Borges etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Borges etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mayıs 2023 Cuma

İdeal Küreselleşme – Hrönir Gerçekliği

 

 

                                 Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius (1940) Öyküsünün Yazarı J.L. Borges'e 

 

İdeal Küreselleşme – Hrönir Gerçekliği

 

Dünya Tlönleşirken diller, bilim, sanat ve daha da önemlisi ruh hallerimiz yeniden şekillenecek. Şu anda bizleri tanımlayan ve aramıza sınırlar çeken her şey hızla kağşayıp, değişip yenilenecek. Ve yüz ciltlik muhteşem Tlön ansiklopedisi her kitapçıda, her kütüphanede bulunur hale gelecek. O günlerde hayatımız baştan aşağı bir hrönir gerçekliğiyle yüklü olacak.

Bu değişim yavaş yavaş ivmelenecek, ama sonucun içine nano tepkimeleri bile aşan bir hızla dalacağız. Masallardaki göz açıp kapamayla ulaşılan beldelerde yaşanankilere benzer bir değişme olmayacak bu. O diyarlara gidenler eski bilinçlerini kuşanmış olduklarından gördükleri şeylere şaşıp kalırlar. Tlön gerçekliğine tamamen geçildiğinde şaşkınlığın yerini huşu soslu hafif, ama sürekli bir merak beklentisi alacak.

Hrönirleşme en ütopik ve kurnaz bakışın bile hayal edemediği mükemmelikte bir küreselleşme yaratacak. Şu anlarda can çekiştiği için iyice vahşileşen kapitalizm en ilkel sınırlarına çekilecek ve sonlanacak. Lüks tüketimi duracak. Çünkü en lüks maddelerin anında üretim gerektirmeyen kopyalarıyla dolacak ortalık. Hiçbir nesne, son moda giyim eşyası, hatta sofistike aparatlar bile kimseye züppelik yapma ve ayrıcalık yaşama fırsatı vermeyecek. Sol devrim denemelerinin başaramadığı şeyi hrönirleştirebildiklerimiz başaracak. Lüks tüketimi durunca kapitalizm de duracak.

Hrönirleşme gerçekliğinde seçim yapılmayacak, ama ideal demokrasi altın devrini yaşayacak. Çünkü oylamalar, aday tespitleri, idareciler, bakanlar ve küresel cumhurbaşkanı belli güçlerin bürolarında tespit edilemeyecek artık. Hergün güneş doğarken raslantısal bir piyangonun, zihinler arası etkileşimin fırdöndüsü ya da, etkisiyle idareci kadro yenilenecek. Hiçbir makam, iktidar, mevki, birkaç haftadan uzun süremeyecek. Kimse çocuklarına iktidar ve kapital devredemeyecek. Kraliyetler, cemaatler, ezoterik kurumların hepsi dağılıp bu fırdöndüsel piyangonun etkisine tabi olacaklar. Meslekler, uzmanlıklar herkesin malı olacak. Kalifiye olmayan işler herkesin elini öpecek. Bir sabah masanızın üzerinde kendi kendine beliren bir zarfta o gün, bir hafta ya da en fazla iki üç hafta boyunca yaş, cinsiyet ve zihin kalibrenize uygun olarak kasaplık, terzilik, hamallık, çiftçilik, öğrencilik, laborantlık, aylaklık ya da küresel dünyanın cumhurbaşkanlığını yapacaksınız. Bir anda eski işinizin belleğinizdeki kayıtları gevşeyecek ve yeni işinize uyarlanacaksınız.

Süpermarketler yerini mahalle bakkallarına, bakkallar da şahsi üretime bırakacaklar. Giyecekler, makamlar, para ve tahviller gibi yiyecekler de hrönirleşecekler. Mahalle bakkalları birer birer ortadan kalktığında tarım üretimi kendini epey sınırlamak zorunda kalacak, ama tamamen sonlanmayacak. Pırasa ekip pancar biçmek, pancarları eve götürürken bazılarının patlıcana dönüşmesine alışılacak. Hergün beliren yeni bir maydanoz çeşidine ad vermekte direnenler çıkacak. Kapkalın defterlere yazdıkları adlar sayfalardan taşıp sokaklara dökülecekler. İnsanlar yeniden sebze meyve toplayıcı çağlarına geri dönecekler. Çocuklar ve yaşlılar çıtır çıtır taze ekmeği, peyniri, domatesi bakkaldan almaktansa ağaç tepelerinden toplamayı yeğleyecekler. Tüfekle, okla yayla yapılan avcılık bitecek. Geyiğin zihni de hrönir tuttuğundan avcıya kaya parçası gibi görünecek. Son tüfek te değişip başka bir şeye dönüşene kadar avcılar geyik sanıp kayalara, kuş sanıp ağaç dallarında yetişen muz kokulu karpuzlara ateş edip duracaklar. Balıkçılık da bitecek. Oltalar sarmaşıklaşmadan önce teknelere mercan parçaları çekip duracaklar.

Hayvansal protein kaynağı hayvanlar olmaktan çıkacak. Bütün gerekli aminoasitleri kendimiz ağaç dallarında, yastıklarımızn altında, bazı günlerde yarı şaka olarak boş ayakkabılarımızın içinde çeşitli renklerde lezzetli nohutçuklar olarak bulacağız.

Enerji sorunu denen şey kökünden yokolacak. Herkes kendi ışığı ve ısısıyla haşır neşir olacak. Bir zamanlar benzin, gaz yakarak, atomun çekirdeğini parçalayarak enerji elde edildiğini hatırlayan tek bir kişi bile kalmayacak. Zihnimiz şişe, hrönirleşme cin olacak ve istekten türeyen çevre kirletmeyen enerji çeşitlerine gark olacağız.

Psikoanaliz, antidepresan, yoga, meditasyon, alkollu içki tüketimi, eroin, kokain ve esrar kullanımı tarihe karışacak. Hrönir gerçekliğinde kafa sürekli bu aşamalar ve işlem zenginliği üzerine kurulduğundan hep yüksek durumda kalacak. Kimse kendini uzun süreli meyus, depresif, gamlı ve kederli durumda tutamayacak. Bu tür arızalar maziden ekolanmış uyuzluklar olarak kısa süreli ziyaretlerde bulunabilecekler sadece.

Zaman da hröniroidsel bir kıvamda akacak. Takvimler, saatli radyolar falan anlamsızlaşacaklar. Kimse bugün günlerden ne diye sormayacak. Saat taşımak anlamsızlaşacak. Randevu diye bir şey kalmayacak. Görüşmek istediğiniz kimseye inşallah, umarım, yakında kelimelerinden birini kullanmanız yetecek. O kimseyi anı gelip gördüğünüzde bunun rasgele meydana geldiğini, ama ikinizin de hoşunuza giden bir tesadüf olduğunu düşüneceksiniz.

Gelecek tasası tamamen ortadan kalkacak. Yaşlılık bir sürü engellerle kuşatılma hali olmayacak artık. Ölüm baki kalacak. Bir an gelip diğerleri için arkada bıraktığı izlerle hatırlanan biri olacaksınız. Eskiden ölümsüz ruh denen şey bu izlerin direnginliği, aynı şeyi isteyenlerin şevkli bellek desteği olacak. Siz hatırladığınız için varkalan malzeme başkaları tarafından özenle belleklerine kazınacak. Kayıtları tutulacak. Bu kayıtlardan dev arşivler peydahlanacak. Rüyalarda bu arşivleri ziyaret ederek ölülerle sohbet etmek mümkün olacak. Arşiv tozu kıpır kıpırlığı diye bir laf sık sık kullanılacak.

Mükemmelüstü, nirvana ötesi demeli belki, küreselleşmede tek bir gezegen ailesi mevcut olacak. Bu nedenle savaşlar, seri cinayetler, boks maçları, kavgalar ve intiharlar mazinin baskısıyla zar zor hatırlanabilen eski marifetler olarak kalacaklar. Ordu, rütbe, tank, tüfek, biyolojik, kimyasal ve nükleer silah kelimeleri yavaş yavaş unutulacak. En zor çapraz bulmacalarda alın kırıştıran kelimelere dönüşecekler.

Orospuluk ve buna dayalı olarak pezevenklik, randevu evleri, kerhaneler falan tarihe karışacak. Mastürbasyon yapmak da. Çünkü hrönir gerçekliğinde cinselliğin çağrısı anında en ehven karşılığını bulacak.

İyilikler, yapılmaya fırsat bulunan kabahatler, kötücül şakalar falan hep toplumsal belleğin parçası olarak kalacak. Bu nedenle hrönir hareketililğinin en hızlı etkileşim sürecine tabi olacaklar. Birinin kafasına taş indirmek isteyen biri son saniyede taşın bir demet kurumuş papatyaya dönüştüğünü görerek sevinecek. Bir diğerine takılan çelme onu düşürmek yerine ünlü bir baleden hoş ve kısa bir alıntı yaptırtacak. Seyredenler, eşek şakasını icra eden de dahil alkışlayacaklar.

Restoranlarda mönü kartları bulunmayacak. Aralarındaki fark da bitecek. Önünüze gelen yemek aklın sınır berisiyle güç bela sezilen bir sistematiğin seçimi sonucu zaten ağız tadınıza uygun olacak.

Para, çek, kredi kartı uygulamaları sıfırlanacak. Emek ve takasın doğru orantılı mevcudiyeti bankaları gereksiz kılacak. Ve şehirlerin en iyi yerlerini ele geçirmiş olan banka binaları kütüphanelere dönüştürülecek.

İnsanların önemli bir kısmı evden çıkıp işe falan gitmeyecek. İşler, güçler ve idare evlerden, mahallelerden de yönetilebilecek. Şehirlere doluşmuş nüfus yavaşça kırsala çekilecek. Şehirlerin vaadedebileceği tek bir üstünlük kalmayınca, iletişimin zihinle yapılması nedeniyle mobil telefonların, internetin, uyduların, kablolu telefonun işlevi de bitecek. Televizyon şirketleriyse çoktan tarihe karışmış olacak.

Artık küçük çocuklar için ne kreş, ne de oyun bahçesi inşa etmeye gerek kalmayacak. Oyun beklenmedik belirmelerle her yaşta ve aldığınız her solukta zaten var olacak. Pedagoji denen bilim dalı kendini bu gerçekliğe uyarlayıp iptal edecek.

Bilimler de tümden değişikliğe uğrayacak haliyle. Sosyoloji, felsefe ve psikolojinin yanı sıra en başta tarih bilimi tarihe karışacak. Mazi geleceğe basınç yapamadığında, kayda kuyda da gerek kalmayacağından tarih kitapları tarihe karışacak. Bir zamanlar tarih bilinci denen şey anın yetkin tasavvuru formatına dönüşecek. Fizik manyetik alanlar arası ilişkilerin farfaralı trafiği konularını işleyecek. Matematik denklemleri ilk kez herkese hitap edebilmenin hazzıyla kağıt yüzeylerden, kara tahtalardan sıyrılıp üç küsur boyut kazanacaklar. Kimya deneyleri bil bakalım tüpten bu defa ne çıkacak oyununa dönüşecek. C + O2 = H2S denklemi bazı tişörtlerin ön yüzlerinde zaman zaman belirip yokolacak.

Birbirinden berbat ve kötücül ruhlu filmlerden de kurtulacağız. Ücretli, havalı, afurlu tafurlu aktörlük, yönetmenlik falan bitecek. Bütün videotekler kapanacak. Bazı sinema salonları kalacak, bazıları yok olup gidecek. Kalanlar her an, her dakika başka başka, nabza, isteğe göre filmlere beşik olacaklar. Kar kristallerinin, parmak izlerinin tekinin bile diğeriyle aynı olmadığı gibi, diğeriyle tamamen aynı tek bir film mevcut olmayacak. Film sayısı gezegende yaşayan zihin sayısının onlarca, yüzlerce katına ulaşacak.

Sayısız kulüpler ve cemiyetler kurulup bozulacaklar. Hiçbir üye diğerinden daha kıdemli olmayacak. Herkes potansiyel kurucu üye sıfatıyla doğacak. Birisi herkes, herkes birisi ya da birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için sözleri bu gerçeklikte hiçbir mana ifade etmeyecek.
Daha da ilginci belki, bazı kimseler gökte akıllı yıldızların göz kırptığını, ışığın mana taşıdığını görmenin mahçup şaşkınlığını yaşayacaklar.

Bir dakika... Bunları yazarken masamın üzerinde beyaz bir zarf belirdi. Açıyorum. Yarın sabahtan itibaren hrönir gerçekliğinin yeni cumhurbaşkanı ben olacakmışım. Bugün mahallenin çöplerini toplayan takımdaydım. Dün ne iş yaptığımı ise hatırlamıyorum.
                                                                           Aralık 2007 Amsterdam

13 Mayıs 2021 Perşembe

İdeal Küreselleşme - Hrönir Gerçekliği

 



 

Tlönleşen Dünya Öyküsü

 

J.L.Borges’e

 

Kasım sonunda Rotterdam’da, bir gazete binasının çatı katında, küçük bir grup Borges’in dünyaca ünlü Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius adlı öyküsünü okuduk. Geçici olarak bir Borges okuma grubu oluşturmuştuk. Bitiminde kartonlara hazırlanmış Borgestanırlık sertifikalarını bölüştük. Hoş entelektüel bir esinti anı şimdi arkada kalan. Tlön’ü üçüncü kez okumaya hazırlanırken yaptığım bir keşfi (daha sonra araştırınca başkalarının da aynı keşfi yaptığını görerek sevindim) o gece arkadaşlarıma da açtım.

Stanislaw Lem, Solaris adlı ünlü bilimkurgu yapıtına Borges’in bu öyküsünden esinlenmiş olabilir.

Solaris gezegenindeki araştırma gemisine gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçeği düşünün. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya ziyaretine gelmiştir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Ama fena halde o değildir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fizik zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Rheya bir çeşit hrönirdir. Chris’in zihninin ürünüdür. Solaris gezegenindeki zeka taşıyan okyanus ise bir Tlön gerçekliğidir. Bu nedenle insanın düz mantığa şartlanmış aklıyla anlaşılamaz.

1940’larda yazılmış öyküyü okuyanlar Tlön gezegeninin tartışma kışkırtıcı kurgusunun Berkeleyci idealizmin üzerine kurulduğunu biliyorlar. Tlön gezegenine ait bilgiler önce dünyada basılan ansiklopedilerde arzı endam ederler. Yirminci yüzyılın başlarındaki basım şartlarında klişeleri hazırlanmamış, dizilmemiş olmalarına rağmen basılmış bazı ansiklopedilerde yer almışlardır. İki arkadaş bunların peşine düşerler ve sonunda bir tanesini ele geçirirler. Ansiklopedinin sözdizininde Tlön bahsi geçmez ama onlarca sayfa bilgi olarak bazı ciltlerde mevcutturlar. Giderek bu kaçak sayfalara daha sık raslanmaktadır. Tlön gerçekliği kendini bizim bilinen dünya gerçekliğine sinsice eklemlemiştir. İdealist sızıntıdır bir çeşit yani.

Borges’in öykülerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’un da özetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle bazı pasajlardan örnek vererek hrönire değinmek istiyorum.

 


Yüzyıllar ve yüzyıllarca süren idealizm, sonuçta gerçekliği de etkilemekten geri durmamıştır. Tlön’ün en eski yörelerinde, kaybolan eşyaların tıpkısının ortaya çıkması sıkça raslanan bir olaydır. İki kişi bir kurşunkalemi ararlar, birincisi kalemi bulur ve sesini çıkarmaz;ikincisi bundan daha az gerçek olmayan, ama kendi beklentilerine daha uygun olan ikinci bir kalem bulur. Bu ikincil nesnelere hrönir denir ve azıcık biçimsiz olmakla birlikte birincilerden biraz daha uzun olurlar. Son zamanlara kadar, hrönirler dalgınlıkla unutkanlığın raslantısal ürünleriydi. Bunların düzenli bir biçimde üretilmesinin yüzyılı bile bulmayan bir geçmişe dayalı oluşu inanılmaz bir şey gibi görünmektedir, ama XI. Cilt bize bunun böyle olduğunu söylemektedir.İlk girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ne var ki, modus operandi (çalışma yöntemleri) anlatılmaya değer. Devlet hapisanelerinin yöneticilerinden biri, tutuklulara tarih öncesinden kalma bir ırmak yatağında bazı mezarlar bulunduğunu ve önemli bir şeyler bulana özgürlüğünü bağışlayacağını söylemişti. Kazı öncesi aylarda tutuklulara bulacakları şeylerin fotoğrafları gösterilmişti. Bu ilk girişim, beklentiyle gerilimin kişiyi engelleyici olabileceğini kanıtladı.,kazma kürekle yapılan bir haftalık çalışma sonucunda hrön olarak, hemen kazı öncesi devre ait paslı bir tekerlekten başka bir şey çıkmadı topraktan. Ama bu gizli tutuldu ve aynı işlem sonradan dört okulda tekrarlandı. Bunlardan üçünde hemen kesin başarısızlıkla karşılaşıldı; dördüncüsünda (ki bunun yöneticisi ilk kazılar sırasında kaza sonucu öldü) öğrenciler altın bir maske, tarihöncesi bir kılıç, iki üç seramik vazo ve göğsünde bugüne kadar çözülemeyen bir yazı bulunan, belden aşağısı kopuk bir kral bedeni çıkardılar – ya da tıpkısını ürettiler. Böylece kazının deneysel niteliğinden haberli olanlara da güvenilemeyeceği ortaya çıktı. Geniş kitlelerce yapılan araştırmalar. Birbirleriyle çelişen eşyalar da çıkardı ortaya; şimdilerde bireysel ve daha hazırlıksız girişimler yeğleniyor. Hrönirlerin düzenli olarak üretilmesi (diyor XI. Cilt) arkeologlara müthiş yararlar sağladı. Bu, günümüzde gelecekten daha az esnek ve yumuşakbaşlı olmayan geçmişin sorgulanmasını ve hatta dönüştürülmesini mümkün kıldı.
……

Tlön’deki eşyaların tıpkısı ortaya çıkıyor dedik; eşyalar aynı zamanda siliniyor bozulma eğilimi de gösteriyor ve unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. En iyi bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.

Uzun öykü ironik ve her kafadan şaşkolozvari itiraz hışırtıları fışırdatan şu cümlelerle sona erer.

İngilizler, Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak. Ben bütün bunlara hiç aldırış etmeden Adrogue’deki otelde geçen günlerimin tüm sessizliği içinde, Browne’un Urn Burial’ının Quevedo tarzı bir çevirisini yapmakla uğraşıyorum – çeviriye pek güvenim yok, yayımlamayı düşünmüyorum.
Fatih Özgüven’in çevirisiyle:Yolları çatallaşan bahçe,
Can yayınları, 1985

Totalitarizme ürkek bir eleştiri içeren dedektifvari kurgu, edebi kritikler, dil ve dilkökenbilim değinmeleriyle tıka basa yüklü öyküyü henüz basılmamış en yeni Tlön ansiklopedisinde bir eğretileme olarak bırakıp hrönirleri ele alalım.


İdeal Küreselleşme – Hrönir Gerçekliği

 

Dünya Tlönleşirken diller, bilim, sanat ve daha da önemlisi ruh hallerimiz yeniden şekillenecek. Şu anda bizleri tanımlayan ve aramıza sınırlar çeken her şey hızla kağşayıp, değişip yenilenecek. Ve yüz ciltlik muhteşem Tlön ansiklopedisi her kitapçıda, her kütüphanede bulunur hale gelecek. O günlerde hayatımız baştan aşağı bir hrönir gerçekliğiyle yüklü olacak.

Bu değişim yavaş yavaş ivmelenecek, ama sonucun içine nano tepkimeleri bile aşan bir hızla dalacağız. Masallardaki göz açıp kapamayla ulaşılan beldelerde yaşanankilere benzer bir değişme olmayacak bu. O diyarlara gidenler eski bilinçlerini kuşanmış olduklarından gördükleri şeylere şaşıp kalırlar. Tlön gerçekliğine tamamen geçildiğinde şaşkınlığın yerini huşu soslu hafif, ama sürekli bir merak beklentisi alacak.

Hrönirleşme en ütopik ve kurnaz bakışın bile hayal edemediği mükemmelikte bir küreselleşme yaratacak. Şu anlarda can çekiştiği için iyice vahşileşen kapitalizm en ilkel sınırlarına çekilecek ve sonlanacak. Lüks tüketimi duracak. Çünkü en lüks maddelerin anında üretim gerektirmeyen kopyalarıyla dolacak ortalık. Hiçbir nesne, son moda giyim eşyası, hatta sofistike aparatlar bile kimseye züppelik yapma ve ayrıcalık yaşama fırsatı vermeyecek. Sol devrim denemelerinin başaramadığı şeyi hrönirleştirebildiklerimiz başaracak. Lüks tüketimi durunca kapitalizm de duracak.

Hrönirleşme gerçekliğinde seçim yapılmayacak, ama ideal demokrasi altın devrini yaşayacak. Çünkü oylamalar, aday tespitleri, idareciler, bakanlar ve küresel cumhurbaşkanı belli güçlerin bürolarında tespit edilemeyecek artık. Hergün güneş doğarken raslantısal bir piyangonun, zihinler arası etkileşimin fırdöndüsü ya da, etkisiyle idareci kadro yenilenecek. Hiçbir makam, iktidar, mevki, birkaç haftadan uzun süremeyecek. Kimse çocuklarına iktidar ve kapital devredemeyecek. Kraliyetler, cemaatler, esoterik kurumların hepsi dağılıp bu fırdöndüsel piyangonun etkisine tabi olacaklar. Meslekler, uzmanlıklar herkesin malı olacak. Kalifiye olmayan işler herkesin elini öpecek. Bir sabah masanızın üzerinde kendi kendine beliren bir zarfta o gün, bir hafta ya da en fazla iki üç hafta boyunca yaş, cinsiyet ve zihin kalibrenize uygun olarak kasaplık, terzilik, hamallık, çiftçilik, öğrencilik, laborantlık, aylaklık ya da küresel dünyanın cumhurbaşkanlığını yapacaksınız. Bir anda eski işinizin belleğinizdeki kayıtları gevşeyecek ve yeni işinize uyarlanacaksınız.

Süpermarketler yerini mahalle bakkallarına, bakkallar da şahsi üretime bırakacaklar. Giyecekler, makamlar, para ve tahviller gibi yiyecekler de hrönirleşecekler. Mahalle bakkalları birer birer ortadan kalktığında tarım üretimi kendini epey sınırlamak zorunda kalacak, ama tamamen sonlanmayacak. Pırasa ekip pancar biçmek, pancarları eve götürürken bazılarının patlıcana dönüşmesine alışılacak. Hergün beliren yeni bir maydanoz çeşidine ad vermekte direnenler çıkacak. Kapkalın defterlere yazdıkları adlar sayfalardan taşıp sokaklara dökülecekler. İnsanlar yeniden sebze meyve toplayıcı çağlarına geri dönecekler. Çocuklar ve yaşlılar çıtır çıtır taze ekmeği, peyniri, domatesi bakkaldan almaktansa ağaç tepelerinden toplamayı yeğleyecekler. Tüfekle, okla yayla yapılan avcılık bitecek. Geyiğin zihni de hrönir tuttuğundan avcıya kaya parçası gibi görünecek. Son tüfek te değişip başka bir şeye dönüşene kadar avcılar geyik sanıp kayalara, kuş sanıp ağaç dallarında yetişen muz kokulu karpuzlara ateş edip duracaklar. Balıkçılık da bitecek. Oltalar sarmaşıklaşmadan önce teknelere mercan parçaları çekip duracaklar.

Hayvansal protein kaynağı hayvanlar olmaktan çıkacak. Bütün gerekli aminoasitleri kendimiz ağaç dallarında, yastıklarımızn altında, bazı günlerde yarı şaka olarak boş ayakkabılarımızın içinde çeşitli renklerde lezzetli nohutçuklar olarak bulacağız.

Enerji sorunu denen şey kökünden yokolacak. Herkes kendi ışığı ve ısısıyla haşır neşir olacak. Bir zamanlar benzin, gaz yakarak, atomun çekirdeğini parçalayarak enerji elde edildiğini hatırlayan tek bir kişi bile kalmayacak. Zihnimiz şişe, hrönirleşme cin olacak ve istekten türeyen çevre kirletmeyen enerji çeşitlerine gark olacağız.

Psikoanaliz, antidepresan, yoga, meditasyon, alkollu içki tüketimi, eroin, kokain ve esrar kullanımı tarihe karışacak. Hrönir gerçekliğinde kafa sürekli bu aşamalar ve işlem zenginliği üzerine kurulduğundan hep yüksek durumda kalacak. Kimse kendini uzun süreli meyus, depresif, gamlı ve kederli durumda tutamayacak. Bu tür arızalar maziden ekolanmış uyuzluklar olarak kısa süreli ziyaretlerde bulunabilecekler sadece.

Zaman da hröniroidsel bir kıvamda akacak. Takvimler, saatli radyolar falan anlamsızlaşacaklar. Kimse bugün günlerden ne diye sormayacak. Saat taşımak anlamsızlaşacak. Randevu diye bir şey kalmayacak. Görüşmek istediğiniz kimseye inşallah, umarım, yakında kelimelerinden birini kullanmanız yetecek. O kimseyi anı gelip gördüğünüzde bunun rasgele meydana geldiğini, ama ikinizin de hoşunuza giden bir tesadüf olduğunu düşüneceksiniz.

Gelecek tasası tamamen ortadan kalkacak. Yaşlılık bir sürü engellerle kuşatılma hali olmayacak artık. Ölüm baki kalacak. Bir an gelip diğerleri için arkada bıraktığı izlerle hatırlanan biri olacaksınız. Eskiden ölümsüz ruh denen şey bu izlerin direnginliği, aynı şeyi isteyenlerin şevkli bellek desteği olacak. Siz hatırladığınız için varkalan malzeme başkaları tarafından özenle belleklerine kazınacak. Kayıtları tutulacak. Bu kayıtlardan dev arşivler peydahlanacak. Rüyalarda bu arşivleri ziyaret ederek ölülerle sohbet etmek mümkün olacak. Arşiv tozu kıpır kıpırlığı diye bir laf sık sık kullanılacak.

Mükemmelüstü, nirvana ötesi demeli belki, küreselleşmede tek bir gezegen ailesi mevcut olacak. Bu nedenle savaşlar, seri cinayetler, boks maçları, kavgalar ve intiharlar mazinin baskısıyla zar zor hatırlanabilen eski marifetler olarak kalacaklar. Ordu, rütbe, tank, tüfek, biyolojik, kimyasal ve nükleer silah kelimeleri yavaş yavaş unutulacak. En zor çapraz bulmacalarda alın kırıştıran kelimelere dönüşecekler.

Orospuluk ve buna dayalı olarak pezevenklik, randevu evleri, kerhaneler falan tarihe karışacak. Mastürbasyon yapmak da. Çünkü hrönir gerçekliğinde cinselliğin çağrısı anında en ehven karşılığını bulacak.

İyilikler, yapılmaya fırsat bulunan kabahatler, kötücül şakalar falan hep toplumsal belleğin parçası olarak kalacak. Bu nedenle hrönir hareketililğinin en hızlı etkileşim sürecine tabi olacaklar. Birinin kafasına taş indirmek isteyen biri son saniyede taşın bir demet kurumuş papatyaya dönüştüğünü görerek sevinecek. Bir diğerine takılan çelme onu düşürmek yerine ünlü bir baleden hoş ve kısa bir alıntı yaptırtacak. Seyredenler, eşek şakasını icra eden de dahil alkışlayacaklar.

Restoranlarda mönü kartları bulunmayacak. Aralarındaki fark da bitecek. Önünüze gelen yemek aklın sınır berisiyle güç bela sezilen bir sistematiğin seçimi sonucu zaten ağız tadınıza uygun olacak.

Para, çek, kredi kartı uygulamaları sıfırlanacak. Emek ve takasın doğru orantılı mevcudiyeti bankaları gereksiz kılacak. Ve şehirlerin en iyi yerlerini ele geçirmiş olan banka binaları kütüphanelere dönüştürülecek.

İnsanların önemli bir kısmı evden çıkıp işe falan gitmeyecek. İşler, güçler ve idare evlerden, mahallelerden de yönetilebilecek. Şehirlere doluşmuş nüfus yavaşça kırsala çekilecek. Şehirlerin vaadedebileceği tek bir üstünlük kalmayınca, iletişimin zihinle yapılması nedeniyle mobil telefonların, internetin, uyduların, kablolu telefonun işlevi de bitecek. Televizyon şirketleriyse çoktan tarihe karışmış olacak.

Artık küçük çocuklar için ne kreş, ne de oyun bahçesi inşa etmeye gerek kalmayacak. Oyun beklenmedik belirmelerle her yaşta ve aldığınız her solukta zaten var olacak. Pedagoji denen bilim dalı kendini bu gerçekliğe uyarlayıp iptal edecek.

Bilimler de tümden değişikliğe uğrayacak haliyle. Sosyoloji, felsefe ve psikolojinin yanı sıra en başta tarih bilimi tarihe karışacak. Mazi geleceğe basınç yapamadığında, kayda kuyda da gerek kalmayacağından tarih kitapları tarihe karışacak. Bir zamanlar tarih bilinci denen şey anın yetkin tasavvuru formatına dönüşecek. Fizik manyetik alanlar arası ilişkilerin farfaralı trafiği konularını işleyecek. Matematik denklemleri ilk kez herkese hitap edebilmenin hazzıyla kağıt yüzeylerden, kara tahtalardan sıyrılıp üç küsur boyut kazanacaklar. Kimya deneyleri bil bakalım tüpten bu defa ne çıkacak oyununa dönüşecek. C + O2 = H2S denklemi bazı tişörtlerin ön yüzlerinde zaman zaman belirip yokolacak.

Birbirinden berbat ve kötücül ruhlu filmlerden de kurtulacağız. Ücretli, havalı, afurlu tafurlu aktörlük, yönetmenlik falan bitecek. Bütün videotekler kapanacak. Bazı sinema salonları kalacak, bazıları yok olup gidecek. Kalanlar her an, her dakika başka başka, nabza, isteğe göre filmlere beşik olacaklar. Kar kristallerinin, parmak izlerinin tekinin bile diğeriyle aynı olmadığı gibi, diğeriyle tamamen aynı tek bir film mevcut olmayacak. Film sayısı gezegende yaşayan zihin sayısının onlarca, yüzlerce katına ulaşacak.

Sayısız kulüpler ve cemiyetler kurulup bozulacaklar. Hiçbir üye diğerinden daha kıdemli olmayacak. Herkes potansiyel kurucu üye sıfatıyla doğacak. Birisi herkes, herkes birisi ya da birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için sözleri bu gerçeklikte hiçbir mana ifade etmeyecek.

Daha da ilginci belki, bazı kimseler gökte akıllı yıldızların göz kırptığını, ışığın mana taşıdığını görmenin mahçup şaşkınlığını yaşayacaklar.

Bir dakika... Bunları yazarken masamın üzerinde beyaz bir zarf belirdi. Açıyorum. Yarın sabahtan itibaren hrönir gerçekliğinin yeni cumhurbaşkanı ben olacakmışım. Bugün mahallenin çöplerini toplayan takımdaydım. Dün ne iş yaptığımı ise hatırlamıyorum.
                                                                           Aralık 2007 Amsterdam

 

 


21 Nisan 2020 Salı

Borges ve Kemeraltı


Tordemir Yazıları
Borges ve Kemeraltı
J. L. Borges 17-18 Mayıs 1986’da Amsterdam’daki Rai Kongre salonunda Fritjof Capra, Susan Griffin, R.D. Laing, Cloé Madanes, Rollo May’le birlikte bir konuşma yapacaktı. Assolist oydu haliyle. Kendisine Türkçe ve Hollandaca basılmış iki kitabını imzalatmayı hayal ediyordum. Mümkün olmadı. Borges rahatsızlanmıştı, o yılın Haziran ayında bu dünyadan göçtü gitti. Yukarıda ismini verdiğim yazarların kısa öykü ve denemelerini basan Kaos dergisinin özel sayısını hâlâ saklıyorum. Bellek sobasının ateş tuğlası olarak kütüphanemde duruyor. 

  Borges ve Kemeraltı denememin labirent ve bellek merkezli kısmını burada sizlerle paylaşıyorum. Yazarı defalarca İzmir’de Kemeraltı sokaklarını arşınlarken hayal etmişimdir. Sonunda kelimeleri bir araya getirebildim.
  Kemeraltı bir labirent. Ne kadar gezersen gez tamamını görmüşüm hissiyatı vermez. Aynı yerlerden, sattıkları her şey diğerleriyle bire bir aynı olan satıcıların önünden defalarca geçsen de zihnimizde çalışan ‘her an başka, her an diğerinden farklı’ jeneratörü bizi aldatır. Mevcudatın tümü ele geçmezdir ve sürekli bir devinim içersindedir. Bir yerden bir şeyler getirilir, insanlar bunları alır götürür, ciddi ölçüde kayıt dışıdır.
  El işi azlığı tekdüzelik getiriyor. Çünkü elin becerisi, kifayetsizliği, malzemenin bolluğu ya da azlığı inanılmaz bir çeşitlilik oluşturur. Buna rağmen tıpa tıp aynı gibi görünen binlerce fabrikasyon mamul bize biraz farklı görünür. Bunu unutma ve hatalı hatırlama yetimize borçluyuz. Unutmak tekdüzeliğin ilacıdır.
  Borges özellikle altmışların yetmişlerin Kemeraltı’sında bir-iki gün gezinseydi labirenti hemen sezerdi. Bir yeri labirent yapan şey onun karmaşık yapısından çok insana has bellek tökezlemesi yaratabilme kapasitesidir. Berkeleyvari bir zaman telakkisinin de labirent inşasında harcı yok değildir. 
  Borges 1942’de yazdığı Bellek Funes – Funes el memorioso adlı öyküsünde İreneo Funes adlı bir gencin her şeyi hatırlaması yüzünden büyük bir yükün altında ezildiğini, insan bedeninin bunu kaldıramadığını, attan düşme nedeniyle aldığı yaralar yüzünden çok genç yaşta ölerek kurtulduğunu anlatır. Adı barış, huzur; soyadı eğlenceli anlamına gelen İreneo Funes bütün ayrıntıları hatırlıyor; bu benzersiz hatırlama yetisi sayesinde sayılar yerine kelimeler ikame ediyor, nesnelerin bozulmasını, dişlerin çürümesini ve ölümün yavaşça yaklaşışını derinden hissediyordu.
  On iki yaşında falandım. Başkan Kennedy’nin ABD’de suikasta uğradığı sıralardı. Üçkuyular’a adı henüz verilmemişti. Fahrettin Altay’a ise daha çok vakit vardı. Kemeraltında olan biten her şeyi hatırlayan bir adamı dinledim. Kolonyacılar sokağında küçük bir imalathanesi vardı. Sadece limon kolonyası imal ediyordu. Adı İhsan’dı. Kolonyacı İhsan diyorlardı. Babamla gitmiştik. Kolonya alma bahanesiyle gelmiş iki adam daha vardı. Motor gibi eskileri anlatıyordu. Birisi on küsur yıl önce falanca dükkân dediğinde hemen sahibinin ismini söylüyor, şu anda ne iş yaptığını – Kemeraltı sınırları içindeyse söylüyordu. Herkesi ismi soyadı ve tevellütüyle tanıyordu. Kim öldü, kim yakında yolcu, kim teneşir kaçkını etiketiyle geziyor hepsini biliyordu. Müthiş bir bellekti. Kemeraltı’nın canlı yakın tarih kitabıydı mübarek. Anlattığı şeylerin hiçbirini bilmiyordum, ama bilenler hayret vitesi büyültüp duruyordu.
  Ergenlik çağının hayhuyunda bir ara o adamı unuttum. Tekrar aklıma geldiğinde kırkların kara sularına girmek üzereydim. Babam ben yirmi yaşındayken vefat etti. Ona soramazdım, neyse ki, aile dostumuz İsmail amca yardımıma yetişti. Boya atölyesini yaşlılık nedeniyle kapatmıştı, ama her gün iş gibi Kemeraltı’na gelip eşi dostuyla çay kahve içiyor, kıraathanelerde tavla oynuyor, akşam iş çıkışıymış gibi evine dönüyordu. Önünde bunu yapabileceği upuzun iki buçuk yılı daha vardı. Bay Hafıza denen Kolonyacı İhsan’ın seksen sonlarında öldüğünü ve onun yerini birinin alacağını, ama kim olacağının henüz belli olmadığını söyledi. Bu bir ananeydi. Kemeraltı vakalarını hatmeden bir hafız silsilesi vardı. İhsan beyden önceki vaka hafızı Rasim Mehmet adlı bir kunduracıydı. Adam İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşlılıktan ölerek postu kolonyacı İhsan’a bırakmıştı. 
  İreneo ile Kolonyacı İhsan çok farklı.  İhsan bey evliymiş, üç oğlu varmış, karısı zeytinyağlı kereviz yemeğini çok güzel yaparmış ve bazan motor gibi dur durak bilmeden anlatırmış. Ağır ağır kelime seçerek konuşan İreneo ise genç delikanlı ve bekâr. Kolonyacı duyduğu şeyleri hatırlıyormuş en çok. Aklında kalmasın diye kitap gazete falan okumazmış. O sırada televizyon ve sosyal medyanın olmaması şansı olmuş.
 
Bir yakın arkadaşıma bir gün yarı şakayla ‘İleride kendinle ilgili olarak benim de tanığı olduğum ya da bana anlattığın bir şeyi unutursan bana gel, benden dinle’ demiştim. Gençken yüksek sesle söylenen telefon numaraları bile aklımda kalırdı. Bu istidatım sonradan otobiyografik metinler yazarken çok işime yaradı. Şimdilerde yedinci on yılı doldurmak üzereyken bu tür iddialarda bulunacak durumda değilim, ama hâlâ yarım yüzyıl öncesine ait bir yığın ayrıntı zihnimde dans etmeye devam ediyor. Çocukken ve ilk gençliğimde ısrarlı rüyalarım vardı. Bunları hatırlamaya devam ediyorum mesela, ama evvelsi gün yaptığım beş telefon konuşmasının beşinin de kimle olduğunu duraksamadan sayabileceğimden kuşkuluyum.
  Kolonyacı İhsan eskiden tanıdığı kimselere o sıralarda ne giydiğini, nelerden bahsettiğini söylermiş. Bu özelliği de fazladan seyirci çekermiş. Birçok kimse kendi belleğini tazelemek, nostaljik duygularla sarsılmak için Kolonyahaneye gelir ve ‘Anlatsana İhsan abi, ben hani çocukken buraya gelmişim. Ne giymiştim? Ağzım ne tür laf yapıyordu? Babam rahmetli neler diyordu benim için.’ vb. falan diye sorarlarmış. Ne yalan söyleyelim adam sağ olsaydı bunu ben de yapmak isterdim şimdi.
    Kunduracı Rasim’in Üçüncü Beyler sokağının bitiminde küçük bir ayakkabı tamircisi varmış. Onun belleği de müthişmiş. Daha çok maniler, türkü ve şarkı sözleri, adı sanı bilinmeyen çoğu sıradan olan şairlerin şiirlerini ve en müthişi meyhanelerde edilen en uçuk sohbetleri kelime kelime hatırlıyormuş. Çarşıda iş tutan alüftelerin, parlakçıların, ispirtocuların, goygoycuların, bul karayı al parayıcı taifesinin falan hepsinin adını bilirmiş. Küçük dükkânı yaz-kış ayakkabı tamiri bahanesiyle gelen insanlarla dolu olurmuş. İkinci Dünya Harbi sırasında kimine göre veremden, kimine göre sirozdan ölünce yerini kolonyacı almış. Bundan Kemeraltı’nda böyle bir sınırlı, insani bellek bankaları ananesi ve saklı bir silsile olduğunu düşünmeye başladım. Bunun da peşine düşmek lazım.  
  Borges Bellek Funes öyküsünde bir yerde şöyle yazar:
Herbirimiz ölümsüzüz ve er ya da geç bütün insanların her şeyi yapacağını ve bileceğini biliyoruz.

Babil, Londra ve New York’un hoyrat görkemleriyle insanların hayal gücünü zaptetmişlerdir; onların o kalabalık kulelerinde ya da hızlı hızlı gidilen caddelerinde hiç kimse, fakir Güney Amerika taşrasında bahtsız Ireneo’nun gece ve gündüz  üzerine çöken aman vermez gerçekliğin hararetini ve basıncını hissetmemiştir.
                                                   Hayaller ve Hikâyeler, İletişim Yayınevi. Çev: Fatih Özgüven
  Ireneo bir öncüdür. Bana bir cyborg öncülü çağrışımı yapıyor. Cyborg dedim çünkü hisleri olmayan bünyedeki bir mega bellek asla yıpratıcı ve rahatsızlık verici bir yük değildir. Tamamen organik bir yapı bütün ayrıntıyı belleğinde tutabilse o bahtsız delikanlı gibi çok acı çekerdi. Ayrıntıların dar bir alanda sınırsız çoğalmasının zamanla kara delik benzeri bir yapıya evrilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
  İkinci Dünya Harbi sırasında Borges ve benzeri bazı yazarlar gerçekçi edebiyatla bağlarını kopardılar. Daha o zamanda bile Babil-Londra-New York’un inşa ettiği sentetik gerçeklikten, hakikatsiz gelecek fikrinden hem korktular hem de bunaldılar ve büyülü gerçekliğin başı sonu belirsiz labirentlerini inşa ettiler. Hippilik de dahil bütün izmlerin bir kandırmaca ve oyalama taktiği olabileceği şüphesiyle labirentlere dalıp bir nebze rahat nefes almaya çalıştılar.
  Bu labirentler eskisi kadar olmasa da bugün hâlâ popüler. Altmış ve yetmişlerdeki refah toplumlarının okuru onu bağrına bastı. Diğer ülkelerde de bunun bir yansıması oldu. Türkiye bunlardan biridir.
  Kemeraltı’nın haritası yoktur. Yapılan birkaçı da işe yaramaz düzeyde kötü ve külliyen kifayetsizdir. Az sayıda da olsa mutena bir haritayı yapabilecek evsafta ustalar var, onlar bilerek bu işe kalkışmazlar ve kasıtlı olarak çırak yetiştirmezler. Bunu iki nedenden yapmazlar. Birincisi Kemeraltı’nın fiziki beden olarak sayısız kopyaları olduğundan emindirler. Her kopya ayrıntıda da olsa birbirinden olabildiğince farklı kalsın isterler. Harita yapmak sayısız Kemeraltı algı ve izlenimini tıpatıp birbirine benzer hale getirme çabası olacaktır ki, yüce yaratıcı buna asla izin vermeyecektir beklentisi hâkimdir. Diğeri bir batıl inançtır. Çok kaliteli gerçeklikle bire bir örtüşen bir harita yapılırsa bu haritanın bir parçasının yırtılması durumunda o yere denk gelen alanın yıkılıp gideceğini, gözden yiteceğini, kötücül birinin haritayı ele geçirmesi halinde tüm alana istediği gibi tahakküm edebileceğini ve hatta isterse kâğıdı yakarak tarihi çarşıyı tümden yok edebileceğini düşünürler. Borges bu temalı bir harita öyküsü yazmıştır malum. O nedenle bahsi geçseydi anlayışla gülümseyeceğinden hiç şüphem yok. 
...
  Tlön Kemeraltı’na nüfuz edebilir mi? Bence artık mümkün değil, çünkü Tlön’ün yerini zamanımızda Dijital Kafes Gerçekliği aldı. Kendi nüfuz hücreleri işbaşında. Ortamı dijital toza, bilgi kirliliği sisine dumanına boğuyor. Bu nedenle birinin Kemeraltı’nda Alef’i görme olasılığı neredeyse imkânsız.  Alef’i boş meşgale olarak aratma kursları açılıyor. Tamam bunlar var, bazıları bayağı pahalı da üstelik, ama en elzem, en hayati olan soru sorulmuyor.      
  Bu tarihi çarşının kendine has bir Beatriz Viterbo’su var mıydı ve varsa evi neredeydi? Bunu bilseydik toza dumana rağmen Alef’i en doğru yerde aramaya başlayabilirdik.
...

                                                           --------------------------------

24 Aralık 2019 Salı

Kayıp Kedi - Efnan Atmaca ile Söyleşi

Efnan Atmaca – Sadık Yemni   

1 - Sizinle ‘Yatır’ üzerine konuştuğumuzda romanlarınız türü için trildeme tanımını yapmıştınız. Bu kez mistisizm ile sihiri dışarıda bırakıp sert bir gerçeklik kurgusunu tercih ediyorsunuz. Neden bu kez böyle bir yola başvurdunuz?
Yatır söyleşimizin üzerinden tam on yıl geçti. Ben bu arada Amsterdam’da dergicilik ve kendi kurduğum think tank kulübünün moderatörlüğü yaptım. Kültürel organizasyonların idari kadrosunda yer aldım. Mistisizm, bilimkurgu türlerinin yanısıra gazete ve dergilere siyasi makaleler, denemeler yazdım.  Röportajlar yaptım. Tematik paneller idare ettim. Avrupa’daki göçmenlerin nabzını tuttum. Gerçek dünyanın sesleriydi bunlar. Son polisiyelerimde siyaseti ve küresel tezgâhları konu edindim. Böyle bakınca doğal bir gelişim, yönelim süreci gibi görünüyor.

2- Biraz önce de bahsettiğim gibi kitapta sert bir gerçeklik hakim. Paralel yapı kitabın merkezine oturuyor.  Son dönem Türkiyesi’ni size göre ne kadar şekillendirdi bu siyasi yapı?
Paralel Yapı denilen şey bir Üst Akıl projesi. Paralel derken cemaatın tamamını değil,  bu yapıya ait piramidin üst kısmını, ‘Güdümlü İhanet Departmanını’ kastediyorum. İran’daki Hümeyni devrimi ilham vermiş olmalı bir yanıyla. Vesayet 2.0, Gladyo 2 gibi kod isimleri takıldı malum. Bu yapılanma Cumhuriyet tarihinin en büyük dönüştürme projelerinden biri olmak üzere planlanmıştı. Paralelin başı olan zatın bir ‘Kukla Halife’ olması tasarlanmıştı. Oturacağı saray bile hazırdı. Bürokraside, ticarette, eğitimde girmedikleri, sızmadıkları bir yer olmadığı için toplumsal ölçekte etkin oldular.  Genç beyinleri etkilediler. İnsanları devlete karşı kullandılar. Hayati bilgileri toplayıp malum ülkelere servis ettiler. İslami değerleri yozlaştırdılar. Sulandırdılar. Bulandırdılar hatta. Bunun için bilumum takiye yöntemlerini kullandılar. Balyoz davası gibi örneğin siyasi davaları yozlaştırdılar. Parayla, güçle baştan çıkarak polis-savcı-hâkim üçlemesini kendi şahsi çıkarları için kullananlar oldu.  Dokundukları her şeyi kirlettiler. İnsanlar meyus oldu. Umarsızlığa kapıldı. Bu faaliyetleriyle halkta büyük bir öfke biriktirdiler. Sonra halktaki birikmiş öfkeyle mücadeleci ruh birleşti ve bugünlere geldik. Şu anda cemaat ülke içinde iflasın eşiğindedir. Kredisi çok kötüdür. Bu haliyle belini doğrultması artık imkânsızdır.


3- Siz neden Türkiye’nin son yıllarının en büyük hesaplaşmalarından birini kitabınıza konu etmek istediniz?
Son on yılda Türkiye’ye dışarıdan bakarken, yabancı gazete ve televizyonlardan Türkiye’yi okurken yavaş yavaş meseleye uyandım. Büyük resim denen şeyi görebildim sonunda.  Ben 2005-2012 yılları arasında Hollanda Türk Yazarlar Kulübü başkanıydım. Gazetecilik dergicilik yaparken diğer siyası ve toplum kuruluşlarının yanı sıra cemaati de tanıdım. Tanıdığım insanların saflığından, samimiliğinden ve çalışkanlığından olumlu etkilendim. Türkçe Olimpiyatları’nı matah bir şey sandım bir ara. Bir üçgenden söz edilir malum. Alt tarafı ibadet, orta tarafı ticaret, üst tarafı hiyanet şeklinde bölmelenmiştir. Ben alttan iki bölümü görebildim haliyle. İhanetin ölçeği, kumpasın yıkıcı inceliği beni şoke etti sonradan. Bu şok gördüğünüz gibi hemen bir kitaba dönüştü. Kayıp Kedi roman türünde ilk ‘Paralel’ konulu kitap oluyor. Paralelcilerin zihninden onların iç dünyalarını gösteriyor. Behti Ülger karakteri kayda değer bir iç çatışma yaşıyor örneğin. İmanını geri kazanmaya çabalıyor. Kendi sistemlerini içeriden irdeliyor.


4- Kitabın sürprizini kaçırmak istemem ama konu içinde ‘dış mihraklar’ oldukça etkin. Siz politik tüm günahların suçunu dış mihraklara mı yüklüyorsunuz ya da ne kadarını yüklüyorsunuz?
Dış Mihrak sözü zamanımızda biraz anlamsızlaştı. Küreselleşen dünyada içiçeyiz; dış halkaları kesişen, sürtüşen, yer yer füzyonlar oluşturan hayatları sürdürüyoruz. Ben kendim de dış öğeyim bir yanıyla. Bir Avrupa ülkesinin pasaportuna sahibim. Ama adım soyadım yerli. Bir ülkede aksaklıklar, mazlumlar yoksa ve ahali birlikse dış mihrak hiçbir halt edemez. Her şey içle ilgilidir aslında. Dışı anlatmam içerisinin tasavvur edebilmesini kolaylaştırmak içindir. İçeride algı yamukluğu, mukallitlikte mutasyon, tektipleşme tsunamisi, analitik olmayan eğitim, tarih bilinci zafiyeti, dil yetersizliği, değerler erozyonu vb. gibi arızalar var. Atılan siyasi adımlar çok şeyi belirliyor. Şu anda Türkiye’de kapsamlı bir Alevi açılımı bekleniyor örneğin. Bu yapılmazsa, Das Vierte Reich Amca ya da başka bir merci Alevi-Sünni sürtüşmesinden medet umabilir. Rakibiniz niye zayıf noktamdan vuruyor diye şikâyet edemezsiniz ki. Tedbir alınması gerekiyor.  


5 - Kitapta Türkiye’ye karşı kurulmuş büyük kumpasları ortaya çıkarmak için görevlendirilmiş bir ekip var. Siz yurtdışında yaşayan biri olarak daha objektif bir bakış açısına sahipsiniz. Dışarıdan bir gözle baktığınızda kurban gibi mi görünüyor Türkiye yoksa bu kumpaslara gönüllü bir hali de var mı?
Emre Tuğrul yeni James Bond’umuz. Emperyal (emperyalist değil) bakış ve donatımla mücehhez. Ben de böyle bakarım dünyaya. 40 yıl oturduğum coğrafyadan etkilendim tabii ki bir ölçüde. Dünyaya geniş bakan, her yeri gören, uzun vadeli plan yapan bir zihniyet bu. Türkiye dışarıdan bakıldığında dünyanın çok mutena bir yerinde bulunduğu, bu değerin (gaz boruları, bor ve toryum değil sadece) bir başka ülkeyle kıyaslanamayacak kadar özel olduğu açıkça görülüyor. Bunun ne olduğunu anlayabilmek için dinler tarihini, paranın hikâyesini iyi bilmek, kendi yakın tarihini hatmetmiş olmak ve yabancı medyayı okuma becerisini edinmek gerekiyor. Bunları ortalama bilmeyen dünyada ne olup bittiğini kolay kolay çözümleyemez. Böyle baktığımızda kumpaslara açıklık ve gönüllülük az önce değindiğim zaafiyet alanlarının varlığından oluşuyor. Bu bölgede rekabet çok sert ve gaddar. Dünya yeniden yapılanıyor. Güç paylaşımı mücadelesi çok acımasız ve kuralsız. Ayakta durabilmek için kodları doğru okumayı becermek gerekiyor. Devletin bütün kurumlarına olduğu gibi MİT’e de düşen görev bayağı çetin.


6 - Mesela siz Gezi Olayları’nı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Durum 429 (2007 – Everest Yayınları)  kitabının yazarıyım. Şimdi edeceğim ilk birkaç cümlemin gerçekliği ispatlı durumda yani. Anarşist damarı çok önemserim. Bu olmazsa toplumun yaratıcı asabiyeti bitmiş tükenmiş demektir. Ben sıradan bir üniversite öğrencisi olsaydım hem meraktan hem de özel hayata baskı varmış algısına kapılarak öfkeyle Gezi’deki yerimi alırdım. Ağaç, Topçu Kışlası, AVM, gaz ve tazyikli su bunun için yeterli olurdu. 31 Mart Vakası’nın arka planını ve Topçu Kışlası’nın neyi sembolize ettiği okulda öğretilmediği için bilmezdim haliyle. Daha iyi ve keyifli yaşayacağım bir şehir hayali için meydana çıkardım. Damarlarımdaki deli kanın sürüklemesine bırakırdım kendimi. Yani doğru bildiğim şeyler, tasavvur ettiğim portre gerçek olmasa da bu böyle olurdu.

Gezi’de başlangıç buydu. Daha doğrusu koçbaşı şeklinde sürüklenen kesim buydu. Hissiyatları, çoşkuları, öfkeleri, enerjileriyle toplumun has bir damarıydı. Ama asıl kumpas Turuncu Devrimimsi dış-iç ortak vesayet hamlesiydi. Ortaya çıkanların kim olduğu, ne yaptıklarına bakınca hemen belli oluyor. CNN ve Das Spiegel ve Batı medyasının heyecanı falan da artık kaymağı bunun. Şu anda her şey çok ortada. Ukrayna’nın hali malum. Sokakta ortalığı kırıp dökenler ne kadar pişmandır. Kullanıldılar. Ülke ikiye bölündü. IMF borç vermezse açlar. Gezi’nin arkasında da böyle bir plan vardı. Filanca şunu dedi, şöyle yapılsa böyle olurdu gibi laflar ayrıntı kabilinden fikir kıymıkları. Kıymeti harbiyesi yok. Önemli olan dev koçbaşı ve onu kullanmak için plan yapmış kesim. Bunu görmek lazım.


7 - Kitapta yüksek teknolojiye de oldukça yer veriyorsunuz. Size göre günümüzün ve geleceğin en büyük savaş makineleri teknolojik ilerleme mi olacak? İnsanlara ihtiyaç giderek azalacak mı?
İnsanlara ihtiyaç azalacak. Azaltılma yönüne gidilecek. Şu anda yapılıyor zaten. Afrika tenhalaştırıldı. Maden yatakları ve tarım alanları olarak Batılı elitler için bekletiliyor. Orta Doğu’nun hali malum. Diğer yandan ilerleyen teknoloji namahrem bir hayata itikledi bizi. Giderek alışmaya da başladık. Kitapta teknoloji kullanımı çok doğal. Zamanımızda gruplar arasındaki kapışmada azami teknoloji kullanılıyor. En ilginci de ‘Her şeyi gören ve duyan’ olmaya talepteki yoğun istektir. Adeta dinsel bir yönelim. Böylelikle rakibi dinlemek, hamlelerini tahminin yanı sıra izlemek hayati bir önemi haiz. Kayıp Kedi’de bu çabalara sıkça tanık oluyoruz.

8 - Yine sürprizi kaçırmak istemem ama kitap sanki biraz ucu açık bitiyor. Bu yarattığınız Seksek Ekibi’nin maceraları devam edeceği anlamına mı geliyor? Yoksa Türkiye’nin paralelcilerle daha çok uğraşacağı anlamına mı?
Emre Tuğrul gelecek serüvenlerde küresel siyasetin dümen suyunda serüvenler yaşayacak. Bugünün en sıcak konularının göbeğinde duracak. Eskiden yazarlar Batılı ajan gözüyle romanlarda bizi anlatırdı.  Örneğin Ian Fleming’in Rusya’dan Sevgilerle adlı kitabında James Bond ilk kez müşerref olduğu Türkleri şöyle  tasvir eder:
Demek ki modern Türkler şu gördüğü esmer, çirkin, mütevazı duruşlu memurlardı. Bir müddet Bond onların kalın sesli harflerin ve U seslerinin bol olarak kullanıldığı konuşmalarını dinledi, uysal, terbiyeli duruşlarını yalanlayan canlı, kara gözlerini seyretti. Dağlardan henüz inmiş kızgın parlak, vahşi gözlerdi bunlar. Asırlardan beri davar sürülerini gözlemeye, tozlu bozkır ufuklarındaki en küçük hareketleri dahi sezmeye alışmış gözler. Bunlar eldeki bıçağı görmeden sezen, yiyecek kırıntılarını ve kuruşları santimine kadar sayan, satıcının titreyen parmaklarını farkeden gözlerdi. Sert, itimatsız, kıskanç gözler.
                                                                                             Başak yayınları. 1965. Sayfa 83.

Şimdi sıra bizde. Biz de onları yazacağız.

Cemaatın ‘Güdümlü İhanet Departmanı’na  gelince, bu bir süreç. Tsunami vurdu toplumumuza. Artçı depremler olacak ve esas hasarın onarımı uzun sürecek. Bir nokta daha var. Paraleli, ‘Protestan Müslüman’ ve yurtdışındaki okullarda beyni yıkanmış öğrenci yetiştirme makinesi gibi tasavvur ederseniz belli ölçüde başarı kazandığını düşünebilir ve bu şartlarda misyonunu tamamladığını söyleyebiliriz.  

Bir anekdot anlatayım. Yıl 2004. Hollandalı alt kat komşumla bir sohbette bana ‘Ilımlı Müslüman’ terimini kullanınca tepki vermiştim. Post Modernizmde eşcinsellik aşırı vurgulanır malum. İtirazıma şaşınca ona buradan yaklaştım. ‘Ilımlı eşcinsel deniyor mu?’ dedim. Telaffuzundan bile korktu. ‘Tabii ki demeyiz.’ dedi. ‘Cinsel tercihi böyle sınıflandırmıyorken, bin beş yüzyıllık bir dinin mensubunu nasıl kategorize edebilirsin?’ deyince terimin abesliğini kavradı. Dinler Arası Diyalog da böyle bir fesatlıktır. Neyse ki itibarı iyice söndü.

Yanı lafın kısası Vesayet 2.0’ın kalıntıları ve yapımdaki Vesayet 3.0 kahramanımızın konusu olabilir ileride.

9 - Kitapta sinematografik bir kurgu dikkat çekiyor. Böyle bir kurguyu neden tercih ettiniz?
Ben iflah olmaz bir film âşığı olarak sinematografik anlatımı otomatik olarak yaparım. Bütün romanlarımda böyledir. Bazen daha yoğunlaşır. Bölümlerin kesimi sırasında kendimi bazen film montaj aparatının arkasında oturur gibi hissederim. Kayıp Kedi’nin bir gün film yapılmasını isterim tabii. O ünlü romanı ve filmini hatırlayın. ‘Kim korkar hain kurttan?’

10 – Kitaptaki kahramanlardan biri Borges çevirmeni. Borges de konu ediliyor kitapta. Buna da biraz değinseniz.
Borges’in özellikle Alef adlı öyküsünü kitabın içinde bir deneme gibi işliyorum. Alef’le kurguya bir katman daha ekleniyor. Merkezi her yerde, çevresi hiçbiryerde olan bir küreyi hayal etmeye çalışın. Ana konuya bayağı uygun. Bir de sert, acımasız dünyada edebiyatın teskin ediciliğine sığınan kadın izleği oluşuyor. Daha başka noktalar da mevcut haliyle. Tlönlüler gibi. Bunu keşfetmeyi Borgessever okura bırakalım.


11 - Son olarak kitabınızı kediniz Fıkır’a ithaf ediyorsunuz. İlginç bir hikayesi var bunun. Bundan da bahseder misiniz?
Bu kitabın kurgusunu hazırlarken adını Kayıp Kedi olarak kararlaştırmamdan bir hafta sonra çok sevdiğimiz ve güç bela yaşatarak büyüttüğümüz kedimiz Fıkır kayboldu. Aradan neredeyse bir yıl geçti. Bu nedenle kitabı ona ithaf ettim. Başlık Kayıp Kedi, yayınevi Kırmızı Kedi, ithaf kediye. 3 kedi bir araya geldi.
x
     

1 Aralık 2019 Pazar

Sherlock Holmes Notları



Edgar Allan Poe’nun büyük hayranı olan, onun ünlü dedektifi Auguste Dupin’den etkilenmiş
Olan Sir Arthur Ignatius Conan Doyle’un ünlü kahramanı Sherlock Holmes üzerine yazmaya başlarken aklıma üşüşen fikirlerin bir kısmını ard arda sıralıyorum.

Sherlok Holmes’i 8-10 yaşından beri tanıyorum. Türkçeye çevrilmiş ve o sıralarda tek tek öyküler halinde saman yapraklı kitapçıklar şeklinde basılmış bütün öykü ve romanlarını okudum. Bazılarını defalarca. Aradan elli yıl geçti. Bir daha elime almadım. Tıpkı kırk yıldır Agatha Christie okumamam gibi. Bu yazıyı yazmaya başlarken kafamda imajlar karışık. Çünkü daha sonraki yıllarda en az üç Sherlock Holmes filmi gördüm. Dizisi de vardı. İzlemedim. Ben çocuklukta , ilk gençliğimde gördüğüm ilginç rüyaların çoğunu hâlâ hatırlayabilen biriyim. Elli yıl önceki okumalarımdan kalan imajları de biraz seçebiliyorum. Uzun boylu Holmes’in dimdik durması, elinde hem baston hem de müdafa silahı gibi kullandığı sopası, pelerini, piposu, şapkasının tepesindeki düğme ve keman çalarkenki dalgın pozu. Ama kapağa konmuş olan o korkunç kırmızı gözlü köpek en baskın bellek görselim. Asla mümkün değil unutamam. Tüylerine gece parlasın diye fosfor sürülmüş olan Baskerville’nin köpeğinden söz ediyorum. Köpekleri çok seven biri olmama rağmen o sıralardaki kâbus senaryolarıma katkıda bulunmuş bir figürdür.

Daha on altı yaşındayken evde kimya laboratuvarım vardı. Lisede kimya şakalarım ve roketlerimle ünlüydüm. Bu nedenle A Study in Scarlet romanında üniversitede kimya öğrencisi olduğunu anladığım Holmes’e ayrı bir sempatim vardır. Onun dedüktif, tümdengelim tarzı düşünce kapasitesini bir şekilde hissediyordum. Sonraki yıllarda Ege Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği öğrencisiyken laboratuvarda hocamız bir tüpün içinde bize renksiz bir sıvı verir ve içinde ne olduğu bulmamızı isterdi. Holmes’in yaptığı da aynen buydu aslında. Bir dizi olay bir arada vuku bulur ve Holmes bunların aslında görünenin ve sanılanın aksine ne olduğunu keşfederdi.

1976 yılında Amsterdam’da Leidseplein Theater sinemasında Seven Procent Solution adlı bir film afişi görmüştüm. Resimden Sherlock Holmes’le ilgili olduğu belliydi. Bu filmi birkaç yıl sonra yine sinemada izledim. İyi yapmışım. Konuşulanları İngilizce dinleyip Hollandaca altyazı okuyarak zorlukla anlayabildim. Anlamaktan diyaloglardaki söz oyunlarını, imaları, esprileri kastediyorum. Yine yıllar sonra videosunu kiralayıp, bu kez dura kalka, geriye sarıp tekrar izlediğimde filmi hâlâ anlamaya devam ettiğimi gördüm J Holmes Viyana’ya Freud’u ziyarete gidiyordu. Konulardan biri ünlü dedektifin kokain kullanmasıydı. Bu arada iki iddialı zekâ usul usul çatışıyordu. Holmes bu ortamda bile bir meseyi çözüme kavuşturma ferasetini gösteriyordu. Alan Arkin Freud rolünde müthişti. Robert Duval, Watson rolündeydi. Holmes’ı de Nicol Williamson canlandırıyordu.

Watson anlatmasa Holmes diye birini tanımazdık. Onsuz Sherlock Holmes varolamazdı hatta. Watson bana nedense biraz Luka, Matta, Markos, Yuhannavari biri gibi görünür.

Stephen King’in Doktor Vakası – The Doctor Case adlı öyküsünde Watson grift bir sırrı çözerek alışılageldik imajının dışına çıkar. Ustanın Watson’a kıyağıdır. Filme de çekilmiştir.

Doyle’un birinci hikâyesi olan A Study in Scarlet’te Watson’un gözünden Holmes’i tanırken bazı ayrıntıları yeniden hatırlamak çok eğlenceli. Bir mantık adamı, güçlü, gözlemci ve tümdengelimci düşünce tarzına sahip olan Holmes’in Kopernik’in on altıncı yüzyılda kanıtladığı güneş merkezli sistem teorisinden bihaber olduğuna Watson çok şaşar. Watson sonradan dedektifimiz hakkında bir çeşit karne düzenler. Bu karneye bir göz atalım:
Literatür: Üstünkörü.
Filozofi: Sıfır.
Astronomi: Sıfır.
Politika: Hafif.
Botanik: Güzel avrat otu, afyon ve zehirli maddeler dışında hiçe yakın.
Jeoloji:Sınırlı bir ilgi.
Kimya: Derin bilgi.
Anatomi: Biraz, ama sistematik değil.
Müzik: Keman çalıyor.
Dövüş sanatı: Boks ve sopa kullanımı.
Hukuk: İngiliz kanunları üzerine pratik bilgi mevcut.

Borges’in de Sherlock Holmes başlıklı bir çalışması vardır. ‘O bir kadından doğmamıştı. Soyu sopu da yoktu. Raslantılardan oluşmuştu’ şeklinde başlar. ‘Ne aşkı ne de öpüşmeyi bilir. Baker sokağında tek başına oturur. Hiç arkadaşı yoktur.’ şeklinde devam eder. Okumanızı hassasiyetle öneririm.

Aklımıza şu anda gelen en temel izmler on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’den çıktı. İngiltere dedüktif akıl yürütmeyle Doğuyu kolonileştirdi. Ruhsuz, yarı robot gibi salt akıldan muzdarip, kokainman, kadın düşmanı olan Sherlock Holmes bu izmleri ve kolonyalizmi yaratan aklın ürünüdür. Unutulmasın Watson, Holmes’le yeni tanıştığı sırada Afganistan’daki savaştan dönmüştü. Bu idol bir imparatorluk mamuludur. İngiliz aklının alameti farikasıdır. Bu akıl endüstri devrimini de başlattığı için hikâyelerde kimyanın başat rol oynaması çok normaldir.

Paul Feyerabend Batının dünya hakimiyetini Reklam ve Silaha borçludur der.  Holmes Reklamdır. Üstün aklın kredisiyle hâlâ canlılığını koruyor. James Bond ise reklam + silahtır.

Osmanlıca-İngilizce Redhouse basıldığı sıralarda Bond ve Holmeslerin bize has benzerleri, fıtratları farklı olan muadilleri vardı. A Study in Scarlet 1887’de basıldı. O yıllarda İstanbul’da zekice işlenen cinayetleri çözebilmek için yine dedüktif akıl yürütmeye gereksinim duyuluyordu. Sonradan ülke olarak içeri kapanınca imparatorluk aklından mahrum kaldık. Altmışlarda Avrupa’ya işçi göçü ile başlayan açılma küreselleşmenin de etkisiyle bugün bütün hızıyla sürüyor.

                                                                                                                                            Balçova – Aralık 2017

15 Kasım 2016 Salı

STALKER (Сталкер) filmi üzerinden Tarkovski, Lem ve Borges’e anlık bakış

STALKER (Сталкер) filmi üzerinden Tarkovski, Lem ve Borges’e anlık bakış
“Dünya çok sıkıcı bir yer oldu. Telepati yok, UFO yok. Orta Çağ daha ilginçti. Her evde ruh vardı, kilisede de tanrı.”


 Stalker filminin hemen başında yazar (Anatoli Solonitsyn) böyle der. Yazar ve fizik profesörü (Nikolai Grinko) ile birlikte girilmesi yasak olan ‘Zone’ bölgesini görmek istemektedir. Onları bu yasak bölgeye gizlice sokacak olan kimse Stalker’dır(Alexander Kaidanovski).

Stalker, Arkadi ve Boris Strugatski‘nin 1972 tarihli Roadside Picnic adlı kitabından 90′larda Türkiye’de Uzayda Piknik adıyla Sarmal Yayınevi tarafından yayınlanmıştı) Stalker başlığıyla Andrei Tarkovski tarafından 1979’da filme uyarlandı.

Aşağıdaki tarihsel sıralamayı ilk kez bir araya getirdiğimde Stalker’a varan yolun temelinin 1940 yılında Arjantin’de atılmış olabileceğini düşündüm ciddi ciddi. Verilere birlikte bir göz atalım.

1940 – Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius – Öykü – J.L.Borges
1961 – Solaris – roman – S. Lem
1972 – Solaris (film) – Tarkovski
1972 – Roadside picnic – Roman – Arkadi ve Boris Strugatski
1979 – Stalker (film) – Tarkovski

Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius
2007 yılının kasım sonunda Rotterdam’da, bir gazete binasının çatı katında, küçük bir grup dünyaca ünlü Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius adlı öyküsünü okuduk. Geçici olarak bir Borges okuma grubu oluşturmuştuk. Okumaların bitiminde kartonlara hazırlanmış Borgestanırlık sertifikalarını bölüştük. Hoş bir entelektüel esinti şimdi arkada kalan.

Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’u üçüncü kez okumaya hazırlanırken yaptığım bir keşfi (daha sonra araştırınca başkalarının da aynı keşfi yaptığını görerek sevindim) o gece arkadaşlarıma da açtım.

Tez şu: Stanislaw Lem, Solaris (1961) adlı ünlü bilimkurgu yapıtına Borges’in bu öyküsünden esinlenmiş olabilir.

1940’larda yazılmış öyküyü okuyanlar Tlön gezegeninin tartışma kışkırtıcı kurgusunun Berkeleyci idealizmin üzerine kurulduğunu biliyorlar. Tlön gezegenine ait bilgiler önce dünyada basılan ansiklopedilerde arzı endam ederler. Yirminci yüzyılın başlarındaki basım şartlarında klişeleri hazırlanmamış, dizilmemiş olmalarına rağmen basılmış bazı ansiklopedilerde yer almışlardır. İki arkadaş bunların peşine düşerler ve sonunda bir tanesini ele geçirirler. Ansiklopedinin sözdizininde Tlön bahsi geçmez ama onlarca sayfa bilgi olarak bazı ciltlerde mevcutturlar. Giderek bu kaçak sayfalara daha sık raslanmaktadır. Tlön gerçekliği kendini bizim bilinen dünya gerçekliğine sinsice eklemlemiştir. İdealist sızıntıdır bir çeşit yani.

Borges’in öykülerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’un da özetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle bazı pasajlardan örnek vererek hrönire değinmek istiyorum.
Yüzyıllar ve yüzyıllarca süren idealizm, sonuçta gerçekliği de etkilemekten geri durmamıştır. Tlön’ün en eski yörelerinde, kaybolan eşyaların tıpkısının ortaya çıkması sıkça raslanan bir olaydır. İki kişi bir kurşunkalemi ararlar, birincisi kalemi bulur ve sesini çıkarmaz; ikincisi bundan daha az gerçek olmayan, ama kendi beklentilerine daha uygun olan ikinci bir kalem bulur. Bu ikincil nesnelere hrönir denir ve azıcık biçimsiz olmakla birlikte birincilerden biraz daha uzun olurlar. Son zamanlara kadar, hrönirler dalgınlıkla unutkanlığın raslantısal ürünleriydi. Bunların düzenli bir biçimde üretilmesinin yüzyılı bile bulmayan bir geçmişe dayalı oluşu inanılmaz bir şey gibi görünmektedir, ama XI. Cilt bize bunun böyle olduğunu söylemektedir. İlk girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ne var ki, modus operandi (çalışma yöntemleri) anlatılmaya değer. Devlet hapisanelerinin yöneticilerinden biri, tutuklulara tarih öncesinden kalma bir ırmak yatağında bazı mezarlar bulunduğunu ve önemli bir şeyler bulana özgürlüğünü bağışlayacağını söylemişti. Kazı öncesi aylarda tutuklulara bulacakları şeylerin fotoğrafları gösterilmişti. Bu ilk girişim, beklentiyle gerilimin kişiyi engelleyici olabileceğini kanıtladı. Kazma kürekle yapılan bir haftalık çalışma sonucunda hrön olarak, hemen kazı öncesi devre ait paslı bir tekerlekten başka bir şey çıkmadı topraktan. Ama bu gizli tutuldu ve aynı işlem sonradan dört okulda tekrarlandı. Bunlardan üçünde hemen kesin başarısızlıkla karşılaşıldı; dördüncüsünde (ki bunun yöneticisi ilk kazılar sırasında kaza sonucu öldü) öğrenciler altın bir maske, tarihöncesi bir kılıç, iki üç seramik vazo ve göğsünde bugüne kadar çözülemeyen bir yazı bulunan, belden aşağısı kopuk bir kral bedeni çıkardılar – ya da tıpkısını ürettiler. Böylece kazının deneysel niteliğinden haberli olanlara da güvenilemeyeceği ortaya çıktı. Geniş kitlelerce yapılan araştırmalar. Birbirleriyle çelişen eşyalar da çıkardı ortaya; şimdilerde bireysel ve daha hazırlıksız girişimler yeğleniyor. Hrönirlerin düzenli olarak üretilmesi(diyor XI. Cilt) arkeologlara müthiş yararlar sağladı. Bu, günümüzde gelecekten daha az esnek ve yumuşakbaşlı olmayan geçmişin sorgulanmasını ve hatta dönüştürülmesini mümkün kıldı.
Tlön’le kurulan yakınlık ve Tlön alışkanlığı dünyamızı çözülmeye götürdü. Onun sarsılmaz kesinliğinden gözleri kamaşan insanlık, bunun meleklerin değil satranç ustalarının sarsılmazlığı olduğunu hep unutuyor.

Tlön’deki eşyaların tıpkısı ortaya çıkıyor dedik; eşyalar aynı zamanda siliniyor bozulma eğilimi de gösteriyor ve unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. En iyi bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.

Uzun öykü şu cümlelerle sona erer:
İngilizler, Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak. Ben bütün bunlara hiç aldırış etmeden Adrogue’deki otelde geçen günlerimin tüm sessizliği içinde, Browne’un Urn Burial’ının Quevedo tarzı bir çevirisini yapmakla uğraşıyorum – çeviriye pek güvenim yok, yayımlamayı düşünmüyorum.
                             Fatih Özgüven’in çevirisiyle: Yolları Çatallanan        
                                                             Bahçe, Can Yayınları, 1985
Totalitarizme ürkek bir eleştiri içeren dedektifvari kurgu, edebi kritikler, dil ve dilkökenbilim değinmeleriyle tıka basa yüklü öyküyü henüz basılmamış en yeni Tlön ansiklopedisinde bir eğretileme olarak bırakıp evrenin uzak bir köşesindeki hrönirleri ele alalım.

Solaris
Solaris gezegenindeki araştırma gemisine gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçeği düşünün. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar, testler zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya ziyaretine gelir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fiziki zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Rheya bir çeşit hrönirdir. Chris’in zihninin ürünüdür. Solaris gezegenindeki zeka taşıyan okyanus ise bir Tlön gerçekliği jeneratörü gibidir. Henüz yetkin olmayan yaratıcılık süreci devam etmektedir. Atomaltı yapısı farklı olsa da Kelvin’nin yıllar önce intihar etmiş karısının tıpatıpını, anılarıyla birlikte yaratmayı başarmıştır.

Kitabın sonlarına doğru Rheya kendi isteğiyle yapıbozuma uğratılmayı kabul eder. Bunu Kelvin’e belli etmeden yapar. Kadının son intiharı gerçekleştikten sonra Kelvin okyanusun yetkin olmayışı özsel niteliği olan bir tanrı olabileceğini düşünür. Tüm bilirliğinde ve gücünde sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yapan, saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir yaratıcı hayal eder. Bu okyanus bir tanrının beşiğidir. Uzay istasyonunda bulunan sibernitik uzmanı Snow’la bunları tartışırlarken bunca yıldır zeki okyanusla iletişimi başaramamalarını bu büyük gücün henüz bebeklik aşamasında olmasıyla izah ettikleri bir an gelir. Bu pasajlar Tlön gerçekliğinin ansiklopedilerde ilk kez belirdiği anı çağrıştırıyor bende. Kitabın son sayfalarıdır. Bu konuşmaların ardından bir helikopter yardımıyla Kelvin okyanusun üzerindeki adacıklardan birine iner. Şimdi ne olacaktır? Rheya geri mi gelecektir? Onu neler beklemektedir. İnandığı bir şey vardır. Satranç ustaları düzeninin sarsıldığı çağdır hâla. Mucizeler çağı henüz geçmemiştir.

Filmde Tarkovski bayağı ileri bir adım atar ve dünyaya dönmeyi, yeniden aile kurmayı çok büyük bir istekle düşünmeyen Kelvin’e içinde ölü babasının sağ olduğu, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği çiftlik evini verir. Daha yetkinleşmiş olan okyanusta çocukluğunun nostaljik ortamını taşıyan yepyeni bir ada belirmiştir. Bu daha başlangıçtır. Sırayla ölü annesi, sevgilisi Rheya da geri geleceklerdir. Böylece dünyada geçip gitmiş hayatlar, sevilen nesneler okyanus sayesinde zihninden türeyerek yeniden varolur. Kelvin son sahnede babasının dizlerine kapanır. Kalbindeki en güçlü arzusu gerçekleşmiştir. Mucizeler arka arkaya sökün edecektir. Kelvin şükranlarını sunmaktadır.

Filmdeki yorumun S. Lem’i rahatsız ettiği ve bir otel odasında Tarkovski ile tartıştıkları söylenir.
 
Stalker
Askerlerin sınırını koruduğu Yasak Bölge’ye ulaştıktan sonra Oda’ya yolculuk en kısa yoldan değil, Stalker’in gösterdiği dolambaçlı yollardan olur. Sorun geometrik değildir. Düz ve en kısa görünen yol en doğru ve tehlikesiz olan yol değildir. Çeşitli zorluklardan geçildikten sonra Oda’nın önüne kadar gelinir. Yol boyunca bir sürü ahkam kesmiş olan Yazar ve Profesör odaya girme cesaretlerini kendilerinde bulamazlar. Çünkü Oda’da sözle dile getirilen değil, en derinlerde duran, acılarlarla serpilen, en büyük istekler gerçek olmaktadır. Oda’nın hemen önünde ahlâki zaafları ortaya çıkar. Profesör, Oda’yı, kötü niyetliler girmesin diye yok etmek üzere gelmiştir. Yazar ise kendisiyle karşılaşma, en derin acılarıyla yüzleşme cesaretine sahip değildir. Ne entelektüel donanımları, ne kendilerine güvenleri, ne de fıtri kapasiteleri buna yeterli değildir. Fenafillah aşaması; huzur yeri bir adım ötelerinde bulunduğu halde içeri girmeye cesaret edememişlerdir.
Yasak Bölge ve Oda tutunacak dalını yitirmiş kimseler için bir umuttur. Bölge denilen yer insanın kurtuluşu sevgi ve özveride gördüğü bir bölgedir. İnsan burası dışında her yerde hapistir. Sahte hayatla çevrilmiş minicik bir adadır. Bencillikten özveriye yolculuğu başaramayan birinin Oda’da onu mutlu edecek bir dilekte bulunması mümkün değildir.

Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman* adlı kitabında Stalker filmiyle ilgili şunları söyler:
Bu filmde Bölge’ye giren insanların hedefinin aslında en gizli isteklerinin yerine getirildiği bir oda olduğunu hatırlatmak isterim. Stalker bir ara bölgenin garip topraklarından geçerken yazara ve bilgine bir zamanlar gerçekten yaşamış efsanevi Dikoobras’ın öyküsünü anlatır. Dikoobras, bu özlem diyarına ölümüne neden olduğu kardeşinin yeniden hayata döndürülmesi ricasıyla gelmiş, o odadan çıkıp evine döndüğünde zenginlikten başka hiçbir şey bulamamıştır. Zira Bölge onun gerçek, en gizli isteğini yerine getirmiştir. İstemesinin iyi olacağını düşündüğü şeyi değil.
Stalker’da belki de ilk defa, insanın ve ruhunun beslendiği o çok önemli olumlu değeri açık ve net bir biçimde ele alma zorunluluğunu duydum. Stalker’ın karısı üçünün mola verdiği meyhaneye geldiğinde yazar ve bilim adamı gizemli ve anlaşılmaz bir fenomenle karşı karşıya kalırlar. Karşılarında kocasının sürdüğü hayat ve doğruduğu sakat çocuk yüzünden çok acı çekmiş olmasına rağmen kocasını ilk gençlik günlerinin aşkı ve fedakarlığıyla seven bir kadın durmaktadır. Bu aşk ve bağlılık çağdaş dünyanın inançsızlığına, sinikliğine ve boşluğuna karşı çıkartılabilecek son mucizedir. Ve sonunda yazar ve bilim adamı da modern dünyanın bir kurbanı olurlar.

Sıksık Bölge’nin neyin simgesi olduğu sorulur, olağanüstü saçma tahminler yapılır. Bu tür sorular karşısında korkunç bir çaresizliğe kapılıyor, adeta deli oluyorum. Hiçbir filmimde simge kullanmadım. Bölge, bir Bölge işte. İnsanın katetmek zorunda olduğu hayat, hepsi bu kadar. İnsanın yok olduğu ya da dayandığı bu yerde ayakta kalmayı başarıp başaramayacağı kendine olan saygısıyla, önemliyi önemsizden ayırma yeteneğiyle belirlenir.
Her birimizin içinde olan o özgün insanilik ve ebedilik üzerine düşünmeyi teşvik etmeyi görevim sayıyorum. Ne yazık ki, bu sonsuzluk ve öz, insanın kendi yazgısını kendi elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Bir takım aldatıcı idealler peşinde koşulması yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın varlığını inşa ettiği ufacık bir kırıntı kalıyor; Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı insan ruhunda, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam katabilir.
Andrey Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman – AFA yayınları – 1986

Stalker filmini anlatmak kolay değil. Çoktandır varlığını unuttuğumuz uzun tutulmuş sahneleri, oyuncuların yüzlerinin yakın plan çekimleri ve Bölge gerçekliğinin çeşitli yönlerini deneyimlememize imkân veren çeşitli kamera açılarının kullanımı ile Stalker tinsel alana ulaşma becerisini, sinema dilinin mükemmelliğiyle bütünleyen gerçek bir başyapıttır.
Stalker için Bölge insanlığın son umududur. Onu yok etmek insanlığı da uçurumunda yalnız ve umutsuz bırakmak demektir. “Artık kimse oraya gitmek istemeyecek, artık kimse inanmıyor” diyerek ağlayan Stalker’a, kendisini aşkla seven karısı “Götürecek kimse bulamazsan beni götür” diye şevkatle ve sevgiyle cevap verir. Stalker, karısına ” Ya sende de işe yaramazsa?” diye cevap verir. Saf aşksızlığın sıkıcı, tekdüze ve acımasız insan yaşamına eklemlenmiş olan en harika Tlön gerçekliğini sonlandıracağından endişe etmektedir.
Film Stalker’ın mutant çocuğunun telekinetik yeteneğini kullanarak masanın üzerindeki nesneleri zihin gücüyle hareket ettirmesiyle son bulur. Eduard Artemyev’in filmin tinsel dokusunu yoğunlaştıran müziği sona ermiş, Beethoven’in 9. Senfonisi çalmaya başlamıştır. Mucize sergileyen en son sahnede acaba niye bu müzik kullanıldı diye düşünürken aklıma Mikhail Bakunin’in ‘Everything will pass, and the world will perish but the Ninth Symphony will remain’ sözleri geldi. Kelvin’in Solaris filminin en son sahnesinde babasının dizlerine kapanma sahnesini düşündüm. Her şey yıkılıp gidecek, ama sevme yeteneği denen mucize baki kalacaktı.
                                                                                                                Amsterdam 2009