Yemni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yemni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2022 Pazartesi

Sadık Yemni'nin Hayat Öyküsü - Ayrıntılı Kesim

 

Sadık Yemni

 

Nisan – 2022

 


 


 


  Sadık Yemni 1951 yılında İstanbul, Kurtuluş’ta (Tatavla), Sopalı Hüsnü (şu andaki adı Eşref Meriç) sokakta doğdu. İki buçuk yaşında ailesi İzmir’e taşındı. Böylece 1954 yılında kaldırılan tramvaylara son demlerinde binme şansını elde etti. İlkokulu Sadık Bey troleybüs durağındaki Hâkimiyeti Milliye İlkokulu’nda okudu. Öğretmeni Muzaffer Öniz bey beş yıllık süreyi ‘Sadık yıldızlar gibi bir parlıyor, bir sönüyor; ama varlığı her an hissedilir durumda’ cümlesiyle özetledi.

 

  Daha on yaşına gelmeden üç şeyde marifetli olduğu anlaşılmıştı ayrıca: Yaramazlık, Matematik ve Edebiyat.

 

  Ünlü hamamın yakınındaki Karataş Ortaokulu’nu bitirdi. O yıl devlet liselerinin belki de tarihinde tek bir kez sınavlı olacağı tutmaz mı? Neyse, Salah Birsel’in, Samim Kocagöz’ün ve Atilla İlhan’ın da okulu olan Atatürk Lisesine girmeyi başardı. Altı yıl sürecek olan olan lise yılları hem kendi, hem arkadaşları ve de okurları için unutulmaz olacaktı.

 

  Lisede kimyaya merak saldı. Hibeler ve düşeşlerin yardımıyla evinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Kendisine kısa zamanda nam kazandıran roketlerinin yanı sıra kimya şakalarına da başladı. Kendi kendine tutuşan mendiller, suda yanan taşlarla falan kimya sihirbazı lakabına layık görüldü.

 

  Lise sıralarında bu yaşa kadar sürdüreceği birkaç işe birden bulaştı. Muntazam idman yapmak, fizik, kimya, matematik dersi vermek ve alengirli düş kurmak.

 

  1969 yılında 18 yaşındayken Kimya hocasının yokluğunda üç sınıfa kimya dersleri vererek okulun tarihindeki en genç öğretmen olma sıfat ve şerefine erişti.

 

  1972-1975 yılları arasında Alsancak’ta Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki dairesinde namı şehrin sınırlarını zorlayan olaylar yaşandı. Bütün bunlar Emanet Apartmanı alt başlıklı bir romanda ele alındı. Son tashih için sırasını bekliyor.  

 

  4 Kasım 1975 tarihinde Ege Üniversitesinde Kimya Mühendisliği’nde 3. sınıf öğrencisiyken kısa bir hava değişimi için Amsterdam’a gitti. Gidiş o gidiş.

 

  Amsterdam’da ilk olarak dayısının konfeksiyon atölyesinde çalıştı. Ağır kot kumaş toplarını sırtında üçüncü kata çıkarmak, beş yüz buruşuk yeleği bir saatte ütülemek, polis baskına geldiğinde oturumu olmayan terzilerin arka taraftan iple sarkılarak kaçabilmeleri için adamları oyalamak gibi yeni beceriler edindi.

 

  1977’de eskiden butik olan dükkân börekçiye çevrildi. Adı Alsancak Börekçisi’ydi.  Sabahın ilk müşterileri Türk kumarbazlardı. Bütün gece oyundan sonra böreklerini yiyip, ayranlarını içip yatmaya giderlerdi. Onlarda Türk yeraltı dünyasının özet haberlerini bulmak mümkündü. Sabah on-onbir civarında Amsterdam’ın ilk kuşak Türk restoran sahipleri düşer, palavracılık sanatından seçme eserler saatleri yaşanırdı. Adam öldürmüş kabadayılar, jigololar, daha o yıllarda kaşarlanmış işsizler, iş arayan kaçaklar, hırsızlık malı satan bitirimler, o biçimler, örtülü parlakçılar, acemi dolandırıcılar ve daha bin çeşit müşteri dükkâna arzı endam eyleyerek günü renklendirirdi.

 

  Yetmiş sonlarında Amsterdam hâlâ hippi devrini yaşamaktaydı. Yazarımız ünü yurt dışına taşan The Festival of the Fools gösterilerini asla kaçırmazdı. O yılların Melkweg’ini, orada iş tutan Türkleri, George (Cüneyt) Arkın’ın Kara Murat filmlerini oynatan Rex sinemasını 2013 yılının Kasım’ında yayımladığı Alsancak Börekçisi adlı anı-romanda ayrıntılarıyla anlattı.

 

  1978 –1981 yılları arasında Rozengracht’taki belediyeye ait spor mekânının ünlü siması oldu. Gönüllülük bazında bu yıllarda yeni başlayanlara antrenörlük yaptı. Sonra gözde bir idman yeri olan Splash’e kapılandı. Burada yıllarca yarışmalarda jürilik yaptı. Sonunda bir ara 1985’te fitnıstan bıktı ve Wushu’ya (kung fu) başladı. Beş yıl sonra yeniden fitnıs idmanlarına döndü.

  Sadık Yemni 1978 –1980 yıllarında pazarlarda döner satma, mobilya taşımacılığı, temizlik işleriyle iştigal ettikten sonra nihayet bir baltaya sap oldu. Bulduğu iş demir yollarında köprücülüktü.

 

  Gene o yıllarda babasının eskiden verdiği iki altın öğütü de dinlemeyerek hem memur oldu hem de evlendi.  1980 – 1989 yılları arasında demiryollarında çalıştı. Yazları bikinili kızların bolluğu nedeniyle pek keyifli bir iş olan köprücülük sonbahardan itibaren kesintisiz bir kimsesizlik pelerinine bürünmekteydi. Yemni bu kimsesizlik saatlerini okuma, yoğun düşünme ve yazmayla doldurdu.

 

  1984 yılında Amsterdam’da kurulan Haber Gazetesi’nde aylık makaleler yazmaya başladı.

Aynı yıl Amsterdam’da Türkçe yayın yapan MTV’de, Migranten TV- Göçmenler Televizyonu’nda çalışmaya başladı. Söyleşiler ve sanatçı portreleri yapıyordu. İki işi de gönüllü olarak icra ediyordu.

 

  1985 yılında Utrecht şehrinde kurulmuş olan İlke Dergisi’nde yazmaya başladı. Söyleşiler ve makaleleler, arada da öyküler yayımlıyordu. 1986 yılında Hollanda çapında yapılan belediye meclisi seçimlerine Türkler de katıldı. Çeşitli bölgelerden 14 kişi seçildi. Yemni o sırada Hollanda Devlet Demiryolları’nda çalışıyordu. Trenler bedavaydı. Bu nedenle iş ona havale edildi. Böylece belediye meclisine seçilen üyelerin 14’üyle de yaşadıkları yerlerde teke tek söyleşi yapma şansına erişti. Yıllarca Türkçe medyanın önemli bir direği olan İlke Dergisi o yıllarda kapandı.

 

  Bu arada iki kez Amsterdam’dan temelli kaçma girişiminde bulunmayı ihmal etmedi. Bu tebdili mekân harekatının ilki Avustalya’ya, Sydney’ye icra edildi. Yemni bir seri serüvenin ardından gözü arkada kalarak Amsterdam’a geri döndü.

 

  1984’te Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde karnavaldan fena halde etkilenerek sürekli kalmak için bir deneme daha yaptı. Neredeyse başarıyordu. Gene olmadı. Kıl payıyla Amsterdam kazandı.

 

  1985’te ilk kez baba olma saadetine erdi. Bunu 1987’de basılan ilk kitabı olan Demirden Gaga (De ijzeren snavel) izledi. Çoğu demiryolu işçilerinin hayatlarını anlatan sekiz öyküyle edebiyat arenasına çıktı.

 

  1987 yılında İlke Dergisi bir öykü yarışması düzenledi. Bu yarışmayla beraber Yemni (1987-2012) Hollanda’da Türkiyeli göçmenler için yapılan yapılan bütün yarışmalarda jüri üyesi ya da jüri başkanı oldu. Çeyrek yüzyılda yapılan bütün yarışmaların kara kutusudur.

 

  1993’te Amsterdam’ın Gülü (De Roos van Amsterdam) ve 1994’te Amsterdam’ın Şövalyeleri (De Ridders van Amsterdam) başlıklı polisiye kitapları yayımlandı. Bu kitaplar Euro-Türk’ün göçmenlik tarihindeki ilk dedektifi olan Orhan Demir’i yarattı. Bu kitaplar vesilesiyle umuma sunduğu görünür ve görünmez Türkler - zichbaar, onzichbaar Turken, kasıtlı cahillik - opzettelijke onwetendheid vb. terimleri göçmenlik tarihinde yerini almıştır.

  Hollanda Sağlık Bakanlığının inisiyatifiyle yazdığı on skeç, filme çekilip TRT-INT tarafından defalarca yayınlandı.

 

  Gene o yıllarda şu anda artık mevcut olmayan Opstap projesi kapsamında 4-6 yaşları arası çocuklar için öyküler yazdı. Bu öyküler Türkçe ve Hollandaca olarak yayımlandılar.

  Bunu takip eden yıllarda Yemni’nin Hollanda’da ikisi Şaban Ol, biri Nahit Güvendi tarafından sahneye konmuş Karagöz Hollanda’da, Gece Vardiyası ve Paradigma adlı üç tiyatro oyunu vardır.

 

  1995’te yayımlanan De Amulet (Muska) adlı kitabı göçmen Türkiyelilere bir ilki yaşattı. Bu kitap 305 kitap arasından seçilerek çok prestijli edebiyat ödülü olan AKO Edebiyat Ödülü’nün aday listesine girdi.

 

  Muska 1996 yılında Metis Yayınları tarafından basıldı ve Türk edebiyatında fantastik edebiyatı okura edebiyat değeri olarak kabul ettiren ilk kitap oldu. Bu türün kapılarını ciddi okura açtı. Tanınmış yazarları bu alanda da eser vermeye teşvik etti.

  1996-97 yıllarında Türkiye’nin X Files’ı denebilecek olan bir dizi için Sır Dosyası senaryoları yazdı. Elinde kullanılmamış 26 öykü bulunduğu için bunları bir gün Türkiye’de dizi yapma hayalini hâlâ muhafaza etmektedir.

 

  2000 yılında Hollandaca olarak yayımlanan De Vierde Ster - Dördüncü Yıldız adlı romanı zamanın ruhunu faş eden ve Daha Yeni Dünya Düzeni’nin habercisi bir yapıt olarak değerlendirildi.     

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

  2001-2004 yılları arasında lise öğrencilerine fizik ve kimya dersleri vererek eski mesleğini yad etti. İkinci kuşak göçmen gençlere Türkçe dersleri verdi.

 

  2002, 2003 – 2004 yıllarında birçok derneğin bir araya gelmesiyle oluşan ortak panellerin organize ettiği öykü ve Şiir yarışmalarında jüri üyesiydi.

 

  Türkiye’de 2002 yılında Metros, 2003’te Çözücü, 2004’te Ölümsüz ve 2005’te Yatır adlı romanları (Everest Yayınları) yayımlandı.

 

  2005 Şubat’ında Türkiye’de ilk kez yayımlanan (Metis yayınları) 1002. Gece Masalları adlı fantastik öykü derlemesinde Bekleme Odası adlı öyküsüyle katıldı.

  2005 yılında UETD-Avrupa Türk Demokratlar Birliği çerçevesinde Hollanda Türk Yazarlar Birliği Başkanı oldu.

 

Bu süre içinde çeşitli etkinliklerinin içinde en kayda değenleri şunlardır:

2006’da Hollanda’daki ilk Türk think tank’i olan Fikir Yongalama Kulübü’nü kurdu. Yıllarca moderatörlüğünü üstlendi. Avrupa’da benzeri çok az olan bu kulüp şu 2011’de Amsterdam Tartışmaları adını aldı ve şu anda faaliyetlerine devam etmektedir.

 

2005 yılında Kopenhag Kriterleri’nin yanı sıra Konya Kriterleri’nin de konuşulması gerektiğini savunan bir yazı yayımladı. Arama motorlarından bu konu hakkında kolaylıkla bilgi edinebilirsiniz.

 

2007 yılı başında yazar Atilla İpek’in teknik yardımıyla ODA Edebiyat ve Felsefe Dergisi’ni kurdu. İki ayda bir yayınlanan dijital dergi bünyesinde özellikle genç yazarları barındırdı. www.odasanat.org’tan eski sayılara göz atılabilir.

 

2009 yılında Platform Dergisi’nin katkısıyla Hollanda’da Türkçe yazan yazarlar tarihinde ilk kez buluştu. Birinci Türkçenin Yazarları Platformu 30 küsur Türkçe yazan yazarı bir araya getirdi.

 

  İki politik cinayetin ardından 2002-2006 yılları Hollanda’sının gerilimli havasını, yabancı düşmanlığının suni olarak körüklenmesini anlatan Muhabbet Evi adlı romanı 2006 yılında Everest Yayınları tarafından basıldı.

 

  2006 yılında Yemni bir yıllığına köşe yazarlığına döndü. Ayda bir kere yayımlanan Hollanda Zaman Gazetesi’nde o zamanın ruhunu yansıtan makaleler döktürdü. Bir yıl sonra yollar çatallanınca yazılara son verdi. 

 

  2007 yılında Yemni lise anılarını baz aldığı Durum 429 (Everest Yayınları) kitabını yayımladı.

 

  2009 yılında Hayal Tozu Gölgecisi (Everest Yayınları) adlı öykü kitabı yayınlandı.  

  O yıllarda çeviri yapmaya başladı. Bernleff’in Buiten is het Maandag- Dışarısı Pazartesi adlı kitabını Türkçeye kazandırdı. Bunu Sandra Roeloff’un Bir İdealistin Anıları adlı kitabı ve 5 ünlü Hollandalı öykücüden birer öykü çevirisi takip etti.

 

  2009 yılı başında Gölge e- Derginin editörü Ahmet Yüksel yazardan öykü yazmasını istedi.  Azami sayfa adedi 6 sayfa olacaktı. Tepe Dünyaya Taklak adlı öykü derginin 18. sayısında yayımlandı. Bir başladı pir başladı. Romanların, diğer işlerin yanı sıra beyninde adeta bir öykü fabrikası açılmıştı. Ocak 2016’ya, 100. Sayıya kadar tek tük aralarla tahminen 70 civarında öykü yazdı. 113. sayıyla dergi yayınına son verdi. Yemni Gölge e-Derginin nicel ve nitel olarak ele alındığında baş yazarı olduğunu düşünüyor. Ona bu şansı tanıdığı için Ahmet Yüksel ve derginin ana taşıyıcısı illüstratör Mehmet Kaan Sevinç’e teşekkürlerimi sunmayı bir borç biliyor.

 

Bu dergi çizerlerin yanı sıra genç yazarların da kendilerini geliştirdiği, öykü ortamını soluduğu, ilham ufkunu genişlettiği bir beşik oldu. Bugün ortalama sayıları otuz kadar olan yerli bilimkurgu yazarımızın bir kısmı bu ortamdan yetişmedir. Bazı genç yazarların arka kapak metinlerini yazdı, öykülerini okuyup önerilerde bulundu, birlikte dijital öykü kitapları çıkardılar. Çok verimli geçen yıllardı.

 

Yine 2009 yılında iki genç yazarın yardımıyla K2rik ve Gece adlı altı öykülük bir dijital kitap yayınladı. Bu kitap Türkiye’de bir ilkti. Bilimkurgu-Fantastik janrındaki kitapta altı öykü vardı ve altı farklı kadın başkahraman rol oynuyordu. Sırf kadın kahramanlara tahsis edilmiş öykü kitabıydı. Yazarın şöyle bir özet tanıtımı vardı:

 

"Önümüzdeki yirmi-otuz yıl içinde hayatımız şu anlara oranla bayağı bilimkurguvari bir kıvama gelecek. Bu nedenle de edebiyatımızda kadın okuyucuları daha çok saran, onlara daha etkin rol veren, aşırı erkeksi bakıştan sıyrılmış öykülerin daha sık yazılması gerekmektedir.

Türk edebiyatında K2rik ve Gece kadın kahramanların bilimkurgu ve fantezi türünde başat rol oynadığı bir öykü seçkisi olarak bir yeniliktir. Hoş bir esintidir. Bu seçkinin dünyamızda insan bekasını üstlenmiş olan kadınları giderek hem okuyucu hem de yazar olarak bilimkurgu-fantastik alanına davet edecek mütevazı bir örnek olacağını düşünmekteyim."

  2009 -2011 yıllarında yine eski mesleğine döndü. Hollanda’da Türkçe olarak yayımlanan Platform Dergisi’nde dosya yazıları, denemeler yazdı. Dergi için söyleşiler yaptı. Mizah yazıları döktürdü.

 

  Bunca değişik iş deneyimi ve medya geçmişi Yemni’ye Avrupa’nın, Türkiyeli göçmen toplumunun nabzını tutma şansını verdi. İslamofobi Tezgâhı, Çokkültürlülük Mavalı, Dinler Arası Diyalog Fesadı, yabancıların temel sorunları, Türk girişimcilerin dinamizmi, yeniden canlanan İpek Yolu, Türkçe icra edilen medyanın gücü, üçüncü ve hatta dördüncü kuşağın vizyonu, Türkiye imajının grafiği, Neo-Oryantalizm, Yeni Haçlı Seferleri, yabancı, envai  çeşit vesayet yapılanması  vb. konularına daha derinlemesine bakabildi.

 

  Yemni 4 Kasım 2012 tarihinde Amsterdam’a ayak bastıktan tam tamına 37 yıl sonra Ha gayret-cumburlop yöntemini kullanarak İzmir’e döndü. 40. yılına girdiğinde Amsterdam’da otuz yıl ikamet ettiği evini boşalttı. Malının mülkünün bir kısmını hibe etti. Kalanını doğaya teslim ederek 6 Kasım 2014 yılında bu hayatta sahip olduğu fiziki nesneleri 1m3’lük bir hacme sığar hale getirdi. Böylece yeni bir mahlas kullanmaya hak kazandı. ‘Bir Metreküplük Adam.’   

 

  2012 yılında Arafor, Ağrıyan, Zihin İşgalcileri, Sınav Hortlağı, Korkulobin, Zaman Tozları-2 ve Kuşadası’ndan Sevgilerle başlıklı 7 kitap yayımlayarak eski rekorunu aşarak kendini bile şaşırttı. Bunlardan Arafor K2rik ve Gece’nin daha kapsamlı olanıdır ve dünyada bir ilktir. Bilimkurgu ve fantastik dalında 15 öykü ve 15 farklı kadın kahraman.

 

  2013 yılında ise Nar Kitap’tan 5 kitap yayımladı. Muska, Yatır ve Çözücü’ye yeni baskılar yapıldı. Yazarın listesine iki yeni kitap katılmıştı. 20. kitap İfrit 18.19 ve 21. kitap olan Alsancak Börekçisi.

 

  2013 Mayıs sonunda patlak veren Gezi Olaylarında arka plandaki gizli servis parmağını gördüğü için çevresini uyarmak istedi. Bu yüzden sosyal medyada yazar ve okur çevresinin ağır hakaretlerine maruz kaldı. Sonrasında görmezden gelinmeye başladı ve kitapları raflarda nadiren raslanır hale geldi.

 

  O yılın 17 – 25 Aralığında hükümete karşı girişilen hukuk darbesiyle ikinci şokunu yaşadı. Bu sarsıntıyla 2014 yılında iki roman döktürdü. Bunlar 2015’te basıldılar. Yeni Türkiye romanlarından ilki olan Kayıp Kedi (Nisan 2015 – Kırmızı Kedi Yayınları) Türk edebiyatındaki ilk FETÖ karşıtı romandır. Nazarzede Kliniği (Ekim 2015 – Erdem yayınları) ise bir çeşit modern Faust romanıdır. İstanbulda kurulan Dijivesayet - Metaversel ortamı faş eder. Bugünlerin ve yakın geleceğin esintisidir.

 

 2015’te eski kitaplarından bazıları da yayımlandı. Bunlar: Amsterdam’ın Gülü (2015 – Palto Yayınları) – Zaman Tozları, Sokaklar Benim Yeniden ve Durum 429)

 

  2016 Martında Ela adlı yapay zekâ romanı Erdem Yayınlarından çıktı. Müslümanlığı seçmiş bir yapay zekâ konusunu işler ve Türk edebiyatında (Muhtemelen dünyada da) bir ilktir.

 

  Aynı yıl İtibar Dergisi’nin 54. sayısında Üçüncü Kapı adlı medeniyet telakkisi muhteviyatlı yazısı yayımlandı. Böylece dünyada ilk kez modernitenin insanlığı buyur ettiği üç kapı; Samsa kapısı, Faust Kapısı ve Sahte Kurtuluş Kapısı şeklinde kategorize edildi. Derginin Nisan sayısında yine bu bağlamda Balonlu Vadi adlı yazısı yayınlandı.   

 

  15 Temmuz 2016 gecesi darbe ortamında tanığı olduğu olayları yayınladığı 93. Yıl Marşı adlı darbe karşıtı bir öyküde bütün açıklığıyla anlattı. On yıldır üzerine çöreklenen örgütlü ilgi ancak bu tarihten sonra azaldı ve daha nadir hissedilir hale geldi.

  

  2018 yılında Ketebe Yayınlarından Hayalet Kapısı adlı kitabı çıktı. Romanda yüksek teknolojinin yardımıyla muhafazakâr kesimi içerden çürütme konusu işleniyordu.  Bir ilktir.

 

  Aynı yıl Cins Dergi’de yazmaya başladı. Enteloid, Silisyum ve Türkler, Kapı Meseli, Zihin Küreyici, Muhayyer Gerçeklik, Geleceği Hatırlayanlar Dergahı, Borges ve Kemeraltı, Uzun Yürüyüşe Devam bunlardan birkaçıdır.

 

  2019 yılında yine Ketebe Yayınlarından Çağrılan adlı kitabı çıktı. Bu kitap ülkesel ve dünya ölçeğinde bir çok yönden ilkleri barındırıyordu. Yapay zekâ ve din-insan ilişkisi derinliğine işlenmiştir. Sadık Yemni edebiyatımızda akademik kriterlerin ışığında sufi bilimkurgu türünün ilk yazarı oldu. 2022 Haziranında Manchester University Press den çıkacak olan Religious Futurism kitabında bir bölüm kendisine ayrılıyor.

 

  2020’de 2012 yılında İthaki yayınlarınca basılan Ağrıyan adlı romanını çok ciddi anlamda yenileyerek güncelledi. Kitap Transnational Press tarafından basıldı. Bu distopik romanda Ağrı dağı insanlığın vicdan merkezi konumunda.

 

  2021 yılında Sümeyra buran editörlüğünde Edebiyatta Poshumanizm (Transnational Press) adlı akademik bir eser basıldı. Yemni bu esere Posthüman Aşkın Ezgisi: Phantomat ve Bedensizlik Özlemi başlıklı yazısıyla katıldı. Kitap bu konuda yazılmış ilk Türkçe eserdir.

 

  2020 sonlarında araştırmacı yazar Ömer Faruk İspir’le Fikir Yongaları adlı instagram yayını yapmaya başladı. Nisan 2022’de fikir yongalamaya devam ediyor.

 

  Yazarın Sadık Yemni Sözlüğü son on beş yılda güncellenerek bugüne kadar geldi. Dijital ortamda okunabiliyor.

 

Sadık Yemni'den Fikir Yongaları : Sadık Yemni Sözlüğü - Şubat 2022 itibarıyla (sadikziyayemni.blogspot.com)

 

  Yazarın edebiyatımıza kazandırdığı sözcüklerden bazıları şunlardır: Dijital İnsanat Bahçesi, Terminatör Kültü, Homo Kul, Paraverse, Das Global, Miyavor.

 

İnsanlar çevrimiçi ve çevrimdışı olarak iki gruba ayrılır. Çevrimdışı olmak, devrimdışı olmak, yani devredışı kalmaktır. - 2010

 

Tanrının içimize üflediği nefes gözeneklerimizden dışarı sızıyor. İnsanlık yeniden çamura mı dönüşüyor? - 2005

 

Mizah zekâ gölünün yüzeyindeki yakamozlardır. 2009

 

 

 Yemni, Anadolu’nun, Türklerin medeniyet telakkisi bağlamında dünyaya edecek sözü olduğuna ve  Yeni Türkiye davasına inanıyor.  Türklerin uyanışı için çabalıyor ve Türkiye’nin yepyeni bir paradigmanın beşiği olması ihtimalinden büyük bir heyecan duyuyor

                                                                                                                                                                                                                                

Ve hayat yazı makamında devam ediyor.

                                                                                                                                  B

 

                                               ----------------------------------

 

Müzmin Bağlantısız olarak kısa bir Sadık Yemni Portresi

Yemni kendini müzmin bağlantısız biri olarak görüyor. Kendisinin tuttuğu bir futbol takımı yok. Hiç olmadı. Ülkede eğitimle atılan standart format dışında bir ideolojiye kapılanmadı. O bahsi geçen formatttan kurtulalı, yani Kemalist Matrix’ten de çıkalı bir hayli oluyor.

 

Yemni, Marksist, Stalinist, Maocu, solcu, sağcı, milliyetçi vb. de olmadı. Tarikatı, kulübü, cemaatı, partisi de olmadı. Liberal ve demokrat tanımlarına yakın durdu. Bu serbestiyet sayesinde zaman zaman onurlu asgari müştereklerde farklı görüş ve mensubiyetten insanlarla işbirliği yapabildi. Bunlardan en öğündükleri güzel Türkçemizin gurbette yaşatılması ve zengin kullanım kazandırılması için içinde yer aldığı organizasyonlardır.

 

Yemni, Anadolu’nun, Türklerin medeniyet telakkisi bağlamında dünyaya edecek sözü olduğuna ve  Yeni Türkiye davasına inanıyor.  Türklerin uyanışı iiçin çabalıyor ve Türkiye’nin yepyeni bir paradigmanın beşiği olması ihtimalinden büyük bir heyecan duyuyor. 

11 Mart 2022 Cuma

KAPI MESELİ

 

KAPI MESELİ - Cins Dergi Kasım 2018

 


Kapitalist dünyada kategorilerin, geçilecek kapıların üç çeşit olduğu söylenir. Aslında kapılar iki adettir. Kifayet derecesi sıkça sorgulandığı halde Üçüncü Kapı’nın hâlâ popülerliğini sürdürdüğüne bakılırsa ne kadar başarıyla dizayn edildiği anlaşılır. Yakın gelecekte meşaleyi kapitalizmden devralmayı hedefleyen küreselizm benzer modelle devam etmek niyetinde.

 

2016 yılında bu kapılar hakkında 3. Kapı adlı bir makale yazdım. Aynı yıl yayımlandı ve şu anda dijital ortamda da okunabiliyor. Ana fikri kısaca belirteyim. Kapitalist düzen içersindeki aidiyet kapılarının sayısı üç adetti. Bunlara birer ad yakıştırmıştım. Samsa Kapısı, Faust Kapısı ve Sözde Kurtuluş Kapısı. Bu yazıda öncekinden farklı olarak Samsa Kapısı 3.0’dan Samsa Kapısı 4.0’a geçişe değineceğim. Çünkü yakın gelecekte en büyük değişim, belki de bir kitlesel felaket şeklinde bu kapı merkezli yaşanacak.

 

Dönüşüm

Samsa Kapısı’nın adını hemen tahmin edilebileceği gibi, Kafka’nın ünlü  Metamorfoz - Dönüşüm öyküsünden esinlenmiştim. 1915 yılında Birinci Dünya Savaşı sırasında yazılmış olan öyküde Gregor Samsa bir sabah kendini böceğe dönüşmüş olarak bulur. Bu dönüşüm sistem içinde fıtratından derece derece sıyrılarak/sıyrıltılarak, modern ya da daha az modern tarzda köleleştirilen kitlelerin dahil olduğu grubu temsil ediyordu. Samsa Kapısı 3.0 zamanımızda modern kölelerin geçiş yaptığı bir kapıdır. Dünya nüfusunun ciddi bir kısmı bu kapıyı kullanıyor. Yine bayağı büyükçe bir işsiz kesim de içeri salıverilecekleri ânı hayal ederek bu kapının önünde umutla bekleşiyor.

 

Samsa Kapısı sakinleri kendi aralarında gelir düzeyine göre farklılıklara sahip. Asgari ücretle, bir beyaz yakalının maaş farkları statülerini belirliyor. Bu durum kandırıcı bir hava yaratsa da herkes kendisinin standart bir tüketici, Samsa Kapısı’nın müdavimi olduğunu pekâlâ biliyor. Batı’da kurallar manzumesi içinde yaşayan Samsa Kapısı sakinleri ipotekli ev, araba, işsizlik sigortası, sağlık sigortası, hayat sigortası  destekli sosyal devlet nimetlerinden yararlanırken, gelişmekte olan ülkelerde bu vasat iyice düşüyor. Yakında Samsa Kapısı 4.0 tedavüle girecek ve bunun alışıldık dünya dengesini değiştirecek sonuçları olacak.

 

 

Faust Kapısı

Faust Kapısı Baphomet nam-ı diğer Lucifer’le kontrat imzalamış olan üst düzey elitlerin kapısı. Endüstri 4.0 düzeninde bu kapının da yeni modeli kurulmak üzere. Bu nedenle şu anda küresel ölçekte elitler arası harlı bir çekişme yaşanıyor. Sonuçta eski statüsünü sürdürebilenler ve yeni elitler Faust Kapısı 4.0 sakini olarak yerini alacak.

 

 

Sözde Kurtuluş Kapısı

Sözde Kurtuluş Kapısı son yüzyılda kaçınık komünler, ezoterik temelli paralel devletler, New Age dinleri hariç sol ağırlıklı oldu. Kapıya asılan tabeladaki adlar değişti durdu. Sosyalizm, Komunizm, Faşizm, Marxizm, Leninizm, Stalinizm, Demokrasi, Şirketokrasi, Kemalizm, Jakobenizm, Özçağdaşizm… Eski solun sermayenin hizmetinde olduğu anlaşıldıkça kapının tabelaları değişti, bir ara tadilatta olduğu söylentileri çıktı, itibarı azaldı, ama tuhaftır popüleritesi devam etti. Çünkü insanlar kendilerini sıkışmış hissediyordu. Faust Kapısı’ndan geçmek hayallerini süslese de gerçeklik bambaşkaydı. Samsa Kapısı’nın ardındaki üst statüler de tutulmuştu ve kontenjan sınırlıydı.  

 

 

Hakikat Kapısı

Yoğun olarak Müslümanların yaşadığı ülkelerde ahalinin önemli bir kısmı kendini ister laik, ister dindar olarak nitelendirsin bu kapılara iyice kapıldığından Batılılarla benzer kaderi paylaşıyordu. Oysa şu anda tek bir Kurtuluş Kapısı mevcuttu, elimizin altındaydı ve adı Hakikat Kapısı’ydı. Bütün dünya için yegâne kurtuluştu. Hakikat Kapısı’na 3.0, 4.0 gibi mertebe belirtici bir sayı eklemek mümkün olmuyor. Çünkü insan yapısı değil, Ehad ve Samed.

 

 

Samsa Kapısı 4.0

Samsa Kapısı 4.0’da durum önceki modelden çok farklı. Robotlar ve yapay zekâ kullanımı kaçınılmaz olarak kitlesel işsizliğe neden olacak ve bundan en çok da beyaz yakalılar etkilenecek. Özellikle refah toplumu siyasetçileri şu anda bu işsiz ve itibarsız bırakış dalgasının giderek gücünü artıracağını biliyor. İslamofobi, örneğin, bir yanıyla Batı ahalisinin dikkatini dağıtma manevrasıdır. Büyük bir altüst oluş çok yakında olabilir. En büyük hasarı Samsa Kapısı 3.0’ın sakinleri göğüsleyecek. Herkese ortalama bir maaş bağlanması, yaratıcı işlerde çalışanlarınsa bunun daha fazlasını alması; ama hiç kimsenin aç ve açıkta kalmaması şeklinde çözüm önerileri sıkça konuşuluyor. Böylelikle boş vakti çoğalan insanların kendilerini sanata ve bilime vakfedecekleri söyleniyor. Niyet samimi olsa ulaşılabilecek bir hedef, ama geçen yüzyıl başlarında aç atları bir nebze teskin etmek için çalınan yem borusu olması ihtimali büyük.

 

 

Kapı Meseli

Blockchain Ağaları’nın pembe vaatleri yeterince kandırıcı değil. Egemenlerin dünya nüfusunu kırma planları herkesin dilinde. Büyük kalkışmalar, nümayişler, yağmalar ve kontrolden çıkan kitlesel hareketler bekleniyor. Bu nedenle Endüstri 4.0’ın mühendisleri Sözde Kurtuluş Kapısı 4.0’ı tedavüle sokmaya hazırlanıyor. New Agevari bir din sentezi ve Yeni Sol. Yeni sosyalizme bir önceki gibi anti tez işlevi görüp küreselizmin pekişmesine destek olma rolü biçildi. Eski Sol, burjuva ile birlikte bugünlerde kapitalizmi kurtarmaya çalışırken, Yeni Sol kapitalizmin kontakt anahtarını kapatmak isteyen küreselizm için mücadele verecek.

 

Bu arada bize küreselizmin ideolojik bir çözümlemesini sunacak olan yeni bir Marx’ın kurtuluş reçeteli kitabı çoktan yazılmış durumdadır belki. Piyasaya sunmak için şartların olgunlaşması bekleniyor olabilir. Omni-medya gücünü elinde tutanlar tarafından bir anda dünyaca çoksatan kitap haline getirilecek, herkesin diline pelesenk olacak ve ortaya atılan fikir kendine bir anda milyonlarca taraftar bulacak.

 

Sonumuz helâk edilmiş eski kavimlerinkine benzemezse, bugünün gençlerinin bazıları  Endüstri 5.0’ı da deneyimleyecek. Elitler için Akıllı Şehirler, kredisi düşük yığınlara tahsis edilmiş Tapon Şehirler, seyrelmiş dünya nüfusu, uçan arabalar, cyborglar, androidler, yapay zekâ-insan hibritleri vb. ne denli büyük değişiklikler meydana gelirse gelsin Kapı Meseli dillerden düşmeyecek. Sözünü ettiğim kapılar teknoloji değişse de kategoriyel olarak aynı kalarak kendi sakinlerini ağırlamaya devam edeceğe benziyor.   

                                                                                                        Balçova – Ekim 2018

 

                                                        -------------------

21 Nisan 2020 Salı

Borges ve Kemeraltı


Tordemir Yazıları
Borges ve Kemeraltı
J. L. Borges 17-18 Mayıs 1986’da Amsterdam’daki Rai Kongre salonunda Fritjof Capra, Susan Griffin, R.D. Laing, Cloé Madanes, Rollo May’le birlikte bir konuşma yapacaktı. Assolist oydu haliyle. Kendisine Türkçe ve Hollandaca basılmış iki kitabını imzalatmayı hayal ediyordum. Mümkün olmadı. Borges rahatsızlanmıştı, o yılın Haziran ayında bu dünyadan göçtü gitti. Yukarıda ismini verdiğim yazarların kısa öykü ve denemelerini basan Kaos dergisinin özel sayısını hâlâ saklıyorum. Bellek sobasının ateş tuğlası olarak kütüphanemde duruyor. 

  Borges ve Kemeraltı denememin labirent ve bellek merkezli kısmını burada sizlerle paylaşıyorum. Yazarı defalarca İzmir’de Kemeraltı sokaklarını arşınlarken hayal etmişimdir. Sonunda kelimeleri bir araya getirebildim.
  Kemeraltı bir labirent. Ne kadar gezersen gez tamamını görmüşüm hissiyatı vermez. Aynı yerlerden, sattıkları her şey diğerleriyle bire bir aynı olan satıcıların önünden defalarca geçsen de zihnimizde çalışan ‘her an başka, her an diğerinden farklı’ jeneratörü bizi aldatır. Mevcudatın tümü ele geçmezdir ve sürekli bir devinim içersindedir. Bir yerden bir şeyler getirilir, insanlar bunları alır götürür, ciddi ölçüde kayıt dışıdır.
  El işi azlığı tekdüzelik getiriyor. Çünkü elin becerisi, kifayetsizliği, malzemenin bolluğu ya da azlığı inanılmaz bir çeşitlilik oluşturur. Buna rağmen tıpa tıp aynı gibi görünen binlerce fabrikasyon mamul bize biraz farklı görünür. Bunu unutma ve hatalı hatırlama yetimize borçluyuz. Unutmak tekdüzeliğin ilacıdır.
  Borges özellikle altmışların yetmişlerin Kemeraltı’sında bir-iki gün gezinseydi labirenti hemen sezerdi. Bir yeri labirent yapan şey onun karmaşık yapısından çok insana has bellek tökezlemesi yaratabilme kapasitesidir. Berkeleyvari bir zaman telakkisinin de labirent inşasında harcı yok değildir. 
  Borges 1942’de yazdığı Bellek Funes – Funes el memorioso adlı öyküsünde İreneo Funes adlı bir gencin her şeyi hatırlaması yüzünden büyük bir yükün altında ezildiğini, insan bedeninin bunu kaldıramadığını, attan düşme nedeniyle aldığı yaralar yüzünden çok genç yaşta ölerek kurtulduğunu anlatır. Adı barış, huzur; soyadı eğlenceli anlamına gelen İreneo Funes bütün ayrıntıları hatırlıyor; bu benzersiz hatırlama yetisi sayesinde sayılar yerine kelimeler ikame ediyor, nesnelerin bozulmasını, dişlerin çürümesini ve ölümün yavaşça yaklaşışını derinden hissediyordu.
  On iki yaşında falandım. Başkan Kennedy’nin ABD’de suikasta uğradığı sıralardı. Üçkuyular’a adı henüz verilmemişti. Fahrettin Altay’a ise daha çok vakit vardı. Kemeraltında olan biten her şeyi hatırlayan bir adamı dinledim. Kolonyacılar sokağında küçük bir imalathanesi vardı. Sadece limon kolonyası imal ediyordu. Adı İhsan’dı. Kolonyacı İhsan diyorlardı. Babamla gitmiştik. Kolonya alma bahanesiyle gelmiş iki adam daha vardı. Motor gibi eskileri anlatıyordu. Birisi on küsur yıl önce falanca dükkân dediğinde hemen sahibinin ismini söylüyor, şu anda ne iş yaptığını – Kemeraltı sınırları içindeyse söylüyordu. Herkesi ismi soyadı ve tevellütüyle tanıyordu. Kim öldü, kim yakında yolcu, kim teneşir kaçkını etiketiyle geziyor hepsini biliyordu. Müthiş bir bellekti. Kemeraltı’nın canlı yakın tarih kitabıydı mübarek. Anlattığı şeylerin hiçbirini bilmiyordum, ama bilenler hayret vitesi büyültüp duruyordu.
  Ergenlik çağının hayhuyunda bir ara o adamı unuttum. Tekrar aklıma geldiğinde kırkların kara sularına girmek üzereydim. Babam ben yirmi yaşındayken vefat etti. Ona soramazdım, neyse ki, aile dostumuz İsmail amca yardımıma yetişti. Boya atölyesini yaşlılık nedeniyle kapatmıştı, ama her gün iş gibi Kemeraltı’na gelip eşi dostuyla çay kahve içiyor, kıraathanelerde tavla oynuyor, akşam iş çıkışıymış gibi evine dönüyordu. Önünde bunu yapabileceği upuzun iki buçuk yılı daha vardı. Bay Hafıza denen Kolonyacı İhsan’ın seksen sonlarında öldüğünü ve onun yerini birinin alacağını, ama kim olacağının henüz belli olmadığını söyledi. Bu bir ananeydi. Kemeraltı vakalarını hatmeden bir hafız silsilesi vardı. İhsan beyden önceki vaka hafızı Rasim Mehmet adlı bir kunduracıydı. Adam İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşlılıktan ölerek postu kolonyacı İhsan’a bırakmıştı. 
  İreneo ile Kolonyacı İhsan çok farklı.  İhsan bey evliymiş, üç oğlu varmış, karısı zeytinyağlı kereviz yemeğini çok güzel yaparmış ve bazan motor gibi dur durak bilmeden anlatırmış. Ağır ağır kelime seçerek konuşan İreneo ise genç delikanlı ve bekâr. Kolonyacı duyduğu şeyleri hatırlıyormuş en çok. Aklında kalmasın diye kitap gazete falan okumazmış. O sırada televizyon ve sosyal medyanın olmaması şansı olmuş.
 
Bir yakın arkadaşıma bir gün yarı şakayla ‘İleride kendinle ilgili olarak benim de tanığı olduğum ya da bana anlattığın bir şeyi unutursan bana gel, benden dinle’ demiştim. Gençken yüksek sesle söylenen telefon numaraları bile aklımda kalırdı. Bu istidatım sonradan otobiyografik metinler yazarken çok işime yaradı. Şimdilerde yedinci on yılı doldurmak üzereyken bu tür iddialarda bulunacak durumda değilim, ama hâlâ yarım yüzyıl öncesine ait bir yığın ayrıntı zihnimde dans etmeye devam ediyor. Çocukken ve ilk gençliğimde ısrarlı rüyalarım vardı. Bunları hatırlamaya devam ediyorum mesela, ama evvelsi gün yaptığım beş telefon konuşmasının beşinin de kimle olduğunu duraksamadan sayabileceğimden kuşkuluyum.
  Kolonyacı İhsan eskiden tanıdığı kimselere o sıralarda ne giydiğini, nelerden bahsettiğini söylermiş. Bu özelliği de fazladan seyirci çekermiş. Birçok kimse kendi belleğini tazelemek, nostaljik duygularla sarsılmak için Kolonyahaneye gelir ve ‘Anlatsana İhsan abi, ben hani çocukken buraya gelmişim. Ne giymiştim? Ağzım ne tür laf yapıyordu? Babam rahmetli neler diyordu benim için.’ vb. falan diye sorarlarmış. Ne yalan söyleyelim adam sağ olsaydı bunu ben de yapmak isterdim şimdi.
    Kunduracı Rasim’in Üçüncü Beyler sokağının bitiminde küçük bir ayakkabı tamircisi varmış. Onun belleği de müthişmiş. Daha çok maniler, türkü ve şarkı sözleri, adı sanı bilinmeyen çoğu sıradan olan şairlerin şiirlerini ve en müthişi meyhanelerde edilen en uçuk sohbetleri kelime kelime hatırlıyormuş. Çarşıda iş tutan alüftelerin, parlakçıların, ispirtocuların, goygoycuların, bul karayı al parayıcı taifesinin falan hepsinin adını bilirmiş. Küçük dükkânı yaz-kış ayakkabı tamiri bahanesiyle gelen insanlarla dolu olurmuş. İkinci Dünya Harbi sırasında kimine göre veremden, kimine göre sirozdan ölünce yerini kolonyacı almış. Bundan Kemeraltı’nda böyle bir sınırlı, insani bellek bankaları ananesi ve saklı bir silsile olduğunu düşünmeye başladım. Bunun da peşine düşmek lazım.  
  Borges Bellek Funes öyküsünde bir yerde şöyle yazar:
Herbirimiz ölümsüzüz ve er ya da geç bütün insanların her şeyi yapacağını ve bileceğini biliyoruz.

Babil, Londra ve New York’un hoyrat görkemleriyle insanların hayal gücünü zaptetmişlerdir; onların o kalabalık kulelerinde ya da hızlı hızlı gidilen caddelerinde hiç kimse, fakir Güney Amerika taşrasında bahtsız Ireneo’nun gece ve gündüz  üzerine çöken aman vermez gerçekliğin hararetini ve basıncını hissetmemiştir.
                                                   Hayaller ve Hikâyeler, İletişim Yayınevi. Çev: Fatih Özgüven
  Ireneo bir öncüdür. Bana bir cyborg öncülü çağrışımı yapıyor. Cyborg dedim çünkü hisleri olmayan bünyedeki bir mega bellek asla yıpratıcı ve rahatsızlık verici bir yük değildir. Tamamen organik bir yapı bütün ayrıntıyı belleğinde tutabilse o bahtsız delikanlı gibi çok acı çekerdi. Ayrıntıların dar bir alanda sınırsız çoğalmasının zamanla kara delik benzeri bir yapıya evrilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
  İkinci Dünya Harbi sırasında Borges ve benzeri bazı yazarlar gerçekçi edebiyatla bağlarını kopardılar. Daha o zamanda bile Babil-Londra-New York’un inşa ettiği sentetik gerçeklikten, hakikatsiz gelecek fikrinden hem korktular hem de bunaldılar ve büyülü gerçekliğin başı sonu belirsiz labirentlerini inşa ettiler. Hippilik de dahil bütün izmlerin bir kandırmaca ve oyalama taktiği olabileceği şüphesiyle labirentlere dalıp bir nebze rahat nefes almaya çalıştılar.
  Bu labirentler eskisi kadar olmasa da bugün hâlâ popüler. Altmış ve yetmişlerdeki refah toplumlarının okuru onu bağrına bastı. Diğer ülkelerde de bunun bir yansıması oldu. Türkiye bunlardan biridir.
  Kemeraltı’nın haritası yoktur. Yapılan birkaçı da işe yaramaz düzeyde kötü ve külliyen kifayetsizdir. Az sayıda da olsa mutena bir haritayı yapabilecek evsafta ustalar var, onlar bilerek bu işe kalkışmazlar ve kasıtlı olarak çırak yetiştirmezler. Bunu iki nedenden yapmazlar. Birincisi Kemeraltı’nın fiziki beden olarak sayısız kopyaları olduğundan emindirler. Her kopya ayrıntıda da olsa birbirinden olabildiğince farklı kalsın isterler. Harita yapmak sayısız Kemeraltı algı ve izlenimini tıpatıp birbirine benzer hale getirme çabası olacaktır ki, yüce yaratıcı buna asla izin vermeyecektir beklentisi hâkimdir. Diğeri bir batıl inançtır. Çok kaliteli gerçeklikle bire bir örtüşen bir harita yapılırsa bu haritanın bir parçasının yırtılması durumunda o yere denk gelen alanın yıkılıp gideceğini, gözden yiteceğini, kötücül birinin haritayı ele geçirmesi halinde tüm alana istediği gibi tahakküm edebileceğini ve hatta isterse kâğıdı yakarak tarihi çarşıyı tümden yok edebileceğini düşünürler. Borges bu temalı bir harita öyküsü yazmıştır malum. O nedenle bahsi geçseydi anlayışla gülümseyeceğinden hiç şüphem yok. 
...
  Tlön Kemeraltı’na nüfuz edebilir mi? Bence artık mümkün değil, çünkü Tlön’ün yerini zamanımızda Dijital Kafes Gerçekliği aldı. Kendi nüfuz hücreleri işbaşında. Ortamı dijital toza, bilgi kirliliği sisine dumanına boğuyor. Bu nedenle birinin Kemeraltı’nda Alef’i görme olasılığı neredeyse imkânsız.  Alef’i boş meşgale olarak aratma kursları açılıyor. Tamam bunlar var, bazıları bayağı pahalı da üstelik, ama en elzem, en hayati olan soru sorulmuyor.      
  Bu tarihi çarşının kendine has bir Beatriz Viterbo’su var mıydı ve varsa evi neredeydi? Bunu bilseydik toza dumana rağmen Alef’i en doğru yerde aramaya başlayabilirdik.
...

                                                           --------------------------------

27 Ekim 2016 Perşembe

Bilimkurgu ve Kadın

Bilimkurgu ve Kadın


Hayalgücünün Tekno-İmkân Kredisi olarak Bilim Kurgu
Bilim kurgu denince benim aklıma öncelikle Jules Verne’nin eserleri gelir önce. Denizler Altında 20.000 fersah, Ay’a Seyahat , 500 Milyonluk Miras, Arzın Merkezine Seyahat, çocukluğumun unutulmaz bilim kurgu kitaplarıdır. Geriye doğru bakıldığında Homeros’un İlyada’sında anlatılan topuğundaki bir nokta hariç kılıç ve ok işlemeyen Aşil bir androidi, Gülliver’in seyahatlerinde minik insanlar ve devler genetik manüpilasyonu, boyutlar arası yolculuğu ve 1001 Gece masalları’ndaki uçan halılar anti-gravity, yerçekimini yenmiş bir  teknolojiyi çağrıştırmaz mı? Alaattin’in sihirli lambasının marifetlerine kuantum fiziği gözüyle bakarsak hiç yadırgamayız. Ali Baba ve Kırk Haramiler öyküsünde ‘Açıl susam açıl’ komutuyla açılan sihirli kapı bugünün en yeni teknolojisi gözüyle çok sıradan bir çalışma sistemine sahiptir.
  Hayal gücü böyle bir şeydir. İleriye doğru hareket eder gelecekten doneler toplar ve zihnimizde öykü şeklinde tortulanır. Teknolojik gelişmelere tanık olmak bu süreci tetikler ve uyarlar.
Örneğin Jules Verne, Denizler Altında 20.000 Fersah’ adlı eserininin ilhamını Amerika ile Avrupa arasında okyanusa telefon kablosu döşeyen dalgıçlardan, 1800 yılında Robert Fulton’un icat ettiği Natilius adlı denizaltıdan almış ve romanının kahramanı Kaptan Nemo’nun denizaltısına aynı ismi vermiştir.
  19. Yüzyılda Jules Verne, Frankenstein’ın yaratıcısı Mary Shelley, bu türe giren öyküleri olan E. A. Poe, Zaman Makinesi ve Dünyalar Savaşı romanlarının yazarı H. G. Wells bu türün temelini attı.


  Amazing Stories ve Astounding Science Fiction Dergileri
  20. Yüzyıl başında Lüksemburg kökenli ABD’li mucit ve yazar Hugo Gernsback Amazing Stories adlı bir dergi çıkardı. Bu dergi bir yazar kuşağı doğurdu. Astounding Science Fiction Dergisi, 1930 sonlarında özellikle John W. Campbell’in editörlüğe gelmesiyle dergi çevresindeki aralarında İsaac Asimow, Damon Knight, Frederik Pohl’un bulunduğu yazar kitlesi oluştu. Bu çok bereketli dönemin diğer yazarları arasında Robert A. Heinlein, Arthur C. Clarke, A. E. van Voght ve Stanislaw Lem bulunmaktadır. Bilim kurgunun altın çağına damgalarını basmışlardır.  Ray Bradbury, Ursula K. le Guin, Frank Herbert,  Larry Niven, Philip K. Dick de bu altın çağın gözde yazarlarıdır.


Bilim Kurgu edebiyatı eril karakterli midir?

Genel olarak dünya edebiyatında okuru ve yazarı olarak kadınların çok ciddi bir ağırlığı vardır. Bilim Kurgu tarzında yazılmış öykü ve romanlara bir göz atıldığında ise erkek yazarların  yine erkek ağırlıklı okura hitap ettiği açıkça görülür. Bu öykülerden hareketle yapılmış film ve dizilerde de hedeflenen kitle aynıdır. Çünkü ister öykü, ister film olsun hemen hepsi çizgi roman geleneğinin uzantısıdır. Çizgi romanlar genelde erkek çocuklar ve delikanlıların hayallerine serüven tozları dolduran medyum işlevi görmektedir. Bu romanların çoğunda yer alan kadın figürleri aşırı seksilikleri ve fiziklerinin abartılı güzelliğiyle görsel ikon olurlar. Zeki, baskın karakterli, kurgunun temel zembereği olana, anaç kadına bu tür kurgularda nadiren rastlanır. Son otuz yılda roman ve filmlerde kadının ağırlığı belli bir ölçüde artmıştır. Dünyayı kurtaran kahraman kadınlarımız vardır artık. Bunlar bir ölçüde erkek gibi davransalar da hemcinslerine rol modeli oluşturmaktadır.

Kadının ve erkeğin hassasiyet alanları değişiktir. Kadın örneğin; isterse yapabileceği halde tercih etmediği için genellikle matematikçi ve şair olmaz. Bilim kurgu yazarı da olmaz. Bu metinde ismi geçen ünlü kadın bilim kurgu yazarlarının sayısı  bir elin parmak sayısını geçmez. Bu durum yakın gelecekte değişecek ve sanıyorum kadın bilim kurgu yazarlarının sayısı artacaktır.  Distopik kurgu alanında özellikle.

Bilim kurguda baskın eril eğilimi ve bunun istisnalarını göstermek için şu ana kadar kitleleri etkilemiş bazı filmleri örnek olarak alacağım. Kitap yerine filmleri seçmemin nedeni görsel bilgiyi tercih eden en genç kesime de seslenebilmektedir. Kaldı ki, bahsini edeceğim filmler ünlü bilim kurgu yazarlarının çok tanınmış eserlerinden sahneye aktarılmıştır.

2001 A Space Odyssey – Uzay Macerası (1968)
Ünlü bilim kurgu yazarı A. C. Clarke’ın Sentinel- Nöbetçi adlı öyküsünden hareketle ünlü yönetmen Stanley Kubrick tarafından yapılmış bir filmdir. Uzay Macerası adıyla memleketimizde gösterilmiştir. 2001 Uzay Macerası şu anda dünya çapında kült statüsüne sahip bir filmdir. Görsel oskar alan film 1991 yılında ABD kongre kütüphanesi tarafından Ulusal Film Kayıtdefteri’ne eklendi.

Dünyadışı zeki varlıklar çok eski zamanda Ay yüzeyine bir verici bırakmışlardır. İnsanlık teknolojik gelişmesinin sonucunda Ay’a seyahat edebilince bu verici tetiklenir ve Jüpiter gezegeninin arka tarafına bir sinyal yollar. Bu sinyalin nereye gönderildiğini araştırmak için on sekiz ay sonra dünyadan Discovery One adlı bir uzay gemisi yola çıkar. Süper bilgisayar HAL 9000 gemiye kumanda etmektedir. Bu yapay zeka hedef yaklaşılırken programlanan plandan saparak astronotları öldürmeye başlar. Kurtulan yegane astronot Dave, HAL 9000’i devre dışı bırakır ve geminin kontrolünü ele geçirir. Sonunda Dave, Jüpiter’in yakınlarında bu dünyadışı zeka ile karşılaşacak ve esaslı bir değişime uğrayacaktır. Film boyunca gördüğümüz kadın oyuncuların rolleri birkaç dakikadan uzun değildir. Film baştan aşağıya bir erkek astronotun macerasıdır.

Solyaris - 1972
Solaris, Polonyalı ünlü bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem’in 1961’de basılmış çok tanınmış romanından Andrei Tarkovski tarafından 1972’de filme çekilmiştir. 1968’de ve 2002’de iki kez daha filme çekilmiştir. En iyisi Tarkovski yapımıdır.

Filmde dünyadan ulaşılabilecek yakınlıkta olan bir gezegen olan Solyaris’den söz edilir. Bu gezegenin okyanusu çok büyük, gelişkin dev bir zekadır. Oraya yollanan ve yörüngedeki istasyonda kalan astronotlar bu zeka ile iletişim halindedirler. Solaris bir bilimdir artık dünyada. Üzerine ciltler dolusu eser yazılmıştır. Film psikolog Chris Kelvin’in son zamanlarda beliren bazı gariplikleri araştırması için Solaris’e yollanmasıyla başlar. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar, testler zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi on yıl önce intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya, Chris Kelvin’in ziyaretine gelir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fiziki zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Bedeni nötronlardan yapılmıştır. Dahası kadın kendinle ilgili her şeyi her şeyi Kelvin’in kadını hatırladığı kadar hatırlamaktadır. Kelvin kendisiyle ilgili neyi hatırlıyorsa o kadarını bilmektedir.

Filmin sonlarına doğru Rheya kendi isteğiyle yapıbozuma uğratılmayı kabul eder. Bunu Kelvin’e belli etmeden yapar. Kadının son intiharını gerçekleştikten sonra Kelvin okyanusun yetkin olmayışı özsel niteliği olan süper bir güç olabileceğini düşünür. Tümü kavramada  ve zihin gücünde sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yapan, saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir yaratıcı hayal eder. Son sahnede bir helikopter yardımıyla Chris Kelvin okyanusun üzerindeki adacıklardan birine iner. Şimdi ne olacaktır? Ölü karısı  Rheya geri mi gelecektir? Onu neler beklemektedir? İnandığı bir şey vardır. Satranç ustaları düzeninin sarsıldığı çağdır hâla. Mucizeler çağı henüz geçmemiştir.

Usta yazar Stanislaw  Lem’in başta Solaris olmak üzere bütün romanlarını okumanızı hararetle tavsiye ediyorum.


Stalker – İz Sürücü (1979)

 “Dünya çok sıkıcı bir yer oldu. Telepati yok. UFO yok. Orta Çağ daha ilginçti. Her evde ruh vardı, kilisede de tanrı.”
Stalker filminin hemen başında ünlü bir yazarı canlandıran oyuncu (Anatoli Solonitsyn) böyle der. Ünlü yazar ve bir fizik profesörü (Nikolai Grinko) ile birlikte girilmesi yasak olan ‘Zone’ bölgesini görmek istemektedir. Onları bu yasak bölgeye gizlice sokacak olan kimse Stalker’dır(Alexander Kaidanovski). Film bu üç erkek karakter etrafında şekillenir.
Stalker, Arkadi ve Boris Strugatski‘nin 1972 tarihli Roadside Picnic adlı kitabından Stalker başlığıyla Andrei Tarkovski tarafından 1979’da filme uyarlandı. Kitap 90′larda Türkiye’de Uzayda Piknik adıyla Sarmal Yayınevi tarafından yayınlanmıştı.
Askerlerin sınırını koruduğu Yasak Bölge’ye ulaştıktan sonra Oda’ya yolculuk en kısa yoldan değil, Stalker’in gösterdiği dolambaçlı yollardan olur. Sorun geometrik değildir. Düz ve en kısa görünen yol en doğru ve tehlikesiz olan yol değildir. Çeşitli zorluklardan geçildikten sonra Oda’nın önüne kadar gelinir. Yol boyunca bir sürü ahkam kesmiş olan Yazar ve Profesör odaya girme cesaretlerini kendilerinde bulamazlar. Çünkü Oda’da sözle dile getirilen değil, gönlün derinlerinde duran, acılarlarla serpilen, en güçlü istekler gerçek olmaktadır. Oda’nın hemen önünde iki ziyaretçinin ahlâki zaafları ortaya çıkar. Profesör, Oda’yı, kötü niyetliler girmesin diye yok etmek üzere gelmiştir. Yazar ise kendisiyle karşılaşma, en derin acılarıyla yüzleşme cesaretine sahip değildir. Biri tanınmış yazar, diğeri de ünlü bir fizikçi olmasına rağmen ne entelektüel donanımları, ne kendilerine güvenleri, ne de fıtri kapasiteleri buna yeterli değildir. Kemale erme yeri, fenafillah aşaması bir adım ötelerinde bulunduğu halde içeri girmeye cesaret edememişlerdir.

Yasak Bölge ve Oda tutunacak ancak şu dünyada tutunacak dalını yitirmiş kimseler için bir umuttur. Bölge denilen yer insanın kurtuluşu sevgi ve özveride gördüğü bir bölgedir. İnsan burası dışında her yerde hapistir. Zone denilen yer yamultulmuş kodlarla şekillenmiş sahte hayatla çevrilmiş minicik bir adadır. Bencillikten diğerkâmlığa yolculuğu başaramayan birinin Oda’da onu mutlu edecek bir dilekte bulunması mümkün değildir.

Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman adlı kitabında Stalker filmiyle ilgili şunları söyler:
Bu filmde Bölge’ye giren insanların hedefinin aslında en gizli isteklerinin yerine getirildiği bir oda olduğunu hatırlatmak isterim. Stalker bir ara bölgenin garip topraklarından geçerken yazara ve bilgine bir zamanlar gerçekten yaşamış efsanevi Dikoobras’ın öyküsünü anlatır. Dikoobras, bu özlem diyarına ölümüne neden olduğu kardeşinin yeniden hayata döndürülmesi ricasıyla gelmiş, o odadan çıkıp evine döndüğünde zenginlikten başka hiçbir şey bulamamıştır. Zira Bölge onun gerçek, en gizli isteğini yerine getirmiştir. İstemesinin iyi olacağını düşündüğü şeyi değil.
Stalker’da belki de ilk defa, insanın ve ruhunun beslendiği o çok önemli olumlu değeri açık ve net bir biçimde ele alma zorunluluğunu duydum. Stalker’ın karısı üçünün mola verdiği meyhaneye geldiğinde yazar ve bilim adamı gizemli ve anlaşılmaz bir fenomenle karşı karşıya kalırlar. Karşılarında kocasının sürdüğü hayat ve doğruduğu sakat çocuk yüzünden çok acı çekmiş olmasına rağmen kocasını ilk gençlik günlerinin aşkı ve fedakarlığıyla seven bir kadın durmaktadır. Bu aşk ve bağlılık çağdaş dünyanın inançsızlığına, sinikliğine ve boşluğuna karşı çıkartılabilecek son mucizedir. Ve sonunda yazar ve bilim adamı da modern dünyanın bir kurbanı olurlar.

Her birimizin içinde olan o özgün insanilik ve ebedilik üzerine düşünmeyi teşvik etmeyi görevim sayıyorum. Ne yazık ki, bu sonsuzluk ve öz, insanın kendi yazgısını kendi elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Bir takım aldatıcı idealler peşinde koşulması yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın varlığını inşa ettiği ufacık bir kırıntı kalıyor; Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı insan ruhunda, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam katabilir.
              Andrey Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman – AFA yayınları – 1986

İz Sürücü karakter için Bölge insanlığın son umududur. Onu yok etmek insanlığı da uçurumunda yalnız ve umutsuz bırakmak demektir. “Artık kimse oraya gitmek istemeyecek, artık kimse inanmıyor” diyerek ağlayan Stalker’a, kendisini aşkla seven karısı “Götürecek kimse bulamazsan beni götür” diye şevkatle ve sevgiyle cevap verir. Stalker, karısına ” Ya sende de işe yaramazsa?” diye cevap verir. Safiyane sevgiden yoksun, sıkıcı, tekdüze ve merhametsiz insan yaşamına eklemlenmiş olan en harika sanal gerçekliğini sonlandıracağından endişe etmektedir.

Film Stalker’ın mutant kız çocuğunun telekinetik yeteneğini kullanarak masanın üzerindeki nesneleri zihin gücüyle hareket ettirmesiyle son bulur. Eduard Artemyev’in filmin tinsel dokusunu yoğunlaştıran müziği sona ermiş, Beethoven’in 9. Senfonisi çalmaya başlamıştır. Mucize sergileyen en son sahnede acaba niye bu müzik kullanıldı diye düşünürken aklıma Mikhail Bakunin’in ‘Everything will pass, and the world will perish but the Ninth Symphony will remain’ * sözleri geldi. Kelvin’in Solaris filminin en son sahnesinde babasının dizlerine kapanma sahnesini düşündüm. Her şey yıkılıp gidecek, ama sevme yeteneği denen mucize baki kalacaktı.
                    *Her şey geçip gidecek, dünya mahvolacak, ama 9. Senfoni baki kalacak.


The Thing – Şey (1982)
Şey filmi John Carpenter’ın bir başyapıtıdır. Christian Nyby’ın 1951 yapımı olan The Thing From Another World’un yeniden yapımıdır. John W. Cambell’in ‘Who goes there’ adlı romanından filme çekilmiştir.

Antartika’daki bir araştırma üssündeki kimseler binlerce yıl önce dünyaya gelmiş, buzların altında kalmış ve sonra tekrar hayata dönmüş, şekil değiştirerek istediği her kılığa girebilen  uzaylı bir yaratık bulurlar. Artık herkes bir diğerinden şüphe etmektedir. Film benzeri çok az bulunan bir gerilim harikasıdır.

Filmdeki tek kadın oyuncu satranç bilgisayarını seslendiren yönetmen Carpenter’ın sonradan karısı olan Adrienne Barbeau’dur.


Blade Runner – Bıçak Sırtı (1982)
Bıçak Sırtı adlı film bilim kurgu türünün en önde gelen filmlerinden biridir. Philip K. Dick’in ‘Androidler elektrikli koyun düşler mi?’ adlı romanından ünlü yönetmen Ridley Scott tarafından filme çekilmiştir.

Hikaye 2019 yılında Los Angeles’de geçer. Blade Runner adlı polis biriminin üyesi olan başkahramanımız Rick Deckard’a dünya dışındaki kolonilerden birinden kaçarak dünyaya gelmiş olan androidleri, insan benzeri robotları öldürme görevi verilir. İnsandan ayırd edilmesi çok zor olan üç kadın iki erkek robotla cebelleşen kahramanız güç bela bunları safdışı eder, ama sonunda bir robot kadına aşık olur ve onunla yeni bir geleceğe doğru yola çıkar.

Bu filmde kadın androidler de erkek androidler kadar dişli ve kolay altedilmezlerdir. Yalnız enerjisi bitip tükenmeden önce; ‘Siz insanların aklının almayacağı şeyler gördüm. Orion’un yamaçlarında yanan savaş gemileri, Tannhauser geçidinin yakınında parıldayan C-ışınlarını seyrettim. Tüm o anlar kaybolacaklar. Tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölmek zamanı.’ diyen yine de bir erkek androidtir. 



Contact – Mesaj (1997)
Bilim kurgu kitabı okumayan ve filmlerine de pek rağbet etmeyen bir kadına sıklıkla 1997 yapımı Contact filmini izlemesini tavsiye ederim. Gökbilimci, astrobiyolog Carl Sagan’ın Türkiye’de Temas başlığıyla romanından hareketle yapılmış kaliteli bir bilim kurgu filmidir. Mesaj’da ne acımasız terminatörler, ne ışın tabancalı astronotlar, ne de Alien’deki türden canavarlar vardır. Dünya yabancı bir zeka tarafından işgal edilmez. Labirentlerinden çıkılamayan sanal bir dünya, insanın içine daraltı veren distopik bir ortam söz konusu değildir.

Dr. Ellie Arroway, SETI - Search for Extra Terrestrial Inteligence -  araştırmaları yapan bir gökbilimci kadındır. Amacı radyo teleskopları kullanarak evrendeki yabancı zekalarla iletişime geçmektir. Bir gece Vega yıldızından gelen bir mesaj alır. Daha da ilginci bu mesajın içinde bir araç yapım planı bulunmaktadır. Bütün dünyada heyecan yükselir.

Filmde ilahiyatçı kahraman olan Palmer Joss bilimin yanı sıra inancın bu meseleye bakış açısını dile getirir. Arroway ve Joss aynı gerçeğe giden yolda iki ayrı yöntemle çalışan karakterdir. İnsanın bilmeye ve hakikata olan açlığı, mutluluğu araması, doksan ortaları dünyasının temel sorunları aralarındaki diyaloglara malzeme olur. En güzeli, filmde bilim ve inanç, yani Arroway ve Joss sevgilidirler. 


Dünyayı kurtaran kadınlar:Alien - Yaratık’tan Prometheus’a – 1979-2012
Ridley Scott’un çektiği bazı bilimkurgu filmlerinin bir özelliği var. Alien- Yaratık (1979) filmiyle bize 20 yıl hüküm sürecek bir kadın kahraman hediye etti. Sigourney Weaver’ın canlandırdığı Ripley, Alien ve onu takip eden üç filmde de zekası ve cesaretiyle dünyayı canavar görünümlü yaratıkların işgalinden kurtardı. On yılı aşkın uzun bir aradan sonra 2012 filminde gösterime giren Prometheus adlı bilim kurgu filminde,  Ejderha Dövmeli Kız serisinden tanıdığımız Noomi Repace’in canlandırdığı Elizabeth Shaw dünyayı kurtaran kadın tacını başına geçirdi. Yeni kurtarıcımız bayan Shaw’ın hayran kitlesi Prometheus filminin devamını sabırsızlıkla beklemektedir.

TÖHAF yeteneğimiz hep baki kalsın
Filmler hayalgücümüzü, hislerimizi etkiliyor. Rüyalarımıza nüfuz ediyor. Moda anlayışımızı değiştiriyor. Bazı sahneleri bazen ömür boyu gözlerimizin önünden gitmiyor. Bize ekranda gördüğümüz kadın ve erkeklerin tiplerini beğenmeyi dayatıyor. Politik tercihlerimizi manipüle ediyor. Film böyle bir şey. On yıl içinde belki de interaktif sinemalara adım atacağız.

Ama… Esas film yapımcıları hâlâ biziz. En yetkin filmleri beynimiz çekiyor. Çekiyor, montajını yapıyor ve gösteriyor. Tam Özerk HAyal Film, yani TÖHAF yetimizle. Bir olayı dinlerken, bir roman okurken beynimiz kendi filmini çeker. Kendi hayal gücümüzle bir anlatıya ya da okuduğumuz öyküyü filme çeviririz. Bir kitabı tutkuyla okuyan birinin o kitaptan yapılan filmi beğendiğini nadiren duyarsınız. Ben şu ana kadar okuduğum kitaplardan yapılmış filmlerden hiçbirini kendi TÖHAF yetimle çektiğimden daha iyi bulmadım.

Bizler işitsel kültürden hızla görsel kültüre doğru evrilmekteyiz. Bir gün gelir bu yetimiz körelebilir belki. Umudum TÖHAF’ın bir şekilde varkalacağı ve insanın algıya kendi damgasını vurmayı istemeye devam edeceğidir.


K2rik ve Gece – Kadınca Bilim Kurgu Öyküleri
2009 yılında genç yazar arkadaşlarımın, Ozancan ve Gökcan’ın teşvikiyle sitelerinde başkahramanları kadın olan ve yaşanan serüvenin merkezinde  kadınların durduğu altı kısa bilim kurgu öykümü yayınladık. Edebiyatımızda bir ilkti. Öykülerde kadınlar baş rol oynasa da metnin  bir erkek tarafından ele alındığı bellidir. Burada amaç kadın okurlara bilim kurgu türünü sevdirmek, okur ve yazar olarak bu türe katkılarını sağlamak ve erkek yazarlara kadın merkezli öyküleri model olarak sunmaktı.

Değişik sitelerde yayınlanan bu dijital seçki aradan geçen zaman ciddi bir okunma sayısına erişti. Özellikle kadın okurlar tarafından gönderilen yorumlardan amacımıza bir derece ulaşmış olduğumuzu görmenin mutluluğunu yaşadık. Sonradan buradaki öyküleri de ekleyerek bir yayımcı arkadaşımla on beş öykülük Arafor adlı bir kitap oluşturduk. Kitap 2012 yazında okurların beğenisine sunuldu.


Bilim kurgu türleri
Bilim kurgu eserlerinde katı ve esnek teknik yaklaşımlar vardır. Hard SF/Katı BK, katı bilim kurgu eserleri bilimsel verilere sımsıkı bağlı kalır ve gelecek öngörülerini bunun üzerine inşa ederler. Böylelikle gelecekte meydana gelen olaylar bir kısım öngörüleri, bilimsel tahminleri doğrularken,  yanıldığı yerler de açıklıkla ortaya çıkar.  Larry Niven, A. C. Clarke bu tür yazarlardır. Aslında bilim insanıdırlar. Metinde teknik verilere, astronomi, fizik ve kimya formüllerine dayanırlar. Yapıtlarında edebi bir tat mevcut değildir. Bu nedenle hem bir teknik ayrıntı deposu olmaları hem de edebi bir lezzete sahip olmamaları nedeniyle kadın okurların pek rağbet etmediği yazarlar oldular.

Ursula K. LeGuin, Philip K. Dick ve Ray Bradbury  eserlerinde sosyal bilimleri ve politik bilimleri önde tutan bilim kurgu yazarlarıdır.  Öncekilerine oranla çok daha büyük bir kadın okur kitlesine sahip olmuşlardır.

George Orwell’in 1984’ü, Aldoux Huxley’in Brave New World -  Cesur Yeni Dünyası, Yevgeni İvanoviç Zamyatin’in Mıy-Biz’i, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i ve Margraret Atwood’un The Handmaids Tale - Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanı distopik ortam romanlarının en tanınmışlarıdır. Atwood’un kitabı seksen ortalarında basılmıştır. Distopik ortamı feminist bir gözle eleştirdiği eserinde kadın haklarının tümden elden gittiği bir felaket ortamını tasvir etmiştir.

King-Takami-Collins basamakları.
En yeni popüler distopik ortam filmlerinden biri Açlık Oyunları.  Amerikalı yazar Suzanne Collins tarafından 2008 yılında yazılan bir gençlik romanından alınmadır. Uzak bir gelecekteki distopik ortam on altı yaşındaki Katniss Everdeen adlı kızın gözünden anlatılır. Halk gelişmiş bir şehir olan Capitol tarafından yönetilmektedir. Her yıl dünyanın on iki mıntıkasından seçilen 12-18 yaş arası bir kız ve erkeğin tek kişi kalana kadar savaşmaları ve bunun televizyon tarafından yayınlanması anlatılır. 

Hunger Game - Açlık Oyunları yayınlandığında Japon yazar Koushun Takami’nin 1999’da yayımlanan Battle Royale kitabından esinlendiği iddia edilişti. Kitapta ve sonradan yapılan filminde her yıl bir lise sınıfı öğrencileri, kızlı erkekli, ıssız bir adada içlerinden bir kişi sağ kalana kadar savaşmaları anlatılmaktaydı.

Benziyor değil mi gerçekten? Bir ilginç nokta daha mevcut. Ölüm Oyunu - Battle Royale kitabı da bana Stephen King’in The long Walk-Uzun Yürüyüş adlı novellasını hatırlatmaktadır. King’in Richard Bachman müstear adıyla 1979’da yayımladığı kitaptaki konu şöyledir: Amerika Birleşik Devletlerinde belirsiz bir gelecekteki bir distopik ortamda, her yıl 100 adet genç delikanlı milli spor olan Uzun Yürüyüş’e katılmaktadır. Yarışın bir galibi olacaktır. Bu kimse ömrü boyunca bir eli yağda, bir eli balda, müreffeh bin hayat sürecektir. Yalnız kurallar çok katıdır. Yürüme hızı saatte altı kilometrenin altına düşmeyecek, belirli ihtiyaç molalarının süresi otuz saniyeyi geçmeyecektir. Buna uymayanlar, bikin düşenler yürüyüşçüler onlara refakat eden askerler tarafından vulup öldürülmektedir. On altı yaşındaki Raymond Garraty romanın başkahramanıdır. Bu kanlı yarışı o kazanacaktır.

Bence bu üç kitap bir esin merdivenin üç basamağıdır. King-Takami-Collins basamakları. Çok ilginçtir. Garraty, Shuya-Noriko ve Katniss, üç öykünün başkahramanları on altı yaşındadır.



Bilim kurgunun en gözde konusu: Zamanda Yolculuk
H.G. Wells’in Zaman Makinesi adlı kitabından 1960 yılında yapılan filmi görmüştüm yıllar önce. Rod Taylor, H. George Wells rolünü canlandırmaktaydı. Burada George 1900 başlarında her nasılsa bir zaman makinesi inşa etmişti. Çalışma prensibi belli değildi. Bayağı mekanik görünümlüydü çağına uygun olarak. Makinenin takvim kısmına istediğin tarihi yazıyor ve aleti çalıştırarak oraya gidiveriyordun. Alaattin’in sihirli lambasından çok farklı değildi yani. Neredeyse yarım yüzyıl sonra yapılan bir film de benzer yöntem kullanacaktı. Kelebek Etkisi - Butterfly Effect (2004) adlı filmde de genç bir adam tuhaf olaylar yaşadığı çocukluğunda tuttuğu bir defterdeki satırları okuyarak geçmişe gidiyor ve orada bazı şeyleri düzene sokmaya çalışıyordu. Kendi çocukluğu ve yetişkin hali (doubleganger – farklı uzay ikizi) aynı zaman frekansında bir arada bulunuyor ve bu bir sorun yaratmıyordu.  Aynı yolculuğu defalarca yineliyordu. Masalvarilik aşılamıyordu.

Zamanda yolculuk temalarını işleyen Zaman Tozları (2011) ve Gizemli Evren - Zaman Tozları 2 (2012) kitaplarımı yazarken bu bilinçle her kelimemi elden geldiğince süzgeçten geçirmekteydim.

Peki zamanda yolculuk gelecekte bir şekilde mümkün olacak mıdır? Zamanın kendi akışını korumakta direneceğini varsaydığımızda ne geleceğe, ne de geçmişe yolculuk yapabiliriz. Geçmişteki birini kurtarmak bir yana oraya varlığımızı eklemlememiz bile sorun olacaktır. O halde zamanda yolculuk işi asla başarılamayacaktır. Eğer böyle bir engel yoksa mazide ve geçmişte her şeye müdahale edebileceksek, enerjinin sakımı bir yana sebep sonuç ilişkisi bile yerinden oynar. İnanılmaz bir kaos oluşur. Gerçeklik dediğimiz harmonik akış kendini iptal bile edebilir. O halde paradokslar aşılmazdır.

‘Zamanda yolculuk hoş bir hayaldi, hayal olarak kalacaktır’ diyemiyoruz. Çünkü bu yolculukları hayal etmeye teşneyiz. ‘Allah kuluna nasip etmeyeceği bir şeyi vehmettirmez’ denir. Sözlü ve yazılı külliyatımızda Tayyi Mekân ve Tayyi Zaman bazlı mesellerimiz bayağı fazladır.  Aynı anda çeşitli yerlerde görünen kutlu kişilerin kerametlerinden söz edilir. Ben bu alanda zihin parlatan bir teorik fizikçi değilim, fizik formül ve matematik denklemlerin diliyle terennümüm sınırlıdır.  Laf denklem taşımaz ayrıca. Günlük ağızla sözcük parlatınca da yazılanların masala evrilme tehlikesi mevcut. Biz bilim kurgu yazarları yine de paradoksları paspas yaparak sezgilerimizin yoluna devam edeceğiz. Ana yoldan azıcık sapacak ve ilham ufukları sonsuza odaklı öyküler çatmaya devam edeceğiz.

Zaman Tozları serisinin ilk kitabında zaman hakkında şöyle bir diyalog yazmıştım. İlk paragraf katı teknik anlatım için çok uygun bir örnektir :

  “Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır. Zaman olayının enerji alanlarına bağlı titreşimsel bir ritmin yansıması olduğunu unutmayalım. Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle eşzamanlı ve hareketli hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum. Dev elektromanyetik düzeneklerce yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler. Philadelphia deneyi böyle bir şeydi sanırım.”
  “Zaman dördüncü boyut olduğu için mi maddeyi, yani üç boyutu böyle etkiliyor?” dedi Osman. Hocanın akıl yürütmesinin sonucundan korkmaya başlamıştı. Metin’in neden olması muhtemel kaosun kaosun sınırları hızla genişlemekteydi.
  “Aslında zamanın dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda sahne gözlerimizin önünde açılıyor.” Dedi Hoca. “Katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız her şey, tüm binalar, bu dükkân, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan,içine alan ‘Geçmiş-Şimdi-Gelecek’ dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.”
  “Rüyalarda ulaştığımız gerçeklik.” Dedi Terra Fuat içini çekerek.

Evrenin belleği, levh-i mahfuz, Akaşik kayıtlar, bu kayıtlara göz atmanın, kayıtları etkilemek anlamına geleceğini kuantum fiziğinin temel ilkelerinden biliyoruz. Yani birinin siciline göz atmak dahi o sicilin içeriğini etkileyecektir. Evren Google’ı sürekli yapılan bozulan, belleğimizin içini bulandıran karmaşık bir yapıda olacaktır sanırım. Azınlık Raporu - Minorty Report (2002) filminin kurgusundaki en arızalı yer de bu noktaydı. Kişiler henüz işlemediği suç nedeniyle tutuklanıyorlardı. Eylemden son anda vazgeçmek ihtimali gözardı edildiği için bu yöntemi kullanımdan kaldırmak gerekiyordu.

Paralel evrenler zaman yolculuğu yapanların geri dönebilmesi için bir garanti gibi görünmekte. Sayısız mazilerden ya da geleceklerden birinde yediğimiz bir halt nedeniyle bir yere hapis kalma, diğer uzay ikizimizle hemhal olma veya iptal edilme sorununu bir nebze çözüyor gibiyiz.

Gene Zaman Tozları kitabıma dönelim.

“Emin değilim tabii, ama…” dedi Keten Hoca. “Bence yarattığı zaman anaforları paralel evrenler arası geçişliliği artırıyor. Buzkırıcı bir gemi gibi. Yüzen birinin hemen ardından yüzmek gibi ya da. Zaman çaldığı falan yok yani. Kulvar değiştirmek için kullanıyor Metin gibileri. Bu bir tahmin. Asla kendi geçmişime gitmemeliyim demek ki. Paralel geçmişlerden birinde bir şeyi değiştirdiğimizde gelecekte bir etkisi olur. Kelebek ya da ejderha etkisi, ama ben kendi değişmemiş geleceğimi yaşarım yolculuktan dönünce. Bu ne işe yarar? Belki his olarak daha çok. Paralel beş ayrı evrende, beş ayrı gelecekte, beş ayrı erkekle evlenmiş ve rengarenk çocuklar doğurmuş bir kadını hayal edin. Bu çocuklardan birini severken dördünü de sezgisel olarak hissedecektir.”

Gizemli Evren (Zaman Tozları 2) ‘de kadın başkahraman diğer uzaydaki ikiziyle karşılaşır:

Belga ikizini kapının ağzında görünce dizlerinin kesildiğini hissetti. Bu anın o kadar hayalini o kadar kurmasına rağmen karnında buz küpçüğü üreten minik bir makine çalışmaya başlamıştı.
  “Euzu billahi mineş şeytanir racim...”
 İkizinin onu görünce şeytan tarafından çarpıldığını sanması komiğine gitmişti. Bu kendini daha hızlı toparlamasına neden oldu. Eğer kız paniğe kapılır kaçarsa bir daha hiç buluşamayabilirlerdi. Sağa sola durumu anlatır ve adresi verirse iş kimbilir nerelere varırdı.
  “Korkma. Gel içeri. Sana her şeyi anlatıcam.”
  “Adresini annem verdi.”
  Belga’nın gözleri doldu ve “Anladım. Gel içeri.”
  Diğer Belga karar veremiyordu. Eğer arada annelerinin manevi varlığı aracı olmasaydı merdivenlerden deli gibi iner giderdi belki. Bir de kıyafetleri farklıydı Allahtan. Pantolonlar benziyordu, ama kazaklar ve ayakkabılar başkaydı. Tıpa tıp aynı şeyleri giymiş olsalardı kız şimdi çoktan dış kapıyı boylamış olurdu. Belga sıfırdan gardrop düzerken eski kıyafetlerini kısmen kopyalamıştı neyse ki.
  “Adın ne senin?”
  Belga o an minik bir yalan söylemeyi akıl etti. “Biz aslında ikizmişiz. Beni doğduktan iki ay sonra evlatlık vermişler. Bizden de saklamışlar.”
  Dramı abartılı, uçuk dizi muhabbeti kızı etkilemişti. Cinler ve şeytan tarafından çarpılmadığını düşünmeye başlayınca rahatlamıştı. “Demek... Adın ne peki?
  “Belgin.”
  “Adımız da benziyor?”
  Tanrı kimseye kolay kolay saftirikliğini böyle yansımalı görme şansı vermezdi. Diğer Belga bu izahata inanmaya ne kadar teşneydi.
  “Orda mı durucan?”
  “Telefonumu nasıl buldun peki?”
  Karşısında duran kendiydi. Bu şok halinde bile kafası hızlı çalışıyordu. Belga şimdi şiştik diye düşünürken aklına bir fikir üflendi adeta. Facebook. Bir ara facebook’a çok takılırdı. Facebook adı Belg Tuncay’dı. Adından A’yı atınca Belçikalı anlamını kazandığını sonradan birisi anlatmıştı.
  “Facebook’tan”

  Ve diğer uzaydaki ikizle karşılaşmanın çok tekinsiz bir bedeli vardır.

 “Tek vücut olacağız. Korkma.” Dedi. Sesi bayağı peltek çıkmıştı.
  İkizinin yüzü sapsarı olmuştu. Belga da midesinin bulandığını hissediyordu. Düşünceleri kıpır kıpır olmasına rağmen dili ağırlaşmıştı. Gözlerini yumdu ve açtı. Görüşü birden inanılmaz derecede bozulmuştu. İkizi biribirine yapışmış olan kolları hariç sanki şeffaflaşmış gibiydi. Ona bakınca hem odayı, hem de başka mekânları görüyordu. Farklı yerler önünden hızla geçen tren vagonları gibiydi. Sırayla görüş alanına giriyor ve çıkıyordu. Çocukluğu, mahalle oyunları, ilk okul sıraları, genç kızlık, annesinin ölümü, sıkıntılı yıllar. Hepsi bildiği tanıdığı şeylerdi. Öyle hızlı değişiyorlardı ki, birine bakıp dalmaya zaman bulamıyordu. Bu arada dudakları kıpır kıpırdı, ama ne söylüyor olabileceği üzerine tek bir fikri bile yoktu. Kulakları katmanlı bir uğultuyla doluydu, ama tek bir kelimesi bile anlamlı değildi. Uğultuda tanıdık bir ses, ya da melodi de hak getireydi. Duyguları da deforme olmuştu. Korku zihninde güç bela ayrımsadığı bir düşünce olarak durmaktaydı...”

Ben şahsen hayal edilebilen hiçbir şeyin imkânsızlığına inanmam. Yapılması zaman alır sadece. İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik evrende zaman atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse ıssız otlaklarda başka atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum. O mutena atların nal sesleri duyulana dek dünya saatlerine ve hayal kurgularına talim edeceğiz.

Yakın geleceğin ekoları
Zamanımızda küreselleşen dünyada teknoloji giderek hayatlarımıza daha derinden nüfuz ediyor. Kadınlar eskisine nazaran bu etkiye daha açıklar. Ellili yıllarda yapılan bilim kurgu filmlerindeki füturistik aparatları bugün günlük hayatımızda beraberce kullanıyoruz. Gıdalardaki GDO, cep telefonlarının radyasyon, balıktaki, duş jellerindeki ağır metaller, tavuktaki antibiyotik, etteki hormon günlük konular arasında. Kuantum fiziğinin temel taşları 1900 başlarında döşendi. Aradan geçen zamanda her yerde kullandığımız bir teknolojiye dönüştü. Nanoteknoloji şu anda 3. Devresinde. 2020lerden itibaren 4. Devreye gireceğiz.

Dahası var. Transhuman kapımızı çalıyor. Beyinlerimizin dijitalleştirilmesi çok ciddi bir proje olarak şu anda yürütülüyor. Google firması da bu tür çalışmaları destekliyor. Terminatör filmlerindeki metal gövdeli andoroid bedenler pekâlâ elli yıl kadar yakınımızda olabilir. Tüm anılarımızı hard disklere yüklemeyi başarabileceğimiz anlar da öyle.

Üçüncü milenyuma girerken kayda değer dört bilim kurgu filmi yapıldı. Bunlar adeta birbirleriyle yarışırcasına aynı temayı işlemekteydi: Algıların farkı belirlemede yaya kaldığı alternatif gerçeklik. The Dark City- Karanlık Şehir (1998), The Thirteenth Floor – 13. Kat(1999), ExistenZ – Varoluş (1999) ve Matrix(1999). Beyinlerimiz bir kez dijitalleştiğinde medeniyet telakkimiz, yaşamlarımız yoluna bu aşamadan devam edecek. Şu anda medya aracılığıyla yaratılan genel algı oluşturulması, programlanmış gerçekliğe dönüşecek. Neyin gerçek, neyin sanal olduğunun fazla önemi kalmayacak. Kadın ya da erkek olmak da fark etmeyecek. Bir varoluş şeklini tercih etmemiz bile sıradan bir seçim haline gelecek.

Hangi teknolojik seviyede olursak olalım bazı şeyler değişmeyecek. İnsanlar ve ondan türeyen tekno-türler merhametli olanı, İz Sürücü filmindeki o eşsiz Oda’yı, vicdan hassasiyetini, hakikati ve hakkaniyeti tercih etmeye devam edecek. Çatışma, ‘Güneşin altında değişik bir şey yoktur’ sözünü doğrularcasına binlerce yıl önce ve şimdi olduğu gibi bunu istiyenlerle  karşıtları arasında olacak.


                                                 -----------------------------------