12 Kasım 2016 Cumartesi

Mektupların Yazıldığı Yer (Kısa Öykü)

Mektupların Yazıldığı Yer    
                                                

  İlk mektup geleli altmış yılı geçti. 5 kuruşluk pulla şehir içi yollanmıştı. Şaşkınlığım bayağı dallı budaklı olmuştu. Çünkü mektup en gizli fikirlerimi, kimseye anlatmadığım ayrıntıları, birkaç naçiz sırrımı bilen biri tarafından yazılmıştı. Benmişim gibi davranıyordu. Benden ve kendinden biz diye söz ediyordu. O zamandan bu yana tam 114 mektup yolladı. Tek bir kez bana sen ya da siz diye hitap etmedi. Adımı hiç kullanmadı. Kendi adını da. İmza falan da atmadı.
  İlk mektup Beşiktaş postahanesinden yollanmıştı. O sıralarda Kurtuluş’ta Sopalı Hüsnü sokakta oturmaktaydık. Sekiz yaşındaydım. Okuma yazmayı yeni sökmüştüm. Annem sana bir mektup geldi deyince çok şaşırmıştım. 1948 yılıydı. Babama bile ayda bir mektup ya gelirdi ya gelmezdi. 
  Zarfın üzerinde Ziya Antepli yani benim adım yazmaktaydı. Annem benden çok merak etmişti. Zarfı kenardan yırtmamı sabırsızlıkla izliyordu.
Biz artık Fuat ve Emine ile konuşmayalım.Biraz küselim. Yalan söylediler. Sınıftaki vazoyu biz kırmamıştık. Bir de artık sarı bilye almayalım. Uğursuzluk getiriyor. Maviler ve lacivertler daha ehven. Cumartesi günü Ethem amcamız gelecek. Bize çikolata getirecek. Otomobiline binip gezeceğiz. Dondurmadan karnımız ağrıyacak, ama çok değil.
  O sırada evimizde telefon yoktu. Ethem amcamın geleceğini annem bile bilmiyordu. Okuldaki vazo işini de anlatmamıştım. Zarfın üzerindeki pul gerçekti. Damga da öyle. Cumartesi günü Ethem amcam, karısı ve yaşıtım olan kuzenimle birlikte çıkıp gelince apışıp kalmıştık. Mektubu Ethem amcam atamazdı. Çünkü Bursa’da oturuyordu. Ne Fuat’ı, Emine’yi, ne de uğursuz sarı bilyeleri bilebilirdi. Çok dondurma yemekten ötürü karnımın ağrıyacağını da. Sonradan annemle saatlerce bu konu üzerine konuşup durmuş, ama bir sonuca varamamıştık.
  Mektuplar düzensiz aralıklarla bugüne kadar sürdü. Önce babam, sonra annem bu dünyadan göçtüler. Makine mühendisi oldum. Bir firmada iş buldum. Evlendim. Bir oğlum oldu. O büyüdü. Şu anda Ottawa’da yaşıyor. Evli. Üç çocuğu var. İki yılda bir gelir beni görmeye. Annesi beş yıl önce beyin kanamasından vefat etti. Misafirlikteydi. En yakın arkadaşı arayıp haber vermişti. 
  Artık emekliyim. Oğlum yurtdışına gidip yerleşince Kurtuluş’da bir süredir boş tuttuğum baba evini satıp, Semra’yla evlendiğimizde taşındığımız Afet çıkmazındaki bu daireyi satın aldım. Sokağın ismi başka. Köşedeki Afet apartmanı nedeniyle semt sakinleri arasındaki lakabı Afet çıkmazıdır.
  Bu dairede geçen yıl bir ay arayla iki kez kalp krizi geçirdim, ama nefes alıyor kalmayı başardım. Şimdi ilaçlarla, doktor bakımıyla ve dostlarla sohbet ederek yaşamaya devam ediyorum.
  Mektuplar yeni adresimde de beni bulmaya devam etti. İyice seyrekleşmişti. Bu sabah hepsini yeniden tanzim ettiğim için kesin biliyorum. Son beş yıl içinde sadece altı mektup aldım. Sonuncu bu sabah geldi. Başka mektup gelmeyecek artık. Çünkü gizemli, sırlı mırlı mektupçum beni buluşmaya davet etti.
Yarından sonra, yani Pazar günü gel beni pazarda bul. Öğle
üzeri iki gibi falan. Hava azıcık yağışlı olacak, ama şemsiye gereksiz. Kafandan endişeli düşünceleri yelpazele. Öyle gel. Gel ve  gör beni artık.
  Ne kadar heyecanlandığımı hayal edebilirsiniz. Ömrüm boyunca bana mektup yollayan, beynimin en derinliklerindeki düşünceleri bilen, yakın gelecekten haberler veren kimseyi sonunda görebilecektim.
   Onu bulmak için neler yaptım bilseniz. Önce annem, sonra karım yardımcım oldular. Mektuplara elle dokunmuyor, yazılanları okumuyor olsalar delirdiğimi sanabilirlerdi. Mektupçu dostumun yakın gelecek bildirileri daima doğru çıkıyordu. En çok bu nedenle onlar da yazarı merak ederek ölüp gittiler. Veteriner olan babamın yaklaşımı farklıydı.
  ‘Bir iki mektubu okumadan yırt at. Yenisi gelmez göreceksin.’ Dışarıdan itiraz etmeme rağmen içimden ona hak vermekteydim. Merakım mıknatıs, gelen mektuplar demir tozlarıydı.
  Mektupları yazanı bulmak için bir ara postahanede çalışan bir arkadaşımı görevlendirdim. Adam araştırdı. Bir ip ucu bulamadı. O sıralarda postahaneye gelenleri gözleyen kameralar yoktu. Oradan bir sonuç alamadım.
  Yazı karakterlerinden anlayan bir arkadaşıma ikimizin yazılarını kıyaslamasını rica ettim. Çünkü el yazılarımız da biraz benziyordu. O da L’leri benim gibi bol virajlı yapmaktaydı. Arkadaşım yazıların kesinlikle iki ayrı kimseye ait olduğunu bulguladı. Hayalci, romantik yanlarımız paraleldi. Ama diğeri daha dinamik, kararlı, idareci tipli bir el yazısına sahipti.
  Mektup hikayesini annem, babam, oğlum ve karım Semra’dan başka kimseye anlatmadım. Açık delil olan pullu zarfları, benimkinden farklı elyazısını göstersem bile uzun vadede dalga geçilecek materyale dönüşeceklerdi.
 Bir de gizemi yayarsam seyrelecekti kaçınılmaz olarak. Bunu istemiyordum. Bu mektuplar, sıradan yakın  gelecek uyarıları, yapılan şeylerin ikinci bir merci tarafından irdelenmesi falan bana bir çeşit moral olmaktaydı. Sorunlarla mücadelede, hızla değişen dünyaya akıl erdirmede, uyum sağlama yarışında eğilmeden, bükülmeden, kırılmadan tek parça kalmamı sağlamaktaydı. İnsan bazen kalabalığın içinde bile kendini yalnız hisseder. Ben öyle değildim. Elle tutulur kağıtlar, üzerinde tarih basılı damgaların basılı olduğu zarflar tanığımdı ki, ben öyle değildim. Birinci olacak atı, en büyük ikramiyeyi kazanacak sayıyı söylemese de beni yakın gelecek için uyaran, düşüncelerimi en derinden paylaşan gizemli bir dosta sahiptim.
  Bundan birkaç yıl önce TekinsizX Öyküleri adlı bir kitap okumuştum. Orada Çiftil Olayı adlı uzun öyküde benim durumuma çok benzeyen bir olay anlatılmaktaydı. Finalde araştırıcı olağanüstü sonuçlara ulaşıyordu. Kitabın yazarına ulaşmayı denemedim. Google vasıtasıyla bunu yapmam çok kolaydı. Düşündüm ama uygulamadım. Çünkü o sırada hayalkırıklığına uğramaya hazır değildim. Sıradan yaşamlara müdahale sıradan olur.
   Cuma ve Cumartesi günleri vaktimin çoğunu evde geçirdim. Kütüphanemi tanzim ettim. Mektupları sakladığım kilidi olan kobalt mavisi renkli metal kutuyu getirip yemek masasının üzerine koydum. Zarfların geliş sırasına uygun sıralanıp sıralanmadıklarını kontrol ettim. Rasgele seçtiğim mektupları okudum. Çocukken aldıklarım açıkça bir çocuk tarafından yazılmıştı. Gençlik mektuplarım da genç bir havaya sahipti. Şimdilerde onun da yaşlandığını hissediyorum. Benim gibi el yazısı değişti. Gözleri iyi görmüyor belli.
  Yıllardır televizyon izlemiyorum. Bir ara televizyonu açtım. Kanallar arası kısa bir gezintinin  ardından yine kapattım. Bana hitap eden bir şey kalmamıştı hipnoz kutusunda. Dünyanın çivisi çıkmıştı. Üzerimize bir sürü çekiç inip kalkmaktaydı. Bazı dostlarım arayıp halimi hatırımı sordular. Minnetle uzun konuşmalar icra ettim. Geceleri erken yatıp, sabahın ilk ışıklarında kalkarak uzun yürüyüşlere çıktım. İçimde mayalanan sabırsızlığı en iyi dost ahbap meclislerinde yatıştırabilirdim, ama bunu yaparsam mektupçumdan söz etmemem neredeyse imkânsızdı. Cep telefonumun aküsü bitince doldurmadım. Evde kaldım ve kendimi eskiden çok sevdiğim kitaplardan sayfalar okuyarak oyaladım.

*

  Hava gerçekten kapalı. Zaman zaman bir ahmak ıslatan beliriyor ve çekilip gidiyor. Nisan başı için hava azıcık serin. Ayaklarım irademin dışında hızlı adımlar atıyor. Pazara elli metre kadar yaklaştım. Kalbim pırpır birkaç tanıdıkla selamlaştım. Eski dostum Selami karısıyla karşı kaldırımdan geçmekteydi. Görmemezden geldim. Konuşmaya dalmışlardı. Beni farketmediler. Sonunda semt pazarına girdim. Kalabalıktı. Çocukluğumdan beri pazara gitmeyi severim. Çok bir şey almadan öyle dolanıp durmak. Topraktan fışkırmış sebzelere dokunmak. Eve ayaklarına kara sular inmiş durumda dönmek.
  Bu defa farklı. Ne kan kırmızı domatesler, ne dipdiri maydanozlar, ne de hormonsuz küçük çileklerde gözüm. Mektupları yazanı nasıl tanıyabileceğimi düşünüyorum. O beni biliyor. Herhalde yanıma gelip kendini tanıştıracak. Nasıl biri acaba diye çok heyecanlanıyorum. Kalbim bayağı hızlı atıyor.
  Elimde değil. Çok olağanüstü yeteneklere sahip biri olmalı. Bir cins medyum belki. Düşüncelerimi okuyabiliyor ve yaptığım işlerin bilgisinin en küçük ayrıntısına vakıf. Annem ve karım bu mektupları yazanın kutlu bir kimse, nebi cinsinden biri olabileceğini defalarca ima ettiler. Aralarında bunu konuşuyorlardı şüphesiz. Böyle olağanüstü biri neden benim gibi sıradan birini muhatap seçsin? Herkes seçilmiş olmak ister. Ama buna bir neden de duymak ister. Bu nedeni hiçbir zaman bulamadım. Hiçbir özelliğim diğer insanlardan aşırı farklı değildi.
  Sıradan bir makine mühendisiydim. Aynı firmada 32 yıl çalışıp emekli oldum. Oğlum 18 yaşında öğrenim için Kanada’ya gitti ve oraya yerleşti. Babam, annem ve karım anlı şanlı ölüm köprüsünden geçip gidince yalnız kaldım. Allahtan hatırşinas dostlarım vardı. Ve de bu mektupların yazarı tabii.
  “Anne, anne bak. Şu amcadan iki tane var.”
  Sarı pantolonlu, lacivert yağmurluklu beş yaşlarındaki siyah kıvırcık saçlı çocuğun eliyle işaret ettiği yerdeydi mektupları yazan. İkizim değildi. Bana epey benzediği söylenebilirdi. Orta boy, bembeyaz gür saçlı büyükçe bir kafa, iri gözler, dar omuzlar, boyla orantılı uzun bacaklar. Kıyafetimiz de tıpa tıp aynı değildi, ama bir paralellik vardı. O koyu lacivert, ben siyah pantolonluydum. İkimiz de krem renginin tonlarında ince pardesüler giymiştik. O uçuk mavi, ben eflatun gömlek giymiştim. Ayakkabılarımız modelleri farklı olmakla birlikte siyahtı.
  Çocuğun annesi etrafına bakındı. Gözleri beni taradı geçti. Çocuğun işaret ettiği benzerliği farketmişe benzemiyordu.
  “Hani nerde?”
    “Orda.”
  Kadın tekrar çocuğun işaret ettiği yere bakıp başını salladı. Görmüyordu.
  “İyi. Sonra tekrar şey yaparız. Haydi elimizdekileri arabaya götürelim.”
  Kadın ve çocuk torbaları yüklenmiş giderlerken çocuk başını çevirip bana baktı ve gülümsedi. İçimden bir ses çocuğun benimkine benzer mektuplar almasına ramak kaldığını söyledi. Onunkiler elektronik postayla gelecekti herhalde.
  “Gönlünüzden ne koparsa. Şu ama fakire bir sadaka.”
 Hemen sağımda çocukluk zamanlarımdan fırlamış gibi duran siyah elbiseli, kara güneş gözlüklü, sol kolunda sarı bandrol olan dilenciyi görünce yeterince şaşıramadım. Pazar yeri pek şenlikliydi bugün. Hemen cüzdanıma davrandım ve adamın elinde tuttuğu pirinç kutuya bir lira attım. Metal yüzeydeki çınıltı üzerine adam başını bana çevirdi. 
  “Bir kapıda iki dilenci olmaz, ama iki kapı bir dilenciye iyi gelir bayım. Allah sizden gani gani razı olsun.”
  Bu arada göz ucuyla krem rengi pardesülü adamın çıkışa doğru yürüdüğünü görmüştüm. Hemen o tarafa seğirttim. Önce koşup yetişip konuşmak istiyordum, ama adımlarımı yavaşlatıp onunkilerin hızına indirdim. Altmış yıl beklemiştim bu an için. Aceleye ne gerek vardı.
  Birlikte benim evimin yönüne yürüdük. Bir an hayalet olduğunu düşünmedim değil, ama gelip geçenler onu farkediyorlardı. Yürürken hacmi diğer kimseleri hesaba almaya zorluyordu. Bedenlerin içinden geçip gitmiyordu yani. Bu arada sol ayağından bir sıkıntısı olduğunu farkettim. Topallıyordu hafifçe.
  Birlikte Afet çıkmazı’na vardık. Şimdi ne olacaktı. Cebinde benim evimin anahtarını taşıyor olabilir miydi? Adam çıkmaz sokağa sapmadı yoluna devam etti. Merakla ardından yürüdüm. Adımlarım istemeden hızlanmıştı yine. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaktaydı.
  Diğer köşede ağzım bir karış açık kaldım. Benimkine paralel bir Afet çıkmazı daha vardı. Tıpa tıp aynısı değildi. Geri dönüp baktım. Park etmiş araba sayısı farklıydı. Evlerin boyası ve yerdeki asfalta yapılan yamalar ve hatta başını kaldırıp baktığında binaların çerçevelediği gökyüzü. Her şey azıcık farklı olmakla beraber benzerlik müthişti. Apartman isimleri tıpatıp aynıydı.
  İkinci Afet çıkmazındaki Afet apartmanının kapısı aralıktı. Zillere baktım. 3. katın zil etiketi boştu. Bizimkinde benim adım yazılıydı. Mektupçum görünürlerde yoktu. Ayaklarım kendiliğinden merdivenlere yöneldi. Üçüncü kata vardığımda nefes nefese kalmıştım.
  Daire kapısı benimkinin tıpa tıp aynıydı, ama dışarı konmuş paspas farklıydı. Açık kahverengi ve hasırdan yapılmaydı. Ben asla öyle ucuz ve adi malzeme kullanmazdım.
  Sağ elim zil düğmesine dokundu. Delirmediğimin, bütün bunları hayal etmediğimin tescili olacak şeylere bir an önce ulaşmak arzusundaydım. Huşudan hışır hışırdım da. Normali aşmışlığın çekim gücüyle yoğrulmaktaydım adeta.
  Kapıyı açan bir çocuktu. Muhatabımın torunuydu herhalde.
  “Ben... Şey...”
  “Gel içeri Ziya.”
  Beş altı yaşlarında bir çocuğun bana senli benli hitap etmesi garipti, ama bunu kafaya takacak durumda değildim. Eşiği geçiverdim. Benim eve çok benzeyen ama ufak tefek farklılıklar gösteren holden yürdüm. Oturma odasından konuşma sesleri gelmekteydi.
  “Beni tanımadın değil mi Ziya?”
  Durup kısa pantolonlu, göğsü dondurma lekeli sarı tişörtlü çocuğa baktım.
  Senli benliliği boşuna değildi, ama kaynağını çıkaramıyordum.
  “Yaşar. Yaşar Benli. İlkokul birinci sınıfta aynı sırada oturuyorduk.”
  Derin bir şaşkınlıkla çocuğa baktım. Yaşar o yılın bitimine doğru bir araba kazasında ölmüştü. İyice sararmış ilkokul fotoğraflarında yanyana pozlarımız vardı.
  “Bu... Bu ne demek oluyor Yaşar?”
  Yaşar elimi tuttu ve  “Gel.”dedi.
  Holün kapısını açtı. İçerisi bayağı kalabalıktı. Parti falan mı... Birden annemi, Semra’yı, uzun boylu biriyle hararetli hararetli konuşan babamı gördüm. Başkaları da vardı. Aralarında pazarda gördüğüm kimse yoktu. Ve de odadakiler benim varlığımı farkında değilmiş gibi yapmaktaydılar.
  Yaşar beni üzeri pastalar, pohaçalar, böreklerle yüklü masaya doğru götürdü. Gözlerimi görünümleri çeşitli yaş durumlarını aynı anda gösteren annemden, karımdan ve babamdan alamıyordum. Harıl harıl konuşmalarını anlamını sökemediğim bir gürültü gibi algılamaktaydım. Masada benim evde mektupları sakladığım metal kutunun tıpa tıp aynısı durmaktaydı.
  “Aç kapağını.”
  Yaşar elini çözmüştü benden. Biraz titreyen sağ elimle kobalt rengine boyalı kutunun kapağını açtım. İçinde sandığım gibi bendeki mektupların kopyaları ya da yazılmış ve yollanmamış olanları yoktu. Kutu boştu. Dibi de çok tanıdık bir yere pencere olmuştu. Bir sokak ötedeki evimin oturma odasını görüyordum. Koltukta oturuyordum. Pazara gitmek için giydiğim kıyafetim vardı üzerimde. Ayakkabımı ve pardesümü bile çıkarmamıştım. Baş ucumda da mektupçum durmaktaydı. Adamı profilden görüyordum. Benzerimdi, ama ikizim değildi. Başım garip bir şekilde sağ yana kaymıştı. Uyuma pozisyonu değildi. Birden ayıktım. Sıfırıncı ölüm yıldönümümü izlemekteydim.
  Cesedim o evdeydi. Birden evimin kapısını anahtarımla açtığım anı, göğsümdeki sızıyı hatırladım. Pazardan dönmüş ve en sonuncu kalp krizimi geçirmiştim. Yeni duruma geçiş kutlaması ise bu evde yapılacaktı. Mektupların yazıldığı yerde.
                                                                                Amsterdam - Mayıs 2009

                           --------------------------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder