Bilimkurgu ve Kadın
Hayalgücünün
Tekno-İmkân Kredisi olarak Bilim Kurgu
Bilim
kurgu denince benim aklıma öncelikle Jules Verne’nin eserleri gelir önce.
Denizler Altında 20.000 fersah, Ay’a Seyahat , 500 Milyonluk Miras, Arzın Merkezine
Seyahat, çocukluğumun unutulmaz bilim kurgu kitaplarıdır. Geriye doğru
bakıldığında Homeros’un İlyada’sında anlatılan topuğundaki bir nokta hariç
kılıç ve ok işlemeyen Aşil bir androidi, Gülliver’in seyahatlerinde minik
insanlar ve devler genetik manüpilasyonu, boyutlar arası yolculuğu ve 1001 Gece
masalları’ndaki uçan halılar anti-gravity, yerçekimini yenmiş bir teknolojiyi çağrıştırmaz mı? Alaattin’in
sihirli lambasının marifetlerine kuantum fiziği gözüyle bakarsak hiç
yadırgamayız. Ali Baba ve Kırk Haramiler öyküsünde ‘Açıl susam açıl’ komutuyla
açılan sihirli kapı bugünün en yeni teknolojisi gözüyle çok sıradan bir çalışma
sistemine sahiptir.
Hayal gücü böyle bir şeydir. İleriye doğru
hareket eder gelecekten doneler toplar ve zihnimizde öykü şeklinde tortulanır.
Teknolojik gelişmelere tanık olmak bu süreci tetikler ve uyarlar.
Örneğin
Jules Verne, Denizler Altında 20.000 Fersah’ adlı eserininin ilhamını Amerika
ile Avrupa arasında okyanusa telefon kablosu döşeyen dalgıçlardan, 1800 yılında
Robert Fulton’un icat ettiği Natilius adlı denizaltıdan almış ve romanının kahramanı
Kaptan Nemo’nun denizaltısına aynı ismi vermiştir.
19. Yüzyılda Jules Verne, Frankenstein’ın
yaratıcısı Mary Shelley, bu türe giren öyküleri olan E. A. Poe, Zaman Makinesi
ve Dünyalar Savaşı romanlarının yazarı H. G. Wells bu türün temelini attı.
Amazing Stories ve Astounding Science
Fiction Dergileri
20. Yüzyıl başında Lüksemburg kökenli ABD’li
mucit ve yazar Hugo Gernsback Amazing Stories adlı bir dergi çıkardı. Bu dergi
bir yazar kuşağı doğurdu. Astounding Science Fiction Dergisi, 1930 sonlarında
özellikle John W. Campbell’in editörlüğe gelmesiyle dergi çevresindeki
aralarında İsaac Asimow, Damon Knight, Frederik Pohl’un bulunduğu yazar kitlesi
oluştu. Bu çok bereketli dönemin diğer yazarları arasında Robert A. Heinlein,
Arthur C. Clarke, A. E. van Voght ve Stanislaw Lem bulunmaktadır. Bilim
kurgunun altın çağına damgalarını basmışlardır. Ray Bradbury, Ursula K. le Guin, Frank
Herbert, Larry Niven, Philip K. Dick de
bu altın çağın gözde yazarlarıdır.
Bilim Kurgu edebiyatı
eril karakterli midir?
Genel
olarak dünya edebiyatında okuru ve yazarı olarak kadınların çok ciddi bir
ağırlığı vardır. Bilim Kurgu tarzında yazılmış öykü ve romanlara bir göz
atıldığında ise erkek yazarların yine
erkek ağırlıklı okura hitap ettiği açıkça görülür. Bu öykülerden hareketle
yapılmış film ve dizilerde de hedeflenen kitle aynıdır. Çünkü ister öykü, ister
film olsun hemen hepsi çizgi roman geleneğinin uzantısıdır. Çizgi romanlar genelde
erkek çocuklar ve delikanlıların hayallerine serüven tozları dolduran medyum
işlevi görmektedir. Bu romanların çoğunda yer alan kadın figürleri aşırı
seksilikleri ve fiziklerinin abartılı güzelliğiyle görsel ikon olurlar. Zeki,
baskın karakterli, kurgunun temel zembereği olana, anaç kadına bu tür
kurgularda nadiren rastlanır. Son otuz yılda roman ve filmlerde kadının
ağırlığı belli bir ölçüde artmıştır. Dünyayı kurtaran kahraman kadınlarımız vardır
artık. Bunlar bir ölçüde erkek gibi davransalar da hemcinslerine rol modeli oluşturmaktadır.
Kadının
ve erkeğin hassasiyet alanları değişiktir. Kadın örneğin; isterse yapabileceği
halde tercih etmediği için genellikle matematikçi ve şair olmaz. Bilim kurgu
yazarı da olmaz. Bu metinde ismi geçen ünlü kadın bilim kurgu yazarlarının
sayısı bir elin parmak sayısını geçmez.
Bu durum yakın gelecekte değişecek ve sanıyorum kadın bilim kurgu yazarlarının
sayısı artacaktır. Distopik kurgu
alanında özellikle.
Bilim
kurguda baskın eril eğilimi ve bunun istisnalarını göstermek için şu ana kadar kitleleri
etkilemiş bazı filmleri örnek olarak alacağım. Kitap yerine filmleri seçmemin
nedeni görsel bilgiyi tercih eden en genç kesime de seslenebilmektedir. Kaldı
ki, bahsini edeceğim filmler ünlü bilim kurgu yazarlarının çok tanınmış
eserlerinden sahneye aktarılmıştır.
2001 A Space
Odyssey – Uzay Macerası (1968)
Ünlü
bilim kurgu yazarı A. C. Clarke’ın Sentinel- Nöbetçi adlı öyküsünden hareketle ünlü
yönetmen Stanley Kubrick tarafından yapılmış bir filmdir. Uzay Macerası adıyla
memleketimizde gösterilmiştir. 2001 Uzay Macerası şu anda dünya çapında kült
statüsüne sahip bir filmdir. Görsel oskar alan film 1991 yılında ABD kongre
kütüphanesi tarafından Ulusal Film Kayıtdefteri’ne eklendi.
Dünyadışı
zeki varlıklar çok eski zamanda Ay yüzeyine bir verici bırakmışlardır. İnsanlık
teknolojik gelişmesinin sonucunda Ay’a seyahat edebilince bu verici tetiklenir
ve Jüpiter gezegeninin arka tarafına bir sinyal yollar. Bu sinyalin nereye
gönderildiğini araştırmak için on sekiz ay sonra dünyadan Discovery One adlı bir
uzay gemisi yola çıkar. Süper bilgisayar HAL 9000 gemiye kumanda etmektedir. Bu
yapay zeka hedef yaklaşılırken programlanan plandan saparak astronotları öldürmeye
başlar. Kurtulan yegane astronot Dave, HAL 9000’i devre dışı bırakır ve geminin
kontrolünü ele geçirir. Sonunda Dave, Jüpiter’in yakınlarında bu dünyadışı zeka
ile karşılaşacak ve esaslı bir değişime uğrayacaktır. Film boyunca gördüğümüz
kadın oyuncuların rolleri birkaç dakikadan uzun değildir. Film baştan aşağıya bir
erkek astronotun macerasıdır.
Solyaris - 1972
Solaris,
Polonyalı ünlü bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem’in 1961’de basılmış çok
tanınmış romanından Andrei Tarkovski tarafından 1972’de filme çekilmiştir. 1968’de
ve 2002’de iki kez daha filme çekilmiştir. En iyisi Tarkovski yapımıdır.
Filmde
dünyadan ulaşılabilecek yakınlıkta olan bir gezegen olan Solyaris’den söz
edilir. Bu gezegenin okyanusu çok büyük, gelişkin dev bir zekadır. Oraya
yollanan ve yörüngedeki istasyonda kalan astronotlar bu zeka ile iletişim
halindedirler. Solaris bir bilimdir artık dünyada. Üzerine ciltler dolusu eser
yazılmıştır. Film psikolog Chris Kelvin’in son zamanlarda beliren bazı
gariplikleri araştırması için Solaris’e yollanmasıyla başlar. Üç astronottan
biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar, testler zeka sahibi
olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu
da yetmiyormuş gibi on yıl önce intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya,
Chris Kelvin’in ziyaretine gelir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski
sevgilisine benzemektedir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için
ölmesi, fiziki zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri,
konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Bedeni nötronlardan
yapılmıştır. Dahası kadın kendinle ilgili her şeyi her şeyi Kelvin’in kadını
hatırladığı kadar hatırlamaktadır. Kelvin kendisiyle ilgili neyi hatırlıyorsa o
kadarını bilmektedir.
Filmin
sonlarına doğru Rheya kendi isteğiyle yapıbozuma uğratılmayı kabul eder. Bunu
Kelvin’e belli etmeden yapar. Kadının son intiharını gerçekleştikten sonra
Kelvin okyanusun yetkin olmayışı özsel niteliği olan süper bir güç olabileceğini
düşünür. Tümü kavramada ve zihin gücünde
sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran
şeyler yapan, saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir
yaratıcı hayal eder. Son sahnede bir helikopter yardımıyla Chris Kelvin
okyanusun üzerindeki adacıklardan birine iner. Şimdi ne olacaktır? Ölü karısı Rheya geri mi gelecektir? Onu neler
beklemektedir? İnandığı bir şey vardır. Satranç ustaları düzeninin sarsıldığı
çağdır hâla. Mucizeler çağı henüz geçmemiştir.
Usta
yazar Stanislaw Lem’in başta Solaris
olmak üzere bütün romanlarını okumanızı hararetle tavsiye ediyorum.
Stalker
– İz Sürücü (1979)
“Dünya çok sıkıcı bir yer oldu. Telepati yok.
UFO yok. Orta Çağ daha ilginçti. Her evde ruh vardı, kilisede de tanrı.”
Stalker filminin hemen
başında ünlü bir yazarı canlandıran oyuncu (Anatoli Solonitsyn) böyle der. Ünlü yazar ve bir fizik profesörü (Nikolai Grinko) ile birlikte girilmesi
yasak olan ‘Zone’ bölgesini görmek istemektedir. Onları bu yasak bölgeye
gizlice sokacak olan kimse Stalker’dır(Alexander Kaidanovski). Film bu üç erkek karakter etrafında
şekillenir.
Stalker, Arkadi ve Boris Strugatski‘nin 1972
tarihli Roadside Picnic adlı kitabından Stalker başlığıyla Andrei Tarkovski tarafından 1979’da
filme uyarlandı. Kitap 90′larda Türkiye’de Uzayda Piknik adıyla Sarmal Yayınevi
tarafından yayınlanmıştı.
Askerlerin sınırını koruduğu Yasak Bölge’ye
ulaştıktan sonra Oda’ya yolculuk en kısa yoldan değil, Stalker’in gösterdiği
dolambaçlı yollardan olur. Sorun geometrik değildir. Düz ve en kısa görünen yol
en doğru ve tehlikesiz olan yol değildir. Çeşitli zorluklardan geçildikten
sonra Oda’nın önüne kadar gelinir. Yol boyunca bir sürü ahkam kesmiş olan Yazar
ve Profesör odaya girme cesaretlerini kendilerinde bulamazlar. Çünkü Oda’da
sözle dile getirilen değil, gönlün derinlerinde duran, acılarlarla serpilen, en
güçlü istekler gerçek olmaktadır. Oda’nın hemen önünde iki ziyaretçinin ahlâki
zaafları ortaya çıkar. Profesör, Oda’yı, kötü niyetliler girmesin diye yok
etmek üzere gelmiştir. Yazar ise kendisiyle karşılaşma, en derin acılarıyla
yüzleşme cesaretine sahip değildir. Biri tanınmış yazar, diğeri de ünlü bir
fizikçi olmasına rağmen ne entelektüel donanımları, ne kendilerine güvenleri,
ne de fıtri kapasiteleri buna yeterli değildir. Kemale erme yeri, fenafillah
aşaması bir adım ötelerinde bulunduğu halde içeri girmeye cesaret
edememişlerdir.
Yasak Bölge ve Oda tutunacak ancak şu dünyada
tutunacak dalını yitirmiş kimseler için bir umuttur. Bölge denilen yer insanın
kurtuluşu sevgi ve özveride gördüğü bir bölgedir. İnsan burası dışında her
yerde hapistir. Zone denilen yer yamultulmuş kodlarla şekillenmiş sahte hayatla
çevrilmiş minicik bir adadır. Bencillikten diğerkâmlığa yolculuğu başaramayan
birinin Oda’da onu mutlu edecek bir dilekte bulunması mümkün değildir.
Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman adlı
kitabında Stalker filmiyle ilgili şunları söyler:
Bu
filmde Bölge’ye giren insanların hedefinin aslında en gizli isteklerinin yerine
getirildiği bir oda olduğunu hatırlatmak isterim. Stalker bir ara bölgenin
garip topraklarından geçerken yazara ve bilgine bir zamanlar gerçekten yaşamış
efsanevi Dikoobras’ın öyküsünü anlatır. Dikoobras, bu özlem diyarına ölümüne
neden olduğu kardeşinin yeniden hayata döndürülmesi ricasıyla gelmiş, o odadan
çıkıp evine döndüğünde zenginlikten başka hiçbir şey bulamamıştır. Zira Bölge
onun gerçek, en gizli isteğini yerine getirmiştir. İstemesinin iyi olacağını
düşündüğü şeyi değil.
Stalker’da
belki de ilk defa, insanın ve ruhunun beslendiği o çok önemli olumlu değeri
açık ve net bir biçimde ele alma zorunluluğunu duydum. Stalker’ın karısı üçünün
mola verdiği meyhaneye geldiğinde yazar ve bilim adamı gizemli ve anlaşılmaz
bir fenomenle karşı karşıya kalırlar. Karşılarında kocasının sürdüğü hayat ve
doğruduğu sakat çocuk yüzünden çok acı çekmiş olmasına rağmen kocasını ilk
gençlik günlerinin aşkı ve fedakarlığıyla seven bir kadın durmaktadır. Bu aşk
ve bağlılık çağdaş dünyanın inançsızlığına, sinikliğine ve boşluğuna karşı
çıkartılabilecek son mucizedir. Ve sonunda yazar ve bilim adamı da modern
dünyanın bir kurbanı olurlar.
Her
birimizin içinde olan o özgün insanilik ve ebedilik üzerine düşünmeyi teşvik
etmeyi görevim sayıyorum. Ne yazık ki, bu sonsuzluk ve öz, insanın kendi
yazgısını kendi elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Bir takım
aldatıcı idealler peşinde koşulması yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın
varlığını inşa ettiği ufacık bir kırıntı kalıyor; Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı
insan ruhunda, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam
katabilir.
Andrey Tarkovski –
Mühürlenmiş Zaman – AFA yayınları – 1986
İz Sürücü karakter için Bölge insanlığın son
umududur. Onu yok etmek insanlığı da uçurumunda yalnız ve umutsuz bırakmak
demektir. “Artık kimse oraya gitmek istemeyecek, artık kimse inanmıyor” diyerek
ağlayan Stalker’a, kendisini aşkla seven karısı “Götürecek kimse bulamazsan
beni götür” diye şevkatle ve sevgiyle cevap verir. Stalker, karısına ” Ya sende
de işe yaramazsa?” diye cevap verir. Safiyane sevgiden yoksun, sıkıcı, tekdüze
ve merhametsiz insan yaşamına eklemlenmiş olan en harika sanal gerçekliğini
sonlandıracağından endişe etmektedir.
Film Stalker’ın mutant kız çocuğunun
telekinetik yeteneğini kullanarak masanın üzerindeki nesneleri zihin gücüyle
hareket ettirmesiyle son bulur. Eduard Artemyev’in filmin
tinsel dokusunu yoğunlaştıran müziği sona ermiş, Beethoven’in 9. Senfonisi
çalmaya başlamıştır. Mucize sergileyen en son sahnede acaba niye bu müzik
kullanıldı diye düşünürken aklıma Mikhail Bakunin’in ‘Everything
will pass, and the world will perish but the Ninth Symphony will remain’ *
sözleri geldi. Kelvin’in Solaris filminin en son sahnesinde babasının dizlerine
kapanma sahnesini düşündüm. Her şey yıkılıp gidecek, ama sevme yeteneği denen
mucize baki kalacaktı.
*Her
şey geçip gidecek, dünya mahvolacak, ama 9. Senfoni baki kalacak.
The Thing – Şey (1982)
Şey
filmi John Carpenter’ın bir başyapıtıdır. Christian Nyby’ın 1951 yapımı olan
The Thing From Another World’un yeniden yapımıdır. John W. Cambell’in ‘Who goes
there’ adlı romanından filme çekilmiştir.
Antartika’daki
bir araştırma üssündeki kimseler binlerce yıl önce dünyaya gelmiş, buzların
altında kalmış ve sonra tekrar hayata dönmüş, şekil değiştirerek istediği her
kılığa girebilen uzaylı bir yaratık
bulurlar. Artık herkes bir diğerinden şüphe etmektedir. Film benzeri çok az
bulunan bir gerilim harikasıdır.
Filmdeki
tek kadın oyuncu satranç bilgisayarını seslendiren yönetmen Carpenter’ın
sonradan karısı olan Adrienne Barbeau’dur.
Blade Runner – Bıçak
Sırtı (1982)
Bıçak
Sırtı adlı film bilim kurgu türünün en önde gelen filmlerinden biridir. Philip
K. Dick’in ‘Androidler elektrikli koyun düşler mi?’ adlı romanından ünlü
yönetmen Ridley Scott tarafından filme çekilmiştir.
Hikaye
2019 yılında Los Angeles’de geçer. Blade Runner adlı polis biriminin üyesi olan
başkahramanımız Rick Deckard’a dünya dışındaki kolonilerden birinden kaçarak
dünyaya gelmiş olan androidleri, insan benzeri robotları öldürme görevi
verilir. İnsandan ayırd edilmesi çok zor olan üç kadın iki erkek robotla
cebelleşen kahramanız güç bela bunları safdışı eder, ama sonunda bir robot
kadına aşık olur ve onunla yeni bir geleceğe doğru yola çıkar.
Bu
filmde kadın androidler de erkek androidler kadar dişli ve kolay
altedilmezlerdir. Yalnız enerjisi bitip tükenmeden önce; ‘Siz insanların
aklının almayacağı şeyler gördüm. Orion’un yamaçlarında yanan savaş gemileri,
Tannhauser geçidinin yakınında parıldayan C-ışınlarını seyrettim. Tüm o anlar
kaybolacaklar. Tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölmek zamanı.’ diyen yine de
bir erkek androidtir.
Contact – Mesaj (1997)
Bilim
kurgu kitabı okumayan ve filmlerine de pek rağbet etmeyen bir kadına sıklıkla 1997
yapımı Contact filmini izlemesini tavsiye ederim. Gökbilimci, astrobiyolog Carl
Sagan’ın Türkiye’de Temas başlığıyla romanından hareketle yapılmış kaliteli bir
bilim kurgu filmidir. Mesaj’da ne acımasız terminatörler, ne ışın tabancalı
astronotlar, ne de Alien’deki türden canavarlar vardır. Dünya yabancı bir zeka
tarafından işgal edilmez. Labirentlerinden çıkılamayan sanal bir dünya, insanın
içine daraltı veren distopik bir ortam söz konusu değildir.
Dr.
Ellie Arroway, SETI - Search for Extra Terrestrial Inteligence - araştırmaları yapan bir gökbilimci kadındır.
Amacı radyo teleskopları kullanarak evrendeki yabancı zekalarla iletişime
geçmektir. Bir gece Vega yıldızından gelen bir mesaj alır. Daha da ilginci bu
mesajın içinde bir araç yapım planı bulunmaktadır. Bütün dünyada heyecan
yükselir.
Filmde
ilahiyatçı kahraman olan Palmer Joss bilimin yanı sıra inancın bu meseleye
bakış açısını dile getirir. Arroway ve Joss aynı gerçeğe giden yolda iki ayrı
yöntemle çalışan karakterdir. İnsanın bilmeye ve hakikata olan açlığı,
mutluluğu araması, doksan ortaları dünyasının temel sorunları aralarındaki
diyaloglara malzeme olur. En güzeli, filmde bilim ve inanç, yani Arroway ve
Joss sevgilidirler.
Dünyayı kurtaran
kadınlar:Alien - Yaratık’tan Prometheus’a – 1979-2012
Ridley
Scott’un çektiği bazı bilimkurgu filmlerinin bir özelliği var. Alien- Yaratık (1979)
filmiyle bize 20 yıl hüküm sürecek bir kadın kahraman hediye etti. Sigourney
Weaver’ın canlandırdığı Ripley, Alien ve onu takip eden üç filmde de zekası ve
cesaretiyle dünyayı canavar görünümlü yaratıkların işgalinden kurtardı. On yılı
aşkın uzun bir aradan sonra 2012 filminde gösterime giren Prometheus adlı bilim
kurgu filminde, Ejderha Dövmeli Kız
serisinden tanıdığımız Noomi Repace’in canlandırdığı Elizabeth Shaw dünyayı
kurtaran kadın tacını başına geçirdi. Yeni kurtarıcımız bayan Shaw’ın hayran
kitlesi Prometheus filminin devamını sabırsızlıkla beklemektedir.
TÖHAF yeteneğimiz
hep baki kalsın
Filmler
hayalgücümüzü, hislerimizi etkiliyor. Rüyalarımıza nüfuz ediyor. Moda
anlayışımızı değiştiriyor. Bazı sahneleri bazen ömür boyu gözlerimizin önünden
gitmiyor. Bize ekranda gördüğümüz kadın ve erkeklerin tiplerini beğenmeyi
dayatıyor. Politik tercihlerimizi manipüle ediyor. Film böyle bir şey. On yıl
içinde belki de interaktif sinemalara adım atacağız.
Ama…
Esas film yapımcıları hâlâ biziz. En yetkin filmleri beynimiz çekiyor. Çekiyor,
montajını yapıyor ve gösteriyor. Tam
Özerk HAyal Film, yani TÖHAF
yetimizle. Bir olayı dinlerken, bir roman okurken beynimiz kendi filmini çeker.
Kendi hayal gücümüzle bir anlatıya ya da okuduğumuz öyküyü filme çeviririz. Bir
kitabı tutkuyla okuyan birinin o kitaptan yapılan filmi beğendiğini nadiren
duyarsınız. Ben şu ana kadar okuduğum kitaplardan yapılmış filmlerden hiçbirini
kendi TÖHAF yetimle çektiğimden daha iyi bulmadım.
Bizler
işitsel kültürden hızla görsel kültüre doğru evrilmekteyiz. Bir gün gelir bu
yetimiz körelebilir belki. Umudum TÖHAF’ın bir şekilde varkalacağı ve insanın
algıya kendi damgasını vurmayı istemeye devam edeceğidir.
K2rik ve Gece –
Kadınca Bilim Kurgu Öyküleri
2009
yılında genç yazar arkadaşlarımın, Ozancan ve Gökcan’ın teşvikiyle sitelerinde
başkahramanları kadın olan ve yaşanan serüvenin merkezinde kadınların durduğu altı kısa bilim kurgu öykümü
yayınladık. Edebiyatımızda bir ilkti. Öykülerde kadınlar baş rol oynasa da
metnin bir erkek tarafından ele alındığı
bellidir. Burada amaç kadın okurlara bilim kurgu türünü sevdirmek, okur ve
yazar olarak bu türe katkılarını sağlamak ve erkek yazarlara kadın merkezli
öyküleri model olarak sunmaktı.
Değişik
sitelerde yayınlanan bu dijital seçki aradan geçen zaman ciddi bir okunma
sayısına erişti. Özellikle kadın okurlar tarafından gönderilen yorumlardan
amacımıza bir derece ulaşmış olduğumuzu görmenin mutluluğunu yaşadık. Sonradan
buradaki öyküleri de ekleyerek bir yayımcı arkadaşımla on beş öykülük Arafor
adlı bir kitap oluşturduk. Kitap 2012 yazında okurların beğenisine sunuldu.
Bilim kurgu
türleri
Bilim
kurgu eserlerinde katı ve esnek teknik yaklaşımlar vardır. Hard SF/Katı BK,
katı bilim kurgu eserleri bilimsel verilere sımsıkı bağlı kalır ve gelecek
öngörülerini bunun üzerine inşa ederler. Böylelikle gelecekte meydana gelen
olaylar bir kısım öngörüleri, bilimsel tahminleri doğrularken, yanıldığı yerler de açıklıkla ortaya
çıkar. Larry Niven, A. C. Clarke bu tür
yazarlardır. Aslında bilim insanıdırlar. Metinde teknik verilere, astronomi,
fizik ve kimya formüllerine dayanırlar. Yapıtlarında edebi bir tat mevcut
değildir. Bu nedenle hem bir teknik ayrıntı deposu olmaları hem de edebi bir
lezzete sahip olmamaları nedeniyle kadın okurların pek rağbet etmediği yazarlar
oldular.
Ursula
K. LeGuin, Philip K. Dick ve Ray Bradbury eserlerinde sosyal bilimleri ve politik
bilimleri önde tutan bilim kurgu yazarlarıdır.
Öncekilerine oranla çok daha büyük bir kadın okur kitlesine sahip
olmuşlardır.
George
Orwell’in 1984’ü, Aldoux Huxley’in Brave New World - Cesur Yeni Dünyası, Yevgeni İvanoviç
Zamyatin’in Mıy-Biz’i, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i ve Margraret Atwood’un
The Handmaids Tale - Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanı distopik ortam
romanlarının en tanınmışlarıdır. Atwood’un kitabı seksen ortalarında
basılmıştır. Distopik ortamı feminist bir gözle eleştirdiği eserinde kadın
haklarının tümden elden gittiği bir felaket ortamını tasvir etmiştir.
King-Takami-Collins
basamakları.
En
yeni popüler distopik ortam filmlerinden biri Açlık Oyunları. Amerikalı yazar Suzanne Collins tarafından 2008
yılında yazılan bir gençlik romanından alınmadır. Uzak bir gelecekteki distopik
ortam on altı yaşındaki Katniss Everdeen adlı kızın gözünden anlatılır. Halk
gelişmiş bir şehir olan Capitol tarafından yönetilmektedir. Her yıl dünyanın on
iki mıntıkasından seçilen 12-18 yaş arası bir kız ve erkeğin tek kişi kalana
kadar savaşmaları ve bunun televizyon tarafından yayınlanması anlatılır.
Hunger
Game - Açlık Oyunları yayınlandığında Japon yazar Koushun Takami’nin 1999’da
yayımlanan Battle Royale kitabından esinlendiği iddia edilişti. Kitapta ve
sonradan yapılan filminde her yıl bir lise sınıfı öğrencileri, kızlı erkekli,
ıssız bir adada içlerinden bir kişi sağ kalana kadar savaşmaları
anlatılmaktaydı.
Benziyor
değil mi gerçekten? Bir ilginç nokta daha mevcut. Ölüm Oyunu - Battle Royale
kitabı da bana Stephen King’in The long Walk-Uzun Yürüyüş adlı novellasını
hatırlatmaktadır. King’in Richard Bachman müstear adıyla 1979’da yayımladığı
kitaptaki konu şöyledir: Amerika Birleşik Devletlerinde belirsiz bir
gelecekteki bir distopik ortamda, her yıl 100 adet genç delikanlı milli spor
olan Uzun Yürüyüş’e katılmaktadır. Yarışın bir galibi olacaktır. Bu kimse ömrü
boyunca bir eli yağda, bir eli balda, müreffeh bin hayat sürecektir. Yalnız kurallar
çok katıdır. Yürüme hızı saatte altı kilometrenin altına düşmeyecek, belirli
ihtiyaç molalarının süresi otuz saniyeyi geçmeyecektir. Buna uymayanlar, bikin
düşenler yürüyüşçüler onlara refakat eden askerler tarafından vulup öldürülmektedir.
On altı yaşındaki Raymond Garraty romanın başkahramanıdır. Bu kanlı yarışı o
kazanacaktır.
Bence
bu üç kitap bir esin merdivenin üç basamağıdır. King-Takami-Collins
basamakları. Çok ilginçtir. Garraty, Shuya-Noriko ve Katniss, üç öykünün başkahramanları
on altı yaşındadır.
Bilim kurgunun en
gözde konusu: Zamanda Yolculuk
H.G.
Wells’in Zaman Makinesi adlı kitabından 1960 yılında yapılan filmi görmüştüm
yıllar önce. Rod Taylor, H. George Wells rolünü canlandırmaktaydı. Burada
George 1900 başlarında her nasılsa bir zaman makinesi inşa etmişti. Çalışma
prensibi belli değildi. Bayağı mekanik görünümlüydü çağına uygun olarak.
Makinenin takvim kısmına istediğin tarihi yazıyor ve aleti çalıştırarak oraya
gidiveriyordun. Alaattin’in sihirli lambasından çok farklı değildi yani.
Neredeyse yarım yüzyıl sonra yapılan bir film de benzer yöntem kullanacaktı.
Kelebek Etkisi - Butterfly Effect (2004)
adlı filmde de genç bir adam tuhaf olaylar yaşadığı çocukluğunda tuttuğu bir
defterdeki satırları okuyarak geçmişe gidiyor ve orada bazı şeyleri düzene
sokmaya çalışıyordu. Kendi çocukluğu ve yetişkin hali (doubleganger – farklı uzay ikizi) aynı zaman frekansında bir arada
bulunuyor ve bu bir sorun yaratmıyordu.
Aynı yolculuğu defalarca yineliyordu. Masalvarilik aşılamıyordu.
Zamanda
yolculuk temalarını işleyen Zaman Tozları (2011) ve Gizemli Evren - Zaman
Tozları 2 (2012) kitaplarımı yazarken bu bilinçle her kelimemi elden geldiğince
süzgeçten geçirmekteydim.
Peki
zamanda yolculuk gelecekte bir şekilde mümkün olacak mıdır? Zamanın kendi
akışını korumakta direneceğini varsaydığımızda ne geleceğe, ne de geçmişe
yolculuk yapabiliriz. Geçmişteki birini kurtarmak bir yana oraya varlığımızı
eklemlememiz bile sorun olacaktır. O halde zamanda yolculuk işi asla
başarılamayacaktır. Eğer böyle bir engel yoksa mazide ve geçmişte her şeye
müdahale edebileceksek, enerjinin sakımı bir yana sebep sonuç ilişkisi bile
yerinden oynar. İnanılmaz bir kaos oluşur. Gerçeklik dediğimiz harmonik akış
kendini iptal bile edebilir. O halde paradokslar aşılmazdır.
‘Zamanda
yolculuk hoş bir hayaldi, hayal olarak kalacaktır’ diyemiyoruz. Çünkü bu
yolculukları hayal etmeye teşneyiz. ‘Allah kuluna nasip etmeyeceği bir şeyi
vehmettirmez’ denir. Sözlü ve yazılı külliyatımızda Tayyi Mekân ve Tayyi Zaman
bazlı mesellerimiz bayağı fazladır. Aynı
anda çeşitli yerlerde görünen kutlu kişilerin kerametlerinden söz edilir. Ben
bu alanda zihin parlatan bir teorik fizikçi değilim, fizik formül ve matematik
denklemlerin diliyle terennümüm sınırlıdır.
Laf denklem taşımaz ayrıca. Günlük ağızla sözcük parlatınca da
yazılanların masala evrilme tehlikesi mevcut. Biz bilim kurgu yazarları yine de
paradoksları paspas yaparak sezgilerimizin yoluna devam edeceğiz. Ana yoldan
azıcık sapacak ve ilham ufukları sonsuza odaklı öyküler çatmaya devam edeceğiz.
Zaman
Tozları serisinin ilk kitabında zaman hakkında şöyle bir diyalog yazmıştım. İlk
paragraf katı teknik anlatım için çok uygun bir örnektir :
“Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen
bir akıştır. Zaman olayının enerji alanlarına bağlı titreşimsel bir ritmin
yansıması olduğunu unutmayalım. Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının
uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle
eşzamanlı ve hareketli hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip
çatışabileceğini ifade etmek istiyorum. Dev elektromanyetik düzeneklerce
yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve
uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen
çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler. Philadelphia
deneyi böyle bir şeydi sanırım.”
“Zaman dördüncü boyut olduğu için mi maddeyi,
yani üç boyutu böyle etkiliyor?” dedi Osman. Hocanın akıl yürütmesinin
sonucundan korkmaya başlamıştı. Metin’in neden olması muhtemel kaosun kaosun
sınırları hızla genişlemekteydi.
“Aslında zamanın dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda sahne gözlerimizin önünde açılıyor.” Dedi Hoca. “Katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız her şey, tüm binalar, bu dükkân, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan,içine alan ‘Geçmiş-Şimdi-Gelecek’ dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.”
“Aslında zamanın dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda sahne gözlerimizin önünde açılıyor.” Dedi Hoca. “Katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız her şey, tüm binalar, bu dükkân, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan,içine alan ‘Geçmiş-Şimdi-Gelecek’ dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.”
“Rüyalarda ulaştığımız gerçeklik.” Dedi Terra
Fuat içini çekerek.
Evrenin
belleği, levh-i mahfuz, Akaşik kayıtlar, bu kayıtlara göz atmanın, kayıtları
etkilemek anlamına geleceğini kuantum fiziğinin temel ilkelerinden biliyoruz.
Yani birinin siciline göz atmak dahi o sicilin içeriğini etkileyecektir. Evren
Google’ı sürekli yapılan bozulan, belleğimizin içini bulandıran karmaşık bir
yapıda olacaktır sanırım. Azınlık Raporu - Minorty
Report (2002) filminin kurgusundaki en arızalı yer de bu noktaydı. Kişiler
henüz işlemediği suç nedeniyle tutuklanıyorlardı. Eylemden son anda vazgeçmek
ihtimali gözardı edildiği için bu yöntemi kullanımdan kaldırmak gerekiyordu.
Paralel
evrenler zaman yolculuğu yapanların geri dönebilmesi için bir garanti gibi
görünmekte. Sayısız mazilerden ya da geleceklerden birinde yediğimiz bir halt
nedeniyle bir yere hapis kalma, diğer uzay ikizimizle hemhal olma veya iptal
edilme sorununu bir nebze çözüyor gibiyiz.
Gene
Zaman Tozları kitabıma dönelim.
“Emin değilim tabii, ama…” dedi
Keten Hoca. “Bence yarattığı zaman anaforları paralel evrenler arası
geçişliliği artırıyor. Buzkırıcı bir gemi gibi. Yüzen birinin hemen ardından
yüzmek gibi ya da. Zaman çaldığı falan yok yani. Kulvar değiştirmek için
kullanıyor Metin gibileri. Bu bir tahmin. Asla kendi geçmişime gitmemeliyim
demek ki. Paralel geçmişlerden birinde bir şeyi değiştirdiğimizde gelecekte bir
etkisi olur. Kelebek ya da ejderha etkisi, ama ben kendi değişmemiş geleceğimi
yaşarım yolculuktan dönünce. Bu ne işe yarar? Belki his olarak daha çok.
Paralel beş ayrı evrende, beş ayrı gelecekte, beş ayrı erkekle evlenmiş ve
rengarenk çocuklar doğurmuş bir kadını hayal edin. Bu çocuklardan birini
severken dördünü de sezgisel olarak hissedecektir.”
Gizemli Evren (Zaman Tozları 2) ‘de kadın başkahraman
diğer uzaydaki ikiziyle karşılaşır:
Belga ikizini kapının ağzında
görünce dizlerinin kesildiğini hissetti. Bu anın o kadar hayalini o kadar
kurmasına rağmen karnında buz küpçüğü üreten minik bir makine çalışmaya
başlamıştı.
“Euzu billahi mineş şeytanir racim...”
İkizinin onu görünce şeytan tarafından
çarpıldığını sanması komiğine gitmişti. Bu kendini daha hızlı toparlamasına
neden oldu. Eğer kız paniğe kapılır kaçarsa bir daha hiç buluşamayabilirlerdi.
Sağa sola durumu anlatır ve adresi verirse iş kimbilir nerelere varırdı.
“Korkma. Gel içeri. Sana her şeyi anlatıcam.”
“Adresini annem verdi.”
Belga’nın gözleri doldu ve “Anladım. Gel içeri.”
Diğer Belga karar veremiyordu. Eğer arada annelerinin manevi varlığı
aracı olmasaydı merdivenlerden deli gibi iner giderdi belki. Bir de kıyafetleri
farklıydı Allahtan. Pantolonlar benziyordu, ama kazaklar ve ayakkabılar
başkaydı. Tıpa tıp aynı şeyleri giymiş olsalardı kız şimdi çoktan dış kapıyı
boylamış olurdu. Belga sıfırdan gardrop düzerken eski kıyafetlerini kısmen
kopyalamıştı neyse ki.
“Adın ne senin?”
Belga o an minik bir yalan söylemeyi akıl etti. “Biz aslında ikizmişiz.
Beni doğduktan iki ay sonra evlatlık vermişler. Bizden de saklamışlar.”
Dramı abartılı, uçuk dizi muhabbeti kızı etkilemişti. Cinler ve şeytan
tarafından çarpılmadığını düşünmeye başlayınca rahatlamıştı. “Demek... Adın ne
peki?
“Belgin.”
“Adımız da benziyor?”
Tanrı kimseye kolay kolay saftirikliğini böyle yansımalı görme şansı
vermezdi. Diğer Belga bu izahata inanmaya ne kadar teşneydi.
“Orda mı durucan?”
“Telefonumu nasıl buldun peki?”
Karşısında duran kendiydi. Bu şok halinde bile kafası hızlı çalışıyordu.
Belga şimdi şiştik diye düşünürken aklına bir fikir üflendi adeta. Facebook. Bir ara facebook’a çok
takılırdı. Facebook adı Belg
Tuncay’dı. Adından A’yı atınca Belçikalı anlamını kazandığını sonradan birisi
anlatmıştı.
“Facebook’tan”
Ve diğer uzaydaki ikizle karşılaşmanın çok
tekinsiz bir bedeli vardır.
“Tek vücut olacağız. Korkma.” Dedi. Sesi
bayağı peltek çıkmıştı.
İkizinin yüzü sapsarı olmuştu. Belga da midesinin bulandığını
hissediyordu. Düşünceleri kıpır kıpır olmasına rağmen dili ağırlaşmıştı.
Gözlerini yumdu ve açtı. Görüşü birden inanılmaz derecede bozulmuştu. İkizi
biribirine yapışmış olan kolları hariç sanki şeffaflaşmış gibiydi. Ona bakınca
hem odayı, hem de başka mekânları görüyordu. Farklı yerler önünden hızla geçen
tren vagonları gibiydi. Sırayla görüş alanına giriyor ve çıkıyordu. Çocukluğu,
mahalle oyunları, ilk okul sıraları, genç kızlık, annesinin ölümü, sıkıntılı
yıllar. Hepsi bildiği tanıdığı şeylerdi. Öyle hızlı değişiyorlardı ki, birine
bakıp dalmaya zaman bulamıyordu. Bu arada dudakları kıpır kıpırdı, ama ne
söylüyor olabileceği üzerine tek bir fikri bile yoktu. Kulakları katmanlı bir
uğultuyla doluydu, ama tek bir kelimesi bile anlamlı değildi. Uğultuda tanıdık
bir ses, ya da melodi de hak getireydi. Duyguları da deforme olmuştu. Korku
zihninde güç bela ayrımsadığı bir düşünce olarak durmaktaydı...”
Ben
şahsen hayal edilebilen hiçbir şeyin imkânsızlığına inanmam. Yapılması zaman
alır sadece. İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik evrende zaman
atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse ıssız otlaklarda başka
atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum. O mutena atların nal sesleri duyulana
dek dünya saatlerine ve hayal kurgularına talim edeceğiz.
Yakın geleceğin
ekoları
Zamanımızda
küreselleşen dünyada teknoloji giderek hayatlarımıza daha derinden nüfuz
ediyor. Kadınlar eskisine nazaran bu etkiye daha açıklar. Ellili yıllarda
yapılan bilim kurgu filmlerindeki füturistik aparatları bugün günlük
hayatımızda beraberce kullanıyoruz. Gıdalardaki GDO, cep telefonlarının
radyasyon, balıktaki, duş jellerindeki ağır metaller, tavuktaki antibiyotik,
etteki hormon günlük konular arasında. Kuantum fiziğinin temel taşları 1900
başlarında döşendi. Aradan geçen zamanda her yerde kullandığımız bir
teknolojiye dönüştü. Nanoteknoloji şu anda 3. Devresinde. 2020lerden itibaren
4. Devreye gireceğiz.
Dahası
var. Transhuman kapımızı çalıyor. Beyinlerimizin dijitalleştirilmesi çok ciddi
bir proje olarak şu anda yürütülüyor. Google firması da bu tür çalışmaları
destekliyor. Terminatör filmlerindeki metal gövdeli andoroid bedenler pekâlâ
elli yıl kadar yakınımızda olabilir. Tüm anılarımızı hard disklere yüklemeyi
başarabileceğimiz anlar da öyle.
Üçüncü
milenyuma girerken kayda değer dört bilim kurgu filmi yapıldı. Bunlar adeta
birbirleriyle yarışırcasına aynı temayı işlemekteydi: Algıların farkı
belirlemede yaya kaldığı alternatif gerçeklik. The Dark City- Karanlık Şehir
(1998), The Thirteenth Floor – 13. Kat(1999), ExistenZ – Varoluş (1999) ve
Matrix(1999). Beyinlerimiz bir kez dijitalleştiğinde medeniyet telakkimiz, yaşamlarımız
yoluna bu aşamadan devam edecek. Şu anda medya aracılığıyla yaratılan genel
algı oluşturulması, programlanmış gerçekliğe dönüşecek. Neyin gerçek, neyin
sanal olduğunun fazla önemi kalmayacak. Kadın ya da erkek olmak da fark
etmeyecek. Bir varoluş şeklini tercih etmemiz bile sıradan bir seçim haline
gelecek.
Hangi
teknolojik seviyede olursak olalım bazı şeyler değişmeyecek. İnsanlar ve ondan
türeyen tekno-türler merhametli olanı, İz Sürücü filmindeki o eşsiz Oda’yı, vicdan
hassasiyetini, hakikati ve hakkaniyeti tercih etmeye devam edecek. Çatışma,
‘Güneşin altında değişik bir şey yoktur’ sözünü doğrularcasına binlerce yıl
önce ve şimdi olduğu gibi bunu istiyenlerle
karşıtları arasında olacak.
-----------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder