Mektupların Yazıldığı Yer
İlk mektup geleli
altmış yılı geçti. 5 kuruşluk pulla şehir içi yollanmıştı. Şaşkınlığım bayağı
dallı budaklı olmuştu. Çünkü mektup en gizli fikirlerimi, kimseye anlatmadığım
ayrıntıları, birkaç naçiz sırrımı bilen biri tarafından yazılmıştı. Benmişim
gibi davranıyordu. Benden ve kendinden biz diye söz ediyordu. O zamandan bu
yana tam 114 mektup yolladı. Tek bir kez bana sen ya da siz diye hitap etmedi.
Adımı hiç kullanmadı. Kendi adını da. İmza falan da atmadı.
İlk mektup
Beşiktaş postahanesinden yollanmıştı. O sıralarda Kurtuluş’ta Sopalı Hüsnü
sokakta oturmaktaydık. Sekiz yaşındaydım. Okuma yazmayı yeni sökmüştüm. Annem
sana bir mektup geldi deyince çok şaşırmıştım. 1948 yılıydı. Babama bile ayda
bir mektup ya gelirdi ya gelmezdi.
Zarfın üzerinde
Ziya Antepli yani benim adım yazmaktaydı. Annem benden çok merak etmişti. Zarfı
kenardan yırtmamı sabırsızlıkla izliyordu.
Biz artık Fuat ve
Emine ile konuşmayalım.Biraz küselim. Yalan söylediler. Sınıftaki vazoyu biz
kırmamıştık. Bir de artık sarı bilye almayalım. Uğursuzluk getiriyor. Maviler
ve lacivertler daha ehven. Cumartesi günü Ethem amcamız gelecek. Bize çikolata
getirecek. Otomobiline binip gezeceğiz. Dondurmadan karnımız ağrıyacak, ama çok
değil.
O sırada evimizde
telefon yoktu. Ethem amcamın geleceğini annem bile bilmiyordu. Okuldaki vazo
işini de anlatmamıştım. Zarfın üzerindeki pul gerçekti. Damga da öyle.
Cumartesi günü Ethem amcam, karısı ve yaşıtım olan kuzenimle birlikte çıkıp
gelince apışıp kalmıştık. Mektubu Ethem amcam atamazdı. Çünkü Bursa’da
oturuyordu. Ne Fuat’ı, Emine’yi, ne de uğursuz sarı bilyeleri bilebilirdi. Çok
dondurma yemekten ötürü karnımın ağrıyacağını da. Sonradan annemle saatlerce bu
konu üzerine konuşup durmuş, ama bir sonuca varamamıştık.
Mektuplar
düzensiz aralıklarla bugüne kadar sürdü. Önce babam, sonra annem bu dünyadan
göçtüler. Makine mühendisi oldum. Bir firmada iş buldum. Evlendim. Bir oğlum
oldu. O büyüdü. Şu anda Ottawa’da yaşıyor. Evli. Üç çocuğu var. İki yılda bir
gelir beni görmeye. Annesi beş yıl önce beyin kanamasından vefat etti.
Misafirlikteydi. En yakın arkadaşı arayıp haber vermişti.
Artık emekliyim. Oğlum
yurtdışına gidip yerleşince Kurtuluş’da bir süredir boş tuttuğum baba evini satıp,
Semra’yla evlendiğimizde taşındığımız Afet çıkmazındaki bu daireyi satın aldım.
Sokağın ismi başka. Köşedeki Afet apartmanı nedeniyle semt sakinleri arasındaki
lakabı Afet çıkmazıdır.
Bu dairede geçen
yıl bir ay arayla iki kez kalp krizi geçirdim, ama nefes alıyor kalmayı
başardım. Şimdi ilaçlarla, doktor bakımıyla ve dostlarla sohbet ederek yaşamaya
devam ediyorum.
Mektuplar yeni
adresimde de beni bulmaya devam etti. İyice seyrekleşmişti. Bu sabah hepsini yeniden
tanzim ettiğim için kesin biliyorum. Son beş yıl içinde sadece altı mektup
aldım. Sonuncu bu sabah geldi. Başka mektup gelmeyecek artık. Çünkü gizemli,
sırlı mırlı mektupçum beni buluşmaya davet etti.
Yarından sonra,
yani Pazar günü gel beni pazarda bul. Öğle
üzeri iki gibi
falan. Hava azıcık yağışlı olacak, ama şemsiye gereksiz. Kafandan endişeli
düşünceleri yelpazele. Öyle gel. Gel ve
gör beni artık.
Ne kadar
heyecanlandığımı hayal edebilirsiniz. Ömrüm boyunca bana mektup yollayan,
beynimin en derinliklerindeki düşünceleri bilen, yakın gelecekten haberler
veren kimseyi sonunda görebilecektim.
Onu bulmak için
neler yaptım bilseniz. Önce annem, sonra karım yardımcım oldular. Mektuplara
elle dokunmuyor, yazılanları okumuyor olsalar delirdiğimi sanabilirlerdi.
Mektupçu dostumun yakın gelecek bildirileri daima doğru çıkıyordu. En çok bu
nedenle onlar da yazarı merak ederek ölüp gittiler. Veteriner olan babamın
yaklaşımı farklıydı.
‘Bir iki mektubu
okumadan yırt at. Yenisi gelmez göreceksin.’ Dışarıdan itiraz etmeme rağmen
içimden ona hak vermekteydim. Merakım mıknatıs, gelen mektuplar demir
tozlarıydı.
Mektupları yazanı
bulmak için bir ara postahanede çalışan bir arkadaşımı görevlendirdim. Adam
araştırdı. Bir ip ucu bulamadı. O sıralarda postahaneye gelenleri gözleyen
kameralar yoktu. Oradan bir sonuç alamadım.
Yazı
karakterlerinden anlayan bir arkadaşıma ikimizin yazılarını kıyaslamasını rica
ettim. Çünkü el yazılarımız da biraz benziyordu. O da L’leri benim gibi bol
virajlı yapmaktaydı. Arkadaşım yazıların kesinlikle iki ayrı kimseye ait
olduğunu bulguladı. Hayalci, romantik yanlarımız paraleldi. Ama diğeri daha
dinamik, kararlı, idareci tipli bir el yazısına sahipti.
Mektup hikayesini
annem, babam, oğlum ve karım Semra’dan başka kimseye anlatmadım. Açık delil
olan pullu zarfları, benimkinden farklı elyazısını göstersem bile uzun vadede
dalga geçilecek materyale dönüşeceklerdi.
Bir de gizemi
yayarsam seyrelecekti kaçınılmaz olarak. Bunu istemiyordum. Bu mektuplar,
sıradan yakın gelecek uyarıları, yapılan
şeylerin ikinci bir merci tarafından irdelenmesi falan bana bir çeşit moral
olmaktaydı. Sorunlarla mücadelede, hızla değişen dünyaya akıl erdirmede, uyum
sağlama yarışında eğilmeden, bükülmeden, kırılmadan tek parça kalmamı sağlamaktaydı.
İnsan bazen kalabalığın içinde bile kendini yalnız hisseder. Ben öyle değildim.
Elle tutulur kağıtlar, üzerinde tarih basılı damgaların basılı olduğu zarflar
tanığımdı ki, ben öyle değildim. Birinci olacak atı, en büyük ikramiyeyi
kazanacak sayıyı söylemese de beni yakın gelecek için uyaran, düşüncelerimi en
derinden paylaşan gizemli bir dosta sahiptim.
Bundan birkaç yıl
önce TekinsizX Öyküleri adlı bir kitap okumuştum. Orada Çiftil Olayı adlı uzun
öyküde benim durumuma çok benzeyen bir olay anlatılmaktaydı. Finalde araştırıcı
olağanüstü sonuçlara ulaşıyordu. Kitabın yazarına ulaşmayı denemedim. Google
vasıtasıyla bunu yapmam çok kolaydı. Düşündüm ama uygulamadım. Çünkü o sırada
hayalkırıklığına uğramaya hazır değildim. Sıradan yaşamlara müdahale sıradan
olur.
Cuma ve
Cumartesi günleri vaktimin çoğunu evde geçirdim. Kütüphanemi tanzim ettim.
Mektupları sakladığım kilidi olan kobalt mavisi renkli metal kutuyu getirip
yemek masasının üzerine koydum. Zarfların geliş sırasına uygun sıralanıp
sıralanmadıklarını kontrol ettim. Rasgele seçtiğim mektupları okudum. Çocukken
aldıklarım açıkça bir çocuk tarafından yazılmıştı. Gençlik mektuplarım da genç
bir havaya sahipti. Şimdilerde onun da yaşlandığını hissediyorum. Benim gibi el
yazısı değişti. Gözleri iyi görmüyor belli.
Yıllardır
televizyon izlemiyorum. Bir ara televizyonu açtım. Kanallar arası kısa bir
gezintinin ardından yine kapattım. Bana
hitap eden bir şey kalmamıştı hipnoz kutusunda. Dünyanın çivisi çıkmıştı.
Üzerimize bir sürü çekiç inip kalkmaktaydı. Bazı dostlarım arayıp halimi
hatırımı sordular. Minnetle uzun konuşmalar icra ettim. Geceleri erken yatıp,
sabahın ilk ışıklarında kalkarak uzun yürüyüşlere çıktım. İçimde mayalanan
sabırsızlığı en iyi dost ahbap meclislerinde yatıştırabilirdim, ama bunu
yaparsam mektupçumdan söz etmemem neredeyse imkânsızdı. Cep telefonumun aküsü
bitince doldurmadım. Evde kaldım ve kendimi eskiden çok sevdiğim kitaplardan
sayfalar okuyarak oyaladım.
*
Hava gerçekten
kapalı. Zaman zaman bir ahmak ıslatan beliriyor ve çekilip gidiyor. Nisan başı
için hava azıcık serin. Ayaklarım irademin dışında hızlı adımlar atıyor. Pazara
elli metre kadar yaklaştım. Kalbim pırpır birkaç tanıdıkla selamlaştım. Eski
dostum Selami karısıyla karşı kaldırımdan geçmekteydi. Görmemezden geldim.
Konuşmaya dalmışlardı. Beni farketmediler. Sonunda semt pazarına girdim.
Kalabalıktı. Çocukluğumdan beri pazara gitmeyi severim. Çok bir şey almadan
öyle dolanıp durmak. Topraktan fışkırmış sebzelere dokunmak. Eve ayaklarına
kara sular inmiş durumda dönmek.
Bu defa farklı.
Ne kan kırmızı domatesler, ne dipdiri maydanozlar, ne de hormonsuz küçük
çileklerde gözüm. Mektupları yazanı nasıl tanıyabileceğimi düşünüyorum. O beni
biliyor. Herhalde yanıma gelip kendini tanıştıracak. Nasıl biri acaba diye çok
heyecanlanıyorum. Kalbim bayağı hızlı atıyor.
Elimde değil. Çok
olağanüstü yeteneklere sahip biri olmalı. Bir cins medyum belki. Düşüncelerimi
okuyabiliyor ve yaptığım işlerin bilgisinin en küçük ayrıntısına vakıf. Annem
ve karım bu mektupları yazanın kutlu bir kimse, nebi cinsinden biri
olabileceğini defalarca ima ettiler. Aralarında bunu konuşuyorlardı şüphesiz.
Böyle olağanüstü biri neden benim gibi sıradan birini muhatap seçsin? Herkes
seçilmiş olmak ister. Ama buna bir neden de duymak ister. Bu nedeni hiçbir
zaman bulamadım. Hiçbir özelliğim diğer insanlardan aşırı farklı değildi.
Sıradan bir
makine mühendisiydim. Aynı firmada 32 yıl çalışıp emekli oldum. Oğlum 18
yaşında öğrenim için Kanada’ya gitti ve oraya yerleşti. Babam, annem ve karım
anlı şanlı ölüm köprüsünden geçip gidince yalnız kaldım. Allahtan hatırşinas
dostlarım vardı. Ve de bu mektupların yazarı tabii.
“Anne, anne bak.
Şu amcadan iki tane var.”
Sarı pantolonlu,
lacivert yağmurluklu beş yaşlarındaki siyah kıvırcık saçlı çocuğun eliyle işaret
ettiği yerdeydi mektupları yazan. İkizim değildi. Bana epey benzediği
söylenebilirdi. Orta boy, bembeyaz gür saçlı büyükçe bir kafa, iri gözler, dar
omuzlar, boyla orantılı uzun bacaklar. Kıyafetimiz de tıpa tıp aynı değildi,
ama bir paralellik vardı. O koyu lacivert, ben siyah pantolonluydum. İkimiz de
krem renginin tonlarında ince pardesüler giymiştik. O uçuk mavi, ben eflatun
gömlek giymiştim. Ayakkabılarımız modelleri farklı olmakla birlikte siyahtı.
Çocuğun annesi
etrafına bakındı. Gözleri beni taradı geçti. Çocuğun işaret ettiği benzerliği
farketmişe benzemiyordu.
“Hani nerde?”
“Orda.”
Kadın tekrar
çocuğun işaret ettiği yere bakıp başını salladı. Görmüyordu.
“İyi. Sonra
tekrar şey yaparız. Haydi elimizdekileri arabaya götürelim.”
Kadın ve çocuk
torbaları yüklenmiş giderlerken çocuk başını çevirip bana baktı ve gülümsedi.
İçimden bir ses çocuğun benimkine benzer mektuplar almasına ramak kaldığını
söyledi. Onunkiler elektronik postayla gelecekti herhalde.
“Gönlünüzden ne
koparsa. Şu ama fakire bir sadaka.”
Hemen sağımda
çocukluk zamanlarımdan fırlamış gibi duran siyah elbiseli, kara güneş gözlüklü,
sol kolunda sarı bandrol olan dilenciyi görünce yeterince şaşıramadım. Pazar
yeri pek şenlikliydi bugün. Hemen cüzdanıma davrandım ve adamın elinde tuttuğu
pirinç kutuya bir lira attım. Metal yüzeydeki çınıltı üzerine adam başını bana
çevirdi.
“Bir kapıda iki
dilenci olmaz, ama iki kapı bir dilenciye iyi gelir bayım. Allah sizden gani
gani razı olsun.”
Bu arada göz
ucuyla krem rengi pardesülü adamın çıkışa doğru yürüdüğünü görmüştüm. Hemen o
tarafa seğirttim. Önce koşup yetişip konuşmak istiyordum, ama adımlarımı
yavaşlatıp onunkilerin hızına indirdim. Altmış yıl beklemiştim bu an için.
Aceleye ne gerek vardı.
Birlikte benim
evimin yönüne yürüdük. Bir an hayalet olduğunu düşünmedim değil, ama gelip
geçenler onu farkediyorlardı. Yürürken hacmi diğer kimseleri hesaba almaya
zorluyordu. Bedenlerin içinden geçip gitmiyordu yani. Bu arada sol ayağından
bir sıkıntısı olduğunu farkettim. Topallıyordu hafifçe.
Birlikte Afet
çıkmazı’na vardık. Şimdi ne olacaktı. Cebinde benim evimin anahtarını taşıyor
olabilir miydi? Adam çıkmaz sokağa sapmadı yoluna devam etti. Merakla ardından
yürüdüm. Adımlarım istemeden hızlanmıştı yine. Kalbim yerinden çıkacak gibi
atmaktaydı.
Diğer köşede
ağzım bir karış açık kaldım. Benimkine paralel bir Afet çıkmazı daha vardı.
Tıpa tıp aynısı değildi. Geri dönüp baktım. Park etmiş araba sayısı farklıydı.
Evlerin boyası ve yerdeki asfalta yapılan yamalar ve hatta başını kaldırıp
baktığında binaların çerçevelediği gökyüzü. Her şey azıcık farklı olmakla
beraber benzerlik müthişti. Apartman isimleri tıpatıp aynıydı.
İkinci Afet
çıkmazındaki Afet apartmanının kapısı aralıktı. Zillere baktım. 3. katın zil
etiketi boştu. Bizimkinde benim adım yazılıydı. Mektupçum görünürlerde yoktu.
Ayaklarım kendiliğinden merdivenlere yöneldi. Üçüncü kata vardığımda nefes
nefese kalmıştım.
Daire kapısı
benimkinin tıpa tıp aynıydı, ama dışarı konmuş paspas farklıydı. Açık
kahverengi ve hasırdan yapılmaydı. Ben asla öyle ucuz ve adi malzeme
kullanmazdım.
Sağ elim zil
düğmesine dokundu. Delirmediğimin, bütün bunları hayal etmediğimin tescili
olacak şeylere bir an önce ulaşmak arzusundaydım. Huşudan hışır hışırdım da.
Normali aşmışlığın çekim gücüyle yoğrulmaktaydım adeta.
Kapıyı açan bir
çocuktu. Muhatabımın torunuydu herhalde.
“Ben... Şey...”
“Gel içeri Ziya.”
Beş altı
yaşlarında bir çocuğun bana senli benli hitap etmesi garipti, ama bunu kafaya
takacak durumda değildim. Eşiği geçiverdim. Benim eve çok benzeyen ama ufak
tefek farklılıklar gösteren holden yürdüm. Oturma odasından konuşma sesleri
gelmekteydi.
“Beni tanımadın
değil mi Ziya?”
Durup kısa
pantolonlu, göğsü dondurma lekeli sarı tişörtlü çocuğa baktım.
Senli benliliği
boşuna değildi, ama kaynağını çıkaramıyordum.
“Yaşar. Yaşar
Benli. İlkokul birinci sınıfta aynı sırada oturuyorduk.”
Derin bir
şaşkınlıkla çocuğa baktım. Yaşar o yılın bitimine doğru bir araba kazasında
ölmüştü. İyice sararmış ilkokul fotoğraflarında yanyana pozlarımız vardı.
“Bu... Bu ne
demek oluyor Yaşar?”
Yaşar elimi tuttu
ve “Gel.”dedi.
Holün kapısını
açtı. İçerisi bayağı kalabalıktı. Parti falan mı... Birden annemi, Semra’yı,
uzun boylu biriyle hararetli hararetli konuşan babamı gördüm. Başkaları da
vardı. Aralarında pazarda gördüğüm kimse yoktu. Ve de odadakiler benim
varlığımı farkında değilmiş gibi yapmaktaydılar.
Yaşar beni üzeri
pastalar, pohaçalar, böreklerle yüklü masaya doğru götürdü. Gözlerimi
görünümleri çeşitli yaş durumlarını aynı anda gösteren annemden, karımdan ve
babamdan alamıyordum. Harıl harıl konuşmalarını anlamını sökemediğim bir
gürültü gibi algılamaktaydım. Masada benim evde mektupları sakladığım metal
kutunun tıpa tıp aynısı durmaktaydı.
“Aç kapağını.”
Yaşar elini çözmüştü benden. Biraz titreyen
sağ elimle kobalt rengine boyalı kutunun kapağını açtım. İçinde sandığım gibi
bendeki mektupların kopyaları ya da yazılmış ve yollanmamış olanları yoktu.
Kutu boştu. Dibi de çok tanıdık bir yere pencere olmuştu. Bir sokak ötedeki
evimin oturma odasını görüyordum. Koltukta oturuyordum. Pazara gitmek için
giydiğim kıyafetim vardı üzerimde. Ayakkabımı ve pardesümü bile çıkarmamıştım.
Baş ucumda da mektupçum durmaktaydı. Adamı profilden görüyordum. Benzerimdi,
ama ikizim değildi. Başım garip bir şekilde sağ yana kaymıştı. Uyuma pozisyonu
değildi. Birden ayıktım. Sıfırıncı ölüm yıldönümümü izlemekteydim.
Cesedim o
evdeydi. Birden evimin kapısını anahtarımla açtığım anı, göğsümdeki sızıyı
hatırladım. Pazardan dönmüş ve en sonuncu kalp krizimi geçirmiştim. Yeni duruma
geçiş kutlaması ise bu evde yapılacaktı. Mektupların yazıldığı yerde.
Amsterdam - Mayıs 2009
--------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder