islamofobi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamofobi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2017 Perşembe

Wilders: Mucizevi Bir Deva!


Hollanda’daki seçimlerden bundan böyle havada savrulan cop ve ısıran köpeklerle birlikte hatırlayacağımız Mark Rutte’nın partisi birinci çıktı. Wilders kendine biçilen rolü başarıyla oynadı ve kulisine çekildi.

Esas hikâye çok basit. Wilders Hollanda içinde 2 işe yarıyor. Demokrat düşünceli Hollandalılar’ın tepesinde Demokles’in kılıcı gibi duruyor ve ‘Gelirim ha…’ diyor. Neoliberal, yani küresel baskı yapıyor ve dahası faşizme karşı ortak cephe kurulmasını engelliyor. Malum FETÖ ve Wilders’in sahibi aynı.

İkincisi, ülkedeki Müslüman, Polonyalı, Bulgar gibi yabancılardan rahatsız olan ırkçı zihniyetli kesimin de karın ağrısına ilaç olarak raydan çıkmasını engelliyor.

Hollanda’da yaşayan Müslümanlar ve onlarla empati kuranlar bu gerilimi iliklerinde hissediyor ve bilinçleniyor.


Wilders bizim için mucizevi bir deva aslında. Müzmin Batıcılılaşma komasından çıkma sürecimizi hızlandırıyor. 

15 Kasım 2016 Salı

Hollanda’da Göçmen Bir Dil: Türkçe

Hayatı Zenginleştiren Öyküler
Hollanda’da Göçmen Bir Dil: Türkçe

Türkçenin Kuzey Avrupa’daki evrimi göçmenlerimizin öykülerine sinmiştir. Çağrılı çağrısız sınırlar geçilirken kabasaba bavulların gölgesinde kanlı canlı bir dil kıpırdaşmaktaydı. Bu dil modernitenin göbeğinde kendine benzer canlar arayanların ekosu oldu. Tutunacağı dal oldu. İçinde var kalmayı sürdürebildiğimiz bir fanustur hâlâ.
                                             Sadık Yemni -  Atlantiğe Açılan Dil Kapıları – 2009

  “Bu eşyaları kullanmış kimseler hiçbir zaman bir şey yazmadılar ve hayatlarında bunları yazacak hiç kimseleri olmadı. Onlardan geri kalan tek şey bunlar.” Kollarıyla karanlık depoyu kucaklayan bir işaret yaptı. “Ve bir mezarlıkta bir mezar taşı haliyle.” diye ekledi.
           Bernleff – Buiten is het Maandag – ‘Dışarısı Pazartesi’adlı romanından.           
           Gri Yayınları - 2007


  4 Kasım 1975’te İstanbul’dan kalkan bir uçağa bindim ve Avrupa’da göçmenlik denen serüvene dahil oldum. 24 yaşındaydım. Kimya Mühendisliği öğrencisiydim. Gelecekte romanlar ve öyküler yazacağımdan henüz habersizdim.
  Amsterdam’da şehir merkezindeki eski bir binada dayıma ait olan bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladım.  Bunu demiryollarında köprücülük, sonradan gazetecilik, yazarlık, dergicilik, televizyonculuk, think tank moderatörlüğü gibi çok değişik meslekler takip etti. Böylelikle hem işçilik hayatını tanıdım hem de Türkiye’den gelen göçmenlerin yaşamlarına daha geniş persfektiften bakabilme imkânını buldum. 1980 askerî darbesinden sonra Avrupa’ya gelen ilticacılarla bu portre daha da çeşitlendi. Seksenli yıllarda aile birleşiminin hızlanmasıyla göçmenlik olgusu en yeni mecrasına oturdu ve geçen yıllarda şu andaki konumuna evrildi. 
  Türkçe çok canlı ve dinamik bir dil olduğunu geçirdiği bütün badireleri atlatarak gösterdi. Türk Medyası Hollanda’da yıllar içinde çok gelişti. Başlangıcı ve gelişim süreci tek başına bir yazı konusudur. Ben burada sizlere Hollanda’da Göçmen Edebiyatı’na bizlerin katkısını anlatmak istiyorum. Bu arada ilk çevirmenler, çeviriler ve o zamanların edebiyat atmosferinden de biraz bahsedeceğim. 

Göçmen Edebiyatı – 80’ler ve 90’lar
  1980 başlarında Türklerin bu edebiyata girişi Halil Gür’ün Gekke Mustafa – Deli Mustafa adlı eseriyledir.  O yıllarda Türkiye’de askerî darbe yapılmış, büyük sayıda ilticacı kitlesi Hollanda’ya gelmişti. Türk göçmen işçilerin aile birleşimi süreci başlamıştı. Yabancılar artık kalıcı gibiydiler. Bu nedenle yabancıların kendilerini nasıl ifade ettikleri ve yerliler hakkında ne düşündükleri merak edilen bir konuydu. Yayınevleri harekete geçerek içlerinde ciddi oranda Türk yazarların da bulunduğu eserleri yayımlamaya başladılar.
  Edebiyat değeri az, daha çok içerden bilgiler veren, hissiyat beyan eden eserler ortaya çıktı. Halil Gür seksenli yılların yıldızıydı. 1987 yılında Demirden Gaga- De Ijzeren Snavel  adlı öykü kitabımla ben de bu kervana katıldım. Benim mesleğim demiryollarında köprücülük olduğu için bayağı ilgi gördüm. Bir çeşit pozitif ayrımcılık söz konusuydu. Eserin kalitesi değil, bu alanda meşgul olmak ödüllendirilmekteydi. Şahsen bunun bana yararı çok büyük oldu. Bu itme sayesinde yazar diye etiketlendim. Zamanla işi ciddiye aldım ve kendimi geliştirme çabalarımı arttırdım.
    Bu kervana o yıllarda Fehmi Özgök, Hürrem Efe, Fehmi Eruçar, Haydar Eroğlu, İbrahim Eroğlu, Yavuz Nufel, Kerim Ece, Ali Şerik, Kazım Cumert, sonradan da Murat Tuncel, İsmail Polat, Cengiz Darıdere, Erol Kasırga, Atilla İpek, Tülay Bayrı, Havva Setenay, Şeyda Koç, Can Çelebi ve Hollandaca yazan Sevtap Baycılı, Nilgün Yerli, Funda Müjde ve Ebru Umar katıldı.  2010’dan itibaren eserlerini Hollandaca olarak kaleme alan genç ve yeni isimler de bu listeyi zenginleştirmeye devam ediyor.
  Bu edebiyat seksenlerde ana gemiyle beraber seyreden, kendine has motoru olmayan, iple çekilen, renkli lambalarla etrafına egzotikimsi ışıklar saçan bir tekne gibiydi. Henüz roman türü bir eser verilmemişti. Kısa öyküler ve anılarla temsil edilmekteydi. Bu anılar göçmenlerin ilk yıllarında karşılaştıkları en temel sorunlarla ilgiliydi. Parçalanmış aileler, oturumu olmayan kaçak işçiler, gurbetin acısı, yalnızlık,  modernitenin maddiyatçı ışınımı, memlekete özlem gibi konulardı. İçlerinde yerlilerin, Hollandalıların rolleri azdır. Var olanlar da genellikle stereotiplerdir. Yerlilerin karakter ve yerin ruhu çözümlemeleri zayıftır. Yabancılar kendi dünyalarında kapalı yaşarlar. Dışarısı adeta kalın şeffaf bir camın arkasından izledikleri başka bir hayatı barındırmaktadır. Estetik değeri, yazın kaliteleri düşük de olsa, o zamanların ruh hallerini, yabancılığın anatomisini hissettirmeleri açısından önemlidirler.
  Benim öykülerimde devlet demiryollarında çalışırken tanık olduğum sahneler ve hayalle ambalajlanmış gerçek olaylar vardı. O anların nabzını tutuyordu.  Blueslar da yakınma müziğidir, ama dünyaca çok popülerdir. Birçok ünlü roman değişimlerin insan yaşamını zorladığı, tehdit ettiği ve geri gelmez şekilde değiştirdiği anları anlatmaz mı?
  Aslında bu konular o zaman (ve şimdi) yeterince yetkinlikle işlense daha çok ses getirirdi. Uluslararası okuyucu bulabilirdi. Sözünü ettiğim kısa öyküler daha çok anı nakli gibi, olan olayları yüzeysel olarak vermekteydi.  Böylece ilk yapıtlar bir alt dal olarak kaldı. Pek azı Hollandacaya çevrildi. Bu çeviriler özellikle doksanlı yıllardan itibaren kayda değer bir ilgi görmedi. Hatta öyle ki, doksan sonrası bu kategoriye sımsıkı bağlı kalan yazarların kitapları baskılarda egzotik renkli kapaklar ve desenler kullanılarak okura ‘Ana akım edebiyat değildir’ içerikli görsel bir sinyalle ambalajlı olarak verildi.

  Ben 1993 yılında polisiye türündeki Amsterdam’ın Gülü adlı adlı romanımı yayımladım. O sıralarda bir gazeteci bana ‘Siz Göçmen Yazar değilmişsiniz, değil mi?’ dedi biraz ironiyle.
1994 yılında bir polisiye kitap daha yayımladım. Ardından 1995 yılında yayımladığım De Amulet – Muska adlı romanım Hollanda’da çok prestijli bir edebiyat ödülü olan AKO Literatuurprijs - AKO Edebiyat Ödülü’nün uzun listesine girdi. Bu o yıl yayımlanan 305 yapıttan seçilen elemelerden sonra 26 başlıktan oluşan bir listeydi. Bu göçmen Türk göçmenlerin tarihinde bir ilkti.
  Bu konuya devam etmeden önce o yıllardaki çeviri hareketliliğine kısaca bir göz atmakta yarar var.
 
Çeviri Zamanları
  80 ve 90’larda tanımış Türk yazarlarının eserleri ard arda Hollandacaya çevrilmeye başlanmıştı. Orhan Pamuk, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Nedim Gürsel, Aziz Nesin, Elif Şafak’ın kitapları Hollandacaya kazandırıldı. En baştan beri önde gelen bütün çevirmenleri tanıdım. Bazıları benim kitaplarımı da Hollandacaya çevirdi. Hanneke van der Heijden, Margreet Dorleijn, Thijs Rault, Evert van den Broek, Wim van den Munkhof ve Veronica Dievendal aklıma hemen gelenler.
  Hollanda Edebiyat Fonu'nun 2008 Çeviri Ödülü Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Elif Şafak, Sadık Yemni, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay'ın yapıtlarını Hollandacaya kazandıran Margreet Dorleijn ve Hanneke van der Heijden’a verildi.
  Bu arada tanınmış Hollandalı yazarların kitapları da Türkçeye çevrildi. Bunların sayısının şu anda 100’ü geçtiğini tahmin ediyorum. Örneğin sadece benim üç adet çevirim var. Bernleff’in Buiten is het Maandag adlı romanı 2007 yılında ‘Dışarısı Pazartesi’ başlığıyla Gri Yayınevi tarafından basıldı.  Bunu 2008 ‘de Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili’nin Hollandalı eşi Sandra Roeloff’un ‘Bir İdealistin Anıları’ adlı kitabı ve 5 ünlü Hollandalı öykücüden birer öykü çevirisi takip etti.

İkibinli Yılların Edebiyat faaliyetleri
  İkibinli yılların hemen başında Türkler için hizmet veren çeşitli dernek ve vakıflar bir araya geldi ve 2002 ile 2004 yılları arasında üç yıl boyunca şiir ve öykü yarışması düzenledi. Ben bu yarışmalarda hem jüri üyesiydim hem de Meddah adlı bir edebiyat vakfını temsil ediyordum. Katılım bayağı iyi oldu. Hemen hepsi çok genç olan Mesut Balık, Nazan Bilen, Ezgi Gürçay, Cengiz Darıdere gibi yeni yazarları tanıdık. Birincilik ödülü alanlar için Hollanda Edebiyat Vakfı tanıtma kitapçıkları hazırladı ve bunlar Hollandalı yayımcılara sunuldu.
  İkibinlerin ilk on yılında Hollanda merkezli ve bütün dünyaya açık olan iki dijital ve Türkçe edebiyat dergimiz faaldi. Bunlardan biri Dr. M. Halit Umar’ın kurduğu, yönettiği ve sonradan Murat Tuncel’in de katıldığı Anafilya’dır.
   2007 yılı başında yazar Atilla İpek’le ODA Edebiyat ve Felsefe Dergisini kurduk. İki ayda bir yayınlanan dijital dergimiz bünyesinde özellikle genç yazarları barındırdı. odasanat.org’tan eski sayılara göz atılabilir. Anafilya’nın da olduğu gibi yazarlarımızın aşağı yukarı yüzde 20’si dünyanın dört bucağından katılmaktaydı. Bu dergi çerçevesinde yazı atölyeleri de verdim. Esas amacım Hollanda’da Türkçe olarak icra edilen edebiyatın kalitesini yükseltmek ve bu genç yazarların Türkiye’deki yayıncılarla ilişki kurmasını sağlamaktı. Bir yan amacım daha vardı. Holladacası Türkçesinden çok daha yetkin olan genç yazarları Hollandaca yazmaya özendirmek. Bana ‘Türkçe mi, Hollanca mı yazayım?’ diye sorulduğunda daima, ‘Hangi dili kalbinde daha çok hissediyorsan, hangi dilde rüya görüyorsan onu kullan.’ karşılığını verdim.
  Oda Dergisi’yle eşzamanlı olarak Amsterdam’da Fikir Yongalama adlı bir çeşit think tank kulübü kurdum ve moderatör olarak üç yıl yönettim. Ayda iki kez konulu toplantılar yapıyorduk. Katılım bayağı iyiydi. O sıralarda çok ünlü olan John Gray, John Hobson, S. Jijek, Naomi Klein, Fuat Sezgin ve Hollanda’daki politik değişimleri yorumlayan yazarların kitaplarını inceledik. Bu kulüp daha sonra Amsterdam Tartışmaları adıyla Amsterdam Türkevi çatısı altında faaliyetlerini sürdürmeye başladı. Orada da bir süre moderatörlük yaptıktan sonra adres değiştirdiğim için emaneti ehline devrettim.

  2005’te Hollanda Türk Yazarlar Kulübü başkanı seçilmiştim.  3 Mayıs 2009 tarihinde Amsterdam’da Platform dergisinin katkısıyla Hollanda’da Türkçe eser veren yazarların tümünü bir araya getirdim. Otuz küsur yazar birlikte yemek yedik. İlk eserleri verenleri vefa borcumuzu ödemek için sahneye özel olarak davet ettik.  Bol bol alkışladık. Bu bir ilkti ve bir daha bir araya getirilemeyecek kimseler nedeniyle de bir tekti. 2011 yılındaki bir araya geliş te çok katılımlıydı ve çok güzel geçti, ama belirttiğim nedenlerden ötürü birincisindeki özgün atmosfer bir miktar incelmişti. 

 2004 - Geleceğin Kafka’ları aramızda
  2004 yılının sonbaharında Türkçemiz temalı bir faaliyetteki konuşmamda, ‘Geleceğin Kafka’ları Avrupa’da yaşayan Türklerin arasından çıkacak.’ demiştim. Bu salt moral yükseltme amacıyla sarfedilmiş sözcükler değildir. Bire bir Kafka gibi yazmayı da kastetmiyordum. Giderek Kafkaeskleşen ortamın potansiyeline değinmekteydim.
  11 Eylül 2001 dünyada birçok alanda yeni bir milat oluştururken bu kaçınılmaz olarak edebiyat alanına da yansıdı. İslamofobi salgını başladı.Avrupa’da Türk denince Müslüman, Müslüman denince Türk anlaşıldığı unutulmasın. Özellikle o sıralarda planlı olarak karalanan Müslümanlar buna edebiyatla da karşılık verdiler. Bu çizgide devam edecekler.
Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin eserlerinde de bu konu önemli bir yer tutacak.  Avrupa’da özellikle en yeni ekonomik krizin yarattığı hoşnutsuzluk, yavaşça geri çekilen özgürlük denizi, otoriteryan söylemlerin daha sık duyulur hale gelmesi, kendini kısmakta olan sosyal devletlerin yarattığı huzursuzluğu göz boyayarak örtme çabalarının arasından sıyrılmaları pek kolay olmayacak. Hâkim medyada ses duyurmaları belki biraz müşkülatlı olabilir, ama dijital ortamın da yardımıyla kardelen çiçeği gibi boyunlarını uzatmayı başarabileceklerini tahmin etmekteyim.
  Benim Muhabbet Evi adlı  romanım Türkiye’de 2006 yılında basıldı. Romanın kurgu olması ve yer yer fantastik öğelere pencere açmasına rağmen Hollanda’da yabancıların islamofobi karşısındaki durumlarını anlatan ilk kitap olma özelliğine sahiptir. Yazarlar zamanının tanığıdır.  
Usta yazar Sadık Yemni'nin son romanı Muhabbet Evi, bu kez Amsterdam'da geçiyor. Hollanda'da sinemacı Theo van Gogh'un öldürülmesiyle yükselmeye başlayan yabancı karşıtlığından yola çıkan Muhabbet Evi , Avrupa gerçeğine içeriden bakmayı deniyor. Yabancıları içine almakta zorlanan Avrupa ile Avrupalı olmakla olmamak çizgisinde sıkışmış yabancılar arasındaki gerilim, Hıristiyan dünya ile Müslüman yaşam arasındaki yabancılık bu kitabın ana temaları. Ön planda ise her zamanki gibi Sadık Yemni'nin fantastik dünyası ve kahramanları var.

2008 – Yıllar sonra göçmen edebiyatı raporu
  2008 yılında Amsterdam’da Avrupalı yabancı yazarların katıldığı bir panelde Göçmen Edebiyatı da konu oldu. Göçmen yazarların başlıca özellikleri şuydu:
1 - İki kültür arasına sıkışmışlardı.
2 - Kendi ana dillerinde yazıyorlardı.
3 - Eserlerinde edebiyat dozu azdı.
  Son yirmi beş yılda bu kategoriye dahil olan yazarların yapıtlarını incelediğimizde sadece ilk on yılda çıkanların yapıtlarında edebiyat dozunun sonraki yıllara oranla düşük olduğu görülür. Sonrakilerde bu özellikler söz konusu değildir. Kendi dillerinde yazanlar olduğu gibi Hollandaca yazanlar da mevcuttu. İki kültür arasına sıkışmışlığa gelince, bu çok çiğnenmiş bir uydurtu sakızıdır.  Almanca yazan Feridun Zaimoğlu'nun kahramanları için Christina Nord şu yorumda bulunuyor: ‘Yazar, göçmen yazını klişesini ortadan kaldırır, göçmenlerin altında ezildikleri sözde kültür şoku öykülerine son noktayı koyar. Zaimoğlu'nun kahramanlarının sorunu, iki kültür arasında yaşamak zorunluluğundan değil, Almanya'da karşı karşıya kaldıkları dışlanmadan, toplumun dışına itilmişlikten kaynaklanır.’
  Son cümle atölyenin en can alıcı yerine noktayı koyar. Toplumun dışına itilenler tepkilerini kültür şoku nedeniyle değil, itmenin şiddeti yüzünden verirler. Kısacası eski Avrupalı bakış 21. yüzyılın başında hâlâ kendisini oryantalist şablonla sınırlamaya devam etmektedir.
  Bu çözümlemede gözden kaçan bir nokta daha var. En yeni kuşağın anne ya da babası, çoğu kez ikisi de Avrupa ülkelerinde doğmuş durumda. Bu nedenle genç yazarların iki kültür arasında kalmışlığı hissetmek bir yana, yabancı gibi de yazmayacaklarını düşünüyorum. Bunlar doğduğu büyüdüğü kültürün ve olayların içinden geldiklerinden yerli yazarlarla çok farkları olmayacak. Fark diyebileceğimiz şey ise çok kültürlü bakış, bir kültür füzyonu donanımı olacağından bu kendileri için çok büyük bir artı olacaktır.

Küçük kırılgan mavi kürecik
  Samanyolu galaksisinde kenarlarda bir yerde minicik bir dünyada yaşayan insanlarız sonuçta. Hem güneşimiz hem de gökadamız inanılmaz bir hızla hareket etmekte. Kâinat içinde durduğumuz yerde hiç kımıldamasak bile gezginiz ve göçmeniz. Mars gezegeni ikinci bir yuva olmak için bizi bekliyor. İnsanın insanın kurdu değil, dostu olması gereken bir ortamı soluyoruz. Bunun için güçlü bir hatırlamayla desteklenen bilinçlere ihtiyacımız var. Edebiyat balık hafızalı olmaya karşı çıkan en etkin araçlardan biri olmaya devam ediyor.

  Yazımı tanınmış Hollandalı yazar Bernleff’in  kahramanının sözleriyle bitiriyorum. Bruce ikinci el eşya satan bir dükkânda dokunduğu her eşya için bir öykü uydurur ve bunu üşenmeden bir deftere yazar.
  Çevremizdeki  her şeyin bir öyküsü olsun. Bunlar unutulmasın. Bizi bize bağlayan ilmekler olsun.

  Eski bir masadaki çemberler sürekli olarak kendine yakın duran bir bardağı dolduran gözleri bozuk bir adamın öyküsünü anlatırdı, kenarlardaki yanık lekeleri sigarasını kül tablası yerine masanın üstüne koyma alışkanlığını belli ederdi. Raflardaki şapkalar bu bölgede bunları giymiş modellerin öyküsünü uydurmasına neden olmuştu. Bir şifonyerdeki kopmak üzere bir sap, parmakları altında asla bir daha açılmayan çekmece içinde unutulan mektuplar öyküsüne varmıştı.
Tekrar konusu açıldığında sanki elinde tutuyormuşçasına mektupların içeriklerini okurdu. Bunlar facialar ve insanların başlarını su yüzeyinde tutmak için çırpınmaları hakkındaydılar.
 “Her şey korunmalı.” dedi Bruce hevesle. “Bunlar kaybolmuş gitmiş hayatların son şahitleri.”
  “Ama senin öykülerin yüzde yüz uydurma.” diyerek karşı çıktım.
  “Sen bu şeyleri yarı yolda bırakamazsın.” dedi. “Bunlar hizmet ettiler, sessiz ve sakince ve sonra bir an geldi hiç üzerine düşünmeden yalnız bırakıldılar, atıldılar. Onlar bellekleri olmadığı için bu işi tek başlarına kıvıramazlar. Bunu sen vermelisin.”
  “Sen bir şamansın.” dedim.
  Sırıttı ve başıyla onayladı. Evet, belki de öyleydi.
“Bu dünyayı daha zengin ve başarılı yapar.” dedi.
  Ve şimdi söylemeliyim: Ancak bir şüphe periyodu geçirdikten sonra ne demek istediğini anlamaya başladım. The Collector’un eşyaları için hikâyeler uydurursan hayat gerçekten de daha zengin oluyordu. Ve ben de katılmaya başladım, kullanılmış eşyaların anonimliklerinden kurtulmaları ve kendilerine uyan bir geçmişe sahip olmaları için önerilerde bulundum. 
  “Bu eşyaları kullanmış kimseler hiçbir zaman bir şey yazmadılar ve hayatlarında bunları yazacak hiç kimseleri olmadı. Onlardan geri kalan tek şey bunlar.” Kollarıyla karanlık depoyu kucaklayan bir işaret yaptı. “Ve bir mezarlıkta bir mezar taşı haliyle.” diye ekledi.
  Böylece her evin eşyası kendi özel kitabına sahip oldu. Eşyaların bir kısmı satıldıkları için kaybolmaktaydılar, ama önemli değil diyordu Bruce. Kitaplarımızda hepsi birlikteydi. Bu meşguliyetini bir keresinde arkeolojiyle kıyaslamıştı.
  “Eski kültürler üzerine bilgimizi toprağı kazarak kaybolmuş kültürlere ait bulguları saptayan birkaç arkeoloğa borçluyuz. İnsanlar artık mevcut olmasalar da eşyaları onların adına konuşmaktadırlar.”
  “Ama senin yazdıkların uydurmadan başka bir şey değil.” dedim bir kez daha.
  “Fantastik bir arkeoloji.” dedi. “Hoş değil mi? Ne farkeder ki?”
  “Yani zamanla gerçekten olmuş ya da uydurulmuş hiçbir şey farketmez mi demek istiyorsun?
  Kendim de gerçekten filozoflaşmıştım.
                                          Bernleff – Buiten is het Maandag – ‘Dışarısı Pazartesi’adlı romanından.



                                                              --------------------------


27 Ekim 2016 Perşembe

Ah! Öyküleri:1 Son Kahvaltı

Ah! Öyküleri: 1
SON KAHVALTI

 








“Achtung!”
Ernst Walfried Kirchhoff uykunun bağlarından sıyrılınca gördüğü rüyanın son sahnesi bir süre bilincinin ekranında asılı kaldı. Bir otel odasının kapısının kilit tokmağına ‘Achtung!’ yazılı bir ipli kartı asıp kırmızı halılı holde yürüyüp gidiyordu. Krem rengi karttaki harfler de kırmızıydı.
  Ernst bir süre holde yürüyen ikizinin sırtını izledi ve sonra bir başka algı her şeye hâkim oldu. Holden sıyrıldı ve yatak odasına döndü. Koku. Evde bir koku vardı. Mutfak tarafından geliyordu. Evdeki her değişiklik tehlike işaretiydi. Çünkü sabık ajan Ernst bir süredir bu dünyada bir başınaydı. Yıldırım hızıyla elini diğer yastığın altına attı ve oradan aldığı tabancayı kontrol etti. Glock 17’nin ağırlığı, dokuz adet kurşunun varlığı içini bir nebze olsun rahatlatmıştı. Akşamdan kalma olmasına rağmen çevik bir hamleyle yataktan kalktı. Üzerinde eski sevgilisi Dodo’nun bir buçuk yıl önce aldığı gri boxer şort vardı sadece. Yatak odasının kapısı aralıktı.
Ayak uçlarında yürüdü. Her an tetikteydi. Bir atak bekliyordu, ama tehlike bu tür kokular çıkartarak gelmezdi. Durumun soyutluğu kendisine  ’Rüya mı görüyorum acaba?’ sorusunu yöneltmesine neden oldu. Tam o sırada halının üstünde duran 25 euro sentin üstüne bastı. Ayak tabanının tepkisi hiç de rüya dilinde değildi. Somut ve metalik bir algı vermişti. Koku çağrışım köprüleri kurmuştu. Annesi harika kekler yapardı. Muzlu, çilekli, çikolatalı, portakallı. Anıları çocukluk zamanındaki bir an’a eğilmişken bunu durdurdu. Acil durum modunda kaldı. Ona öğretildiği gibi sol eliyle kapıyı açtı ve silahını salona doğrulttu.
“Günaydın Bay Kirchhoff. Neredeyse hazırız.”
   Ernst kalan zamanda kendine birkaç kez, ‘Neden tabancadaki kurşunları boşaltmadım?’ diye soracaktı. Oturma odasında onunla konuşan, otuz ortalarında siyah saçlı, buğday tenli bir adamdı. Sağ elinde bir toz bezi tutmaktaydı. Uçuk mavi gömlek ve siyah pantolon giymişti. Dalgalı gür saçlarının altında orta genişlikte bir alın ve iri gözler vardı. Bıyığı daha yeni büyümekteydi. Kahverengi gözler kendisine dostça bakmaktaydı. Silahsızdı da üstelik. Buna rağmen Ernst’in tetiğe baskı yapan parmağı kritik noktada duruyordu. Her an 9 milimetrelik kurşunlar muhatabının bıyık uzatma sürecine ket vurabilirdi. Bunu yapmadı. Tam tersine silahı tutan eli aşağıya indi. Ve namlunun ucu yerdeki bej rengi kirli halıya yöneldi. Mutfak tarafından gelen konuşma sesleri Ernst’in akıl yürütme zembereğini dağıtmıştı. Evde en az üç kişi vardı. Ona belli etmeden içeriye nasıl girmiş olabilirlerdi?
  “Kahvaltınız hazır olmak üzere. Son Kahvaltı.”
  Adamın yüzünde hiçbir hinoğluhinlik emaresi yoktu. Ses tonu alaycı değildi. Tam tersine, bakışları empati ve gam diyebileceği duygu ışımasına sahipti.
  “Son mu?”
  Kara kafalı adam başıyla olumladı. Ellerini ‘Ne yapalım’ anlamına iki yana açmıştı. Ernst özellikle son haftalarda her dakika bir infaz beklentisi içindeydi. Şaşkınlığı ortamın uçukluğu nedeniyleydi. Ernst iki ay öncesine kadar Alman gizli servisi Anayasayı Koruma Teşkilatı – BND hesabına çalışan orta dereceli bir memurdu. Görevi gizli servisin Nasyonal Sosyalist Yeraltı – Nationalsozialistischer Untergrund-NSU örgütüyle birlikte icra ettiği eylemleri denetlemekti. Ernst 37. yaşgününde aldığı bir kararla örgütten firar etmiş ve elindeki gizli servis ve NSU bağlantısı delillerini gazetecilerle paylaşmak için fırsat kollamıştı. Vicdanı Neo Nazi maskesi altında icra edilen şeyleri daha fazla kaldıramıyordu. Dürüstlüğüne çok güvendiği bir gazeteci arkadaşı, Ronald Weiss, elindeki malzemeyle ilgilenmiş, ama randevusuna gelmemişti. Bu on iki gün önceydi. Bir daha ondan haber alamamıştı. Weiss Bulletin adlı bloğunda yayınladığı haberler durmuştu. Ronald bekârdı. Aradan geçen zamanda geceleri evinin ışığı hiç yanmamıştı. Cep telefonu meşgul çalıyordu. Yolladığı şifreli maillere de cevap vermemişti. Ajanlar arası popüler jargonla hayattan soğumuştu büyük bir ihtimalle. Bu nedenle bir diğer gazeteci dostuyla ilişki kurmamıştı. Hem yakayı ele verebilirdi hem de adamın başını belaya sokardı. İki çocuk babasıydı. Aklından bunlar geçerken ‘Akbaba’nın Üç Günü - Three Days of the Condor’ adlı filmi hatırladı. 1975 yapımıydı. Bir gizli servis skandalını gazetelere duyurmak isteyen ajana iş arkadaşı ‘Sence basarlar mı?’ diye soruyordu. Ernst her şeye rağmen Almanya’nın bu en yeni ve kalıcı skandalını onun göbekten aktaracağı bilgileri haber yapabilecek birilerinin varlığına inanmaktaydı. Eski ajanların yuvarlak hesap değerlendirmelerini basanlar çıkmıştı. Bilt örneğin. Kendisi kaçıp iz kaybetmeyle çok zaman ve enerji harcamıştı. Aslında yurtdışına kaçmalı ve oradan hamle etmeliydi, ama çok geçti artık. Güvendiği dağlara kar yağmıştı.
  “Size tekmil vereyim Bay Kirshhoff. Adım Mehmet. Şu anda mutfakta iki kişi kahvaltınızı hazırlıyor. Bir kişi tuvaleti ve banyoyu temizliyor. Ben oturma odanıza çeki düzen verdim ve sofrayı kurdum. Geri kalan beş kişi de yakındaki markette. Malzeme apartıyorlar.”
  Ernst daha çok genç olduğu için ani bir bunama haline girdiğine ihtimal vermiyordu. Gece sadece bira ve votka içmişti. Heineken bira ve Imperia votkası. Evde kalanlar bunlardı. Bir ara Stella Artois birası içerdi. Sonradan bulabilirse sadece Paulaner’i yeğler olmuştu. Hâlâ kafası biraz iyiydi, ama nöronları bu sahneyi izah edebilecek kadar dağıtmış değildi.
  “Siz kimsiniz yahu?”
Siyah saçlı adam mahçupça gülümsedi ve “Biz bu dönerci cinayetleri denilen vakanın kurbanlarıyız. Mutfakta Yunan anahtarcı ve dönerci kardeşlerim birlikte kahvaltınızı hazırlıyor. Ben dönerci değildim. Sebzecilik yapıyordum. Tuvaleti temizleyen kardeşim de çiçekçiydi. Markette olanlar arasında 2007 yılında NSU tarafından öldürülen polis memuru hanımefendi de var. Adı neydi?”
  “Adını duymak istemiyorum.” dedi Ernst. Farkında olmadan silahı yine kara kafalıya doğrultmuştu. “Bir kelime bile duymak istemiyorum.”
  “Ateş etmeyeceksiniz değil mi? Biz zaten ölüyüz. Bu gördüğünüz yüksek frekanslı fotonlardan yapılma bir beden. Dokunun bana isterseniz.”
  Ernst ilk kez çok gerçek bir yapıyla karşı karşıya olduğunun bilincinde adama doğru yürüdü ve serbest eliyle sol omuzuna dokundu. Aldığı duyum içi su dolu bir balona dokunmaya benziyordu. Et ve kemikten yapılmadığı çok açıktı.
  “Bir de şuraya bakın.”
  Ernst adamın işaret ettiği yere bakınca içi üşüdü. Kafasının sol tarafında uzun favorilerinin bittiği yerdeki deliği gördü. Iki euroluk madeni para büyüklüğündeydi. Kurumuş kanda kemik ve beyin parçacıkları vardı.
  “Bir kurşunla kafamı patlattılar. Çok tuhaf bir deneyimdi. Kalan hayatım oradan uçtu gitti adeta. En sonuncu düşüncelerim bir balkon pervazı gibiydi. Oraya tutunan parmaklarım çözülüp gidiverdi. Boşluk neyim varsa hepsini emiverdi. Neyse, bu konularla sizi meşgul etmeyeyim. Son kahvaltınızı şuradaki sehpada mı, yoksa yemek masasında mı yemek istersiniz?”
  Ernst tabancayı tutan eliyle masayı işaret etti ve yatak odasına geri döndü. Hızla giyindi. Sahte kimliğini, elinde kalan son parası olan 34 adet yüz euroluk desteyi pantolonunun arka cebine yerleştirdi. Takım elbise, V yaka petrol mavisi tişört vardı üzerinde. Gerekirse rahatça koşabileceği mokasen ayakkabılarını giymişti.  Yedek şarjör sol cebini birazcık çökertiyordu. Tabanca kemerine arkadan takılı, odaya döndü. Mehmet bıraktığı yerde duruyordu. Yüzündeki ifade aynıydı. Adama karşı bir dostluk duygusu hissetti. Ernst katolik bir ailenin çocuğuydu. İma edilen çok tanıdık şeyin anlamını sormadan duramazdı. 
  “Niye durmadan son kahvaltı deyip duruyorsun?”
  “Peki, siz benim etten kemikten bir mamul olmadığımı bizzat tecrübe ettiniz. Neden panikle dışarıya kaçmıyorsunuz?”
  “Siz nesiniz tam olarak? Hortlak mı?”
  “Ruh değiliz. Bizden kalan ‘Ah’ enerjisiyle bir araya gelmiş fotonlardan yapılmayız. ‘HALT!’ tayifesiyiz. Bunu bize bu sabah marketteyken yaşlı bir fizikçi söyledi. Gönül gözü açık bir beyefendiydi. Bu dağınık dokuyla tek tek malzeme apartmak zor oluyordu. Bir salatalık aşırmak için ne kadar uğraştık sorma. Adam durup bizi seyretti. Ona durumu izah ettik. Bu açıklamayı yaptı. Bizden ayrılırken gözleri yaşlıydı. Bakışları ‘Ah yerde kalmamalı’ diyordu sanki.”
  “Anlıyorum.”
  Ernst, Neo Nazi kılıflı cinayetleri ve tezgâhları ortaya çıkartmak için elinden geleni yapmıştı. Üstleri kurnaz insanlardı. Bu niyetini sezmiş olmalıydılar. Ernst’in son umudu Beate Zschape’nin yakalanmasıyla basına sızan NSU-Gizli servis ilişkisinin ayyuka çıkmış olmasıydı. Kadın her çarşamba AH (Adolf Hitler) 41 plakalı bir arabada buluşmalarını anlatmıştı sorgulamasında. Ernst’in mahkemede tanıklık yapması dışında o tarafa sunabileceği ek bir bilgi yoktu. Böylelikle kendisini sadece postunu kurtarmaya konsantre edebilirdi. Zira onu mahkemenin  kapısından bile geçirtmezlerdi. Hücresinde ya kalp krizi geçirir ya da NSU üyeleri Mundlos ve Böhnhard gibi intihar eder giderdi. İşin bu tarafının lamı cimi yoktu. Planı çok basitti. Evinde para bulunduran, uyuşturucu mafyasına çalışan eski bir ajana baskın yapacak ve kapitaliyle yurtdışına kaçacak, en az on yıl geri gelmeyecekti. Başka türlü postu kurtaramazdı. Bu sabaha kadarki planı buydu, ama fotondan yapılma maktuller dengesini altüst etmişti.
  “Siz şöyle oturun lütfen kahvaltı hazırmış.”
  Ernst otomatik olarak denileni yaptı. Mehmet mutfağa doğru yürüdü. Bu evi altı olasılık içinden birinci olarak seçmişti. Kalabalık bir semtteydi. Bina on dört katlıydı. Kat başına dörderden toplam elli altı daire mevcuttu. Dairenin sahibi Hans Terbout şu anda İspanya’da Rosas diye bir yerdeydi. Adamın facebook hesabından hergün ne yaptığını okuyordu. Dün akşam duvarına ‘Gerçeklere ancak onları yamultarak tahammül edebiliriz. Bu nedenle tüm dostlarımı sangria içmeye davet ediyorum’ yazmıştı. Ernst, uzun süre Terbout’u izlemişti. Mailleri, telefon konuşmaları, kredi kartı harcamaları falan. Adam eşcinseldi. Milan adlı bir Makedonyalı sevgilisi vardı. Milan eski bir gazeteciydi. NSU hakkında birkaç yazısı yayımlanmıştı memleketinde. Gizli servis bu tür kimseleri mercek altına alıyordu. Hans Terbout bir gönüllü enformasyon verme gurusuydu. Zamanla Milan’ın Alman devlet politikaları için zararsız bir tip olduğu anlaşılmıştı. Ernst bu arada adamın bir yıl Rosas’ta kalacağını, yedek anahtarın durduğu yeri ve daha birçok ayrıntıyı öğrenmişti. Şimdi iki haftadır burada kalıyordu. Bir kez büyük bir alışveriş yapıp bir daha dışarı çıkmamıştı. Ernst sıradan bir tipti. Ayırıcı hususiyetleri çok azdı. Bu nedenle bıyık bırakma, farklı giyinme, ortalıkta pek az görünme, gözetleyici kameralardan kaçınma önlemleriyle iki ayı yakalanmadan geçirebilmişti.
Mehmet yanında biri esmer iki adamla geldi. Diğerleri de onun gibi sakin ve rahat tavırlıydı. Hiç konuşmadan hürmetli bir tavırla masaya krem rengi tertemiz bir örtü serdiler. Tabaklarla donattılar ve ‘Hoşçakalın’ diyerek gittiler. Onlara o sırada ilk kez gördüğü bir üçüncü de katılmıştı. Biraz aceleleri vardı sanki. Ernst ve Mehmet yalnız kalmışlardı.
  “Marketteki yaşlı fizikçi bey bize pek sarih izah etti.” dedi Mehmet. “Bu yapılar kararsız. Şansına ben sağlam çıktım. Diğerleri o yüzden biraz apar topar gittiler. Size karşı bozuk suretli görünmemek için Bay Kirchhoff.”
  Ernst’in bu alanda şaşacağı pek az şey kalmıştı, ama onları yapıbozuma uğramış durumda görmek istemezdi.
  “Buyrun kahvaltınızı yapın lütfen.”
  Ernst, “Teşekkür ederim.” dedi ve masanın üstündeki tabaklara baktı.  Beyaz peynir, söğüş domates, kokusu tuhaf bir salamla yapılmış omlet, siyah zeytin, tereyağı, kızarmış ekmek ve ince belli bardakta çay. Masanın bu hali Ernst’e üç yıl önce yazın gittiği Alanya’daki otelde yaptığı kahvaltıları hatırlatmıştı.
  “Omlete pastırma koyduk. Tadı belki tuhaf gelebilir önce, ama çemenin insanı saran bir yanı vardır.”
  Ernst başını salladı ve kızarmış ekmeklerden birini alıp tereyağı sürdü. Koku nefisti. Bir ısırık aldı. Tadı da öyleydi. Sonra da omletten bir parça kopardı ve ağzına götürdü. Çemen denen şey garipti, ama saklı bir cazibeye sahipti gerçekten.
  “Beğendiniz mi Bay Kirchhoff?”
  “Harika.”
  Mehmet’in iri gözleri memnuniyetle ışıdı. “Çok iyi. Şimdi… Şimdi benim de gitmem gerekiyor. Bilinen nedenden ötürü. Sizle tanıştığıma memnun oldum.”
  “Ben de öyle.”
  Ernst ayağa kalkıp elini uzatınca Mehmet hafif bir tereddüt geçirdi ve elini onunkine değdirdi. Bu defa dokunma hissi biraz daha normale yakındı, ama sabık ajan bütün ömründe asla böyle bir şeye dokunmamıştı. Çocukken ilk kez pamuk şekerine dokunmaya benziyordu biraz.
  “Pişmanım. Çok. Bunu nasıl izah edeceğimi bilmiyorum.”
  Mehmet anlayışla gülümsedi. “O yüzden geldik. Haydi, Allaha emanet ol. Tschüss.”
  Ernst minnetle başını salladı.  “Güle güle. İyi dedim mi?”
“Telaffuzunuz çok iyi Bay Kirchhoff.”
  Ernst bir yıl boyunca Türkçe dersi almış bir ajandı. Rusça, Fransızca ve Yunanca da bilirdi. Lisedeyken Fransızca şiir yazdığı zamanların ne kadar geride kaldığını düşündü. Kendinden çeyrek yüzyıl yaşlı öğretmenine âşıktı. Matilda Molendraft. Çilli yüzlü, pileli etekler giyen, saçları kafasına yapışık gibi duran yarı Fransız , yarı Alman bir kadındı. Beş yıl sonra bir sokakta karşılaştığında gözüne anneannesi kadar yaşlı görünmüştü.  Bunda artık çiçeği burnunda bir ajan olmasının da rolü vardı.
 Mehmet kapıyı aralayınca içeriye bir koku doluştu. Bir şeyler yanmıştı sanki. Organik, plastik karışımı bir şeyler. İştahı kaçmıştı birden.
  “Koku.” dedi. “Kokuyu alıyor musun sen de?”
Mehmet içini çekti ve biraz utangaçça ona baktı. “Bir ara Ludwigshafen’dan gelen bir arkadaş da uğramıştı yanımıza.  Şubat 2008’de beşi çocuk dokuz kişi yandılar. Derin kundaklamaydı malum. Arkadaş orada yanarak ölenlerden biriydi. Şimdi çözülüp gitmediyse hâlâ markette domates avuçlamaya talim ediyordur. Bir ara burdaydı. Siz uyurken. Ondan arta kalan koku olmalı. Böyle şeyler… Neyse. Ben kaçtım.”
  Kapı kapanınca Ernst bu candan hayaletten başka bir şey duymak istemediğini farketti. Karnı aç olmasına rağmen iştahı kapanmıştı. Bu arada işlek zekâsı en yeni planını yapıvermişti bile. Sonu ne olursa olsun buradan çıkacak, basınla ilişki kuracak ve mahkemede konuşacağını söyleyecekti. Çok riskliydi, ama artık kaçmayacaktı.
  Masadan kalktı. Banyoda ellerini yıkadı. İçerisi gıcır gıcır olmuştu. Dişlerini fırçaladı. İçinde ‘Kaçmaya devam et’ diyen ses çok zayıflamıştı. Yatak odasına gitti. Yanına pek bir şey almasına gerek yoktu. Küçük evrak çantası yeterliydi. Çantayı aldı. İçini kontrol etti. Bu belgelerin bir kısmı bilinen şeylerdi şu anda, ama yine de ses getirecekti.
  Oturma odasına gidince masanın üstündeki mükellef kahvaltı görünümü gözüne olağan üstü bir manzara gibi göründü. Da Vinci’nin ünlü tablosunu düşündü. Bütün hayaletler masa başında oturuyor olsaydı şimdi. Bu hayal içini sızlatmasına rağmen gülümsetmişti. Tam kapıya doğru yürürken kilitte bir anahtar döndü. Hans Terbout. O mu gelmişti. Ansızın. O kadar sangrianın ardından. Gelen Hans değildi. İki genç adamdı. Biri kahverengi ceket ve mavi kot pantolon giymişti. Tişörtü siyahtı. Diğeri bordo eşofmanlıydı. İkisi de tanıdık değildi. İkisinin de elinde susturuculu tabancalar vardı. Kendi silahını çekmesi için vakti kalmamıştı.
  Hans pek az korkmuştu. Sonuçta iki aydır her dakika hayal ettiği bir şeydi bu. Hayaletler boşuna gelmemişti. Şimdi olacak ve bitecekti. O sofra buna delaletti. 
  “Geç kaldınız. Çay soğudu.” dedi.
  İlk kurşun kalbine girdiğinde arkaya doğru sarsıldı, ama yere düşmemeyi başardı. İkinci kurşunda da öyle. Üçüncü kurşunla yere yıkıldığında sağ eli hâlâ sımsıkı çantayı kavramaktaydı, ama Ernst artık buna aldıracak durumda değildi. Su testisi su yolunda kırılmıştı. İnşallah onun da içinde yeterince ‘Ah’ enerjisi mevcuttu.
                                                                                                                                                                                  Balçova – Mayıs 2013