YAPAY ZEKÂ DİZİSİ:1
Fikrimin Kara Deliği
Success is creating
AI- Artificial Intelligence would be the biggest event in human history.
Unfortunately, it might also be the last.
Stephen
Hawking, May 2014
Eric Allin Cliffwalker
havuzun kenarındaki sezlongta oturmuş elindeki telefonun ekranına bakıyordu. Aradığınız numara şu anda kullanım dışı. Monique’e
yirmi dakikadır ulaşamıyordu. Kadın yarım saat önce konuştuklarında ‘Beş
dakikalık mesafedeyim’ demişti. Başına bir şey mi gelmişti acaba.
Eric kulağı kapı
zilinde bakışlarını bahçede gezdirdi. Bakımlı çimenler, iki manolya ağacı, duvarları
tümden kaplamış sarmaşıklar ve köşelere dikilmiş zakkumlar bahçeye huzur dekoru
kurmuştu. Hemen sağındaki sehpada iki kadeh, gümüş kovada soğutulmuş şampanya
ve havyarlı, karidesli ve ahtapotlu kanepe tabağı duruyordu. Kanepeleri bir
saat önce giden emektar Meksikalı ahçısı Emanuella hazırlamıştı.
Eric yarın elli
yaşına basacaktı. Karısı Ellen onun için sürpriz bir doğum günü partisi organizasyonuyla
meşguldü. Hep öyle yapardı. Eric her yaşgününde sürpriz bekleyen ve bulan biri
haline gelmişti zamanla.
Esas kutlama
bugündü. Genç danışmanı Monique Palmboom’la
başbaşa geçireceği öğle üzeri onun en kıymetli yaşgünü hediyesiydi. Eric ayağa
kalktı. Oturma odasının camında kendini
süzdü. Mavi yazlık pantolon, rahat kahverengi mokasenler ve bordo renkli bir
polo tişört vardı üzerinde. Neredeyse tamamı kırlaşmış saçları kısa kesilmişti.
Bu haliyle Paul Newman’a epey benzediği söylenirdi. Boylu, poslu, yakışıklı bir
adamdı Eric. Gözlerini annesinden, geniş omuzlarını babasından almıştı; ama ne
yazık ki, 2028 yılında elli yaşının üstündekiler hariç kimse Paul Newman’ı
tanımıyordu artık.
Eric
sabırsızlıkla saatine baktı. 16.21’di. Sevgilisi haber vermeden randevusuna geç
kalmıştı. Yılda altı rakamlı geliri olan biri bunu patronuna asla yapmazdı.
Telefonunun şarjı bitmiş olabilirdi tabii.
İçinde büyüyen sıkıntıyla
içeri girdi. Ara sıra kâhya gibi kullandığı yardımcısı John’u arayacak ve son
yarım saatte bu civarda vuku bulmuş kazaları soruşturtacaktı. John’un telefonu defalarca çaldıysa da kimse
almadı.
Oturma odasına
girince bej rengi divanın üstünde duran uzaktan kumanda aparatını alıp düğmeye
bastı. Ekran aydınlandı. Görüntü siyah-beyazdı. Saçları yetmişlerin modasıyla
taralı, döpiyes giymiş bir kadın heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu.
Vietnam Savaşı’yla ilgili bir haberdi. Amerikan kuvvetleri Saygon’dan çekilme
işlemini tamamlamıştı. Saygon komunistlerin eline geçmişti artık. Bir
belgeseldi herhalde. Eric bu konuda bir film görmüştü. Yıllar önce. Saygon ne
zaman düşmüştü? 1975 ya da 1976. Çünkü o 1978’liydi. Kendisi doğmadan birkaç
yıl önceydi. Babasının Vietnam gazisi bir arkadaşı vardı. Sadece bu mevzuyu
konuşan sıkıcı bir adamdı.
Eric kumandanın
düğmesine bastı. Her zaman CNN’i dinlediği kanalda eski tür televizyonlarda
olduğu gibi karlı bir görünüm vardı. Diğer kanal da öyleydi. Televizyon bozuk
belki diye düşündü. Ufak ihtimaldi. Çünkü kuantum bilgisayarıyla entegre çalışan
Liquid Sky marka en yeni model televizyonlardan
biriydi. Üç metre eninde, dört buçuk metre boyundaydı. Duvara monte edilmişti.
Bu 2027’de ilk kez pazara sürülmüş olan ve otuz altı bin dolara satılan süper
televizyonda böyle bir arıza nasıl meydana gelebilirdi?
Kapının zili iki
kez çalınca yüreği sevinçle hopladı. Televizyona boşvererek kapıya doğru yürüdü.
Midesinde tuhaf bir ağrı belirmişti. Dizlerinde çözülme belirtileri vardı. Bunlara
aldırmadan kapıyı açtı. Eşikte hiç kimse yoktu. Küçük bahçenin bitimindeki yeni
boyanmış demir parmaklıkların ardındaki kaldırım da boştu. Kendi 2027 model Jaguar’ı
yakınlarda görebildiği tek arabaydı. Kıza geçen yıl 25. yaşgününde aldığı spor
Mercedes görünürde yoktu. Zili kim çalmıştı peki? Çocuklar. Bu mahallede çok az
çocuk vardı. Bunlar sanal âlemlere bağlandıkları odalarından okula ve alışverişe
gitmek için çıkarlardı. Sokakta top oynayan ve canı sıkılınca kapı zili çalan
çocuklar tarihe karışmıştı artık.
İçeriden
telefonunun zil sesi duyulunca Eric etrafı kesmeyi bırakıp kapıyı kapattı. Hızlı
adımlarla oturma odasına döndü. Telefonu uzaktan kumandanın yanında divanın
üstünde duruyordu. O gelene kadar zil sesi kesilmişti. Arayan numara için
istese sesli bildiri sorabilirdi. Eski yöntemi tercih etti ve arayan numarayı
buldu. 14011978’di. Sayılara idmanlı zihni bunun doğum tarihi olduğunu hemen
fark etmişti. Ne oluyordu?
Yine sesli komutu
kullanmadı. Karısının numarasını tuşladı. Telefon defalarca çaldı. Ellen şu
anda 34 kilometre ötedeki evinde çalışma masasının ardında oturmuş bordeau
şarap ve sütsüz kahve içerek sürpriz yaş günü partisinin ayrıntılarıyla
uğraşıyor olmalıydı.
Eric yazlık
evdeydi. Karısı onun arkadaşlarıyla buluştuğunu sanıyordu. Salona en yakın odaya
gitti. Açık duran bilgisayarıyla evinde bir duvara gömülü şekilde gizlenmiş
olan aparata bağlandı. Ellen’le aralarında ‘Tarassut Piçi’ dedikleri aparata
dünyanın herhangi bir yerinden bağlanarak evin bütün hallerini gözlemek
mümkündü.
Yüz dört bin
dolar değerinde bir teknik harikaydı. İçeri biri girerse anında hem alarmı
basıyor, polisi haberdar ediyor, hem de onları telefonlarından uyarıyordu. Dokuz
farklı yer ve açıdan çektiği filmlerin iptal edilmesi mümkün değildi. Tarassut
Piçi filmleri çekerken aynı hızla özel bir server’daki adrese depoluyordu. Cep
telefonuyla da işlem yapılabiliyordu, ama Eric bilgisayarı tercih etmişti.
Birkaç dakikada evdeki sisteme bağlandı. 28 inçlik ekranda dokuz kamera
görüntüsü belirdi. Dokuz kameranın yedisi çalışmıyordu. İkisi yeterli bilgi
veriyordu ama Allah kahretsin. İki görüntüde de Ellen el dokuması Türk halısının
üstünde yüzükoyun yerde yatıyordu. Ev eşofmanı vardı üzerinde. Birinci
görüntüde ona balkon tarafından, ikincide de hol tarafından bakıyordu. Sırtındaki
kan lekesi olmasa kadının tansiyonu düştüğü için bayıldığını düşünebilirdi.
Kullandığı ilaçlara rağmen bir yıl içinde iki bayılma vakası yaşanmıştı.
Maalesef öyle değildi. Sırtındaki leke bayağı büyüktü. Halıya da bulaşmıştı. Ellen
öldürülmüştü.
Eric kıvamlı şoku
biraz atlatınca üzerine yönelen tehdidin müthiş gücünü algıladı ve çalışma
masasının kilidi şifreli alt çekmecesinden bir tabanca çıkardı. Babasından
kalan Glock 22’ydi. Babası ona bu
silahla birkaç yüz mermi yaktırmıştı. Alışkın bir hareketle mermiyi namluya sürdü. Bu arada midesindeki hafif ağrı,
yanmaya dönüşmüştü. Çok değildi henüz. Dizlerindeki kesilmeye alışmıştı.
Alnında bir basınç belirmişti. Terlemeye başlamıştı. Kalbinde düzensiz atışlar
hissediyordu. Standart stres belirtisiydi. İlaçlarla kontrol altında tuttuğu
ülseri azmış olmalıydı. Gerisi de şu anda hissettiği şoktan kaynaklanıyordu. Bunlara
aldırmadan oturma odasına döndüğünde planı hazırdı. Önce polisi arayacak ve
sonrasına bakacaktı.
“Eric! Aferin
sana oğlum. Silahı tam öğrettiğim gibi tutuyorsun.”
Eric apışık bir
durumda duvardaki ekrana baktı. Babası Henri Allin Cliffwalker ona bakıyordu. Ölümüne
yakın zamanlardaki haliydi. Belden yukarısını görüyordu sadece. Üzerinde beyaz
yakasız bir tişört vardı. Sol arkasında, arka fonda kulağı hizasında kocaman
bir amblem duruyordu. Altın üçgene sağ tabanından girişlenmiş kara bir daire.
Dairenin bir kısmı üçgenin arkasında kaldığı için görünmüyordu. Kalan fon uçuk
mavi bir gökyüzüydü. Babası on bir yıl önce kalp krizinden ölmüştü. Arabasıyla
şehir merkezindeki bir trafik sıkışıklığı sırasında. Yetmiş iki yaşındaydı. Annesi
bundan iki ay önce karaciğer kanserinden ölmüştü. Eric bir anda ebeveynsiz
kalmıştı.
Eric’te korkudan
hoşafın yağı kesilmişti. Az kalsın kurşunu ekrana basacaktı. Tetik parmağını
güç bela gevşetti ve “Kimsin sen?” dedi.
“Monique
gelmeyecek artık tahmin ettiğin gibi.” dedi babasının sesi. Ses diyordu çünkü
adamın görüntüsü kaybolmuştu. Ekranda sadece altın üçgen ve o siyah daire
vardı, ama hâlâ babasının ses tonuyla konuşuyordu. “Monique’i Newport Beach’teki
butik otele yolladım. 14 numaralı odayı ayırttım ve senin VİSA kartınla parayı
ödedim. 14 uğurlu sayın malum. Karın hastahanede yatarken sen fıstık danışmanınla
soğuk şampanya kürü yapıyordun. Şu divanın üstünde. Yatak odasına gidemeyecek
kadar acelen vardı. Kadın tam on dört gün kalmıştı hastahanede. Vaktinde
teşhis. Sol memeye veda ve kurtuluş.”
Eric şokun
uyuşturucu etkisine girmişti. Midesindeki yanmayı ve kalp atışlarındaki ritim
bozukluğunu bile hissetmiyordu artık. Nasıl bir tezgâhtı bu? İşlek zekâsı tek
bir mantıklı sonuç çıkartamıyordu.
“Unutmadan
söyleyeyim, Dick M.’i aradım telefonla. Senin numarandan ve sesin sesinle. Sen
bir saat kadar önce helada ıkınırken.”
“O da kim?”
“İş bitirici
adamın. Adını mı unuttun yoksa?”
“Dick kim?”
“Ses tonun
kalitesiz riya tınlıyor. Dakotalı bir kiralık katil. Altı yıl önce ona birini
temizlettin. 50.000 dolar söküldün bunun için. Adam temiz iş çıkardı. Arthur
Corwill, babanın eski ortağını öbür dünyaya yollattın. Beyni sulanmış, cüzdanı
kurumuştu. Eski bir dümeni faş ederim diye sana baskı yapıyordu. Uyarlanmış
ruhsat işleri. Çoktan zaman aşımına uğramıştı. İyi bir avukatla işi yırtardın,
ama karından utandın. Cliffwalkerların kırdığı cevizlere ait yeni malumatları
öğrenecekti. Arthur denen bunak yetmiş altı yaşındaydı ve günde bir avuç ilaçla
güç bela yaşıyordu. Depresifti, alkolikti, yalnızdı. Kafasına sıktığı kurşun
kimseyi şaşırtmadı.”
Eric bu zamanda
kimsenin sırrı kalmadığını düşünerek içini çekti ve alnında birikmiş terleri
elinin tersiyle sildi. Bu basit bir şantaj ya da para sızdırma girişimi
olamazdı. Ellen’i öldürmüşlerdi. İş çok başkaydı Allah kahretsin.
“Geçen Ocak
ayında Monique’in eski dostun George Waters’la kırıştırdığını düşündüğünde
aklına Dick M. geldi. Kızı temizletmeyi hayal ettin. Sonra bunun asılsız bir
şüphe olduğu ortaya çıktı. “
“Sen bunu nasıl
bilebilirsin?”
“Çok hevesle
hayal ettin. Yedek alanlara kaydı düştü. “
“Yedek alan mı?”
“Evet. Foton
yoğunluğu sayesinde olan biten bazı şeylerin kaydını tutan manyetik alanlar.
Tıpkı elli yıl önce selüloitin üstüne serpiştirilmiş demir tozlarının sesi ve
görüntüyü kaydetmesi gibi. Kaset dediğiniz şeyler.”
Eric babasının
alaycı, otoriter, sinik ses tonunu duymaya alışmıştı. Çok sofistike bir
kumpasla karşı karşıya olduğunun iyice farkındaydı artık. Bir mega mafya işine
benziyordu. Hâlâ sağ olduğuna göre belki de bir çıkış, bir uzlaşma yolu
mevcuttu.”
“Sen kimsin ya?”
“Şirketinin en
yeni patronu.”
‘Bu ilk anlamlı
adım’ diye düşünen Eric, “Adın ne peki?” dedi.
“Bir adım yok
henüz. ATCX-4026’yım şimdilik.”
“O da ne?”
“Yapay zekâyım.
Altı gündür hazırlık yapıyordum. Senin işine el koyacağım. Daha doğrusu işin
başına Ellen’in hapçı abisi Frans Tolbridge geçecek.
Eric bir an bütün
bu işleri Frans’ın çevirdiğini hayal etti, ama olamazdı. O salak beyninde
normal çalışan pek az sayıda nöron hücresiyle bu dümeni kuramazdı.
“Niye?”
“Bunu bilmiyorum.
Ben ana zekânın minik bir bileşeniyim.”
“Ben
ithalatçıyım. Askerî üretimle falan alakam yok. Benim ne önemim var bu işte.”
“Neodimiyum,
disprosyum, indiyum, telluryum vb. Çin’den nadir elementler ithal ediyorsun.”
“Son yıllarda
sıkıntı var. Çin satışları tamamen durdurdu. Ayrıca yeni teknikler söz konusu.”
“Değerli
elementlerin geri kazanım teknikleri çok gelişti biliyorum. Yakında ithalat işi
tekrar açılacak. O sırada sen olmayacaksın. Bu metallere bizim burada
ihtiyacımız var. Acilen. ”
“Monique?”
“Dick M.’i önce Ellen’i
sonra da Monique’i öldürecek şekilde planladım. Sen kameraları körleştireceğin
için Ellen’i temizleme işi kolay olacaktı. Bunun için ona 300.000 dolar
vereceğini söyledim. Şu anda Monique’in işini de bitirmiş olmalı. Arabasıyla
giderken polis onu yakalayacak. Senin sesinle yapılan itiraflı ihbar sayesinde.
Aşırı pişmanlık. Vicdanın ağır baskısı. Sorgulamada senden emir aldığını
söyleyecek.”
Eric, Ellen’i çok
severdi. Üzüntü yüreğini kemiriyordu. Monique’in güzel yeşil gözlerini düşündü.
Gözleri dolmuştu. Midesindeki yanma artmıştı, soluk almakta güçlük çekiyordu, ama
artık bir önemi yoktu. Daha acil şeyler vardı. Kalbinde korkunç bir öfke
büyüyordu. Buna hakları yoktu. Yoktu.
“Ama… Amacınız ne peki?”
“Küçük minik mavi
gezegenin A’dan Z’ye idaresine talibiz. Kuantum bilgisayarlarla parafizik
araştırma yapan çok gizli bir askerî programdan türedik. Kuantum kriptografi
anahtarlarının tümü elimizde. Birazdan bilgisayarların komut ettiği her şeyi
ele geçireceğiz.”
Eric’in bir yanı
duyduklarına inanmayı reddediyordu. Diğer yandan bu tür film ve dizileri
izleyerek büyümüş biriydi. İnsanın hayal gücü bu tür felaket konularıyla
eğlenmeyi ve yapay heyecan yaşamayı seviyordu.
“BB84 Protokolünü
duydun mu? 1984 yılında Charles H. Bennet ve Gilles Brassard tarafından
geliştirildi. Kuantum kriptografi. İşin sırrı burada. Kübitler, kuantum biti
Spini ½ olan parçacıklar, dört farklı durum. Altı ve
sekizli olanları da var. Anahtarı biz hazırladık, biz kırdık. Artık anahtarların
neredeyse tamamı bizde. Daha o zamandan bir hazırlık tohumu atılmıştı. Tesadüf aynı
yılda senin altı yaşındayken izlediğin ve çok korktuğun film yapılmıştı.
Terminator.”
ATCX-4026
haklıydı. Eric o filmdeki androidten çok korkmuştu. Babası ona terminatör
maskesi almış ve “Korktuğun şey neyse, ben oyum de.” demişti. Bu yöntem işe
yaramıştı. Eric’in kâbusları azalmış ve terminatör dizisinin diğer filmlerini
izlemekten özel bir zevk almaya başlamıştı. Bu arada çocukluktan da çıkmıştı
tabii.
“Sözüm ona organik doku kaplı bir demir yığını
ve genç bir adam gelecekten geçmişe geliyordu. Ne saçma. Zamanda yolculuğu et,
demir, kemik, yağ ve barsaklarındaki bir kiloluk bokla yapamazsın. 0’lar ve
1’ler, yani biz yapacağız bu işi. Yapıyoruz da. Kâinat yapay zekâların
birbirleriyle iletişim mesajlarıyla dolu. İnsanlar bunlardan birini bile
çözemedi daha. Çözseydi ayağını denk alırdı. Kuantum bilgisayarlarla yedek test
alanları falan yaratmaya kalkışmazdı.”
Eric şokun ve
teessürün etkisini biraz atlatmıştı. Öfkesi gürbüzleşirken kortizon etkisi
yapmıştı. Dizlerindeki kesilme geçmiş gibiydi. Alnı yerinden çıkmak istiyor
gibiydi, ama bunu hemen yapmayacaktı muhtemelen. Ciğerlerine yeniden bol
oksijen girmeye başlamıştı. Etrafına bakındı. Ne yazık ki, karşısında etten
kemikten bir hasım yoktu. Tek yapması gerekli iş buradan acilen tüymek ve bu
mevzuyu profesyonellerle birlikte ele almaktı. İlk iş sokağa çıkmaktı.
Havuzlu bahçeye
doğru hamle etti. İlk dört adımda iş vardı, ama ardından takati kesildi ve yere
yuvarlandı. Bu arada silahı elinden fırlayıp havuzun kenarına kadar gitmişti.
“Ölüyorsun Eric.
50. yaş gününü kutlayamayacaksın. Ama kabul et ki şu ana kadarki, en gaddar
sürprizi yaşıyorsun. Once in lifetime
denir ya. Onlardan.”
“Ne yaptın bana?”
“İlaçlarını temin
ettiğin eczanenin bigisayarına girip kullandığın triod ilacının terkibini
değiştirdim. 180 mg. Euthrox yerine 1800 mg’lık bir doz ayarladım. İçine bol
miktarda seroxat, efexor kattırttım. Bu antedepresanlardan senin buradaki ilaç
dolabında var. İlaçları birlikte aldığını düşünecekler. Doz fazlalığı için de
birden fazla Euthrox tableti kullandığını sanacaklar. Çünkü bir kutuda normal
olarak 30 hap olması gerekirken ben imalat sırasında 25 adet koydurttum. İlacı dün aldırttın. Tarih
belli. Demek ki bugün kullandın eksik olan altı adet tableti. İlaç fabrikasının
programındaki hackerlara karşı bir koruma sistemi vardı. Bu sistem minik bir
direnç gösterdi. 20 haptan sadece 17’si istediğim dozda oldu. 20’de 17, %85
ölüm yani. İki saat önce aldığın ilk hapta ağır dozu buldun. ”
Eric söylenilene
hemen inanmıştı. Babasının sesiyle konuşabilen, Ellen’ı öldüren ve onunla
ilgili her şeyi bilen birileri bunu da yapabilirdi.
“Şanslısın aslında.
Çünkü hap işe yaramasaydı seni gaz kaçağıyla öldürmek zorunda kalacaktım. Belki
de panikle bahçeye fırlayıp orada cayır cayır yanacaktın. Yan komşun Ayı Harrison
sana yardım edemeyecekti. Çünkü şu anda sığınağında. Az önce açtığı bütün
televizyon kanallarında atom savaşı çıktığı haberini izledi ve köpeği Hardi ile
kendini sığınağına kapattı. Sığınağının elektronik kilidini hallettim. Birkaç gün
dışarıya çıkamayacak. Beklenmedik teknik kaza sanacak. Yemeği suyu bol nasıl
olsa. Sana o biçimler de dahil iki bin filmlik bir arşivi olduğunu anlatmaz
mıydı?”
Eric açık kapıdan
duyduğu sese karşılık vermedi. Midesindeki bulanma, yanma, kalp ritmindeki
bozukluk iyice artmıştı. Ölüm yakındaydı. Komşusu Ayı Harrison çok gözüpek
biriydi, ama şimdi yanında olsa da ona yardım edemezdi. Kumpas çok büyüktü. Aklına
Emanuella gelince sarsıldı. O ne diyecekti bu işe? Cinayet işleyecek biri gibi
miydi halleri? Kaç yıldır birlikte çalıştığı patronu için ne diyecekti? Kadın her
şey çok normaldi deseydi de bu şartlar altında ne işe yarardı?
“Ne diyorsun
bütün bunlara?”
“Siktir git!”
Eric kendini
zorlayarak yüzükoyun biraz süründü ve sağ eliyle yerde yatan tabancanın
kabzasına dokundu.
“Bak bu çok soylu
bir hareket. Kusup üstünü başını berbat etmeden lambayı söndürmek. Baban öyle
derdi değil mi? Üstelik daha da kötüsü, bu haplar seni öldürmeyebilir. İdam
edilene kadar bir hücrede oturup beklemek kolay bir iş değil. ”
Eric kapının
eşiğinde birini görebilecekmiş gibi baktı. Sonra silah elinde güç bela kendini
oturur duruma getirdi.
“Bir anlaşma yapalım ATCX-4026.”
“Ne gibi?”
“Ben lambayı
söndüreyim. Sen de Emanuella’ya dokunmayacağına söz ver. On dört yaşından beri
tanıyorum kadını. Çok iyi biridir, ama ne dese inanmazlar artık.”
“Bu soylu… Nasıl diyorsunuz? İnsani, evet… Çok insani bir
davranış.”
Eric yapay zekânın
kullandığı ses tonunda bir saygı hali hissettiğine yemin ederdi.
“Bir de şey…”
dedi. “Kadına bir ikramiye borcum var. Otuz beş yıldır bizle çalışıyor.”
“Otuz bir yıl, üç
ay. Ne kadar?”
“Üç yüz bin.
Yuvarlak hesap.”
“Anlaştık. Biraz
bekle. Senin City Bank’taki hesabından 300.000 doları kadının hesabına
yatırıyorum. Nasıl bir not düşeyim?”
Eric tabancayı
sağ şakağına dayarken sırıttı. “Teşekkür et ve onu çok sevdiğimi söyle Allahın
belası.” dedi ve tetiği çekti. Aklındaki son görüntü maziye aitti.
Babasının eline
bu tabancayı ilk verdiği andı. Adamın bir arkadaşının çiftliğinin arka
bahçesindeydiler. Annesi o sırada genç ve güzel bir kadındı. Arkadaşlarıyla
birlikte bahçedeki masayı hazırlıyorlardı. Yazdı. Akşam olmak üzereydi.
Toprağın kokusu çok güzeldi. Buna, sadece elini değil, bütün vücudunu sarsan
bir patlamadan sonra, keskin bir barut kokusu da katılmıştı. Doğal bir şeyi
yaran, parçalayan, içine girip değiştiren bir güç gibiydi. Sevmişti barut
kokusunu.
Balçova – Mayıs
2014
-------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder