Edgar Allan Poe’nun büyük
hayranı olan, onun ünlü dedektifi Auguste Dupin’den etkilenmiş
Olan Sir Arthur Ignatius Conan
Doyle’un ünlü kahramanı Sherlock Holmes üzerine yazmaya başlarken aklıma üşüşen
fikirlerin bir kısmını ard arda sıralıyorum.
Sherlok
Holmes’i 8-10 yaşından beri tanıyorum. Türkçeye çevrilmiş ve o sıralarda tek
tek öyküler halinde saman yapraklı kitapçıklar şeklinde basılmış bütün öykü ve
romanlarını okudum. Bazılarını defalarca. Aradan elli yıl geçti. Bir daha elime
almadım. Tıpkı kırk yıldır Agatha Christie okumamam gibi. Bu yazıyı yazmaya
başlarken kafamda imajlar karışık. Çünkü daha sonraki yıllarda en az üç
Sherlock Holmes filmi gördüm. Dizisi de vardı. İzlemedim. Ben çocuklukta , ilk
gençliğimde gördüğüm ilginç rüyaların çoğunu hâlâ hatırlayabilen biriyim. Elli
yıl önceki okumalarımdan kalan imajları de biraz seçebiliyorum. Uzun boylu Holmes’in
dimdik durması, elinde hem baston hem de müdafa silahı gibi kullandığı sopası,
pelerini, piposu, şapkasının tepesindeki düğme ve keman çalarkenki dalgın pozu.
Ama kapağa konmuş olan o korkunç kırmızı gözlü köpek en baskın bellek görselim.
Asla mümkün değil unutamam. Tüylerine gece parlasın diye fosfor sürülmüş olan
Baskerville’nin köpeğinden söz ediyorum. Köpekleri çok seven biri olmama rağmen
o sıralardaki kâbus senaryolarıma katkıda bulunmuş bir figürdür.
Daha on altı yaşındayken evde
kimya laboratuvarım vardı. Lisede kimya şakalarım ve roketlerimle ünlüydüm. Bu
nedenle A Study in Scarlet romanında üniversitede kimya öğrencisi olduğunu
anladığım Holmes’e ayrı bir sempatim vardır. Onun dedüktif, tümdengelim tarzı
düşünce kapasitesini bir şekilde hissediyordum. Sonraki yıllarda Ege
Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği öğrencisiyken laboratuvarda hocamız bir
tüpün içinde bize renksiz bir sıvı verir ve içinde ne olduğu bulmamızı isterdi.
Holmes’in yaptığı da aynen buydu aslında. Bir dizi olay bir arada vuku bulur ve
Holmes bunların aslında görünenin ve sanılanın aksine ne olduğunu keşfederdi.
1976 yılında Amsterdam’da
Leidseplein Theater sinemasında Seven Procent Solution adlı bir film afişi
görmüştüm. Resimden Sherlock Holmes’le ilgili olduğu belliydi. Bu filmi birkaç
yıl sonra yine sinemada izledim. İyi yapmışım. Konuşulanları İngilizce dinleyip
Hollandaca altyazı okuyarak zorlukla anlayabildim. Anlamaktan diyaloglardaki
söz oyunlarını, imaları, esprileri kastediyorum. Yine yıllar sonra videosunu
kiralayıp, bu kez dura kalka, geriye sarıp tekrar izlediğimde filmi hâlâ
anlamaya devam ettiğimi gördüm J Holmes Viyana’ya Freud’u ziyarete gidiyordu.
Konulardan biri ünlü dedektifin kokain kullanmasıydı. Bu arada iki iddialı zekâ
usul usul çatışıyordu. Holmes bu ortamda bile bir meseyi çözüme kavuşturma
ferasetini gösteriyordu. Alan Arkin Freud rolünde müthişti. Robert Duval,
Watson rolündeydi. Holmes’ı de Nicol Williamson canlandırıyordu.
Watson anlatmasa Holmes diye
birini tanımazdık. Onsuz Sherlock Holmes varolamazdı hatta. Watson bana nedense
biraz Luka, Matta, Markos, Yuhannavari biri gibi görünür.
Stephen King’in Doktor Vakası
– The Doctor Case adlı öyküsünde Watson grift bir sırrı çözerek alışılageldik
imajının dışına çıkar. Ustanın Watson’a kıyağıdır. Filme de çekilmiştir.
Doyle’un birinci hikâyesi olan
A Study in Scarlet’te Watson’un gözünden Holmes’i tanırken bazı ayrıntıları
yeniden hatırlamak çok eğlenceli. Bir mantık adamı, güçlü, gözlemci ve
tümdengelimci düşünce tarzına sahip olan Holmes’in Kopernik’in on altıncı
yüzyılda kanıtladığı güneş merkezli sistem teorisinden bihaber olduğuna Watson
çok şaşar. Watson sonradan dedektifimiz hakkında bir çeşit karne düzenler. Bu
karneye bir göz atalım:
Literatür: Üstünkörü.
Filozofi:
Sıfır.
Astronomi:
Sıfır.
Politika:
Hafif.
Botanik:
Güzel avrat otu, afyon ve zehirli maddeler dışında hiçe yakın.
Jeoloji:Sınırlı
bir ilgi.
Kimya:
Derin bilgi.
Anatomi:
Biraz, ama sistematik değil.
Müzik:
Keman çalıyor.
Dövüş
sanatı: Boks ve sopa kullanımı.
Hukuk:
İngiliz kanunları üzerine pratik bilgi mevcut.
Borges’in
de Sherlock Holmes başlıklı bir çalışması vardır. ‘O bir kadından doğmamıştı.
Soyu sopu da yoktu. Raslantılardan oluşmuştu’ şeklinde başlar. ‘Ne aşkı ne de
öpüşmeyi bilir. Baker sokağında tek başına oturur. Hiç arkadaşı yoktur.’
şeklinde devam eder. Okumanızı hassasiyetle öneririm.
Aklımıza
şu anda gelen en temel izmler on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’den çıktı.
İngiltere dedüktif akıl yürütmeyle Doğuyu kolonileştirdi. Ruhsuz, yarı robot
gibi salt akıldan muzdarip, kokainman, kadın düşmanı olan Sherlock Holmes bu
izmleri ve kolonyalizmi yaratan aklın ürünüdür. Unutulmasın Watson, Holmes’le
yeni tanıştığı sırada Afganistan’daki savaştan dönmüştü. Bu idol bir
imparatorluk mamuludur. İngiliz aklının alameti farikasıdır. Bu
akıl endüstri devrimini de başlattığı için hikâyelerde kimyanın başat rol
oynaması çok normaldir.
Paul
Feyerabend Batının dünya hakimiyetini Reklam ve Silaha borçludur der. Holmes Reklamdır. Üstün aklın kredisiyle hâlâ
canlılığını koruyor. James Bond ise reklam + silahtır.
Osmanlıca-İngilizce
Redhouse basıldığı sıralarda Bond ve Holmeslerin bize has benzerleri,
fıtratları farklı olan muadilleri vardı. A Study in Scarlet 1887’de basıldı. O
yıllarda İstanbul’da zekice işlenen cinayetleri çözebilmek için yine dedüktif
akıl yürütmeye gereksinim duyuluyordu. Sonradan ülke olarak içeri kapanınca
imparatorluk aklından mahrum kaldık. Altmışlarda Avrupa’ya işçi göçü ile
başlayan açılma küreselleşmenin de etkisiyle bugün bütün hızıyla sürüyor.
Balçova
– Aralık 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder