkân Kredisi olarak Bilim Kurgu
Bilim kurgu denince benim aklıma öncelikle Jules Verne’nin eserleri gelir önce. Denizler Altında 20.000 fersah, Ay’a Seyahat , 500 Milyonluk Miras, Arzın Merkezine Seyahat, çocukluğumun unutulmaz bilim kurgu kitaplarıdır. Geriye doğru bakıldığında Homeros’un İlyada’sında anlatılan topuğundaki bir nokta hariç kılıç ve ok işlemeyen Aşil bir androidi, Gülliver’in seyahatlerinde minik insanlar ve devler genetik manüpilasyonu, boyutlar arası yolculuğu ve 1001 Gece masalları’ndaki uçan halılar anti-gravity, yerçekimini yenmiş bir  teknolojiyi çağrıştırmaz mı? Alaattin’in sihirli lambasının marifetlerine kuantum fiziği gözüyle bakarsak hiç yadırgamayız. Ali Baba ve Kırk Haramiler öyküsünde ‘Açıl susam açıl’ komutuyla açılan sihirli kapı bugünün en yeni teknolojisi gözüyle çok sıradan bir çalışma sistemine sahiptir.
  Hayal gücü böyle bir şeydir. İleriye doğru hareket eder gelecekten doneler toplar ve zihnimizde öykü şeklinde tortulanır. Teknolojik gelişmelere tanık olmak bu süreci tetikler ve uyarlar.
Örneğin Jules Verne, Denizler Altında 20.000 Fersah’ adlı eserininin ilhamını Amerika ile Avrupa arasında okyanusa telefon kablosu döşeyen dalgıçlardan, 1800 yılında Robert Fulton’un icat ettiği Natilius adlı denizaltıdan almış ve romanının kahramanı Kaptan Nemo’nun denizaltısına aynı ismi vermiştir.
  19. Yüzyılda Jules Verne, Frankenstein’ın yaratıcısı Mary Shelley, bu türe giren öyküleri olan E. A. Poe, Zaman Makinesi ve Dünyalar Savaşı romanlarının yazarı H. G. Wells bu türün temelini attı.


  Amazing Stories ve Astounding Science Fiction Dergileri
  20. Yüzyıl başında Lüksemburg kökenli ABD’li mucit ve yazar Hugo Gernsback Amazing Stories adlı bir dergi çıkardı. Bu dergi bir yazar kuşağı doğurdu. Astounding Science Fiction Dergisi, 1930 sonlarında özellikle John W. Campbell’in editörlüğe gelmesiyle dergi çevresindeki aralarında İsaac Asimow, Damon Knight, Frederik Pohl’un bulunduğu yazar kitlesi oluştu. Bu çok bereketli dönemin diğer yazarları arasında Robert A. Heinlein, Arthur C. Clarke, A. E. van Voght ve Stanislaw Lem bulunmaktadır. Bilim kurgunun altın çağına damgalarını basmışlardır.  Ray Bradbury, Ursula K. le Guin, Frank Herbert,  Larry Niven, Philip K. Dick de bu altın çağın gözde yazarlarıdır.


Bilim Kurgu edebiyatı eril karakterli midir?

Genel olarak dünya edebiyatında okuru ve yazarı olarak kadınların çok ciddi bir ağırlığı vardır. Bilim Kurgu tarzında yazılmış öykü ve romanlara bir göz atıldığında ise erkek yazarların  yine erkek ağırlıklı okura hitap ettiği açıkça görülür. Bu öykülerden hareketle yapılmış film ve dizilerde de hedeflenen kitle aynıdır. Çünkü ister öykü, ister film olsun hemen hepsi çizgi roman geleneğinin uzantısıdır. Çizgi romanlar genelde erkek çocuklar ve delikanlıların hayallerine serüven tozları dolduran medyum işlevi görmektedir. Bu romanların çoğunda yer alan kadın figürleri aşırı seksilikleri ve fiziklerinin abartılı güzelliğiyle görsel ikon olurlar. Zeki, baskın karakterli, kurgunun temel zembereği olana, anaç kadına bu tür kurgularda nadiren rastlanır. Son otuz yılda roman ve filmlerde kadının ağırlığı belli bir ölçüde artmıştır. Dünyayı kurtaran kahraman kadınlarımız vardır artık. Bunlar bir ölçüde erkek gibi davransalar da hemcinslerine rol modeli oluşturmaktadır.

Kadının ve erkeğin hassasiyet alanları değişiktir. Kadın örneğin; isterse yapabileceği halde tercih etmediği için genellikle matematikçi ve şair olmaz. Bilim kurgu yazarı da olmaz. Bu metinde ismi geçen ünlü kadın bilim kurgu yazarlarının sayısı  bir elin parmak sayısını geçmez. Bu durum yakın gelecekte değişecek ve sanıyorum kadın bilim kurgu yazarlarının sayısı artacaktır.  Distopik kurgu alanında özellikle.

Bilim kurguda baskın eril eğilimi ve bunun istisnalarını göstermek için şu ana kadar kitleleri etkilemiş bazı filmleri örnek olarak alacağım. Kitap yerine filmleri seçmemin nedeni görsel bilgiyi tercih eden en genç kesime de seslenebilmektedir. Kaldı ki, bahsini edeceğim filmler ünlü bilim kurgu yazarlarının çok tanınmış eserlerinden sahneye aktarılmıştır.

2001 A Space Odyssey – Uzay Macerası (1968)
Ünlü bilim kurgu yazarı A. C. Clarke’ın Sentinel- Nöbetçi adlı öyküsünden hareketle ünlü yönetmen Stanley Kubrick tarafından yapılmış bir filmdir. Uzay Macerası adıyla memleketimizde gösterilmiştir. 2001 Uzay Macerası şu anda dünya çapında kült statüsüne sahip bir filmdir. Görsel oskar alan film 1991 yılında ABD kongre kütüphanesi tarafından Ulusal Film Kayıtdefteri’ne eklendi.

Dünyadışı zeki varlıklar çok eski zamanda Ay yüzeyine bir verici bırakmışlardır. İnsanlık teknolojik gelişmesinin sonucunda Ay’a seyahat edebilince bu verici tetiklenir ve Jüpiter gezegeninin arka tarafına bir sinyal yollar. Bu sinyalin nereye gönderildiğini araştırmak için on sekiz ay sonra dünyadan Discovery One adlı bir uzay gemisi yola çıkar. Süper bilgisayar HAL 9000 gemiye kumanda etmektedir. Bu yapay zeka hedef yaklaşılırken programlanan plandan saparak astronotları öldürmeye başlar. Kurtulan yegane astronot Dave, HAL 9000’i devre dışı bırakır ve geminin kontrolünü ele geçirir. Sonunda Dave, Jüpiter’in yakınlarında bu dünyadışı zeka ile karşılaşacak ve esaslı bir değişime uğrayacaktır. Film boyunca gördüğümüz kadın oyuncuların rolleri birkaç dakikadan uzun değildir. Film baştan aşağıya bir erkek astronotun macerasıdır.

Solyaris - 1972
Solaris, Polonyalı ünlü bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem’in 1961’de basılmış çok tanınmış romanından Andrei Tarkovski tarafından 1972’de filme çekilmiştir. 1968’de ve 2002’de iki kez daha filme çekilmiştir. En iyisi Tarkovski yapımıdır.

Filmde dünyadan ulaşılabilecek yakınlıkta olan bir gezegen olan Solyaris’den söz edilir. Bu gezegenin okyanusu çok büyük, gelişkin dev bir zekadır. Oraya yollanan ve yörüngedeki istasyonda kalan astronotlar bu zeka ile iletişim halindedirler. Solaris bir bilimdir artık dünyada. Üzerine ciltler dolusu eser yazılmıştır. Film psikolog Chris Kelvin’in son zamanlarda beliren bazı gariplikleri araştırması için Solaris’e yollanmasıyla başlar. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar, testler zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi on yıl önce intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya, Chris Kelvin’in ziyaretine gelir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fiziki zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Bedeni nötronlardan yapılmıştır. Dahası kadın kendinle ilgili her şeyi her şeyi Kelvin’in kadını hatırladığı kadar hatırlamaktadır. Kelvin kendisiyle ilgili neyi hatırlıyorsa o kadarını bilmektedir.

Filmin sonlarına doğru Rheya kendi isteğiyle yapıbozuma uğratılmayı kabul eder. Bunu Kelvin’e belli etmeden yapar. Kadının son intiharını gerçekleştikten sonra Kelvin okyanusun yetkin olmayışı özsel niteliği olan süper bir güç olabileceğini düşünür. Tümü kavramada  ve zihin gücünde sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yapan, saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir yaratıcı hayal eder. Son sahnede bir helikopter yardımıyla Chris Kelvin okyanusun üzerindeki adacıklardan birine iner. Şimdi ne olacaktır? Ölü karısı  Rheya geri mi gelecektir? Onu neler beklemektedir? İnandığı bir şey vardır. Satranç ustaları düzeninin sarsıldığı çağdır hâla. Mucizeler çağı henüz geçmemiştir.

Usta yazar Stanislaw  Lem’in başta Solaris olmak üzere bütün romanlarını okumanızı hararetle tavsiye ediyorum.


Stalker – İz Sürücü (1979)

 “Dünya çok sıkıcı bir yer oldu. Telepati yok. UFO yok. Orta Çağ daha ilginçti. Her evde ruh vardı, kilisede de tanrı.”
Stalker filminin hemen başında ünlü bir yazarı canlandıran oyuncu (Anatoli Solonitsyn) böyle der. Ünlü yazar ve bir fizik profesörü (Nikolai Grinko) ile birlikte girilmesi yasak olan ‘Zone’ bölgesini görmek istemektedir. Onları bu yasak bölgeye gizlice sokacak olan kimse Stalker’dır(Alexander Kaidanovski). Film bu üç erkek karakter etrafında şekillenir.
Stalker, Arkadi ve Boris Strugatski‘nin 1972 tarihli Roadside Picnic adlı kitabından Stalker başlığıyla Andrei Tarkovski tarafından 1979’da filme uyarlandı. Kitap 90′larda Türkiye’de Uzayda Piknik adıyla Sarmal Yayınevi tarafından yayınlanmıştı.
Askerlerin sınırını koruduğu Yasak Bölge’ye ulaştıktan sonra Oda’ya yolculuk en kısa yoldan değil, Stalker’in gösterdiği dolambaçlı yollardan olur. Sorun geometrik değildir. Düz ve en kısa görünen yol en doğru ve tehlikesiz olan yol değildir. Çeşitli zorluklardan geçildikten sonra Oda’nın önüne kadar gelinir. Yol boyunca bir sürü ahkam kesmiş olan Yazar ve Profesör odaya girme cesaretlerini kendilerinde bulamazlar. Çünkü Oda’da sözle dile getirilen değil, gönlün derinlerinde duran, acılarlarla serpilen, en güçlü istekler gerçek olmaktadır. Oda’nın hemen önünde iki ziyaretçinin ahlâki zaafları ortaya çıkar. Profesör, Oda’yı, kötü niyetliler girmesin diye yok etmek üzere gelmiştir. Yazar ise kendisiyle karşılaşma, en derin acılarıyla yüzleşme cesaretine sahip değildir. Biri tanınmış yazar, diğeri de ünlü bir fizikçi olmasına rağmen ne entelektüel donanımları, ne kendilerine güvenleri, ne de fıtri kapasiteleri buna yeterli değildir. Kemale erme yeri, fenafillah aşaması bir adım ötelerinde bulunduğu halde içeri girmeye cesaret edememişlerdir.

Yasak Bölge ve Oda tutunacak ancak şu dünyada tutunacak dalını yitirmiş kimseler için bir umuttur. Bölge denilen yer insanın kurtuluşu sevgi ve özveride gördüğü bir bölgedir. İnsan burası dışında her yerde hapistir. Zone denilen yer yamultulmuş kodlarla şekillenmiş sahte hayatla çevrilmiş minicik bir adadır. Bencillikten diğerkâmlığa yolculuğu başaramayan birinin Oda’da onu mutlu edecek bir dilekte bulunması mümkün değildir.

Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman adlı kitabında Stalker filmiyle ilgili şunları söyler:
Bu filmde Bölge’ye giren insanların hedefinin aslında en gizli isteklerinin yerine getirildiği bir oda olduğunu hatırlatmak isterim. Stalker bir ara bölgenin garip topraklarından geçerken yazara ve bilgine bir zamanlar gerçekten yaşamış efsanevi Dikoobras’ın öyküsünü anlatır. Dikoobras, bu özlem diyarına ölümüne neden olduğu kardeşinin yeniden hayata döndürülmesi ricasıyla gelmiş, o odadan çıkıp evine döndüğünde zenginlikten başka hiçbir şey bulamamıştır. Zira Bölge onun gerçek, en gizli isteğini yerine getirmiştir. İstemesinin iyi olacağını düşündüğü şeyi değil.
Stalker’da belki de ilk defa, insanın ve ruhunun beslendiği o çok önemli olumlu değeri açık ve net bir biçimde ele alma zorunluluğunu duydum. Stalker’ın karısı üçünün mola verdiği meyhaneye geldiğinde yazar ve bilim adamı gizemli ve anlaşılmaz bir fenomenle karşı karşıya kalırlar. Karşılarında kocasının sürdüğü hayat ve doğruduğu sakat çocuk yüzünden çok acı çekmiş olmasına rağmen kocasını ilk gençlik günlerinin aşkı ve fedakarlığıyla seven bir kadın durmaktadır. Bu aşk ve bağlılık çağdaş dünyanın inançsızlığına, sinikliğine ve boşluğuna karşı çıkartılabilecek son mucizedir. Ve sonunda yazar ve bilim adamı da modern dünyanın bir kurbanı olurlar.

Her birimizin içinde olan o özgün insanilik ve ebedilik üzerine düşünmeyi teşvik etmeyi görevim sayıyorum. Ne yazık ki, bu sonsuzluk ve öz, insanın kendi yazgısını kendi elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Bir takım aldatıcı idealler peşinde koşulması yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın varlığını inşa ettiği ufacık bir kırıntı kalıyor; Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı insan ruhunda, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam katabilir.
              Andrey Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman – AFA yayınları – 1986

İz Sürücü karakter için Bölge insanlığın son umududur. Onu yok etmek insanlığı da uçurumunda yalnız ve umutsuz bırakmak demektir. “Artık kimse oraya gitmek istemeyecek, artık kimse inanmıyor” diyerek ağlayan Stalker’a, kendisini aşkla seven karısı “Götürecek kimse bulamazsan beni götür” diye şevkatle ve sevgiyle cevap verir. Stalker, karısına ” Ya sende de işe yaramazsa?” diye cevap verir. Safiyane sevgiden yoksun, sıkıcı, tekdüze ve merhametsiz insan yaşamına eklemlenmiş olan en harika sanal gerçekliğini sonlandıracağından endişe etmektedir.

Film Stalker’ın mutant kız çocuğunun telekinetik yeteneğini kullanarak masanın üzerindeki nesneleri zihin gücüyle hareket ettirmesiyle son bulur. Eduard Artemyev’in filmin tinsel dokusunu yoğunlaştıran müziği sona ermiş, Beethoven’in 9. Senfonisi çalmaya başlamıştır. Mucize sergileyen en son sahnede acaba niye bu müzik kullanıldı diye düşünürken aklıma Mikhail Bakunin’in ‘Everything will pass, and the world will perish but the Ninth Symphony will remain’ * sözleri geldi. Kelvin’in Solaris filminin en son sahnesinde babasının dizlerine kapanma sahnesini düşündüm. Her şey yıkılıp gidecek, ama sevme yeteneği denen mucize baki kalacaktı.
                    *Her şey geçip gidecek, dünya mahvolacak, ama 9. Senfoni baki kalacak.


The Thing – Şey (1982)
Şey filmi John Carpenter’ın bir başyapıtıdır. Christian Nyby’ın 1951 yapımı olan The Thing From Another World’un yeniden yapımıdır. John W. Cambell’in ‘Who goes there’ adlı romanından filme çekilmiştir.

Antartika’daki bir araştırma üssündeki kimseler binlerce yıl önce dünyaya gelmiş, buzların altında kalmış ve sonra tekrar hayata dönmüş, şekil değiştirerek istediği her kılığa girebilen  uzaylı bir yaratık bulurlar. Artık herkes bir diğerinden şüphe etmektedir. Film benzeri çok az bulunan bir gerilim harikasıdır.

Filmdeki tek kadın oyuncu satranç bilgisayarını seslendiren yönetmen Carpenter’ın sonradan karısı olan Adrienne Barbeau’dur.


Blade Runner – Bıçak Sırtı (1982)
Bıçak Sırtı adlı film bilim kurgu türünün en önde gelen filmlerinden biridir. Philip K. Dick’in ‘Androidler elektrikli koyun düşler mi?’ adlı romanından ünlü yönetmen Ridley Scott tarafından filme çekilmiştir.

Hikaye 2019 yılında Los Angeles’de geçer. Blade Runner adlı polis biriminin üyesi olan başkahramanımız Rick Deckard’a dünya dışındaki kolonilerden birinden kaçarak dünyaya gelmiş olan androidleri, insan benzeri robotları öldürme görevi verilir. İnsandan ayırd edilmesi çok zor olan üç kadın iki erkek robotla cebelleşen kahramanız güç bela bunları safdışı eder, ama sonunda bir robot kadına aşık olur ve onunla yeni bir geleceğe doğru yola çıkar.

Bu filmde kadın androidler de erkek androidler kadar dişli ve kolay altedilmezlerdir. Yalnız enerjisi bitip tükenmeden önce; ‘Siz insanların aklının almayacağı şeyler gördüm. Orion’un yamaçlarında yanan savaş gemileri, Tannhauser geçidinin yakınında parıldayan C-ışınlarını seyrettim. Tüm o anlar kaybolacaklar. Tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölmek zamanı.’ diyen yine de bir erkek androidtir. 



Contact – Mesaj (1997)
Bilim kurgu kitabı okumayan ve filmlerine de pek rağbet etmeyen bir kadına sıklıkla 1997 yapımı Contact filmini izlemesini tavsiye ederim. Gökbilimci, astrobiyolog Carl Sagan’ın Türkiye’de Temas başlığıyla romanından hareketle yapılmış kaliteli bir bilim kurgu filmidir. Mesaj’da ne acımasız terminatörler, ne ışın tabancalı astronotlar, ne de Alien’deki türden canavarlar vardır. Dünya yabancı bir zeka tarafından işgal edilmez. Labirentlerinden çıkılamayan sanal bir dünya, insanın içine daraltı veren distopik bir ortam söz konusu değildir.

Dr. Ellie Arroway, SETI - Search for Extra Terrestrial Inteligence -  araştırmaları yapan bir gökbilimci kadındır. Amacı radyo teleskopları kullanarak evrendeki yabancı zekalarla iletişime geçmektir. Bir gece Vega yıldızından gelen bir mesaj alır. Daha da ilginci bu mesajın içinde bir araç yapım planı bulunmaktadır. Bütün dünyada heyecan yükselir.

Filmde ilahiyatçı kahraman olan Palmer Joss bilimin yanı sıra inancın bu meseleye bakış açısını dile getirir. Arroway ve Joss aynı gerçeğe giden yolda iki ayrı yöntemle çalışan karakterdir. İnsanın bilmeye ve hakikata olan açlığı, mutluluğu araması, doksan ortaları dünyasının temel sorunları aralarındaki diyaloglara malzeme olur. En güzeli, filmde bilim ve inanç, yani Arroway ve Joss sevgilidirler. 


Dünyayı kurtaran kadınlar:Alien - Yaratık’tan Prometheus’a – 1979-2012
Ridley Scott’un çektiği bazı bilimkurgu filmlerinin bir özelliği var. Alien- Yaratık (1979) filmiyle bize 20 yıl hüküm sürecek bir kadın kahraman hediye etti. Sigourney Weaver’ın canlandırdığı Ripley, Alien ve onu takip eden üç filmde de zekası ve cesaretiyle dünyayı canavar görünümlü yaratıkların işgalinden kurtardı. On yılı aşkın uzun bir aradan sonra 2012 filminde gösterime giren Prometheus adlı bilim kurgu filminde,  Ejderha Dövmeli Kız serisinden tanıdığımız Noomi Repace’in canlandırdığı Elizabeth Shaw dünyayı kurtaran kadın tacını başına geçirdi. Yeni kurtarıcımız bayan Shaw’ın hayran kitlesi Prometheus filminin devamını sabırsızlıkla beklemektedir.

TÖHAF yeteneğimiz hep baki kalsın
Filmler hayalgücümüzü, hislerimizi etkiliyor. Rüyalarımıza nüfuz ediyor. Moda anlayışımızı değiştiriyor. Bazı sahneleri bazen ömür boyu gözlerimizin önünden gitmiyor. Bize ekranda gördüğümüz kadın ve erkeklerin tiplerini beğenmeyi dayatıyor. Politik tercihlerimizi manipüle ediyor. Film böyle bir şey. On yıl içinde belki de interaktif sinemalara adım atacağız.

Ama… Esas film yapımcıları hâlâ biziz. En yetkin filmleri beynimiz çekiyor. Çekiyor, montajını yapıyor ve gösteriyor. Tam Özerk HAyal Film, yani TÖHAF yetimizle. Bir olayı dinlerken, bir roman okurken beynimiz kendi filmini çeker. Kendi hayal gücümüzle bir anlatıya ya da okuduğumuz öyküyü filme çeviririz. Bir kitabı tutkuyla okuyan birinin o kitaptan yapılan filmi beğendiğini nadiren duyarsınız. Ben şu ana kadar okuduğum kitaplardan yapılmış filmlerden hiçbirini kendi TÖHAF yetimle çektiğimden daha iyi bulmadım.

Bizler işitsel kültürden hızla görsel kültüre doğru evrilmekteyiz. Bir gün gelir bu yetimiz körelebilir belki. Umudum TÖHAF’ın bir şekilde varkalacağı ve insanın algıya kendi damgasını vurmayı istemeye devam edeceğidir.


K2rik ve Gece – Kadınca Bilim Kurgu Öyküleri
2009 yılında genç yazar arkadaşlarımın, Ozancan ve Gökcan’ın teşvikiyle sitelerinde başkahramanları kadın olan ve yaşanan serüvenin merkezinde  kadınların durduğu altı kısa bilim kurgu öykümü yayınladık. Edebiyatımızda bir ilkti. Öykülerde kadınlar baş rol oynasa da metnin  bir erkek tarafından ele alındığı bellidir. Burada amaç kadın okurlara bilim kurgu türünü sevdirmek, okur ve yazar olarak bu türe katkılarını sağlamak ve erkek yazarlara kadın merkezli öyküleri model olarak sunmaktı.

Değişik sitelerde yayınlanan bu dijital seçki aradan geçen zaman ciddi bir okunma sayısına erişti. Özellikle kadın okurlar tarafından gönderilen yorumlardan amacımıza bir derece ulaşmış olduğumuzu görmenin mutluluğunu yaşadık. Sonradan buradaki öyküleri de ekleyerek bir yayımcı arkadaşımla on beş öykülük Arafor adlı bir kitap oluşturduk. Kitap 2012 yazında okurların beğenisine sunuldu.


Bilim kurgu türleri
Bilim kurgu eserlerinde katı ve esnek teknik yaklaşımlar vardır. Hard SF/Katı BK, katı bilim kurgu eserleri bilimsel verilere sımsıkı bağlı kalır ve gelecek öngörülerini bunun üzerine inşa ederler. Böylelikle gelecekte meydana gelen olaylar bir kısım öngörüleri, bilimsel tahminleri doğrularken,  yanıldığı yerler de açıklıkla ortaya çıkar.  Larry Niven, A. C. Clarke bu tür yazarlardır. Aslında bilim insanıdırlar. Metinde teknik verilere, astronomi, fizik ve kimya formüllerine dayanırlar. Yapıtlarında edebi bir tat mevcut değildir. Bu nedenle hem bir teknik ayrıntı deposu olmaları hem de edebi bir lezzete sahip olmamaları nedeniyle kadın okurların pek rağbet etmediği yazarlar oldular.

Ursula K. LeGuin, Philip K. Dick ve Ray Bradbury  eserlerinde sosyal bilimleri ve politik bilimleri önde tutan bilim kurgu yazarlarıdır.  Öncekilerine oranla çok daha büyük bir kadın okur kitlesine sahip olmuşlardır.

George Orwell’in 1984’ü, Aldoux Huxley’in Brave New World -  Cesur Yeni Dünyası, Yevgeni İvanoviç Zamyatin’in Mıy-Biz’i, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i ve Margraret Atwood’un The Handmaids Tale - Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanı distopik ortam romanlarının en tanınmışlarıdır. Atwood’un kitabı seksen ortalarında basılmıştır. Distopik ortamı feminist bir gözle eleştirdiği eserinde kadın haklarının tümden elden gittiği bir felaket ortamını tasvir etmiştir.

King-Takami-Collins basamakları.
En yeni popüler distopik ortam filmlerinden biri Açlık Oyunları.  Amerikalı yazar Suzanne Collins tarafından 2008 yılında yazılan bir gençlik romanından alınmadır. Uzak bir gelecekteki distopik ortam on altı yaşındaki Katniss Everdeen adlı kızın gözünden anlatılır. Halk gelişmiş bir şehir olan Capitol tarafından yönetilmektedir. Her yıl dünyanın on iki mıntıkasından seçilen 12-18 yaş arası bir kız ve erkeğin tek kişi kalana kadar savaşmaları ve bunun televizyon tarafından yayınlanması anlatılır. 

Hunger Game - Açlık Oyunları yayınlandığında Japon yazar Koushun Takami’nin 1999’da yayımlanan Battle Royale kitabından esinlendiği iddia edilişti. Kitapta ve sonradan yapılan filminde her yıl bir lise sınıfı öğrencileri, kızlı erkekli, ıssız bir adada içlerinden bir kişi sağ kalana kadar savaşmaları anlatılmaktaydı.

Benziyor değil mi gerçekten? Bir ilginç nokta daha mevcut. Ölüm Oyunu - Battle Royale kitabı da bana Stephen King’in The long Walk-Uzun Yürüyüş adlı novellasını hatırlatmaktadır. King’in Richard Bachman müstear adıyla 1979’da yayımladığı kitaptaki konu şöyledir: Amerika Birleşik Devletlerinde belirsiz bir gelecekteki bir distopik ortamda, her yıl 100 adet genç delikanlı milli spor olan Uzun Yürüyüş’e katılmaktadır. Yarışın bir galibi olacaktır. Bu kimse ömrü boyunca bir eli yağda, bir eli balda, müreffeh bin hayat sürecektir. Yalnız kurallar çok katıdır. Yürüme hızı saatte altı kilometrenin altına düşmeyecek, belirli ihtiyaç molalarının süresi otuz saniyeyi geçmeyecektir. Buna uymayanlar, bikin düşenler yürüyüşçüler onlara refakat eden askerler tarafından vulup öldürülmektedir. On altı yaşındaki Raymond Garraty romanın başkahramanıdır. Bu kanlı yarışı o kazanacaktır.

Bence bu üç kitap bir esin merdivenin üç basamağıdır. King-Takami-Collins basamakları. Çok ilginçtir. Garraty, Shuya-Noriko ve Katniss, üç öykünün başkahramanları on altı yaşındadır.



Bilim kurgunun en gözde konusu: Zamanda Yolculuk
H.G. Wells’in Zaman Makinesi adlı kitabından 1960 yılında yapılan filmi görmüştüm yıllar önce. Rod Taylor, H. George Wells rolünü canlandırmaktaydı. Burada George 1900 başlarında her nasılsa bir zaman makinesi inşa etmişti. Çalışma prensibi belli değildi. Bayağı mekanik görünümlüydü çağına uygun olarak. Makinenin takvim kısmına istediğin tarihi yazıyor ve aleti çalıştırarak oraya gidiveriyordun. Alaattin’in sihirli lambasından çok farklı değildi yani. Neredeyse yarım yüzyıl sonra yapılan bir film de benzer yöntem kullanacaktı. Kelebek Etkisi - Butterfly Effect (2004) adlı filmde de genç bir adam tuhaf olaylar yaşadığı çocukluğunda tuttuğu bir defterdeki satırları okuyarak geçmişe gidiyor ve orada bazı şeyleri düzene sokmaya çalışıyordu. Kendi çocukluğu ve yetişkin hali (doubleganger – farklı uzay ikizi) aynı zaman frekansında bir arada bulunuyor ve bu bir sorun yaratmıyordu.  Aynı yolculuğu defalarca yineliyordu. Masalvarilik aşılamıyordu.

Zamanda yolculuk temalarını işleyen Zaman Tozları (2011) ve Gizemli Evren - Zaman Tozları 2 (2012) kitaplarımı yazarken bu bilinçle her kelimemi elden geldiğince süzgeçten geçirmekteydim.

Peki zamanda yolculuk gelecekte bir şekilde mümkün olacak mıdır? Zamanın kendi akışını korumakta direneceğini varsaydığımızda ne geleceğe, ne de geçmişe yolculuk yapabiliriz. Geçmişteki birini kurtarmak bir yana oraya varlığımızı eklemlememiz bile sorun olacaktır. O halde zamanda yolculuk işi asla başarılamayacaktır. Eğer böyle bir engel yoksa mazide ve geçmişte her şeye müdahale edebileceksek, enerjinin sakımı bir yana sebep sonuç ilişkisi bile yerinden oynar. İnanılmaz bir kaos oluşur. Gerçeklik dediğimiz harmonik akış kendini iptal bile edebilir. O halde paradokslar aşılmazdır.

‘Zamanda yolculuk hoş bir hayaldi, hayal olarak kalacaktır’ diyemiyoruz. Çünkü bu yolculukları hayal etmeye teşneyiz. ‘Allah kuluna nasip etmeyeceği bir şeyi vehmettirmez’ denir. Sözlü ve yazılı külliyatımızda Tayyi Mekân ve Tayyi Zaman bazlı mesellerimiz bayağı fazladır.  Aynı anda çeşitli yerlerde görünen kutlu kişilerin kerametlerinden söz edilir. Ben bu alanda zihin parlatan bir teorik fizikçi değilim, fizik formül ve matematik denklemlerin diliyle terennümüm sınırlıdır.  Laf denklem taşımaz ayrıca. Günlük ağızla sözcük parlatınca da yazılanların masala evrilme tehlikesi mevcut. Biz bilim kurgu yazarları yine de paradoksları paspas yaparak sezgilerimizin yoluna devam edeceğiz. Ana yoldan azıcık sapacak ve ilham ufukları sonsuza odaklı öyküler çatmaya devam edeceğiz.

Zaman Tozları serisinin ilk kitabında zaman hakkında şöyle bir diyalog yazmıştım. İlk paragraf katı teknik anlatım için çok uygun bir örnektir :

  “Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır. Zaman olayının enerji alanlarına bağlı titreşimsel bir ritmin yansıması olduğunu unutmayalım. Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle eşzamanlı ve hareketli hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum. Dev elektromanyetik düzeneklerce yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler. Philadelphia deneyi böyle bir şeydi sanırım.”
  “Zaman dördüncü boyut olduğu için mi maddeyi, yani üç boyutu böyle etkiliyor?” dedi Osman. Hocanın akıl yürütmesinin sonucundan korkmaya başlamıştı. Metin’in neden olması muhtemel kaosun kaosun sınırları hızla genişlemekteydi.
  “Aslında zamanın dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda sahne gözlerimizin önünde açılıyor.” Dedi Hoca. “Katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız her şey, tüm binalar, bu dükkân, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan,içine alan ‘Geçmiş-Şimdi-Gelecek’ dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.”
  “Rüyalarda ulaştığımız gerçeklik.” Dedi Terra Fuat içini çekerek.

Evrenin belleği, levh-i mahfuz, Akaşik kayıtlar, bu kayıtlara göz atmanın, kayıtları etkilemek anlamına geleceğini kuantum fiziğinin temel ilkelerinden biliyoruz. Yani birinin siciline göz atmak dahi o sicilin içeriğini etkileyecektir. Evren Google’ı sürekli yapılan bozulan, belleğimizin içini bulandıran karmaşık bir yapıda olacaktır sanırım. Azınlık Raporu - Minorty Report (2002) filminin kurgusundaki en arızalı yer de bu noktaydı. Kişiler henüz işlemediği suç nedeniyle tutuklanıyorlardı. Eylemden son anda vazgeçmek ihtimali gözardı edildiği için bu yöntemi kullanımdan kaldırmak gerekiyordu.

Paralel evrenler zaman yolculuğu yapanların geri dönebilmesi için bir garanti gibi görünmekte. Sayısız mazilerden ya da geleceklerden birinde yediğimiz bir halt nedeniyle bir yere hapis kalma, diğer uzay ikizimizle hemhal olma veya iptal edilme sorununu bir nebze çözüyor gibiyiz.

Gene Zaman Tozları kitabıma dönelim.

“Emin değilim tabii, ama…” dedi Keten Hoca. “Bence yarattığı zaman anaforları paralel evrenler arası geçişliliği artırıyor. Buzkırıcı bir gemi gibi. Yüzen birinin hemen ardından yüzmek gibi ya da. Zaman çaldığı falan yok yani. Kulvar değiştirmek için kullanıyor Metin gibileri. Bu bir tahmin. Asla kendi geçmişime gitmemeliyim demek ki. Paralel geçmişlerden birinde bir şeyi değiştirdiğimizde gelecekte bir etkisi olur. Kelebek ya da ejderha etkisi, ama ben kendi değişmemiş geleceğimi yaşarım yolculuktan dönünce. Bu ne işe yarar? Belki his olarak daha çok. Paralel beş ayrı evrende, beş ayrı gelecekte, beş ayrı erkekle evlenmiş ve rengarenk çocuklar doğurmuş bir kadını hayal edin. Bu çocuklardan birini severken dördünü de sezgisel olarak hissedecektir.”

Gizemli Evren (Zaman Tozları 2) ‘de kadın başkahraman diğer uzaydaki ikiziyle karşılaşır:

Belga ikizini kapının ağzında görünce dizlerinin kesildiğini hissetti. Bu anın o kadar hayalini o kadar kurmasına rağmen karnında buz küpçüğü üreten minik bir makine çalışmaya başlamıştı.
  “Euzu billahi mineş şeytanir racim...”
 İkizinin onu görünce şeytan tarafından çarpıldığını sanması komiğine gitmişti. Bu kendini daha hızlı toparlamasına neden oldu. Eğer kız paniğe kapılır kaçarsa bir daha hiç buluşamayabilirlerdi. Sağa sola durumu anlatır ve adresi verirse iş kimbilir nerelere varırdı.
  “Korkma. Gel içeri. Sana her şeyi anlatıcam.”
  “Adresini annem verdi.”
  Belga’nın gözleri doldu ve “Anladım. Gel içeri.”
  Diğer Belga karar veremiyordu. Eğer arada annelerinin manevi varlığı aracı olmasaydı merdivenlerden deli gibi iner giderdi belki. Bir de kıyafetleri farklıydı Allahtan. Pantolonlar benziyordu, ama kazaklar ve ayakkabılar başkaydı. Tıpa tıp aynı şeyleri giymiş olsalardı kız şimdi çoktan dış kapıyı boylamış olurdu. Belga sıfırdan gardrop düzerken eski kıyafetlerini kısmen kopyalamıştı neyse ki.
  “Adın ne senin?”
  Belga o an minik bir yalan söylemeyi akıl etti. “Biz aslında ikizmişiz. Beni doğduktan iki ay sonra evlatlık vermişler. Bizden de saklamışlar.”
  Dramı abartılı, uçuk dizi muhabbeti kızı etkilemişti. Cinler ve şeytan tarafından çarpılmadığını düşünmeye başlayınca rahatlamıştı. “Demek... Adın ne peki?
  “Belgin.”
  “Adımız da benziyor?”
  Tanrı kimseye kolay kolay saftirikliğini böyle yansımalı görme şansı vermezdi. Diğer Belga bu izahata inanmaya ne kadar teşneydi.
  “Orda mı durucan?”
  “Telefonumu nasıl buldun peki?”
  Karşısında duran kendiydi. Bu şok halinde bile kafası hızlı çalışıyordu. Belga şimdi şiştik diye düşünürken aklına bir fikir üflendi adeta. Facebook. Bir ara facebook’a çok takılırdı. Facebook adı Belg Tuncay’dı. Adından A’yı atınca Belçikalı anlamını kazandığını sonradan birisi anlatmıştı.
  “Facebook’tan”

  Ve diğer uzaydaki ikizle karşılaşmanın çok tekinsiz bir bedeli vardır.

 “Tek vücut olacağız. Korkma.” Dedi. Sesi bayağı peltek çıkmıştı.
  İkizinin yüzü sapsarı olmuştu. Belga da midesinin bulandığını hissediyordu. Düşünceleri kıpır kıpır olmasına rağmen dili ağırlaşmıştı. Gözlerini yumdu ve açtı. Görüşü birden inanılmaz derecede bozulmuştu. İkizi biribirine yapışmış olan kolları hariç sanki şeffaflaşmış gibiydi. Ona bakınca hem odayı, hem de başka mekânları görüyordu. Farklı yerler önünden hızla geçen tren vagonları gibiydi. Sırayla görüş alanına giriyor ve çıkıyordu. Çocukluğu, mahalle oyunları, ilk okul sıraları, genç kızlık, annesinin ölümü, sıkıntılı yıllar. Hepsi bildiği tanıdığı şeylerdi. Öyle hızlı değişiyorlardı ki, birine bakıp dalmaya zaman bulamıyordu. Bu arada dudakları kıpır kıpırdı, ama ne söylüyor olabileceği üzerine tek bir fikri bile yoktu. Kulakları katmanlı bir uğultuyla doluydu, ama tek bir kelimesi bile anlamlı değildi. Uğultuda tanıdık bir ses, ya da melodi de hak getireydi. Duyguları da deforme olmuştu. Korku zihninde güç bela ayrımsadığı bir düşünce olarak durmaktaydı...”

Ben şahsen hayal edilebilen hiçbir şeyin imkânsızlığına inanmam. Yapılması zaman alır sadece. İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik evrende zaman atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse ıssız otlaklarda başka atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum. O mutena atların nal sesleri duyulana dek dünya saatlerine ve hayal kurgularına talim edeceğiz.

Yakın geleceğin ekoları
Zamanımızda küreselleşen dünyada teknoloji giderek hayatlarımıza daha derinden nüfuz ediyor. Kadınlar eskisine nazaran bu etkiye daha açıklar. Ellili yıllarda yapılan bilim kurgu filmlerindeki füturistik aparatları bugün günlük hayatımızda beraberce kullanıyoruz. Gıdalardaki GDO, cep telefonlarının radyasyon, balıktaki, duş jellerindeki ağır metaller, tavuktaki antibiyotik, etteki hormon günlük konular arasında. Kuantum fiziğinin temel taşları 1900 başlarında döşendi. Aradan geçen zamanda her yerde kullandığımız bir teknolojiye dönüştü. Nanoteknoloji şu anda 3. Devresinde. 2020lerden itibaren 4. Devreye gireceğiz.

Dahası var. Transhuman kapımızı çalıyor. Beyinlerimizin dijitalleştirilmesi çok ciddi bir proje olarak şu anda yürütülüyor. Google firması da bu tür çalışmaları destekliyor. Terminatör filmlerindeki metal gövdeli andoroid bedenler pekâlâ elli yıl kadar yakınımızda olabilir. Tüm anılarımızı hard disklere yüklemeyi başarabileceğimiz anlar da öyle.

Üçüncü milenyuma girerken kayda değer dört bilim kurgu filmi yapıldı. Bunlar adeta birbirleriyle yarışırcasına aynı temayı işlemekteydi: Algıların farkı belirlemede yaya kaldığı alternatif gerçeklik. The Dark City- Karanlık Şehir (1998), The Thirteenth Floor – 13. Kat(1999), ExistenZ – Varoluş (1999) ve Matrix(1999). Beyinlerimiz bir kez dijitalleştiğinde medeniyet telakkimiz, yaşamlarımız yoluna bu aşamadan devam edecek. Şu anda medya aracılığıyla yaratılan genel algı oluşturulması, programlanmış gerçekliğe dönüşecek. Neyin gerçek, neyin sanal olduğunun fazla önemi kalmayacak. Kadın ya da erkek olmak da fark etmeyecek. Bir varoluş şeklini tercih etmemiz bile sıradan bir seçim haline gelecek.

Hangi teknolojik seviyede olursak olalım bazı şeyler değişmeyecek. İnsanlar ve ondan türeyen tekno-türler merhametli olanı, İz Sürücü filmindeki o eşsiz Oda’yı, vicdan hassasiyetini, hakikati ve hakkaniyeti tercih etmeye devam edecek. Çatışma, ‘Güneşin altında değişik bir şey yoktur’ sözünü doğrularcasına binlerce yıl önce ve şimdi olduğu gibi bunu istiyenlerle  karşıtları arasında olacak.


                                                 -----------------------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder