STALKER (Сталкер)
filmi üzerinden Tarkovski, Lem ve Borges’e anlık bakış
“Dünya çok
sıkıcı bir yer oldu. Telepati yok, UFO yok. Orta Çağ daha ilginçti. Her evde
ruh vardı, kilisede de tanrı.”
Stalker, Arkadi ve Boris Strugatski‘nin
1972 tarihli Roadside Picnic adlı kitabından 90′larda
Türkiye’de Uzayda Piknik adıyla Sarmal Yayınevi tarafından yayınlanmıştı) Stalker
başlığıyla Andrei Tarkovski tarafından 1979’da filme
uyarlandı.
Aşağıdaki tarihsel sıralamayı ilk kez bir
araya getirdiğimde Stalker’a varan yolun temelinin 1940 yılında Arjantin’de
atılmış olabileceğini düşündüm ciddi ciddi. Verilere birlikte bir göz atalım.
1940 – Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius – Öykü – J.L.Borges
1961 – Solaris – roman – S. Lem
1972 – Solaris (film) – Tarkovski
1972 – Roadside picnic – Roman – Arkadi ve Boris Strugatski
1979 – Stalker (film) – Tarkovski
Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius
2007 yılının kasım sonunda Rotterdam’da,
bir gazete binasının çatı katında, küçük bir grup dünyaca ünlü Tlön, Uqbar,
Orbis, Tertius adlı öyküsünü okuduk. Geçici olarak bir Borges okuma grubu
oluşturmuştuk. Okumaların bitiminde kartonlara hazırlanmış Borgestanırlık
sertifikalarını bölüştük. Hoş bir entelektüel esinti şimdi arkada kalan.
Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’u üçüncü kez
okumaya hazırlanırken yaptığım bir keşfi (daha sonra araştırınca başkalarının
da aynı keşfi yaptığını görerek sevindim) o gece arkadaşlarıma da açtım.
Tez şu: Stanislaw Lem,
Solaris (1961) adlı ünlü bilimkurgu yapıtına Borges’in bu öyküsünden
esinlenmiş olabilir.
1940’larda yazılmış öyküyü okuyanlar Tlön
gezegeninin tartışma kışkırtıcı kurgusunun Berkeleyci idealizmin üzerine
kurulduğunu biliyorlar. Tlön gezegenine ait bilgiler önce dünyada basılan
ansiklopedilerde arzı endam ederler. Yirminci yüzyılın başlarındaki basım
şartlarında klişeleri hazırlanmamış, dizilmemiş olmalarına rağmen basılmış bazı
ansiklopedilerde yer almışlardır. İki arkadaş bunların peşine düşerler ve
sonunda bir tanesini ele geçirirler. Ansiklopedinin sözdizininde Tlön bahsi
geçmez ama onlarca sayfa bilgi olarak bazı ciltlerde mevcutturlar. Giderek bu
kaçak sayfalara daha sık raslanmaktadır. Tlön gerçekliği kendini bizim bilinen
dünya gerçekliğine sinsice eklemlemiştir. İdealist sızıntıdır bir çeşit yani.
Borges’in öykülerinin hemen hepsinde olduğu
gibi, Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’un da özetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle
bazı pasajlardan örnek vererek hrönire değinmek istiyorum.
Yüzyıllar ve
yüzyıllarca süren idealizm, sonuçta gerçekliği de etkilemekten geri
durmamıştır. Tlön’ün en eski yörelerinde, kaybolan eşyaların tıpkısının ortaya
çıkması sıkça raslanan bir olaydır. İki kişi bir kurşunkalemi ararlar,
birincisi kalemi bulur ve sesini çıkarmaz; ikincisi bundan daha az gerçek
olmayan, ama kendi beklentilerine daha uygun olan ikinci bir kalem bulur. Bu
ikincil nesnelere hrönir denir ve azıcık biçimsiz olmakla birlikte
birincilerden biraz daha uzun olurlar. Son zamanlara kadar, hrönirler
dalgınlıkla unutkanlığın raslantısal ürünleriydi. Bunların düzenli bir biçimde
üretilmesinin yüzyılı bile bulmayan bir geçmişe dayalı oluşu inanılmaz bir şey
gibi görünmektedir, ama XI. Cilt bize bunun böyle olduğunu söylemektedir. İlk
girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ne var ki, modus operandi (çalışma
yöntemleri) anlatılmaya değer. Devlet hapisanelerinin yöneticilerinden biri,
tutuklulara tarih öncesinden kalma bir ırmak yatağında bazı mezarlar
bulunduğunu ve önemli bir şeyler bulana özgürlüğünü bağışlayacağını söylemişti.
Kazı öncesi aylarda tutuklulara bulacakları şeylerin fotoğrafları
gösterilmişti. Bu ilk girişim, beklentiyle gerilimin kişiyi engelleyici
olabileceğini kanıtladı. Kazma kürekle yapılan bir haftalık çalışma sonucunda
hrön olarak, hemen kazı öncesi devre ait paslı bir tekerlekten başka bir şey
çıkmadı topraktan. Ama bu gizli tutuldu ve aynı işlem sonradan dört okulda
tekrarlandı. Bunlardan üçünde hemen kesin başarısızlıkla karşılaşıldı;
dördüncüsünde (ki bunun yöneticisi ilk kazılar sırasında kaza sonucu öldü)
öğrenciler altın bir maske, tarihöncesi bir kılıç, iki üç seramik vazo ve
göğsünde bugüne kadar çözülemeyen bir yazı bulunan, belden aşağısı kopuk bir kral
bedeni çıkardılar – ya da tıpkısını ürettiler. Böylece kazının deneysel
niteliğinden haberli olanlara da güvenilemeyeceği ortaya çıktı. Geniş
kitlelerce yapılan araştırmalar. Birbirleriyle çelişen eşyalar da çıkardı
ortaya; şimdilerde bireysel ve daha hazırlıksız girişimler yeğleniyor.
Hrönirlerin düzenli olarak üretilmesi(diyor XI. Cilt) arkeologlara müthiş
yararlar sağladı. Bu, günümüzde gelecekten daha az esnek ve yumuşakbaşlı
olmayan geçmişin sorgulanmasını ve hatta dönüştürülmesini mümkün kıldı.
…
…
Tlön’le kurulan
yakınlık ve Tlön alışkanlığı dünyamızı çözülmeye götürdü. Onun sarsılmaz
kesinliğinden gözleri kamaşan insanlık, bunun meleklerin değil satranç
ustalarının sarsılmazlığı olduğunu hep unutuyor.
…
Tlön’deki eşyaların tıpkısı ortaya çıkıyor dedik; eşyalar aynı zamanda siliniyor bozulma eğilimi de gösteriyor ve unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. En iyi bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.
Tlön’deki eşyaların tıpkısı ortaya çıkıyor dedik; eşyalar aynı zamanda siliniyor bozulma eğilimi de gösteriyor ve unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. En iyi bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.
Uzun öykü şu
cümlelerle sona erer:
İngilizler,
Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak. Ben
bütün bunlara hiç aldırış etmeden Adrogue’deki otelde geçen günlerimin tüm
sessizliği içinde, Browne’un Urn Burial’ının Quevedo tarzı bir çevirisini
yapmakla uğraşıyorum – çeviriye pek güvenim yok, yayımlamayı düşünmüyorum.
Fatih Özgüven’in
çevirisiyle: Yolları Çatallanan
Bahçe, Can Yayınları,
1985
Totalitarizme ürkek bir eleştiri içeren
dedektifvari kurgu, edebi kritikler, dil ve dilkökenbilim değinmeleriyle tıka
basa yüklü öyküyü henüz basılmamış en yeni Tlön ansiklopedisinde bir eğretileme
olarak bırakıp evrenin uzak bir köşesindeki hrönirleri ele alalım.
Solaris
Solaris gezegenindeki araştırma gemisine
gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçeği düşünün. Üç astronottan biri intihar
etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar, testler zeka sahibi olduğu bilinen
gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş
gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya ziyaretine gelir. Kadının
vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Atom yapısı
insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fiziki zarar görmesi kolay
değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin
aynısıdır. Rheya bir çeşit hrönirdir. Chris’in zihninin ürünüdür. Solaris
gezegenindeki zeka taşıyan okyanus ise bir Tlön gerçekliği jeneratörü gibidir.
Henüz yetkin olmayan yaratıcılık süreci devam etmektedir. Atomaltı yapısı
farklı olsa da Kelvin’nin yıllar önce intihar etmiş karısının tıpatıpını,
anılarıyla birlikte yaratmayı başarmıştır.
Kitabın sonlarına doğru Rheya kendi
isteğiyle yapıbozuma uğratılmayı kabul eder. Bunu Kelvin’e belli etmeden yapar.
Kadının son intiharı gerçekleştikten sonra Kelvin okyanusun yetkin olmayışı
özsel niteliği olan bir tanrı olabileceğini düşünür. Tüm bilirliğinde ve
gücünde sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet
uyandıran şeyler yapan, saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı
yaratamayan bir yaratıcı hayal eder. Bu okyanus bir tanrının beşiğidir. Uzay
istasyonunda bulunan sibernitik uzmanı Snow’la bunları tartışırlarken bunca
yıldır zeki okyanusla iletişimi başaramamalarını bu büyük gücün henüz bebeklik
aşamasında olmasıyla izah ettikleri bir an gelir. Bu pasajlar Tlön
gerçekliğinin ansiklopedilerde ilk kez belirdiği anı çağrıştırıyor bende.
Kitabın son sayfalarıdır. Bu konuşmaların ardından bir helikopter yardımıyla
Kelvin okyanusun üzerindeki adacıklardan birine iner. Şimdi ne olacaktır? Rheya
geri mi gelecektir? Onu neler beklemektedir. İnandığı bir şey vardır. Satranç ustaları
düzeninin sarsıldığı çağdır hâla. Mucizeler çağı henüz geçmemiştir.
Filmde Tarkovski bayağı ileri bir adım atar
ve dünyaya dönmeyi, yeniden aile kurmayı çok büyük bir istekle düşünmeyen
Kelvin’e içinde ölü babasının sağ olduğu, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği
çiftlik evini verir. Daha yetkinleşmiş olan okyanusta çocukluğunun nostaljik
ortamını taşıyan yepyeni bir ada belirmiştir. Bu daha başlangıçtır. Sırayla ölü
annesi, sevgilisi Rheya da geri geleceklerdir. Böylece dünyada geçip gitmiş
hayatlar, sevilen nesneler okyanus sayesinde zihninden türeyerek yeniden
varolur. Kelvin son sahnede babasının dizlerine kapanır. Kalbindeki en güçlü
arzusu gerçekleşmiştir. Mucizeler arka arkaya sökün edecektir. Kelvin
şükranlarını sunmaktadır.
Filmdeki yorumun S. Lem’i rahatsız ettiği
ve bir otel odasında Tarkovski ile tartıştıkları söylenir.
Stalker
Askerlerin sınırını koruduğu Yasak Bölge’ye
ulaştıktan sonra Oda’ya yolculuk en kısa yoldan değil, Stalker’in gösterdiği
dolambaçlı yollardan olur. Sorun geometrik değildir. Düz ve en kısa görünen yol
en doğru ve tehlikesiz olan yol değildir. Çeşitli zorluklardan geçildikten
sonra Oda’nın önüne kadar gelinir. Yol boyunca bir sürü ahkam kesmiş olan Yazar
ve Profesör odaya girme cesaretlerini kendilerinde bulamazlar. Çünkü Oda’da
sözle dile getirilen değil, en derinlerde duran, acılarlarla serpilen, en büyük
istekler gerçek olmaktadır. Oda’nın hemen önünde ahlâki zaafları ortaya çıkar.
Profesör, Oda’yı, kötü niyetliler girmesin diye yok etmek üzere gelmiştir.
Yazar ise kendisiyle karşılaşma, en derin acılarıyla yüzleşme cesaretine sahip
değildir. Ne entelektüel donanımları, ne kendilerine güvenleri, ne de fıtri
kapasiteleri buna yeterli değildir. Fenafillah aşaması; huzur yeri bir adım
ötelerinde bulunduğu halde içeri girmeye cesaret edememişlerdir.
Yasak Bölge ve Oda tutunacak dalını
yitirmiş kimseler için bir umuttur. Bölge denilen yer insanın kurtuluşu sevgi
ve özveride gördüğü bir bölgedir. İnsan burası dışında her yerde hapistir.
Sahte hayatla çevrilmiş minicik bir adadır. Bencillikten özveriye yolculuğu
başaramayan birinin Oda’da onu mutlu edecek bir dilekte bulunması mümkün
değildir.
Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman* adlı
kitabında Stalker filmiyle ilgili şunları söyler:
Bu filmde Bölge’ye
giren insanların hedefinin aslında en gizli isteklerinin yerine getirildiği bir
oda olduğunu hatırlatmak isterim. Stalker bir ara bölgenin garip topraklarından
geçerken yazara ve bilgine bir zamanlar gerçekten yaşamış efsanevi Dikoobras’ın
öyküsünü anlatır. Dikoobras, bu özlem diyarına ölümüne neden olduğu kardeşinin
yeniden hayata döndürülmesi ricasıyla gelmiş, o odadan çıkıp evine döndüğünde
zenginlikten başka hiçbir şey bulamamıştır. Zira Bölge onun gerçek, en gizli
isteğini yerine getirmiştir. İstemesinin iyi olacağını düşündüğü şeyi değil.
Stalker’da belki de ilk defa, insanın ve
ruhunun beslendiği o çok önemli olumlu değeri açık ve net bir biçimde ele alma
zorunluluğunu duydum. Stalker’ın karısı üçünün mola verdiği meyhaneye
geldiğinde yazar ve bilim adamı gizemli ve anlaşılmaz bir fenomenle karşı
karşıya kalırlar. Karşılarında kocasının sürdüğü hayat ve doğruduğu sakat çocuk
yüzünden çok acı çekmiş olmasına rağmen kocasını ilk gençlik günlerinin aşkı ve
fedakarlığıyla seven bir kadın durmaktadır. Bu aşk ve bağlılık çağdaş dünyanın
inançsızlığına, sinikliğine ve boşluğuna karşı çıkartılabilecek son mucizedir.
Ve sonunda yazar ve bilim adamı da modern dünyanın bir kurbanı olurlar.
Sıksık Bölge’nin
neyin simgesi olduğu sorulur, olağanüstü saçma tahminler yapılır. Bu tür
sorular karşısında korkunç bir çaresizliğe kapılıyor, adeta deli oluyorum.
Hiçbir filmimde simge kullanmadım. Bölge, bir Bölge işte. İnsanın katetmek
zorunda olduğu hayat, hepsi bu kadar. İnsanın yok olduğu ya da dayandığı bu
yerde ayakta kalmayı başarıp başaramayacağı kendine olan saygısıyla, önemliyi
önemsizden ayırma yeteneğiyle belirlenir.
Her birimizin içinde
olan o özgün insanilik ve ebedilik üzerine düşünmeyi teşvik etmeyi görevim
sayıyorum. Ne yazık ki, bu sonsuzluk ve öz, insanın kendi yazgısını kendi
elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Bir takım aldatıcı
idealler peşinde koşulması yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın varlığını
inşa ettiği ufacık bir kırıntı kalıyor; Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı insan
ruhunda, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam
katabilir.
Andrey Tarkovski
– Mühürlenmiş Zaman – AFA yayınları – 1986
Stalker filmini anlatmak kolay değil.
Çoktandır varlığını unuttuğumuz uzun tutulmuş sahneleri, oyuncuların yüzlerinin
yakın plan çekimleri ve Bölge gerçekliğinin çeşitli yönlerini deneyimlememize
imkân veren çeşitli kamera açılarının kullanımı ile Stalker tinsel alana ulaşma
becerisini, sinema dilinin mükemmelliğiyle bütünleyen gerçek bir başyapıttır.
Stalker için Bölge insanlığın son umududur.
Onu yok etmek insanlığı da uçurumunda yalnız ve umutsuz bırakmak demektir.
“Artık kimse oraya gitmek istemeyecek, artık kimse inanmıyor” diyerek ağlayan
Stalker’a, kendisini aşkla seven karısı “Götürecek kimse bulamazsan beni götür”
diye şevkatle ve sevgiyle cevap verir. Stalker, karısına ” Ya sende de işe
yaramazsa?” diye cevap verir. Saf aşksızlığın sıkıcı, tekdüze ve acımasız insan
yaşamına eklemlenmiş olan en harika Tlön gerçekliğini sonlandıracağından endişe
etmektedir.
Film Stalker’ın mutant çocuğunun telekinetik
yeteneğini kullanarak masanın üzerindeki nesneleri zihin gücüyle hareket
ettirmesiyle son bulur. Eduard Artemyev’in filmin tinsel dokusunu yoğunlaştıran
müziği sona ermiş, Beethoven’in 9. Senfonisi çalmaya başlamıştır. Mucize
sergileyen en son sahnede acaba niye bu müzik kullanıldı diye düşünürken aklıma
Mikhail
Bakunin’in ‘Everything will pass, and the world will perish
but the Ninth Symphony will remain’ sözleri geldi. Kelvin’in Solaris
filminin en son sahnesinde babasının dizlerine kapanma sahnesini düşündüm. Her
şey yıkılıp gidecek, ama sevme yeteneği denen mucize baki kalacaktı.
Amsterdam 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder