Hayatı Zenginleştiren Öyküler
Hollanda’da Göçmen Bir Dil: Türkçe
Türkçenin Kuzey Avrupa’daki evrimi
göçmenlerimizin öykülerine sinmiştir. Çağrılı çağrısız sınırlar geçilirken kabasaba
bavulların gölgesinde kanlı canlı bir dil kıpırdaşmaktaydı. Bu dil modernitenin
göbeğinde kendine benzer canlar arayanların ekosu oldu. Tutunacağı dal oldu.
İçinde var kalmayı sürdürebildiğimiz bir fanustur hâlâ.
Sadık
Yemni - Atlantiğe Açılan Dil Kapıları –
2009
“Bu eşyaları kullanmış kimseler
hiçbir zaman bir şey yazmadılar ve hayatlarında bunları yazacak hiç kimseleri
olmadı. Onlardan geri kalan tek şey bunlar.” Kollarıyla karanlık depoyu
kucaklayan bir işaret yaptı. “Ve bir mezarlıkta bir mezar taşı haliyle.” diye
ekledi.
Bernleff – Buiten is het Maandag – ‘Dışarısı Pazartesi’adlı romanından.
Gri Yayınları - 2007
4 Kasım 1975’te İstanbul’dan kalkan bir uçağa bindim
ve Avrupa’da göçmenlik denen serüvene dahil oldum. 24 yaşındaydım. Kimya
Mühendisliği öğrencisiydim. Gelecekte romanlar ve öyküler yazacağımdan henüz
habersizdim.
Amsterdam’da şehir merkezindeki eski bir
binada dayıma ait olan bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladım. Bunu demiryollarında köprücülük, sonradan
gazetecilik, yazarlık, dergicilik, televizyonculuk, think tank moderatörlüğü gibi çok değişik meslekler takip etti.
Böylelikle hem işçilik hayatını tanıdım hem de Türkiye’den gelen göçmenlerin
yaşamlarına daha geniş persfektiften bakabilme imkânını buldum. 1980 askerî
darbesinden sonra Avrupa’ya gelen ilticacılarla bu portre daha da çeşitlendi.
Seksenli yıllarda aile birleşiminin hızlanmasıyla göçmenlik olgusu en yeni
mecrasına oturdu ve geçen yıllarda şu andaki konumuna evrildi.
Türkçe çok canlı ve dinamik bir dil olduğunu
geçirdiği bütün badireleri atlatarak gösterdi. Türk Medyası Hollanda’da yıllar
içinde çok gelişti. Başlangıcı ve gelişim süreci tek başına bir yazı konusudur.
Ben burada sizlere Hollanda’da Göçmen Edebiyatı’na bizlerin katkısını anlatmak
istiyorum. Bu arada ilk çevirmenler, çeviriler ve o zamanların edebiyat atmosferinden
de biraz bahsedeceğim.
Göçmen
Edebiyatı – 80’ler ve 90’lar
1980
başlarında Türklerin bu edebiyata girişi Halil Gür’ün Gekke Mustafa – Deli Mustafa adlı eseriyledir. O yıllarda Türkiye’de askerî darbe yapılmış,
büyük sayıda ilticacı kitlesi Hollanda’ya gelmişti. Türk göçmen işçilerin aile
birleşimi süreci başlamıştı. Yabancılar artık kalıcı gibiydiler. Bu nedenle yabancıların kendilerini nasıl ifade
ettikleri ve yerliler hakkında ne düşündükleri merak edilen bir konuydu.
Yayınevleri harekete geçerek içlerinde ciddi oranda Türk yazarların da
bulunduğu eserleri yayımlamaya başladılar.
Edebiyat
değeri az, daha çok içerden bilgiler veren, hissiyat beyan eden eserler ortaya
çıktı. Halil Gür seksenli yılların yıldızıydı. 1987 yılında Demirden Gaga- De Ijzeren Snavel adlı öykü kitabımla ben de bu kervana
katıldım. Benim mesleğim demiryollarında köprücülük olduğu için bayağı ilgi
gördüm. Bir çeşit pozitif ayrımcılık söz konusuydu. Eserin kalitesi değil, bu
alanda meşgul olmak ödüllendirilmekteydi. Şahsen bunun bana yararı çok büyük
oldu. Bu itme sayesinde yazar diye etiketlendim. Zamanla işi ciddiye aldım ve kendimi
geliştirme çabalarımı arttırdım.
Bu
kervana o yıllarda Fehmi Özgök, Hürrem Efe, Fehmi Eruçar, Haydar Eroğlu, İbrahim
Eroğlu, Yavuz Nufel, Kerim Ece, Ali Şerik, Kazım Cumert, sonradan da Murat
Tuncel, İsmail Polat, Cengiz Darıdere, Erol Kasırga, Atilla İpek, Tülay Bayrı,
Havva Setenay, Şeyda Koç, Can Çelebi ve Hollandaca yazan Sevtap Baycılı, Nilgün
Yerli, Funda Müjde ve Ebru Umar katıldı. 2010’dan itibaren eserlerini Hollandaca olarak
kaleme alan genç ve yeni isimler de bu listeyi zenginleştirmeye devam ediyor.
Bu
edebiyat seksenlerde ana gemiyle beraber seyreden, kendine has motoru olmayan,
iple çekilen, renkli lambalarla etrafına egzotikimsi ışıklar saçan bir tekne
gibiydi. Henüz roman türü bir eser verilmemişti. Kısa öyküler ve anılarla
temsil edilmekteydi. Bu anılar göçmenlerin ilk yıllarında karşılaştıkları en
temel sorunlarla ilgiliydi. Parçalanmış aileler, oturumu olmayan kaçak işçiler,
gurbetin acısı, yalnızlık, modernitenin
maddiyatçı ışınımı, memlekete özlem gibi konulardı. İçlerinde yerlilerin, Hollandalıların
rolleri azdır. Var olanlar da genellikle stereotiplerdir. Yerlilerin karakter
ve yerin ruhu çözümlemeleri zayıftır. Yabancılar kendi dünyalarında kapalı
yaşarlar. Dışarısı adeta kalın şeffaf bir camın arkasından izledikleri başka
bir hayatı barındırmaktadır. Estetik değeri, yazın kaliteleri düşük de olsa, o
zamanların ruh hallerini, yabancılığın anatomisini hissettirmeleri açısından
önemlidirler.
Benim
öykülerimde devlet demiryollarında çalışırken tanık olduğum sahneler ve hayalle
ambalajlanmış gerçek olaylar vardı. O anların nabzını tutuyordu. Blueslar
da yakınma müziğidir, ama dünyaca çok popülerdir. Birçok ünlü roman
değişimlerin insan yaşamını zorladığı, tehdit ettiği ve geri gelmez şekilde
değiştirdiği anları anlatmaz mı?
Aslında bu konular o zaman (ve şimdi) yeterince yetkinlikle işlense daha
çok ses getirirdi. Uluslararası okuyucu bulabilirdi. Sözünü ettiğim kısa
öyküler daha çok anı nakli gibi, olan olayları yüzeysel olarak
vermekteydi. Böylece ilk yapıtlar bir
alt dal olarak kaldı. Pek azı Hollandacaya çevrildi. Bu çeviriler özellikle
doksanlı yıllardan itibaren kayda değer bir ilgi görmedi. Hatta öyle ki, doksan
sonrası bu kategoriye sımsıkı bağlı kalan yazarların kitapları baskılarda
egzotik renkli kapaklar ve desenler kullanılarak okura ‘Ana akım edebiyat
değildir’ içerikli görsel bir sinyalle ambalajlı olarak verildi.
Ben
1993 yılında polisiye türündeki Amsterdam’ın Gülü adlı adlı romanımı
yayımladım. O sıralarda bir gazeteci bana ‘Siz Göçmen Yazar değilmişsiniz,
değil mi?’ dedi biraz ironiyle.
1994 yılında bir polisiye kitap daha
yayımladım. Ardından 1995 yılında yayımladığım De Amulet – Muska adlı romanım Hollanda’da çok prestijli bir
edebiyat ödülü olan AKO Literatuurprijs
- AKO Edebiyat Ödülü’nün uzun listesine girdi. Bu o yıl yayımlanan 305 yapıttan
seçilen elemelerden sonra 26 başlıktan oluşan bir listeydi. Bu göçmen Türk
göçmenlerin tarihinde bir ilkti.
Bu
konuya devam etmeden önce o yıllardaki çeviri hareketliliğine kısaca bir göz
atmakta yarar var.
Çeviri
Zamanları
80 ve
90’larda tanımış Türk yazarlarının eserleri ard arda Hollandacaya çevrilmeye başlanmıştı.
Orhan Pamuk, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Nedim Gürsel, Aziz Nesin, Elif Şafak’ın
kitapları Hollandacaya kazandırıldı. En baştan beri önde gelen bütün
çevirmenleri tanıdım. Bazıları benim kitaplarımı da Hollandacaya çevirdi.
Hanneke van der Heijden, Margreet Dorleijn, Thijs Rault, Evert van den Broek,
Wim van den Munkhof ve Veronica Dievendal aklıma hemen gelenler.
Hollanda Edebiyat Fonu'nun 2008 Çeviri Ödülü Orhan Pamuk, Ahmet Altan,
Elif Şafak, Sadık Yemni, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay'ın yapıtlarını
Hollandacaya kazandıran Margreet Dorleijn ve Hanneke van der Heijden’a verildi.
Bu arada tanınmış Hollandalı yazarların kitapları da Türkçeye
çevrildi. Bunların sayısının şu anda 100’ü geçtiğini tahmin ediyorum. Örneğin
sadece benim üç adet çevirim var. Bernleff’in Buiten is het Maandag adlı romanı 2007 yılında ‘Dışarısı Pazartesi’
başlığıyla Gri Yayınevi tarafından basıldı. Bunu 2008 ‘de Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili’nin
Hollandalı eşi Sandra Roeloff’un ‘Bir İdealistin Anıları’ adlı kitabı ve 5 ünlü
Hollandalı öykücüden birer öykü çevirisi takip etti.
İkibinli
Yılların Edebiyat faaliyetleri
İkibinli yılların hemen başında Türkler için
hizmet veren çeşitli dernek ve vakıflar bir araya geldi ve 2002 ile 2004
yılları arasında üç yıl boyunca şiir ve öykü yarışması düzenledi. Ben bu
yarışmalarda hem jüri üyesiydim hem de Meddah adlı bir edebiyat vakfını temsil
ediyordum. Katılım bayağı iyi oldu. Hemen hepsi çok genç olan Mesut Balık,
Nazan Bilen, Ezgi Gürçay, Cengiz Darıdere gibi yeni yazarları tanıdık.
Birincilik ödülü alanlar için Hollanda Edebiyat Vakfı tanıtma kitapçıkları hazırladı
ve bunlar Hollandalı yayımcılara sunuldu.
İkibinlerin ilk on yılında Hollanda merkezli
ve bütün dünyaya açık olan iki dijital ve Türkçe edebiyat dergimiz faaldi.
Bunlardan biri Dr. M. Halit Umar’ın kurduğu, yönettiği ve sonradan Murat
Tuncel’in de katıldığı Anafilya’dır.
2007 yılı başında yazar Atilla İpek’le ODA Edebiyat ve Felsefe Dergisini
kurduk. İki ayda bir yayınlanan dijital dergimiz bünyesinde özellikle genç yazarları
barındırdı. odasanat.org’tan eski sayılara göz atılabilir. Anafilya’nın da
olduğu gibi yazarlarımızın aşağı yukarı yüzde 20’si dünyanın dört bucağından
katılmaktaydı. Bu dergi çerçevesinde yazı atölyeleri de verdim. Esas amacım Hollanda’da
Türkçe olarak icra edilen edebiyatın kalitesini yükseltmek ve bu genç
yazarların Türkiye’deki yayıncılarla ilişki kurmasını sağlamaktı. Bir yan
amacım daha vardı. Holladacası Türkçesinden çok daha yetkin olan genç yazarları
Hollandaca yazmaya özendirmek. Bana ‘Türkçe mi, Hollanca mı yazayım?’ diye
sorulduğunda daima, ‘Hangi dili kalbinde daha çok hissediyorsan, hangi dilde
rüya görüyorsan onu kullan.’ karşılığını verdim.
Oda Dergisi’yle
eşzamanlı olarak Amsterdam’da Fikir Yongalama adlı bir çeşit think tank kulübü kurdum ve moderatör
olarak üç yıl yönettim. Ayda iki kez konulu toplantılar yapıyorduk. Katılım
bayağı iyiydi. O sıralarda çok ünlü olan John Gray, John Hobson, S. Jijek, Naomi
Klein, Fuat Sezgin ve Hollanda’daki politik değişimleri yorumlayan yazarların
kitaplarını inceledik. Bu kulüp daha sonra Amsterdam Tartışmaları adıyla
Amsterdam Türkevi çatısı altında faaliyetlerini sürdürmeye başladı. Orada da
bir süre moderatörlük yaptıktan sonra adres değiştirdiğim için emaneti ehline devrettim.
2005’te
Hollanda Türk Yazarlar Kulübü başkanı seçilmiştim. 3 Mayıs 2009 tarihinde Amsterdam’da Platform
dergisinin katkısıyla Hollanda’da Türkçe eser veren yazarların tümünü bir araya
getirdim. Otuz küsur yazar birlikte yemek yedik. İlk eserleri verenleri vefa
borcumuzu ödemek için sahneye özel olarak davet ettik. Bol bol alkışladık. Bu bir ilkti ve bir daha
bir araya getirilemeyecek kimseler nedeniyle de bir tekti. 2011 yılındaki bir araya
geliş te çok katılımlıydı ve çok güzel geçti, ama belirttiğim nedenlerden ötürü
birincisindeki özgün atmosfer bir miktar incelmişti.
2004 - Geleceğin Kafka’ları aramızda
2004 yılının sonbaharında Türkçemiz temalı bir faaliyetteki konuşmamda, ‘Geleceğin
Kafka’ları Avrupa’da yaşayan Türklerin arasından çıkacak.’ demiştim. Bu salt
moral yükseltme amacıyla sarfedilmiş sözcükler değildir. Bire bir Kafka gibi
yazmayı da kastetmiyordum. Giderek Kafkaeskleşen ortamın potansiyeline
değinmekteydim.
11 Eylül 2001 dünyada birçok alanda yeni bir milat oluştururken bu
kaçınılmaz olarak edebiyat alanına da yansıdı. İslamofobi salgını başladı.Avrupa’da
Türk denince Müslüman, Müslüman denince Türk anlaşıldığı unutulmasın. Özellikle
o sıralarda planlı olarak karalanan Müslümanlar buna edebiyatla da karşılık verdiler.
Bu çizgide devam edecekler.
Avrupa’da yaşayan Türkiyeli
göçmenlerin eserlerinde de bu konu önemli bir yer tutacak. Avrupa’da özellikle en yeni ekonomik krizin
yarattığı hoşnutsuzluk, yavaşça geri çekilen özgürlük denizi, otoriteryan
söylemlerin daha sık duyulur hale gelmesi, kendini kısmakta olan sosyal
devletlerin yarattığı huzursuzluğu göz boyayarak örtme çabalarının arasından
sıyrılmaları pek kolay olmayacak. Hâkim medyada ses duyurmaları belki biraz müşkülatlı
olabilir, ama dijital ortamın da yardımıyla kardelen çiçeği gibi boyunlarını
uzatmayı başarabileceklerini tahmin etmekteyim.
Benim Muhabbet Evi adlı romanım Türkiye’de 2006 yılında basıldı.
Romanın kurgu olması ve yer yer fantastik öğelere pencere açmasına rağmen
Hollanda’da yabancıların islamofobi karşısındaki durumlarını anlatan ilk kitap
olma özelliğine sahiptir. Yazarlar zamanının tanığıdır.
Usta
yazar Sadık Yemni'nin son romanı Muhabbet Evi, bu kez Amsterdam'da geçiyor.
Hollanda'da sinemacı Theo van Gogh'un öldürülmesiyle yükselmeye başlayan
yabancı karşıtlığından yola çıkan Muhabbet Evi , Avrupa gerçeğine içeriden
bakmayı deniyor. Yabancıları içine almakta zorlanan Avrupa ile Avrupalı olmakla
olmamak çizgisinde sıkışmış yabancılar arasındaki gerilim, Hıristiyan dünya ile
Müslüman yaşam arasındaki yabancılık bu kitabın ana temaları. Ön planda ise her
zamanki gibi Sadık Yemni'nin fantastik dünyası ve kahramanları var.
2008
– Yıllar sonra göçmen edebiyatı raporu
2008 yılında Amsterdam’da
Avrupalı yabancı yazarların katıldığı bir panelde Göçmen Edebiyatı da konu
oldu. Göçmen yazarların başlıca özellikleri şuydu:
1 - İki kültür arasına sıkışmışlardı.
2 - Kendi ana dillerinde yazıyorlardı.
3 - Eserlerinde edebiyat dozu azdı.
Son yirmi beş yılda bu kategoriye dahil olan yazarların
yapıtlarını incelediğimizde sadece ilk on yılda çıkanların yapıtlarında
edebiyat dozunun sonraki yıllara oranla düşük olduğu görülür. Sonrakilerde bu özellikler
söz konusu değildir. Kendi dillerinde yazanlar olduğu gibi Hollandaca yazanlar
da mevcuttu. İki kültür arasına sıkışmışlığa gelince, bu çok çiğnenmiş bir
uydurtu sakızıdır. Almanca yazan Feridun
Zaimoğlu'nun kahramanları için Christina Nord şu yorumda bulunuyor: ‘Yazar, göçmen yazını klişesini ortadan
kaldırır, göçmenlerin altında ezildikleri sözde kültür şoku öykülerine son
noktayı koyar. Zaimoğlu'nun kahramanlarının sorunu, iki kültür arasında yaşamak
zorunluluğundan değil, Almanya'da karşı karşıya kaldıkları dışlanmadan,
toplumun dışına itilmişlikten kaynaklanır.’
Son cümle atölyenin en can alıcı
yerine noktayı koyar. Toplumun dışına itilenler tepkilerini kültür şoku
nedeniyle değil, itmenin şiddeti yüzünden verirler. Kısacası eski Avrupalı
bakış 21. yüzyılın başında hâlâ kendisini oryantalist şablonla sınırlamaya
devam etmektedir.
Bu çözümlemede gözden kaçan bir
nokta daha var. En yeni kuşağın anne ya da babası, çoğu kez ikisi de Avrupa
ülkelerinde doğmuş durumda. Bu nedenle genç yazarların iki kültür arasında kalmışlığı
hissetmek bir yana, yabancı gibi de yazmayacaklarını düşünüyorum. Bunlar
doğduğu büyüdüğü kültürün ve olayların içinden geldiklerinden yerli yazarlarla
çok farkları olmayacak. Fark diyebileceğimiz şey ise çok kültürlü bakış, bir
kültür füzyonu donanımı olacağından bu kendileri için çok büyük bir artı
olacaktır.
Küçük kırılgan mavi kürecik
Samanyolu galaksisinde kenarlarda
bir yerde minicik bir dünyada yaşayan insanlarız sonuçta. Hem güneşimiz hem de
gökadamız inanılmaz bir hızla hareket etmekte. Kâinat içinde durduğumuz yerde
hiç kımıldamasak bile gezginiz ve göçmeniz. Mars gezegeni ikinci bir yuva olmak
için bizi bekliyor. İnsanın insanın kurdu değil, dostu olması gereken bir
ortamı soluyoruz. Bunun için güçlü bir hatırlamayla desteklenen bilinçlere
ihtiyacımız var. Edebiyat balık hafızalı olmaya karşı çıkan en etkin araçlardan
biri olmaya devam ediyor.
Yazımı tanınmış Hollandalı yazar
Bernleff’in kahramanının sözleriyle
bitiriyorum. Bruce ikinci el eşya satan bir dükkânda dokunduğu her eşya için
bir öykü uydurur ve bunu üşenmeden bir deftere yazar.
Çevremizdeki her şeyin bir öyküsü olsun. Bunlar
unutulmasın. Bizi bize bağlayan ilmekler olsun.
Eski bir
masadaki çemberler sürekli olarak kendine yakın duran bir bardağı dolduran
gözleri bozuk bir adamın öyküsünü anlatırdı, kenarlardaki yanık lekeleri
sigarasını kül tablası yerine masanın üstüne koyma alışkanlığını belli ederdi.
Raflardaki şapkalar bu bölgede bunları giymiş modellerin öyküsünü uydurmasına
neden olmuştu. Bir şifonyerdeki kopmak üzere bir sap, parmakları altında asla
bir daha açılmayan çekmece içinde unutulan mektuplar öyküsüne varmıştı.
Tekrar konusu açıldığında sanki elinde tutuyormuşçasına mektupların
içeriklerini okurdu. Bunlar facialar ve insanların başlarını su yüzeyinde
tutmak için çırpınmaları hakkındaydılar.
“Her şey korunmalı.” dedi Bruce
hevesle. “Bunlar kaybolmuş gitmiş hayatların son şahitleri.”
“Ama senin öykülerin yüzde yüz
uydurma.” diyerek karşı çıktım.
“Sen bu şeyleri yarı yolda
bırakamazsın.” dedi. “Bunlar hizmet ettiler, sessiz ve sakince ve sonra bir an
geldi hiç üzerine düşünmeden yalnız bırakıldılar, atıldılar. Onlar bellekleri
olmadığı için bu işi tek başlarına kıvıramazlar. Bunu sen vermelisin.”
“Sen bir şamansın.” dedim.
Sırıttı ve başıyla onayladı. Evet,
belki de öyleydi.
“Bu dünyayı daha zengin ve başarılı yapar.” dedi.
Ve şimdi söylemeliyim: Ancak bir
şüphe periyodu geçirdikten sonra ne demek istediğini anlamaya başladım. The Collector’un
eşyaları için hikâyeler uydurursan hayat gerçekten de daha zengin oluyordu. Ve
ben de katılmaya başladım, kullanılmış eşyaların anonimliklerinden kurtulmaları
ve kendilerine uyan bir geçmişe sahip olmaları için önerilerde bulundum.
“Bu eşyaları kullanmış kimseler
hiçbir zaman bir şey yazmadılar ve hayatlarında bunları yazacak hiç kimseleri
olmadı. Onlardan geri kalan tek şey bunlar.” Kollarıyla karanlık depoyu
kucaklayan bir işaret yaptı. “Ve bir mezarlıkta bir mezar taşı haliyle.” diye
ekledi.
Böylece her evin eşyası kendi özel
kitabına sahip oldu. Eşyaların bir kısmı satıldıkları için kaybolmaktaydılar,
ama önemli değil diyordu Bruce. Kitaplarımızda hepsi birlikteydi. Bu
meşguliyetini bir keresinde arkeolojiyle kıyaslamıştı.
“Eski kültürler üzerine bilgimizi
toprağı kazarak kaybolmuş kültürlere ait bulguları saptayan birkaç arkeoloğa
borçluyuz. İnsanlar artık mevcut olmasalar da eşyaları onların adına
konuşmaktadırlar.”
“Ama senin yazdıkların uydurmadan
başka bir şey değil.” dedim bir kez daha.
“Fantastik bir arkeoloji.” dedi.
“Hoş değil mi? Ne farkeder ki?”
“Yani zamanla gerçekten olmuş ya
da uydurulmuş hiçbir şey farketmez mi demek istiyorsun?
Kendim de gerçekten
filozoflaşmıştım.
Bernleff – Buiten is het Maandag – ‘Dışarısı
Pazartesi’adlı romanından.
--------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder