Vehmin Distopik Çıkmazı
Geçmişi
denetleyen geleceği, şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol eder.
Orwell – 1984
Özgürlük
mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir.
Yevgeni Zamyatin - Miy
İnsan
gerçekliğe ancak onu yeniden yaratarak tahammül edebilir.
Esaret ve
serbestlik çoğu kez hafızanın oyunudur.
Köle ile
Kul arasında elmastan yapılmış ve saç teli kalınlığında bir duvar
bulunmaktadır.
Yazi Meyyın
İkiz Tepeler
İki tepe ve aralarında yemyeşil ormanlarla
kaplı bir vadi hayal edin. Birinci tepenin üstünde yaşayan ahalinin oluşturduğu
sistem bireylerin tek tek mutluluğunu inşa etmeye soyunmuş olsun. Bunu kolektifçi zihniyetle, müksüzleştirerek,
mükemmel bir işbölümü, tıkır tıkır çalışan gönüllülük düzeniyle ve herkesi eşit
kılmaya çalışarak yapabileceği gibi, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya
kitabında olduğu üzere sınıfların varlığını memnuniyetle kabul ettirerek,
insanları sanrı verici, kaygılardan uzaklaştırıcı ilaçların yardımıyla bilim ve
sanattan azade bir şekilde hayal âleminde yaşattığı bir ortamla yapsın. Sonuç
kaçınılmaz olarak er ya da geç aşağı kayıp hızla o vadiden geçip karşı tepenin
üstündeki diğer sisteme taşınmaktır. İkinci tepeyi anlatmaya başlamadan önce
ünlü Matrix (1999) filminin bir sahnesindeki Ajan Smith’in, Neo’ya söylediği
şeyleri hatırlayalım.
‘Birinci Matrix’in, içinde kimsenin acı
çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel ve insani bir dünya olarak
tasarımlandığını biliyor muydun?’
Tanınmış
İngiliz felsefeci John Gray Matrix filmi üzerine kaleme aldığı denemesinde
şunları söyler:
‘Ananevi
şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için video
kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı
bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak.
Çevreye kafayı takmamak için de MP3.
Aslında
gerçekliğin, problemlerimizin çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur.
Matrix filminin bir mesajı varsa teknolojinin sihir olmadığıdır. Filmin konusu
daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzuların en gelişmiş
teknolojiyle kaçtığı rotadır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez.’
İkinci
tepede de Yevgeni Zamyatin’in aşırı ‘Biz’leştirilmiş toplumu ya da George
Orwell’ın 1984’ündeki gibi bir ortam yaratılmış olsun. ‘Biz’ de ortak
amaçlar ve tek doğru var. Bunun dışına çıkan ve bir gelecek hayali olan hain.
Teknoloji ve bürokrasi cenderesi tarafından sıkıştırılmış bir toplum. Cinsellik
kararlaştırılmış saatlerde birlikte yaşanıyor. Sözümüze 1984 ile devam
edelim. ‘Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Bilgisizlik kuvvettir’
sloganlarıyla kurulmuş bir düzen. Tek partinin mutlak hükümranlığı söz konusu.
Çift taraflı televizyonlar. Her saniye gözetlenme. Uykusuzluk. Düşsüzlük.
Sürekli savaşma atmosferinin neden olduğu manevi harabiyat. Dağarcıklardaki
kelimelerin giderek azalması. Sevgisiz, gammazcı, köle ve sadist birey
imalathanesi ortamı. Totaliteryen rejimin her an ve her köşeden bireyin üstüne
çullanması. Bitimsizce kuşatılmışlığın uyuşturucu, zihinsel olarak
kötürümleştirici etkisi. Ve tabii o anlı şanlı ‘Büyük Birader’.
2011 yılında
Roman Kahramanları dergisi için kaleme aldığım bir denemede ‘Büyük
Birader’le pek de hayali sayılamayacak! bir söyleşi yaptım. Bu konuya girmeden
önce İkiz Tepeler’in yamaçlarına ait film ve kitaplara kısaca değinmek
istiyorum.
Distopik
Yamaçlar
Yevgeni
Zamyatin’in 1920’li yıllarda yayımladığı Biz adlı romanı daha sonra
gelecek eserler için örnek teşkil etmiştir.
Ayn Rand’ın 1938 yılında yayımladığı Ben (Anthem) adlı kitabı
buna örnek gösterilir. A. Huxley 1932 yılında Cesur Yeni Dünya’yı
yayımladığında kendisine yöneltilen aynı eleştiriyi reddetmiş ve ‘Biz’i
bu eseri yazdıktan yıllar sonra okuduğunu söylemiştir. G. Orwell’in kırk
sonları yayımladığı 1984’ünde kendinden önceki yapıtlardan esinlendiği
çok açıktır. Bu son derece normaldir. Bir intihal söz konusu olmadıkça
esinlenme zinciri yapıtların tekamülü için çok sıhhatli bir olgudur.
Fahrenheit
451 ve yıllar sonra
yeniden çekilen versiyonu olan Equlibribrium üzerine çok yazıldı. Burada
yamaçlarda ışıldayan ve bahsi pek az geçen yapıtlardan bazılarına eğileceğim.
Logan’s
Run - Bunlardan biri
William Francis Nolan ve George Clayton Johnson’ın aynı adlı kitabından 1976
yılında yapılmış olan Logan’s Run (Türkiye’de Hayal Şehir adıyla gösterildi)
adlı filmdir. 23. yüzyılda artan çevre kirliliği kitlesel ölümlere neden olmuş
ve sağ kalanlar için yalıtılmış ve steril bir ortam kurulmuştur. Burada
yaşayanlar doğumlarından itibaren bu kapalı ortamda tabiri caizse vur patlasın,
çal oynasın şeklinde bir hayat sürdürürler. Yaş sınırı otuzdur. Otuz yaşına
gelenler bir törenle yok edilir. Herkesin elinde kalan zamanını gösteren
sayılar vardır. Bir grup bu yaş sınırına karşı çıkmak için örgütlenmiştir.
Polislerden biri bu kimseleri yakalamak ister, ana bilgisayar tarafından bu iş
için görevlendirilir, ama dışarıdaki dünyanın çekimine girer ve hayatında ilk
kez tabiatı, doğan güneşi, ağaçları görür. Onlar içeride yaşarlarken kirlenen
doğa kendini yenilemiş ve yeniden içinde yaşanır hale gelmiştir. Polisin şimdi
yapacağı iş bu bilgiyi içeridekilere anlatmak ve herkesi dışarıya çıkarmaktır.
The Long
Walk – Stephen King
1979 yılında Richard Bachman müstear adıyla yayımladığı otoriteryen ve distopik
bir romandır. 1966 ile 2000 arasında gençler için yayımlanmış en iyi 100 roman
içindedir. Yakın gelecekte ABD’de şu andakinden epey farklı bir rejim vardır.
Her yıl yüz genç Uzun Yürüyüş denen bir yarışa katılır. Halk tarafından
milyarlarca dolar bahislere neden olan çok popüler bir yarıştır. Bu yarışta
kurallar çok basittir. Yüz genç bir noktadan yürümeye başlar. Uyumak yoktur.
Yemek içmek yürürken yapılmaktadır. Hacet gidermenin ise saniyeler içinde
bitirilmesi gereklidir. Gençleri yol boyunca jipli askerler takip etmektedir.
Duran, yere yıkılan, yürüyemeyen üç ikazdan sonra infaz edilmektedir. Bu yarışı
bir kişi kazanacaktır. Geriye kalan doksan dokuz genç ölüme mahkûmdur. Kazanana
ömrü boyunca arzu ettiği her şey sağlanacak ve haliyle çok ünlü olacaktır.
The
Running Man - Stephen King’in 1982 yılında yine Richard
Bachman müstear adıyla yayımladığı otoriteryen ve distopik bir romandır. Yakın
gelecekte ABD’de çevre epey kirlenmiştir. Rejim şirketokrasi ile idare
edilmektedir. Hükümet yerine General Atomics’in adı geçer. Televizyon yayınları
halka yalan yanlış haber vermekte ve yarışma programlarıyla milleti
uyutmaktadır. Ben Richards adlı kahramanımız bu şirketin aleyhine konuştuğu ve
eleştirdiği için iş bulamamaktadır. Küçük kızı hastadır. Ona ilaç
alamamaktadır. Bu nedenle adam ‘Zirveye Tırmanış’ adlı ölümcül bir oyunda yer
almaya karar verir. Bu oyunda yarışanlar önce halka tanıtılmakta, aleyhinde
tanıtım yapılmakta ve şehirde bir yere bırakılmaktadır. Serbest kaldıktan on
iki saat sonra av başlayacaktır. Silahlı profesyonel izsürücüler onu takip
edecek ve buldukları yerde kameraların önünde işini bitireceklerdir. Sağ
kaldığı fazladan her saat ve öldürdüğü her izsürücü için fazladan para
kazanacaktır. Otuz gün yakalanmazsa av sona erecektir. Tabii böyle bir şey
şimdiye kadar hiç gerçekleşmemiştir. Ben sanılandan güçlü çıkar. Bazı kimseler
tarafından gammazlandığı gibi, yardım gördüğü de olur. Zaman zaman
yakalanmasına ramak kalır. General Atomics’in halktan sakladığı sırları
öğrenir. Bunu faş eder ve öykünün sonunda bir uçağı ele geçirerek bunu
televizyon binasına doğru sürer. Bu öykü aynı başlıkla filmleştirildi, ama
yapılan ağır distopik ortamı minimalleştirmekten, karikatürleştirmeden başka
bir şey değildi. Yetmiş beş kilo ağırlığındaki verem eşiğindeki Ben Richards
rolünü yüz on beş kiloluk Arnold Schwarzenegger’in oynamasından bile bu belli
olmaktadır.
Battle
Royal – The Long
Walk’un ABD’de filminin çekilmemesi çok ilginçti. Running Man filminin kitabın okurlarında
yarattığı hayalkırıklığından sonra belki o da benzer sonuca ulaşırdı, ama
yapılmaması çok ilginçti. Kitabın yayımlanmasından yirmi yıl sonra Japonlar Koushun Takami’nin romanı Battle
Royale’i filme çektiler. Yönetmen
Kinji Fukasaku’du. Japonya’da otoriteryen rejim iş başındadır. Anarşi kol
geziyor. 42 adet öğrenci iradeleri dışında bir adaya götürülüyor. Burada
ellerine tuhaf ve alakasız silahlar tutuşturup birbirlerini öldürmeleri
söyleniyor. Kırk bir kişi ölecek ve ancak bir kişi adayı canlı olarak terk
edebilecektir. Battle Royale, The Long Walk- Uzun Yürüyüş’ün
yirmi yıl sonra Japonya’da kendine has kültürel renklerle ortaya çıkışıdır.
Büyük
Birader
‘Büyük
Birader Sizi Gözlüyor ‘ sloganı artık film ve kitaplarda yer alan bir sözcük
değil. Televizyon programlarının yanı sıra kelimenin tam anlamıyla hayatımızın
çok önemli bir yanını muştuluyor. 1984’ün yazarının ülkesinin
başkentinde dünyanın adam başına en çok gözetleyici kamerası düşmekte.
Londralılar sabah akşam her saniye gözetleniyor. Kredi kartlarımız alışveriş
topografyasını, telefonlarımız konuşma metinlerimizi ve koordinatlarımızı
bildiriyor.
Buna gönüllü
olarak katlanıyoruz. Kendi özgür irademizle kredi kartımızı ve telefon
markamızı seçmekteyiz.
Peki kimdir
bu Büyük Birader? Benle yaptığı hayali söyleşide bir sorum üzerine şöyle
demişti:
‘İnsan iradesi
komut almayı ve vermeyi özgürlük telakki eder. Çünkü özgür düşünce geçmişi
yoktur. Ben bir ütopya özüyüm. Seçilmiş, ince elenmiş bir fikirler
yumağı. Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrolü, hiçbir
şeyin aksamadığı, tek merkezden idare edilen, durağan sistemleri özleyen
hastalıklı yanlarla beslenirim. Petrolü,
ham maddeyi, gıdayı, suyu ve havayı kontrol araçtır. Esas öz ütopik girdaptır.
Ben, biz buyuz. Sizler bunu hayal edersiniz, ben uygularım.’
Bizim hayallerimizi uygulayan ve geniş bir ekrana aksettirerek
bize izleten büyük abiler!
Bize ait
bir yer
Ünlü
distopik film ve romanların belli ülkelerden çıktığı görülmekte. İngiltere,
Amerika, Rusya ve Japonya. Endüstri, teknoloji, atom bombası, emperyalizm,
turbo kapitalizm, Faustvari Batı medeniyeti ve sosyalizm.
Dünyada
doğal kaynaklar azalıyor, nüfus çoğalıyor. Çevre kirliliği giderek artıyor.
Tohumlar büyük biraderlerin depolarında korunuyor. Kıymetli metaller, su,
petrol vb. savaş nedeni olmaya devam ediyor. Dünya ülkeleri kaynakları bölüşme
denklemi merkezli olarak bölgesel bazda yeniden yapılanıyor. Yakın gelecekte
bizi gerçek anlamda distopik ortamların beklediğini anlamak için çok efor
harcamaya gerek yok. Yolda olanın ayak sesleri şu anda bile duyulmakta.
Bir zirvede
uyuşturulmuş, bu nedenle mutlu, kafasını hiçbir şeye takmayan, küçük şeylerin
esiri olduğunu farketmeyen, bilime, sanata kapalı bir hayat içinde sadece haz
peşinde koşan bir dünya var. Diğer zirvede sürekli bir düşmanın varlığı
söylemiyle nefretin, korkunun esiri olmuş, insanlıktan iyice sıyrılmış,
totaliter, otoriter bir rejimin kıskacında, her saniye duyguları ve hareketi
kontrol altında olan bunalmış insanların dünyası bulunmakta. Yüz gencin uzun
yürüyüşe çıktığı, anne ve babalarının bununla gurur duyduğu, üzerlerine
bahislerin oynandığı, kırk iki genç kız ve erkeğin bir ıssız adadan canlı
çıkabilmek için kırk birini öldürdüğü acımasız ve sarp yamaçlar var. Korku hâlâ
dağları bekliyor yani.
Peki o
sözünü ettiğim vadi?
Yakın
gelecekte insanları distopik yamaç ve zirvelerden sakındıracak, hakkaniyetli
ortamları tesis eden bize ait bir yer olacak mı?
2014 - Balçova
------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder