24 Aralık 2019 Salı

Kayıp Kedi - Efnan Atmaca ile Söyleşi

Efnan Atmaca – Sadık Yemni   

1 - Sizinle ‘Yatır’ üzerine konuştuğumuzda romanlarınız türü için trildeme tanımını yapmıştınız. Bu kez mistisizm ile sihiri dışarıda bırakıp sert bir gerçeklik kurgusunu tercih ediyorsunuz. Neden bu kez böyle bir yola başvurdunuz?
Yatır söyleşimizin üzerinden tam on yıl geçti. Ben bu arada Amsterdam’da dergicilik ve kendi kurduğum think tank kulübünün moderatörlüğü yaptım. Kültürel organizasyonların idari kadrosunda yer aldım. Mistisizm, bilimkurgu türlerinin yanısıra gazete ve dergilere siyasi makaleler, denemeler yazdım.  Röportajlar yaptım. Tematik paneller idare ettim. Avrupa’daki göçmenlerin nabzını tuttum. Gerçek dünyanın sesleriydi bunlar. Son polisiyelerimde siyaseti ve küresel tezgâhları konu edindim. Böyle bakınca doğal bir gelişim, yönelim süreci gibi görünüyor.

2- Biraz önce de bahsettiğim gibi kitapta sert bir gerçeklik hakim. Paralel yapı kitabın merkezine oturuyor.  Son dönem Türkiyesi’ni size göre ne kadar şekillendirdi bu siyasi yapı?
Paralel Yapı denilen şey bir Üst Akıl projesi. Paralel derken cemaatın tamamını değil,  bu yapıya ait piramidin üst kısmını, ‘Güdümlü İhanet Departmanını’ kastediyorum. İran’daki Hümeyni devrimi ilham vermiş olmalı bir yanıyla. Vesayet 2.0, Gladyo 2 gibi kod isimleri takıldı malum. Bu yapılanma Cumhuriyet tarihinin en büyük dönüştürme projelerinden biri olmak üzere planlanmıştı. Paralelin başı olan zatın bir ‘Kukla Halife’ olması tasarlanmıştı. Oturacağı saray bile hazırdı. Bürokraside, ticarette, eğitimde girmedikleri, sızmadıkları bir yer olmadığı için toplumsal ölçekte etkin oldular.  Genç beyinleri etkilediler. İnsanları devlete karşı kullandılar. Hayati bilgileri toplayıp malum ülkelere servis ettiler. İslami değerleri yozlaştırdılar. Sulandırdılar. Bulandırdılar hatta. Bunun için bilumum takiye yöntemlerini kullandılar. Balyoz davası gibi örneğin siyasi davaları yozlaştırdılar. Parayla, güçle baştan çıkarak polis-savcı-hâkim üçlemesini kendi şahsi çıkarları için kullananlar oldu.  Dokundukları her şeyi kirlettiler. İnsanlar meyus oldu. Umarsızlığa kapıldı. Bu faaliyetleriyle halkta büyük bir öfke biriktirdiler. Sonra halktaki birikmiş öfkeyle mücadeleci ruh birleşti ve bugünlere geldik. Şu anda cemaat ülke içinde iflasın eşiğindedir. Kredisi çok kötüdür. Bu haliyle belini doğrultması artık imkânsızdır.


3- Siz neden Türkiye’nin son yıllarının en büyük hesaplaşmalarından birini kitabınıza konu etmek istediniz?
Son on yılda Türkiye’ye dışarıdan bakarken, yabancı gazete ve televizyonlardan Türkiye’yi okurken yavaş yavaş meseleye uyandım. Büyük resim denen şeyi görebildim sonunda.  Ben 2005-2012 yılları arasında Hollanda Türk Yazarlar Kulübü başkanıydım. Gazetecilik dergicilik yaparken diğer siyası ve toplum kuruluşlarının yanı sıra cemaati de tanıdım. Tanıdığım insanların saflığından, samimiliğinden ve çalışkanlığından olumlu etkilendim. Türkçe Olimpiyatları’nı matah bir şey sandım bir ara. Bir üçgenden söz edilir malum. Alt tarafı ibadet, orta tarafı ticaret, üst tarafı hiyanet şeklinde bölmelenmiştir. Ben alttan iki bölümü görebildim haliyle. İhanetin ölçeği, kumpasın yıkıcı inceliği beni şoke etti sonradan. Bu şok gördüğünüz gibi hemen bir kitaba dönüştü. Kayıp Kedi roman türünde ilk ‘Paralel’ konulu kitap oluyor. Paralelcilerin zihninden onların iç dünyalarını gösteriyor. Behti Ülger karakteri kayda değer bir iç çatışma yaşıyor örneğin. İmanını geri kazanmaya çabalıyor. Kendi sistemlerini içeriden irdeliyor.


4- Kitabın sürprizini kaçırmak istemem ama konu içinde ‘dış mihraklar’ oldukça etkin. Siz politik tüm günahların suçunu dış mihraklara mı yüklüyorsunuz ya da ne kadarını yüklüyorsunuz?
Dış Mihrak sözü zamanımızda biraz anlamsızlaştı. Küreselleşen dünyada içiçeyiz; dış halkaları kesişen, sürtüşen, yer yer füzyonlar oluşturan hayatları sürdürüyoruz. Ben kendim de dış öğeyim bir yanıyla. Bir Avrupa ülkesinin pasaportuna sahibim. Ama adım soyadım yerli. Bir ülkede aksaklıklar, mazlumlar yoksa ve ahali birlikse dış mihrak hiçbir halt edemez. Her şey içle ilgilidir aslında. Dışı anlatmam içerisinin tasavvur edebilmesini kolaylaştırmak içindir. İçeride algı yamukluğu, mukallitlikte mutasyon, tektipleşme tsunamisi, analitik olmayan eğitim, tarih bilinci zafiyeti, dil yetersizliği, değerler erozyonu vb. gibi arızalar var. Atılan siyasi adımlar çok şeyi belirliyor. Şu anda Türkiye’de kapsamlı bir Alevi açılımı bekleniyor örneğin. Bu yapılmazsa, Das Vierte Reich Amca ya da başka bir merci Alevi-Sünni sürtüşmesinden medet umabilir. Rakibiniz niye zayıf noktamdan vuruyor diye şikâyet edemezsiniz ki. Tedbir alınması gerekiyor.  


5 - Kitapta Türkiye’ye karşı kurulmuş büyük kumpasları ortaya çıkarmak için görevlendirilmiş bir ekip var. Siz yurtdışında yaşayan biri olarak daha objektif bir bakış açısına sahipsiniz. Dışarıdan bir gözle baktığınızda kurban gibi mi görünüyor Türkiye yoksa bu kumpaslara gönüllü bir hali de var mı?
Emre Tuğrul yeni James Bond’umuz. Emperyal (emperyalist değil) bakış ve donatımla mücehhez. Ben de böyle bakarım dünyaya. 40 yıl oturduğum coğrafyadan etkilendim tabii ki bir ölçüde. Dünyaya geniş bakan, her yeri gören, uzun vadeli plan yapan bir zihniyet bu. Türkiye dışarıdan bakıldığında dünyanın çok mutena bir yerinde bulunduğu, bu değerin (gaz boruları, bor ve toryum değil sadece) bir başka ülkeyle kıyaslanamayacak kadar özel olduğu açıkça görülüyor. Bunun ne olduğunu anlayabilmek için dinler tarihini, paranın hikâyesini iyi bilmek, kendi yakın tarihini hatmetmiş olmak ve yabancı medyayı okuma becerisini edinmek gerekiyor. Bunları ortalama bilmeyen dünyada ne olup bittiğini kolay kolay çözümleyemez. Böyle baktığımızda kumpaslara açıklık ve gönüllülük az önce değindiğim zaafiyet alanlarının varlığından oluşuyor. Bu bölgede rekabet çok sert ve gaddar. Dünya yeniden yapılanıyor. Güç paylaşımı mücadelesi çok acımasız ve kuralsız. Ayakta durabilmek için kodları doğru okumayı becermek gerekiyor. Devletin bütün kurumlarına olduğu gibi MİT’e de düşen görev bayağı çetin.


6 - Mesela siz Gezi Olayları’nı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Durum 429 (2007 – Everest Yayınları)  kitabının yazarıyım. Şimdi edeceğim ilk birkaç cümlemin gerçekliği ispatlı durumda yani. Anarşist damarı çok önemserim. Bu olmazsa toplumun yaratıcı asabiyeti bitmiş tükenmiş demektir. Ben sıradan bir üniversite öğrencisi olsaydım hem meraktan hem de özel hayata baskı varmış algısına kapılarak öfkeyle Gezi’deki yerimi alırdım. Ağaç, Topçu Kışlası, AVM, gaz ve tazyikli su bunun için yeterli olurdu. 31 Mart Vakası’nın arka planını ve Topçu Kışlası’nın neyi sembolize ettiği okulda öğretilmediği için bilmezdim haliyle. Daha iyi ve keyifli yaşayacağım bir şehir hayali için meydana çıkardım. Damarlarımdaki deli kanın sürüklemesine bırakırdım kendimi. Yani doğru bildiğim şeyler, tasavvur ettiğim portre gerçek olmasa da bu böyle olurdu.

Gezi’de başlangıç buydu. Daha doğrusu koçbaşı şeklinde sürüklenen kesim buydu. Hissiyatları, çoşkuları, öfkeleri, enerjileriyle toplumun has bir damarıydı. Ama asıl kumpas Turuncu Devrimimsi dış-iç ortak vesayet hamlesiydi. Ortaya çıkanların kim olduğu, ne yaptıklarına bakınca hemen belli oluyor. CNN ve Das Spiegel ve Batı medyasının heyecanı falan da artık kaymağı bunun. Şu anda her şey çok ortada. Ukrayna’nın hali malum. Sokakta ortalığı kırıp dökenler ne kadar pişmandır. Kullanıldılar. Ülke ikiye bölündü. IMF borç vermezse açlar. Gezi’nin arkasında da böyle bir plan vardı. Filanca şunu dedi, şöyle yapılsa böyle olurdu gibi laflar ayrıntı kabilinden fikir kıymıkları. Kıymeti harbiyesi yok. Önemli olan dev koçbaşı ve onu kullanmak için plan yapmış kesim. Bunu görmek lazım.


7 - Kitapta yüksek teknolojiye de oldukça yer veriyorsunuz. Size göre günümüzün ve geleceğin en büyük savaş makineleri teknolojik ilerleme mi olacak? İnsanlara ihtiyaç giderek azalacak mı?
İnsanlara ihtiyaç azalacak. Azaltılma yönüne gidilecek. Şu anda yapılıyor zaten. Afrika tenhalaştırıldı. Maden yatakları ve tarım alanları olarak Batılı elitler için bekletiliyor. Orta Doğu’nun hali malum. Diğer yandan ilerleyen teknoloji namahrem bir hayata itikledi bizi. Giderek alışmaya da başladık. Kitapta teknoloji kullanımı çok doğal. Zamanımızda gruplar arasındaki kapışmada azami teknoloji kullanılıyor. En ilginci de ‘Her şeyi gören ve duyan’ olmaya talepteki yoğun istektir. Adeta dinsel bir yönelim. Böylelikle rakibi dinlemek, hamlelerini tahminin yanı sıra izlemek hayati bir önemi haiz. Kayıp Kedi’de bu çabalara sıkça tanık oluyoruz.

8 - Yine sürprizi kaçırmak istemem ama kitap sanki biraz ucu açık bitiyor. Bu yarattığınız Seksek Ekibi’nin maceraları devam edeceği anlamına mı geliyor? Yoksa Türkiye’nin paralelcilerle daha çok uğraşacağı anlamına mı?
Emre Tuğrul gelecek serüvenlerde küresel siyasetin dümen suyunda serüvenler yaşayacak. Bugünün en sıcak konularının göbeğinde duracak. Eskiden yazarlar Batılı ajan gözüyle romanlarda bizi anlatırdı.  Örneğin Ian Fleming’in Rusya’dan Sevgilerle adlı kitabında James Bond ilk kez müşerref olduğu Türkleri şöyle  tasvir eder:
Demek ki modern Türkler şu gördüğü esmer, çirkin, mütevazı duruşlu memurlardı. Bir müddet Bond onların kalın sesli harflerin ve U seslerinin bol olarak kullanıldığı konuşmalarını dinledi, uysal, terbiyeli duruşlarını yalanlayan canlı, kara gözlerini seyretti. Dağlardan henüz inmiş kızgın parlak, vahşi gözlerdi bunlar. Asırlardan beri davar sürülerini gözlemeye, tozlu bozkır ufuklarındaki en küçük hareketleri dahi sezmeye alışmış gözler. Bunlar eldeki bıçağı görmeden sezen, yiyecek kırıntılarını ve kuruşları santimine kadar sayan, satıcının titreyen parmaklarını farkeden gözlerdi. Sert, itimatsız, kıskanç gözler.
                                                                                             Başak yayınları. 1965. Sayfa 83.

Şimdi sıra bizde. Biz de onları yazacağız.

Cemaatın ‘Güdümlü İhanet Departmanı’na  gelince, bu bir süreç. Tsunami vurdu toplumumuza. Artçı depremler olacak ve esas hasarın onarımı uzun sürecek. Bir nokta daha var. Paraleli, ‘Protestan Müslüman’ ve yurtdışındaki okullarda beyni yıkanmış öğrenci yetiştirme makinesi gibi tasavvur ederseniz belli ölçüde başarı kazandığını düşünebilir ve bu şartlarda misyonunu tamamladığını söyleyebiliriz.  

Bir anekdot anlatayım. Yıl 2004. Hollandalı alt kat komşumla bir sohbette bana ‘Ilımlı Müslüman’ terimini kullanınca tepki vermiştim. Post Modernizmde eşcinsellik aşırı vurgulanır malum. İtirazıma şaşınca ona buradan yaklaştım. ‘Ilımlı eşcinsel deniyor mu?’ dedim. Telaffuzundan bile korktu. ‘Tabii ki demeyiz.’ dedi. ‘Cinsel tercihi böyle sınıflandırmıyorken, bin beş yüzyıllık bir dinin mensubunu nasıl kategorize edebilirsin?’ deyince terimin abesliğini kavradı. Dinler Arası Diyalog da böyle bir fesatlıktır. Neyse ki itibarı iyice söndü.

Yanı lafın kısası Vesayet 2.0’ın kalıntıları ve yapımdaki Vesayet 3.0 kahramanımızın konusu olabilir ileride.

9 - Kitapta sinematografik bir kurgu dikkat çekiyor. Böyle bir kurguyu neden tercih ettiniz?
Ben iflah olmaz bir film âşığı olarak sinematografik anlatımı otomatik olarak yaparım. Bütün romanlarımda böyledir. Bazen daha yoğunlaşır. Bölümlerin kesimi sırasında kendimi bazen film montaj aparatının arkasında oturur gibi hissederim. Kayıp Kedi’nin bir gün film yapılmasını isterim tabii. O ünlü romanı ve filmini hatırlayın. ‘Kim korkar hain kurttan?’

10 – Kitaptaki kahramanlardan biri Borges çevirmeni. Borges de konu ediliyor kitapta. Buna da biraz değinseniz.
Borges’in özellikle Alef adlı öyküsünü kitabın içinde bir deneme gibi işliyorum. Alef’le kurguya bir katman daha ekleniyor. Merkezi her yerde, çevresi hiçbiryerde olan bir küreyi hayal etmeye çalışın. Ana konuya bayağı uygun. Bir de sert, acımasız dünyada edebiyatın teskin ediciliğine sığınan kadın izleği oluşuyor. Daha başka noktalar da mevcut haliyle. Tlönlüler gibi. Bunu keşfetmeyi Borgessever okura bırakalım.


11 - Son olarak kitabınızı kediniz Fıkır’a ithaf ediyorsunuz. İlginç bir hikayesi var bunun. Bundan da bahseder misiniz?
Bu kitabın kurgusunu hazırlarken adını Kayıp Kedi olarak kararlaştırmamdan bir hafta sonra çok sevdiğimiz ve güç bela yaşatarak büyüttüğümüz kedimiz Fıkır kayboldu. Aradan neredeyse bir yıl geçti. Bu nedenle kitabı ona ithaf ettim. Başlık Kayıp Kedi, yayınevi Kırmızı Kedi, ithaf kediye. 3 kedi bir araya geldi.
x
     

1 Aralık 2019 Pazar

Sherlock Holmes Notları



Edgar Allan Poe’nun büyük hayranı olan, onun ünlü dedektifi Auguste Dupin’den etkilenmiş
Olan Sir Arthur Ignatius Conan Doyle’un ünlü kahramanı Sherlock Holmes üzerine yazmaya başlarken aklıma üşüşen fikirlerin bir kısmını ard arda sıralıyorum.

Sherlok Holmes’i 8-10 yaşından beri tanıyorum. Türkçeye çevrilmiş ve o sıralarda tek tek öyküler halinde saman yapraklı kitapçıklar şeklinde basılmış bütün öykü ve romanlarını okudum. Bazılarını defalarca. Aradan elli yıl geçti. Bir daha elime almadım. Tıpkı kırk yıldır Agatha Christie okumamam gibi. Bu yazıyı yazmaya başlarken kafamda imajlar karışık. Çünkü daha sonraki yıllarda en az üç Sherlock Holmes filmi gördüm. Dizisi de vardı. İzlemedim. Ben çocuklukta , ilk gençliğimde gördüğüm ilginç rüyaların çoğunu hâlâ hatırlayabilen biriyim. Elli yıl önceki okumalarımdan kalan imajları de biraz seçebiliyorum. Uzun boylu Holmes’in dimdik durması, elinde hem baston hem de müdafa silahı gibi kullandığı sopası, pelerini, piposu, şapkasının tepesindeki düğme ve keman çalarkenki dalgın pozu. Ama kapağa konmuş olan o korkunç kırmızı gözlü köpek en baskın bellek görselim. Asla mümkün değil unutamam. Tüylerine gece parlasın diye fosfor sürülmüş olan Baskerville’nin köpeğinden söz ediyorum. Köpekleri çok seven biri olmama rağmen o sıralardaki kâbus senaryolarıma katkıda bulunmuş bir figürdür.

Daha on altı yaşındayken evde kimya laboratuvarım vardı. Lisede kimya şakalarım ve roketlerimle ünlüydüm. Bu nedenle A Study in Scarlet romanında üniversitede kimya öğrencisi olduğunu anladığım Holmes’e ayrı bir sempatim vardır. Onun dedüktif, tümdengelim tarzı düşünce kapasitesini bir şekilde hissediyordum. Sonraki yıllarda Ege Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği öğrencisiyken laboratuvarda hocamız bir tüpün içinde bize renksiz bir sıvı verir ve içinde ne olduğu bulmamızı isterdi. Holmes’in yaptığı da aynen buydu aslında. Bir dizi olay bir arada vuku bulur ve Holmes bunların aslında görünenin ve sanılanın aksine ne olduğunu keşfederdi.

1976 yılında Amsterdam’da Leidseplein Theater sinemasında Seven Procent Solution adlı bir film afişi görmüştüm. Resimden Sherlock Holmes’le ilgili olduğu belliydi. Bu filmi birkaç yıl sonra yine sinemada izledim. İyi yapmışım. Konuşulanları İngilizce dinleyip Hollandaca altyazı okuyarak zorlukla anlayabildim. Anlamaktan diyaloglardaki söz oyunlarını, imaları, esprileri kastediyorum. Yine yıllar sonra videosunu kiralayıp, bu kez dura kalka, geriye sarıp tekrar izlediğimde filmi hâlâ anlamaya devam ettiğimi gördüm J Holmes Viyana’ya Freud’u ziyarete gidiyordu. Konulardan biri ünlü dedektifin kokain kullanmasıydı. Bu arada iki iddialı zekâ usul usul çatışıyordu. Holmes bu ortamda bile bir meseyi çözüme kavuşturma ferasetini gösteriyordu. Alan Arkin Freud rolünde müthişti. Robert Duval, Watson rolündeydi. Holmes’ı de Nicol Williamson canlandırıyordu.

Watson anlatmasa Holmes diye birini tanımazdık. Onsuz Sherlock Holmes varolamazdı hatta. Watson bana nedense biraz Luka, Matta, Markos, Yuhannavari biri gibi görünür.

Stephen King’in Doktor Vakası – The Doctor Case adlı öyküsünde Watson grift bir sırrı çözerek alışılageldik imajının dışına çıkar. Ustanın Watson’a kıyağıdır. Filme de çekilmiştir.

Doyle’un birinci hikâyesi olan A Study in Scarlet’te Watson’un gözünden Holmes’i tanırken bazı ayrıntıları yeniden hatırlamak çok eğlenceli. Bir mantık adamı, güçlü, gözlemci ve tümdengelimci düşünce tarzına sahip olan Holmes’in Kopernik’in on altıncı yüzyılda kanıtladığı güneş merkezli sistem teorisinden bihaber olduğuna Watson çok şaşar. Watson sonradan dedektifimiz hakkında bir çeşit karne düzenler. Bu karneye bir göz atalım:
Literatür: Üstünkörü.
Filozofi: Sıfır.
Astronomi: Sıfır.
Politika: Hafif.
Botanik: Güzel avrat otu, afyon ve zehirli maddeler dışında hiçe yakın.
Jeoloji:Sınırlı bir ilgi.
Kimya: Derin bilgi.
Anatomi: Biraz, ama sistematik değil.
Müzik: Keman çalıyor.
Dövüş sanatı: Boks ve sopa kullanımı.
Hukuk: İngiliz kanunları üzerine pratik bilgi mevcut.

Borges’in de Sherlock Holmes başlıklı bir çalışması vardır. ‘O bir kadından doğmamıştı. Soyu sopu da yoktu. Raslantılardan oluşmuştu’ şeklinde başlar. ‘Ne aşkı ne de öpüşmeyi bilir. Baker sokağında tek başına oturur. Hiç arkadaşı yoktur.’ şeklinde devam eder. Okumanızı hassasiyetle öneririm.

Aklımıza şu anda gelen en temel izmler on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’den çıktı. İngiltere dedüktif akıl yürütmeyle Doğuyu kolonileştirdi. Ruhsuz, yarı robot gibi salt akıldan muzdarip, kokainman, kadın düşmanı olan Sherlock Holmes bu izmleri ve kolonyalizmi yaratan aklın ürünüdür. Unutulmasın Watson, Holmes’le yeni tanıştığı sırada Afganistan’daki savaştan dönmüştü. Bu idol bir imparatorluk mamuludur. İngiliz aklının alameti farikasıdır. Bu akıl endüstri devrimini de başlattığı için hikâyelerde kimyanın başat rol oynaması çok normaldir.

Paul Feyerabend Batının dünya hakimiyetini Reklam ve Silaha borçludur der.  Holmes Reklamdır. Üstün aklın kredisiyle hâlâ canlılığını koruyor. James Bond ise reklam + silahtır.

Osmanlıca-İngilizce Redhouse basıldığı sıralarda Bond ve Holmeslerin bize has benzerleri, fıtratları farklı olan muadilleri vardı. A Study in Scarlet 1887’de basıldı. O yıllarda İstanbul’da zekice işlenen cinayetleri çözebilmek için yine dedüktif akıl yürütmeye gereksinim duyuluyordu. Sonradan ülke olarak içeri kapanınca imparatorluk aklından mahrum kaldık. Altmışlarda Avrupa’ya işçi göçü ile başlayan açılma küreselleşmenin de etkisiyle bugün bütün hızıyla sürüyor.

                                                                                                                                            Balçova – Aralık 2017

8 Kasım 2019 Cuma

Külliyen Efemera


Tordemir Yazıları
Külliyen Efemera



Besili Atlar
Ellili yılların sonu ve altmışların başlarında nüfusu üç yüz elli bin civarında olan İzmir’de idrar, dışkı, saman ve at kokulu yerler vardı. At ahırları mahallelerin içersindeydi. İki katlı bir evin alt katının bu işe tahsis edilmesi olağan bir durumdu. Çarşıda pazarda önünden geçiliyordu. At arabalı gezici manavların geçtiği, yük taşımacılığının yapıldığı yerlerde bolca raslanan dışkılara basmamak için dikkatli olmamız sıkça öğütleniyordu. Bu kokuyu seviyordum. Hele uzaktan geldiğinde yaşama dair önemli bir öğe gibi algılıyordum.  Yağan yağmurun tam temizlemediği yerlerdeki rahiya da duyu skalasında bir başka dokunuştu. Şu anda bütün bunlar bir nostalji losyonu artık. Atın kas gücüne olan talep çoktan bitmiş durumda.

Basılı Kitaplar
Birinci Beyler Sokağındaki eski kitapçı vardı. Kemeraltı’na girer girmez kitaplarla haşır neşir olurdum.  Kitapçıyı önce bir tanıdığımızın babası, sonra da torunu çalıştırdı. Ben yaşamımın ilk yirmi dört yılında bu çok tanınmış eski kitapçıdan sayısız kitabı satın ve ödünç aldım.  Pardayanlar, Jules Verne ve Kemalettin Tuğcu romanları, Arsen Lüpen, Fantoma, Sherlock Holmes, Cingöz Recai ve Mayk Hammerlar, Tommiks, Teksas, Kinovalar, Çapkın Hırsız çizgi romanları çocukluğumun hayal örgüsünü teşkil etmekte ciddi bir rol oynadı. O eski kitapçı çoktandır yok. Sahafların çoğu da öyle. İnternet üzerinden satış ve AVMlere taşınan marka kitapçılar küçük işletmelere olan talebi azaltmış durumda. Ayrıca ilgi hızla okumadan dinleme ve izlemeye kayıyor.

Babıali
İkibin başlarından itibaren yolum sık sık Cağaloğlu’na düştü. Son yirmi senede kitapçıların, yayınevlerinin giderek azaldığını bizzat gözlemledim. Yerlerini turistik tesisler, butik oteller aldı. Küçük yayınevleri birer birer kepenk kapadı. Yayın dünyası yeni talep şekline göre konum aldı. Ünlü Babıali Yokuşu’nun yaptığı kültürel çağrışım sönükleşti ve giderek eski anıları süsleyen geçmiş haline dönüşmeye başladı. 

Kâğıt ve At Kokusuna Veda mı?
Çağrılan – KarsH (Nisan - 2019)  adlı romanımdaki başkarakterlerden Sabri Yadigar bu konuyu şöyle dillendirir:

Eski dünyanın bavulunu toplayıp gitmeye hazırlandığını görüyordu. Kâğıt üzerine kayıt giderek azalacak, bilinen türdeki yayınevlerine de zamanla ihtiyaç azalacaktı. Allah ömür verdiyse gazetelerin kâğıt üzerinde çıkmadığı, sadece bir avuç abone için basılıp postayla yollandığı, sadece dijital ortamda var olduğu anları da belki bizzat görecekti. Anlı şanlı havalı, yazdıkları bir şeye benzemeyen, dünyanın gidişatına ama kalmış köşe yazarlarının çoğu şimdiden dinozorlaşmıştı.

Yıllarca televizyonculuk yapmıştı. Şimdi televizyonun siber uzay tarafından yutulmakta olduğunu görüyordu. Kocaman, pahalı ve ağır aparatlar, ışıklar, kameralar kısacası bir servete mal olan stüdyolar sanıldığından daha hızla değişime uğrayacaktı. Çocukluğunda şehirde atlı eşekli satıcılar vardı. At arabalarıya yük taşıtanlar çoktan kamyona geçmişti. Medya artık kendilerine ihtiyaç kalmamış olan atlara yapılan kötü muamele haberleriyle doluydu. Neredeyse şehirlerde başı boş gezen sokak atları günlerini göreceklerdi. İç sızlatıcı bir durumdu. Artık kas güçlerine ihtiyaç kalmamış olan atlar için halkın yardımıyla At Huzur Çiftlikleri açılmalıydı. Atlar misali devasa stüdyolar da değişime ayak uyduracaktı.

  Eskinin bavulunu toplamakta oluşu o kadar açık emarelere sahipti ki, reddi mümkün değildi artık. Yayınevlerinde ve sahaflarda kitap kokuları arasında yazar okur dostlarla icra ettikleri binlerce saatlik sohbetleri düşündü. Bu nadide sohbet ocakları daha şimdiden birer birer sönen lamba misali yerini karanlığa bırakmaya başlamıştı. Kapanmış yayınevlerinin önünden geçerken bazen gözleri dolardı. Okuma artık ekranlarla yapılacaktı. Kâğıt üzerine basılı kitap zamanla giderek sayıları azalan okuma elitlerinin hobisi olacağa benziyordu. Bir gün Fahreneit 451 düzeni kurulmazsa tabii.

Ekrana Yıvışan Alüvyon
Zamanımızda bilgi edinmek için ekrandan okumamak mümkün değil. Ben okumayı mümkün olduğu kadar kâğıt üzerinden yapmayı sürdürüyorum. Bu benim tutkum. Ekran üzerindeki harfleri kâğıt nehrinin çekilirken yüzeye yıvıştırdığı, ardında bıraktığı alüvyon gibi algılıyorum. Okuma sevgisi ve alışkanlığı yani.

Külliyen Efemera
Kâğıt üzerine basılmış her şeyin, romanların, felsefi eserlerin vb. gün gelip külliyen efemeralaşmasının kaçınılmaz olduğunu açıkça hissedebildiğimiz zamanları yaşıyoruz. Ekrana yıvışan alüvyonlar bizi teselli edecek. O da bir süre. Bir gün onun da modası geçecek ve yerini bir başka algımetrik akıya terkederek tarihin koynundaki kuytu müzeye çekilecek.
Asıl harflerin neyin üstüne kayıtlı olduğunun sezgisiyle bu yolda yürümeye devam edeceğiz.
                                                          -------------------

















Batılı Enteloid'in Kalp Şafağı


Tordemir yazıları

Batılı Enteloid’in Kalp Şafağı


The Enteleoid bir dünya figürüdür. Küresel aklın fikir işçisidir. Her ülkede bulunur. On dokuzuncu yüzyılda Batı’da imal edildi. Yirminci yüzyılda en parlak devrini yaşadı ve şu anda miadı dolmak üzere. Yakında son kez bir huruç harekâtına zorlanacak ve ardından çöpü boylayacak. Belirli bir ideolojisi yoktur. Her görüşün, grubun içersinde bulunur ve bulunduğu yerin normlarıyla konuşur. Muhafazakâr, pagan, solcu, liberal, milliyetçi, nasyonal sosyalist vb. olabilir. Birbirlerine karşı gibi görünmeleri yüzeysel bir makyajdır. Üst aklın hizmetinde tek beden halinde hazıroldadır. The Enteloid tanımı gereği sahip olduğu diploma, meslek ve makama rağmen ağır cahildir. Aldığı eğitim bu mertebeye erişmesinde yardımcı bir işlev görmüştür. The Enteloid’in basireti bağlı, feraseti kesat ve ahlakı firelidir.
                                                     
La Dolce Vita
The Enteloid’in Batı’da ikinci yükselişi seksen başlarında klasik fordizmin çöktüğü zamanlarda başladı. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla da şahlandı ve bu ivmelenme yavaşlamakla birlikte hâlâ devam ediyor. Altmışlar ve yetmişler Batı’nın la dolce vita zamanlarıdır. Soğuk savaşın mahmurluğuyla özellikle sol-liberal düşünceli aydınlar, sanatçılar The Enteloid’in başat rol oynamasına fırsat tanımadı. Onu ikincil bir işleve mahkûm etti. Ettiğini sandı daha doğrusu. Batı’da o sıralarda daha önce görülmemiş bir refah düzeyi ve bunun yarattığı optimizm hâkimdi. Dünya her gün daha iyi bir yer olmaya gidiyordu. Batı Uygarlığı bunu sağlamaya yeterliydi ve yegâne kurtuluş reçetesiydi. 


Berlin Duvarı
Soğuk savaşı bitiren duvarın yıkılması Batılı aydın kesimde ciddi bir sarsıntı yarattı. The Enteloid’i baskılayan organik yapı ciddi hasar görmüştü. Çöken paradigmayı yenileyecek, olmazsa yenisini türetecek akıl ve basiretin mevcut olmadığı hemen ortaya çıkmıştı; ama öyle değilmiş gibi davranıldı. Seksenlerde milleti nötron bombası korkusuyla uyutarak neo-liberalizmi monte ettiler. Sol hareketin bu montajın içinde yer alması samimi solcuları şoke etmişti. Emperyalizm ve küresel finans ağalarına karşı solun esamisi bile okunmuyordu.  Weber’in bahsini ettiği Demir Kafes gözle görünür olmaya başlamıştı. Doksanlarda yeni bir korku tedavüle girdi. İslamofobi. Biz göçmenler bunu yanlış bilgilenme sonucu oluşan ve hızla telafi edilecek bir hata gibi değerlendirdik. Oysa bu daha başlangıçtı.


İkiz Kuleler
2001 yılında İkiz Kuleler’i yıkan ABD’li güç hem ‘Dijital Kafes zamanları geliyor’ mesajını verdi, hem de yıkımın faturasını müslümanlara çıkartma mendeburluğunu sergiledi. O zamandan bu yana hunharca katledilen ve göçe zorlanan milyonlarca müslümanın kanı ve ahı bulaştı eline. Bu olaydan sonra The Enteloid hızlı bir yükselişe geçti. Zaman içinde vicdanlı, akıl selim sahibi Batılı aydınlar sistematik bir şekilde kenara park edildi, tehdit edildi, önemsizleştirildi ve merkez medyada görünmeleri zorlaştırıldı. Artık ortalıkta at oynatan The Enteloidlerdi. Buna denge olsun diye kontenjandan sistem eleştirisi yapmaya tayin edilmiş Chomsky benzeri popüler zat-ı muhteremler de mevcuttu haliyle.   


Faustvari Düzen
Batı gerçek aydınların susturulduğu, cesaretsizleştirildiği ve önemsizleştirildiği zamanları yaşıyor. Hakikati aramayan,  gelip geçici olan bilgilere tapar hale getirildiklerini yeni yeni fark ediyorlar. Faustvari yaşam gurusu, kifayetsiz muhterisliği tavan yapmış, bir Kemalist derecesinde İslamofob olan Batılı Enteloid ortalığı kasıp kavuruyor. Avrupa’da partiler artık lider çıkartamıyor. Ortamda atanmış memur görünümlü siyasiler kol geziyor. Kapitalist sistem çökerken yerini faşizm dolduruyor. Aşırı sağın lider çıkarmaya talip ve muktedir gibi görünmesi de bu sürecin sonucu.  Dijital Kafes yapımcılarıyla eski emperyal düzen tarafları bir uzlaşıyor, bir çekişiyor. Bunların aralarında kalan Batı ahalisi giderek umudunu yitiriyor. Bu durum onu farklı çözümler aramaya sevk ediyor.


İptal
Batı’da Dr Faust’un Mefistoyla yaptığı kontratın iptalini istiyenlerin sayısı giderek artıyor. İçlerinde kurtuluşu hakikate ulaşmakta bulanlar da var. Bunu bilen muktedirler İslam nefretini artıracak bin bir yönteme başvuruyor. Algı yamultuyor ve kafa karışıklığı oluşturup zaman kazanmaya çabalıyor. Irkçılık, göçmen karşıtlığı ve İslam nefreti azdırılarak esas hedef gizleniyor, ama artık bu da yeterli gelmiyor. Karşı çıkanların sayısı hergün artıyor. Demir Kafes’ten Dijital Kafes’e girişi kolaylaştırmak için asılsız umut verecek olan bir kurtuluş reçetesi her an tedavüle sokulabilir. Melunların tezgâhı boş durmaz. Yakın gelecekte yeniden Akdeniz’de boğulan bebeklerin haberini almaya başlayabiliriz.


Kalp Şafağı
Doğulu benzerleriyle dirsek temasında olan Batılı Enteloid kitlelerin bir Kalp Şafağı yaşamasını engellemeye memur edilmiş durumda. Esas yürek yerine sahte değerleri yüceltiyor. Bin bir fırıldak çeviriyor. Efendisi şimdilik memnun, ama onların yerine The Enteloid 2.0’ı sürüme soktu bile. Yakında eski model tümüyle tedavülden kalkacak. Şu anda yegâne kurtuluşu engellemek için çabalayan bu aparatçık çöpü boylamak üzere olduğunu bilmenin stresini, depresyonunu yaşadığı için hınç ve nefret geğiriyor.

Bu arada Kalplerin Şafağı herkese seslenmeye devam ediyor.   
                                                     ------------------------

1 Kasım 2019 Cuma

THE ENTELOİD



Küresel Aklın Fikir İşçisi
The Enteleoid bir dünya figürüdür. Her ülkede bulunur. On dokuzuncu yüzyılda Batı’da imal edildi. Yirminci yüzyılda en parlak devrini yaşadı ve şu anda şu anda miyadı dolmak üzere. Yakında son kez bir huruça zorlanacak ve ardından çöpü boylayacak.

The Enteloid bilerek ya da az bilerek küresel aklın hizmetinde olan bir aydın tipidir. Başındaki The eki bu nedenle takdir edilmiştir. Belirli bir ideolojisi yoktur. Her görüşün, grubun içersinde bulunur ve bulunduğu yerin normlarıyla konuşur. Muhafazakâr, pagan, solcu, liberal, milliyetçi, nasyonal sosyalist vb. olabilir. Bizim yerlileri baz alırsak buna ek olarak FETÖcü, PKKcı, NATÖcü vb. aidiyete sahip olanları hiç de az değildir. Birbirlerine karşı gibi görünmeleri yüzeysel bir bir makyajdır. Üst aklın hizmetinde tek beden halinde hazıroldadırlar.  

The Enteloid tanımı gereği sahip olduğu diploma, meslek ve makama rağmen ağır cahildir. Aldığı eğitim bu mertebeye erişmesinde yardımcı bir işlev görmüştür. The Enteloid’in basireti bağlı, feraseti kesat ve ahlakı firelidir.


Birincilik Ödülü
Ülkemizde yapısında en çok sayıda The Enteloid barındıran kesim Kemalistlerdir. Yıllardır birinciliği kimseye kaptırmıyorlar. Solcu-Liberal rekabet bayağı güçlüdür. Onlar da birinciliğe talipler. Muhafakâr kesimin içersinde yuvalanmış olan The Enteleoidler ise son yıllarda bir atak yaparak bayağı seviye yükseltti, umut yeşertti, ama henüz birincilik için yeterli niceliğe sahip değiller. Şu sıralarda ikincilik için mücadele veriyorlar. 


La Kabil-i Tenkit
Çürümüş, fosilleşmiş, atıla indirgenmiş, dar bakış açılı, tahaffün etmiş Kemalist ideolojinin sersemlettiği depresyonlu ve kendi tabirleriyle şizofren olan yığınlar mevcut. Beşeri çöpe dönüşme temayülleri şaşırtıcı kertede. Bu öyle çürük bir yapı ki, kendi içlerinden neşet edecek orta halli bir eleştiri darbesi bile yıkımlarına neden olabilir. Kurtulurlar aslında, ama sıkı sıkıya kendi güzellemelerinin içersinde kapanık duruyorlar. Tenkit yasak. Hollywood dekoru misali burçlar inşa edilmiş. Amerikan bezine taş resmi çizilmiş. Taşın kendi değil.

Beyazlar, Kemalistler örneğin yapıcı eleştiri nedir bilmezler. Bugünlerde hâlâ 1930’ların dünyası parfümlü tehditler savuruyor ve hakaret ediyorlar. İçlerinde ‘Her şey kötü, projeleri durdur, yatırımları yavaşlat, girişimleri engelle, alt yapı unsurlarını kapat.’ diyenleri de gani.  Saygın ve prestiji yüksek liderleri ilahlaştırma, satılık meta  haline getirme konusunda çok ustadırlar. The Enteloid’in yazılımı bu şekilde kurgulanmıştır. 


Ortak Çizgi
Yerli The Enteleoid’in ortak özellikleri şöyle özetlenebilir: Batı projelerine uygundur. Örtülü ya da açık gezi zekâlıdır. Yazarı çizeri Batı’dan alınacak ödül için 32 takla atabilir. Eski müesses nizamın kültürel iktidarını kutsar. Kifayetsiz muhterislik, Sorostopolluk, gezileptiklik sıradan halleridir. 15 Temmuz halk devriminden için için ya da açıkça nefret eder. Kendi rolü çalındığı gerekçesiyle olanları önemsizleştirme gayreti içersindedirler. Hayat tarzı kısıtlanıyor, diktatör var mantrasına sıkı sıkıya yapışmıştır. Farklı fikirlere tahammülsüzlük nedeniyle organik tefrikacıdır. İslamofob yani emperyalist muhibbidir, nasyonal sosyalist meşreplidir ve organik NATOcudur.

Zombilektüel Cübbe
Batı kültür potasında erimiş, oradaki muhtevayla hemhal olayım derken cüruflaşmış entellerdir. Pozitivist, sosyal Darwinist takılırlar. Nekrofil fikir mezarlığında gezinmeyi severler. Yaşarken mevtalaşmışları, zombilektüelleşmişleri mevcut malum. Tarih bilincinden yoksunluk çekmeyi mahalleye sadakat olarak nitelendirirler. Ülkesinden nefret eden, her fırsatta yabancı medyaya asılsız şikâyetlerde bulunan zatı muhteremdirler. Karikatür krizlerinde ifade özgürlüğü sevdalısı maskesiyle karakültürleştirme polenleri salarlar. Ülkelerinde zor hayatları varmış numarası çekerler. Gizli açık terör destekçileridir. Kısacası yerlidir ve ama maalesef gayri millidir.

Muhafazakâr Rekabet
Muhafazakâr kesim içersinde yuvalanmış olan The Enteloidler son yirmi beş yılda ciddi bir diriliş hali yaşadı. Bunlar cübbeli, sarıklı hokkabaz, din bezirganı, din pazarlamacısı kılığında olabilir. Gizli şirk sahibi olmaları şaşırtıcı değildir. Mezar ekonomisi erbabıdır. Holdingleşen tarikatların içersinde de bolca bulunur. Üne susamış popüler vaizlerin bazıları da bu kategoridendir. Her türlü putlaştırma, faize ve metaya taparlık arazı gösterenleri vardır. Yukarıdaki paragraflarda belirtilen hallerin çoğuna bürünebilirler. 

Oryantal Hurafe
The Enteoid rezervlerinin Batı’da gelişmekte olan ülkelere oranla çok daha az olduğu tezi geçen yüzyıl başlarından kalma bir uydurmadır, mittir, oryantal bir hurafedir. Bu arızalı malzeme en yüksek miktarda neşet ettiği topraklarda bulunmaktadır. Bu gerçek son zamanlarda inkâr edilemez bir şekilde ortaya çıkmıştır ayrıca.

The Enteloid’in Son Kullanım Tarihi
The Enteloid’in son kullanım tarihi çoktan geçti. Bunlar uzatmalar. Yakında beşeri çöp olacak. İçlerinde kritiğe açık olanların, kendini esaslı bir şekilde sorgulayanların, basiret bağlarını çözebilenlerin kendini bu sondan kurtarma şansı var.

The Enteloid’in sahibi insan fıtratını değiştirmek, aile yapısını yıkmak, dinleri değersizleştirmek, eski bilgi, kültür, adet her şeyi sıfırlamak istiyor. Dünyanın işleyiş mekanizmasını yeniden kurmaya talip. The Enteloid son işini bitirip gidince yerini Dijital Kafes sürümü olan The Enteloid 2.0’ın alacağı rivayet ediliyordu.  Gerçek oldu. İlk örneklerini görmeye başladık bile.                                                                          
                                                   ----------------------




Mahremden Çıkış



Demir Kafes’ten Dijital Kafese Yolculuk
Weber’in Demir Kafes metaforu geçen yüzyılda zihnimizi aydınlattı. Şu anda dört nala yapımı bitmek üzere olan Dijital Kafes’in içine doğru koşuyoruz.  Yetmiş başlarında, doksan sonlarında ve geçen yıl gösterime girmiş üç film bize bu koşunun etaplarını açık ve seçik bir şekilde göstermektedir.


The Conversation – Konuşma - 1974
The Godfather – Baba filmininin yapımcısı Ford Francis Coppola’nın 1974’de çektiği bir filmde bize daha o yıllarda bile gelişmiş teknolojinin vasıtasıyla nasıl gözlem altında tutulduğumuzu çok güzel gösterir. Gene Hackman’ın canlandırdığı Harry Caul güvenlik uzmanı olarak ülke çapında tanınmaktadır. Bir gün büyük bir firmanın başı onu iki memurunun konuşmalarını dinlemesi için kiralar. Harry birkaç yıl önce bu tür bir iş almış ve sonra dinlediği sahısların cinayete kurban gittiklerini öğrenmiştir. Aynı şeyin yinelenmesinden korkar. Araştırmaya başlar. Bu sefer onu dinlemeye başlar ve bunu belli ederler. Harry Caul bir uzman olarakevini didik didik arar, ama saklı olan dinleme aparatını bulamaz. O kadar sofistike bir düzendir karşısındaki. Bulamayınca ne yapar? Oturur trompet çalmaya başlar. Teslimiyet sahnesidir. ‘Tamam, ben bu işi bıraktım’ demektedir kendi üslubuyla.



State of Enemy – Devlet Düşmanı - 1998
24 yıl sonra Tony Scott tarafından yapılmış olan Enemy of state, Devlet düşmanı adlı film bu filmin yeni koşullara göre uyarlanmış bir versiyonu gibidir. Will Smith ve Gene Hackman başrolleri paylaşırlar. Genç avukat rolündeki Robert Dean - Will Smith’in eline kazayla politik bir cinayetle ilgili deliller geçer. Ondan sonra amansız bir takip başlar. Zamanla daha da gelişmiş bir teknolojinin yardımıyla her yerde izlenir. İtibar suikastına uğrar. Kredi kartları geçersiz hale getirilir. Kimse ona inanmaz. Eşiyle arası açılır. Dahası hayatı tehlikededir. Kaçar, ama takibat müthiştir. İzinin her yerde bulunabiliyor olması şoke edicidir. Tam ele geçeceği sırada eski bir izleme uzmanı olan Harry Caul (Gene Hackman) yardımına gelir. Birlikte teknolojik sarmalın zayıf yanlarını lehlerine kullanarak kaçarlar. Bu sayede avukat Robert Dean dürüst savcılarlarla ilişkiye geçerek suçsuzluğunu ispat eder ve eski aile düzenine kavuşur.


Anon – Anonim - 2018
Andrew Niccol’un yazıp yönettiği Anon filmi bir Dijital Kafes ortamını anlatıyor. Film yakın gelecekte geçiyor. Nakit para hâlâ kullanımda.  O yıllarda gözlere yerleştirilmiş bir aparat sayesinde herkesin kimliği açık seçik belli olmaktadır. Suçluluk oranı çok düşük bir seviyede olan toplumda kimsenin saklayacak bir sırrı yoktur. İnsanların her anları kayıt altındadır ve mahremiyet diye bir şey kalmamıştır. Mahremiyetsiz hayata katlanamayan Anon adlı genç kadın yetenekli bir hackerdır. Kendini gözlerden saklamanın bir yolunu bulmuştur. Bu huzur! dolu yaşamda seri cinayetler şok yaratır. Kimliğini saklayabilen genç kadın muhtemel zanlıdır. Dedektif Sal bu Anon adlı kadını bulmak için harekete geçer. İş sanıldığından çok farklıdır.


Mahremden Çıkış
The Conversation ve Enemy of State filmlerinde sıradan bireyin organize güçler tarafından her yerde kolaylıkla izlenebilmesi, bulunabilmesi filmleriydi. Total Recall(1990 ve 2012), Minority Report(2002)  filmlerinde olduğu gibi Anon ile bunun çok ötesine geçilmiştir. Birey üzerine uygulanan kontrol müthiştir. Yekparedir ve her anı kapsar.

Filme serpiştirilmiş muzır sahneler her şeye rağmen bir yanıyla mahreme özlemi çağrıştırır. Film değerlendirmelerinde cyberpunk rönesansı cinsinden sözcükler de geçiyor. Bu yazı bir film incelemesi değil. Spoiler da içermiyor. Ben yakın gelecekte üzerimize yıkılacak olan gerçekliğe ve epey iddialı olan sahte bir kurtuluş reçetesinin muhtevasına değinmek istiyorum.

Anon filmi Robert Browning’in Paracelsus adlı şiirinden bir alıntıyla başlar.
Savaşmayı bıraktım, artık sona ersin.
Mahremiyet benim için belirsiz bir kuytuluktur.
Tanrı tarafından bile unutulmak istiyorum.
“Sanal ortam benim için mutluluktur.” diyen Anon aslında tanrıyı unutan biri midir? Yoksa tanrılaşma iddiasında olan insandan sıyrılmaya mı çabalıyordur sadece. Polisler haç şeklinde inşa edilmiş büyük bir masanın çevresinde oturmaktadır ve bir gökdelenin üst katlarında büroları vardır. Burada onlara bahşedilmiş tanrısal bir güç sembolize edilmektedir.  

Dijital Kafes, Weber’in ortaya attığı Demir Kafes metaforunun yüz küsur yıl sonra evrim geçirmiş halidir. Şu anda inşası son hızla devam ediyor. Anon Dijital Kafes’e karşı direnen kahraman rolündedir. Dedektif Sal’la aralarındaki diyaloglar ilgi çekicidir.
  Sal, “Neden sahte kimlik kullanmıyorsun?”
  Anon, “Başka biri olarak varolmak istemiyorum. Büyük odada, yani gerçek dünyada sanal olmayan yerde hiç mutlu olmadım.
  Sal, “Saklayacak bir şeyin mi var?”
  Anon, “Saklayacak bir şeyim olması mesele değil. Bana ait şeyleri göstermek istemiyorum.”

Dijital Kafes zamanlarında yapılan ana akım filmlerde organik kahramanlara artık yer yok. Anon sanallığı kutsal kuytuluk şeklinde kutsuyor ve yegane kurtuluş reçetesi olarak sunuyor. Tek başına, bağlantısız, ailesiz, arkadaşsız, hatta tanrısız bir kurtuluş. Kuytuluğun tekinsiz bir kuyu dibine dönüşmesi mukadderdir.

                                                  ---------------------------------







21 Eylül 2019 Cumartesi

Filmvari Hayatlar (2008) - Bir Korku Hikâyesi


  Kapının zili tek bir kez çaldığında divanda oturur durumda uyuyakalmış olan genç kadının omuzları kıpırdadı. İstemem, şimdi olmaz der gibiydi sanki. Sol eli yumruk şeklinde sıkılıydı. Gözleri panikle açıldığında bir şey yapabilmesi için çok geçti. Filmin sonu içeri girmişti. Bulunduğu yer bu yaşamda canlı olarak içinde yer kapladığı son mekân olacaktı.
  “Aslı Otlubayır hanım çekim için hazır mısınız?”
  İki külüstür divan, bir koltuk ve bir televizyondan ibaret oturma odası kalabalıklaşmıştı birden. Kamerası çekim yapan bir kameraman, ses kaydı için elinde metal sopasının ucunda mikrofon taşıyan biri ve kara gözlükler takmış olan rejisör. Bu ekibi üç haftadır çok yakından tanımıştı. Hayatını cehenneme çeviren bir beraberlik geçirmişlerdi.
  Aslı uykunun mahmurluğundan iyice sıyrılmıştı. Ayağında spor ayakkabıları, üstünde eşofman vardı. Aklından bir hamle yapıp kapıdan dışarı fırlamak geçtiyse de hemen vazgeçti. Son haftaların öğrettiği şey ağır bir çaresizlik şeklinde sırtına abanmıştı. Parası yoktu. Cep telefonunu sokakta bir yerde düşürmüştü. Kaçması mümkün değildi artık. 
   “Başka seçeneğim var mı?”
  “Söz gelişi canım.” Dedi rejisör. Klasik dikimli yeni bir cin pantolon, kemerinin üzerine üzerine saldığı grimsi bir gömlek giymişti. Yaşı taş çatlasa otuz falandı. Aynı yaşlardaki kameraman ve sesçi de spor giyimliydiler. Tavırlarında profesyonel bir nezaket ve rahatlık vardı. yüzlerinde buraya ölümünü kaydetmeye geldiklerinin tek bir belirtisini bile görememekteydi. 
  Aslı ayağa kalktı ve eliyle koridoru işaret etti. Kara gözlüklü genç adam anlayışla başını salladı. Kadın koridora çıktığında sokak kapısı gözüne bayağı baştançıkarıcı göründü. Kimse arkasından gelmemişti. Öğle üzeri üç falandı. Sokak insan kaynıyor olmalıydı. İçinden kaçsana ahmak diyen yana aldırmadan tuvalete girdi ve çişini yaptı. Yaşadığı çalkantılı ve aşırı gerilimli hayat her hücresini yormuştu. Aynı şeyleri yinelemeye kalkışacak hali yoktu artık. Aklının erdiği her şeyi denemiş ve sonuç alamamıştı. O Allahın cezası Meliha hayatındaki düzenin bütün çivilerini sökmüştü.
   Bir ay kadar önce Meliha birden arayınca şaşırmıştı. Araları bir süredir limoniydi. Yeni numarasını nasıl bulabildiği sorusunu sormayı iş işten geçtikten sonra akıl edebilmişti. Meliha Demirci birlikte çalıştıkları turistik otel ve pansiyon açanlara tavsiye veren büroda ayağını kaydırmak için elinden geleni ardına koymadığı biriydi. Bir çok yönden kendinden çok yetkindi. Daha gençti. Zekası harlıydı. Almancası ve Rusçası vardı üstelik. Kıskançlıktan çatlamaktaydı. Sonunda altı yıldır çalıştığı bürodan atılan kendisi olmuştu. Bütün bunlar iki yıl önceydi. Kadının kendinden nefret etmesi için iyi bir sebebi vardı, ama bu tür bir cezayı hak etmemişti. Bu kadarı çok fazlaydı. Vicdansızlıktı.
  “Seni şey için aradım. Duydum ki, kendi işyerini kurmaya hazırlanıyormuşsun. Umarım başarılı olursun. Özlüyoruz hepimiz seni burada. Ara sıra bahsin açılıyor. Ve de... Şunun için aradım, duyunca çok şaşıracaksın valla.”
  Yeni bir film kiralama firması kurulmuştu. Öyle artık kalite olarak iyice elden gitmiş Hollywood filmleri ya da bağımsız film denen hafiflikler değildi pazarladıkları. G film dedikleri bir ürünü pazarlıyorlardı. Filmler yerliydi. Televizyon ya da film salonlarında gösterilmiyorlardı. Ancak üyelerin gözlerine açıktı. Birinin tavsiyesiyle üye olunabiliyordu. Depozito falan alınmıyordu. Kayıt olmak gerekmiyordu. Basılı broşür yoktu. İstediğiniz cinsi söylüyordunuz sadece. Filmi şirket seçiyordu. Ama bu asla hayal kırıklığı yaratmıyordu. Filmler benzersiz derecede etkiliydi. Film başına 35 TL ödenmekteydi. Buna teslimat ve geri alma servisi de dahildi. Filmler küçük bütçeyle kotarılmaktaydı, ama gönüllü katılım sayesinde kaliteleri müthişti. Meliha bu gönüllü katılım ve müthiş sözcüklerini en az üç kez yinelemişti.
  Filmler müthişti gerçekten. İlk önce korku filmi kiralamıştı. Üç öğrenci kız Bolu yakınlarında bir yerde bir kampa gidiyorlardı. Uluslararası öğrencilerin geldiği hoş bir yerdi. Gece ateşin başında korku hikayeleri anlatıp yatıyorlardı. Ertesi sabah kızlardan birinin kayıp olduğu anlaşılıyordu. Polise haber veriliyordu. Bu arada bir arama ekibi kuruluyordu. Film ormanda arama yapan beş gencin teker teker öldürülmesini konu etmişti. En sona kalan kız gece olunca dört adet yürüyen cesetle karşılaşınca kaçmağa başlıyordu. Bütün gece süren kaçma kovalama sonunda kızın kayıp arkadaşının cesedini bulmasıyla sonuçlanıyordu. Cesedin yanında kendi cesedi de bulunmaktaydı. Bütün gece serüveni yaşatan şey kızın ölüme direnmesiydi. Aslında altısı da yolda geçirdikleri bir araba kazasında ölmüşlerdi. Bu kimbilir kaç kez ısıtılmış tanıdık bildik konuya rağmen çok etkilenmişti. Sahneler inanılmaz gerçekçiydi. Aslı gece uyuyamamıştı bu yüzden.
  İkinci film erotik janrındaydı. Kendi yaşındaki bir kadın kocasından ayrıldıktan sonra kırmadığı ceviz bırakmıyordu. Aysun adlı kadınla kendini acaip identifize etmişti. Bacaklarındaki selüloitleri bile aynıydı. Filmdeki erotik sahneler çok etkiliydi. 33 yaşındaydı. Böyle bir heyecanı on altı yaşında bile yaşamamıştı. Sadece sonu çok kanlı bitmiş, kadın hiç ummadığı bir adam tarafından piyano teliyle boğularak öldürülmüştü. Bütün filmler nasıl başlarsa başlasın bir yerde şiddet işe karışıyor ve ölümlere neden oluyordu.
  Çok arkadaşı yoktu. Bu film kulübünü başta annesi ve teyzesi olmak üzere en az beş tanıdığına tavsiye etmek isterdi, ama bir kural vardı. Önce dört film kiralayıp asil üye haline geçmek gerekmekteydi. Asil üye olmak ölümcül bir hatta geçmekti. Nasıl bilebilirdi? Allahın belası Meliha yüzünden hayatı allak bullak olmuştu. Annesinin ve teyzesinin verilmiş sadakaları vardı. Belaya bulaşmamışlardı.
  Beşinci filmi ısmarladığında her zamanki yakışıklı kurye yerine şu anda oturma odasında bulunan çekim ekibi gelmişti. Serüven filmi ısmarlamıştı. Kendisine bir serüven filminde rol alacağı söylenmişti. Kural böyleydi. G film kulübünden dört film kiralayıp başkalarının hayatlarını, onların serüvenleri ve sorunlarına tanık olduktan sonra sıranız geliyordu. İyi organize edilmiş bir şaka gibiydi. Rejisör baş rol için seçildiğini, sapık bir katil tarafından kovalanan bir kadını oynayacağını söylemişti. Bu arada kamera çekim yapmaktaydı.
  Bir yanı duyduğu şeylerin şaka olmadığını kavramaktaydı, ama üç serseriyi de kapı dışı etmişti. O gece uyurken, bu arada belki yirmi defa aradıysa da Meliha’ya ulaşamamıştı, birden uyanmıştı. Baş ucunda biri duruyordu. Karanlıktı. Yüzü görülmüyordu. “Dumanı hissediyor musun? Evini yaktım. Kaç şimdi. Yakalarsam seni akıl almaz işkencelerle öldüreceğim. Bunları başkalarına anlatırsan Eski Foça’da kalan annen, teyzen, kuzenin ve sabık kocan öldürülecek. ” Diye fısıldamış ve onların fotoğraflarını gösterdikten sonra çekip gitmişti. Aynı anda kokuyu almıştı. Yataktan doğrulduğunda yangının çalışma odasından başladığını ve acele etmezse kül olup gideceğini anlamıştı. Zarar korkunçtu. İtfaiye yangını söndürdüğünde yangın sigortası bulunmayan dairesinde işe yarayacak pek az şeyi kalmıştı.
  İyi ki, bankada biraz parası vardı. Annesinden de yardım alabilirdi gerekirse. Kendine ev aramaya başlamıştı. Ne G film şirketinden, ne de sapık katilden falan söz etmemişti kimseye. O filmleri izledikten sonra polis korumasına pek güvenemez olmuştu. Ayrıca her şeyi göze alır bunu yaparsa gazetelerin ve televizyonun baş köşelerinde görünür ve bir daha iş yeri falan kuramazdı geri kalan hayatında. Susmuştu.
  Geçici olarak kaldığı bir arkadaşının evinde siyah maskeli sapık katil tarafından ilk tecavüze uğramıştı. Adam elini ayağını bağladıktan sonra kendisine sabaha kadar defalarca tecavüz etmişti. Teninde on bir kez sigara söndürerek üstelik.
  Senaryoya uygun eylemde bulunması gerekmekteydi. Durmadan şehirden şehire, evden eve geçerek sapık katilden kaçmaya çabalayacaktı. Binbir önlemle gittiği her yerde enselenmişti. Cep telefonu, kredi kartı kullanmadığı, bir sürü vasıta değiştirdiği halde nasıl olup da yakayı ele verdiğini anlamıyordu. Bu Bursa’daki son ev en uzun kalabildiği yer olmuştu. Otobüs yolculuğu sırasında Istanbul’da yaşayan, liseden arkadaşı olan Bursalı Fahriye’nin boş duran iki odalı döküntü dairesini kiralamıştı. Hem de yedi yüz lira aylıkla. Bir kez yüklü alışveriş ederek eve kapanmıştı.
  Fahriye’nin birkaç yüz adet kitabı vardı. Kız bir çoksatar okuma gurusuydu maşallah. Onları okuyarak, aldığı votkalarla ara sıra kafayı çekerek tam on yedi gün geçirmişti. Yemekler tükenmişti. Son ekmeği dört gün sonra küflenme arifesinde yemişti. Peynir, sebze, makarna bitmişti. Dün öğlen çay yaparken tüp son nefesini üflemişti. Bugün tek yediği şey dolabın arkasına düştüğü için yeni farkettiği bisküvitlerdi. İçme suyu da bitmişti. Musluktan su içmekteydi.
  Daha önce nereye giderse gitsin enselenmesi iki günü geçmezken burada on yedi güne ulaşmıştı. Göstermişti gününü puştlara. Fahriye ile bir raslantıyla otobüs terminalinde karşılaşmışlardı. Kıza kocasından kaçtığını söylemişti. Ağzını tutacaktı yani. İlk aylığı peşin vererek kızın yüzünü güldürmüştü. Böylece peşindeki andavallıları atlatmıştı. Bunun senaryo icabı olduğunu nasıl bilebilirdi ki.
  İçeri gittiğinde adamlar bıraktığı yerde durmaktaydılar.
  “Şimdi ne olacak?”
  “Filmin bütün sahneleri tamam.” Dedi rejisör duygu taşımayan bir ses tonuyla.  Final hariç. İki çeşit final mümkün. Birincisi, siz burada kurtuldum artık derken sapık katil tarafından bulunup öldürüleceksiniz. Tabii akıl almaz işkencelerden geçtikten sonra.”
  Aslı feryad edecek gücü bulamamaktaydı kendisinde. İkinci katta olmasalar kendini camdan atmayı deneyebilirdi, ama maalesef o imkânda mevcut değildi.
  “ikinci bir seçim de söz konusu haliyle.”
  “Yüzüme kezzap döküp, kıravatla boğazım mı sıkılacak?”
  Eliyle değil anlamına bir işaret yaptı rejisör. Yakışıklı değildi, ama atletik bir yapısı vardı. Yüzü de hiç fena değildi. Kocası olacak uyuzun ilk yıllarını biralarla her tarafını şişirmediği halini andırmaktaydı biraz.
  “G film şirketini birine tavsiye edeceksiniz.”
  Aslı uyduruk bir kurtuluş umuduna sarılmaya korkarak, “Nasıl yani?” diye sordu.
  “Şöyle. G film şirketini bir arkadaşınıza tavsiye edeceksiniz. O kadar.”
  “Ne olcak o zaman?”
  “Sapık katil tam sizi öldürmeye çabalarken gözüpek bir komşu gelerek adamı bayıltacak. Adam sizle ilgilenirken katil kaçacak. Kurtulacaksınız.”
  “Tavsiye ettiğim arkadaş?”
  “İlk dört filmden acaip zevk alacak ve sonra onun oynama sırası gelecek.”
  “Yani?”
  “Evet iyi tahmin ettiğiniz gibi bu bir toplumsal döngü. Sonra onun sırası gelecek. Birine tavsiye ederse sağ kalacak, etmezse öldürülecek.”
  Dikenli bir sevinç kalbini tırmalamaktaydı Aslı’nın. Bir yıl önce olsa kendisini bir arkadaşıyla aldatan kocasına tavsiye ederdi G kulübünü, ama zamanla ilk öfkesi solmuştu. Adam ona iyi davranmış bir sürü pahalı eşyasını almayarak kullanmasına izin vermişti. Yanmış gitmişti sonunda hepsi.
  “Hiç birinci final şeklini seçen oldu mu?”
  Rejisör saygıyla başını salladı. “İnançlı olanlar. Vicdanlarının sesine kulak verenler. İdealistler. Tek tük de olsa böyleleri çıkıyor. O zaman üyeden üyeye geçen köprü sonlanıyor. Sıfırdan üye bulmak çok zor bir işlem. Şimdi burada konu etmemize gerek yok.”
  Rejisör sol pantolon cebinden bir telefon çıkartıp kendisine uzatınca Aslı otomatik olarak alıverdi. Sokakta düşürdüğü telefonuydu. Kapağını açtı. Çalışıyordu. Bitmek üzere olan şarjı yenilenmişti. 
   “Haydi zaman az. Kaç izleyici sizi bekliyor. Lütfen kararınızı verin.”
  “Neden, neden bu kadar kan… Ve şiddet var?”
  “Oyuncuların bilinçaltları böyle. Doğaları icabı yani. Benim elimden ne gelir. Ben insani güdülerin peşinden giderim. Filmlerin akılalmaz derecede etkili olması bu nedenden. Haydi çabuk olun lütfen.” 
  Aslı adres listesindeki kimseleri gözden geçirirken kendini makasıyla insanların hayat ipliğini kesen o yunan tanrıçası, adını hatırlamıyordu şimdi, gibi hissetmekteydi. Parmağı kocasının ismi üzerinde durakladı ve geçti. İşten atılmasına sevindiğini gizleyemeyen sekreter parçası Füsun. İki küçük kızı vardı. Eski müdürle başbaşa kahve içtiklerini yedi düvele duyuran Hayriye. Çenesinin düşüklüğü dışında iyi bir insandı. Aldığı borcun üstüne yatan Jale. Kadının başında bin bir problemi vardı zaten. Meram adının üzerinde durdu ve yeşil düğmeye bastı.
  Meram bir ara en yakın arkadaşıydı ve kocasını baştan çıkarabilmek için bir sürü fırıldak çevirerek sonunda başarıya ulaşmıştı. Eh, kendi de uygun bir fırıldağı hak etmiş sayılırdı. Bekardı da üstelik üç hafta öncesine kadar. Telefon çalarken inşallah evde yoktur diyen yanı çok sönüktü. Bencil genler direksiyondaydı.
  “Alo, benim, Aslı. Şaşırttım seni. Nasılsın görmeyeli. Yok canım. Yok canım şimdi eski defterleri açmaya… değil mi canım. Geçti hepsi. İyiyim iyiyim. Bil bakalım seni ne için aradım.”
  Aslı hat kapanınca telefonu ne yapacağını bilemedi ve divanın üstüne fırlattı.
  “Yeni üyemiz katıldı aramıza.” Dedi Rejisör. “Çok ikna edici konuştunuz.”
  Aslı, Meliha’nın filmden bahsettiği anları hatırlamıştı. Nasıl olmuştu da heyecanını farkedememişti. “Ne olacak şimdi?”
  Katil sizi öldürmeye geldiğinde ondan kıllanan uyanık komşu gelecek ve sizi kurtaracak. Adam sizle ilgilenirken bayılttığı katil sıvışacak. O da az önce birine G film firmasını tavsiye etti. Bu kapıdan çıkar çıkmaz sizi de, yaptığı işi de unutacak. Bir yerde karşılaşsanız bile ikiniz de bir şey hatırlamayacaksınız. Kimlerle kol kola giriyor ve kahve falan içiyorsunuz bir bilseniz. Neyse… On dakika içinde serbest biri olacaksınız. Bir ikramiyeyle üstelik. Komşu sizi çok beğenecek. Hiç bozuntuya vermeyin ve sizi teselli etmesi için yeşil ışık yakın.”
  Aslı kendini çok kirli hissediyordu. Duşa girip bir saat sabunlanmak istiyordu. Rejisörün paçayı kurtarmak için birini yakacağından yüzde yüz emin olması yüzünden gururu sandığından fazla incinmişti. “Hepsi bu mu?”
  “Evet. G şirketiyle işiniz bitti. Size tavsiyem bundan sonra insanlara çok iyi davranın. Kendinizi sevdirin. Düşman kazanmamaya çalışın. Şirketimiz giderek popülerleşiyor. Kimler üyemiz bilseniz dudaklarınız uçuklar. Oynayanların sayısı hızla çoğalıyor. Belli olmaz telefon numaranıza sahip olan biri sizi arayabilir. Birazdan G filmleri kiraladığınızı unutacaksınız. Biri size tavsiye ederse ilk defa olduğu gibi açık hedef durumunda bulunacaksınız.”
  Aslı küçük şoku atlatmaya çabalarken aklında bir lamba yandı. “Bu benim ilk filmim mi?”
  Rejisör kendine çok yakışan bir şekilde tebessüm etti. “Aslı hanım şirket sırlarını dışarıya vermemiz kesinlikle yasaktır.”
  “İlk filmim mi dedim?”
  Rejisör sus anlamına dudaklarını büzdü ve kenara çekildi. Oda kapısında siyah elbiseli, siyah maskeli sapık belirmişti. Elinde kocaman bir bıçak vardı. Aslı donmuş kalmıştı. Adam üzerine doğru yürürken girişte geniş omuzlu iri yarı komşu göründü. Eliyle korkmaması için işaret etti.
  Aslı kendinden hiç beklemediği bir şeyi yaparak bayılıverdi. İnşallah güçlü kuvvetli bir erkeğin kollarında ayılacak ve bütün bunları unutacaktı. Unutmazsa hali haraptı.
                                                                                                                  

                                                                                                                                   Amsterdam 2008