İzmir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İzmir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2022 Pazartesi

Sadık Yemni'nin Hayat Öyküsü - Ayrıntılı Kesim

 

Sadık Yemni

 

Nisan – 2022

 


 


 


  Sadık Yemni 1951 yılında İstanbul, Kurtuluş’ta (Tatavla), Sopalı Hüsnü (şu andaki adı Eşref Meriç) sokakta doğdu. İki buçuk yaşında ailesi İzmir’e taşındı. Böylece 1954 yılında kaldırılan tramvaylara son demlerinde binme şansını elde etti. İlkokulu Sadık Bey troleybüs durağındaki Hâkimiyeti Milliye İlkokulu’nda okudu. Öğretmeni Muzaffer Öniz bey beş yıllık süreyi ‘Sadık yıldızlar gibi bir parlıyor, bir sönüyor; ama varlığı her an hissedilir durumda’ cümlesiyle özetledi.

 

  Daha on yaşına gelmeden üç şeyde marifetli olduğu anlaşılmıştı ayrıca: Yaramazlık, Matematik ve Edebiyat.

 

  Ünlü hamamın yakınındaki Karataş Ortaokulu’nu bitirdi. O yıl devlet liselerinin belki de tarihinde tek bir kez sınavlı olacağı tutmaz mı? Neyse, Salah Birsel’in, Samim Kocagöz’ün ve Atilla İlhan’ın da okulu olan Atatürk Lisesine girmeyi başardı. Altı yıl sürecek olan olan lise yılları hem kendi, hem arkadaşları ve de okurları için unutulmaz olacaktı.

 

  Lisede kimyaya merak saldı. Hibeler ve düşeşlerin yardımıyla evinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Kendisine kısa zamanda nam kazandıran roketlerinin yanı sıra kimya şakalarına da başladı. Kendi kendine tutuşan mendiller, suda yanan taşlarla falan kimya sihirbazı lakabına layık görüldü.

 

  Lise sıralarında bu yaşa kadar sürdüreceği birkaç işe birden bulaştı. Muntazam idman yapmak, fizik, kimya, matematik dersi vermek ve alengirli düş kurmak.

 

  1969 yılında 18 yaşındayken Kimya hocasının yokluğunda üç sınıfa kimya dersleri vererek okulun tarihindeki en genç öğretmen olma sıfat ve şerefine erişti.

 

  1972-1975 yılları arasında Alsancak’ta Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki dairesinde namı şehrin sınırlarını zorlayan olaylar yaşandı. Bütün bunlar Emanet Apartmanı alt başlıklı bir romanda ele alındı. Son tashih için sırasını bekliyor.  

 

  4 Kasım 1975 tarihinde Ege Üniversitesinde Kimya Mühendisliği’nde 3. sınıf öğrencisiyken kısa bir hava değişimi için Amsterdam’a gitti. Gidiş o gidiş.

 

  Amsterdam’da ilk olarak dayısının konfeksiyon atölyesinde çalıştı. Ağır kot kumaş toplarını sırtında üçüncü kata çıkarmak, beş yüz buruşuk yeleği bir saatte ütülemek, polis baskına geldiğinde oturumu olmayan terzilerin arka taraftan iple sarkılarak kaçabilmeleri için adamları oyalamak gibi yeni beceriler edindi.

 

  1977’de eskiden butik olan dükkân börekçiye çevrildi. Adı Alsancak Börekçisi’ydi.  Sabahın ilk müşterileri Türk kumarbazlardı. Bütün gece oyundan sonra böreklerini yiyip, ayranlarını içip yatmaya giderlerdi. Onlarda Türk yeraltı dünyasının özet haberlerini bulmak mümkündü. Sabah on-onbir civarında Amsterdam’ın ilk kuşak Türk restoran sahipleri düşer, palavracılık sanatından seçme eserler saatleri yaşanırdı. Adam öldürmüş kabadayılar, jigololar, daha o yıllarda kaşarlanmış işsizler, iş arayan kaçaklar, hırsızlık malı satan bitirimler, o biçimler, örtülü parlakçılar, acemi dolandırıcılar ve daha bin çeşit müşteri dükkâna arzı endam eyleyerek günü renklendirirdi.

 

  Yetmiş sonlarında Amsterdam hâlâ hippi devrini yaşamaktaydı. Yazarımız ünü yurt dışına taşan The Festival of the Fools gösterilerini asla kaçırmazdı. O yılların Melkweg’ini, orada iş tutan Türkleri, George (Cüneyt) Arkın’ın Kara Murat filmlerini oynatan Rex sinemasını 2013 yılının Kasım’ında yayımladığı Alsancak Börekçisi adlı anı-romanda ayrıntılarıyla anlattı.

 

  1978 –1981 yılları arasında Rozengracht’taki belediyeye ait spor mekânının ünlü siması oldu. Gönüllülük bazında bu yıllarda yeni başlayanlara antrenörlük yaptı. Sonra gözde bir idman yeri olan Splash’e kapılandı. Burada yıllarca yarışmalarda jürilik yaptı. Sonunda bir ara 1985’te fitnıstan bıktı ve Wushu’ya (kung fu) başladı. Beş yıl sonra yeniden fitnıs idmanlarına döndü.

  Sadık Yemni 1978 –1980 yıllarında pazarlarda döner satma, mobilya taşımacılığı, temizlik işleriyle iştigal ettikten sonra nihayet bir baltaya sap oldu. Bulduğu iş demir yollarında köprücülüktü.

 

  Gene o yıllarda babasının eskiden verdiği iki altın öğütü de dinlemeyerek hem memur oldu hem de evlendi.  1980 – 1989 yılları arasında demiryollarında çalıştı. Yazları bikinili kızların bolluğu nedeniyle pek keyifli bir iş olan köprücülük sonbahardan itibaren kesintisiz bir kimsesizlik pelerinine bürünmekteydi. Yemni bu kimsesizlik saatlerini okuma, yoğun düşünme ve yazmayla doldurdu.

 

  1984 yılında Amsterdam’da kurulan Haber Gazetesi’nde aylık makaleler yazmaya başladı.

Aynı yıl Amsterdam’da Türkçe yayın yapan MTV’de, Migranten TV- Göçmenler Televizyonu’nda çalışmaya başladı. Söyleşiler ve sanatçı portreleri yapıyordu. İki işi de gönüllü olarak icra ediyordu.

 

  1985 yılında Utrecht şehrinde kurulmuş olan İlke Dergisi’nde yazmaya başladı. Söyleşiler ve makaleleler, arada da öyküler yayımlıyordu. 1986 yılında Hollanda çapında yapılan belediye meclisi seçimlerine Türkler de katıldı. Çeşitli bölgelerden 14 kişi seçildi. Yemni o sırada Hollanda Devlet Demiryolları’nda çalışıyordu. Trenler bedavaydı. Bu nedenle iş ona havale edildi. Böylece belediye meclisine seçilen üyelerin 14’üyle de yaşadıkları yerlerde teke tek söyleşi yapma şansına erişti. Yıllarca Türkçe medyanın önemli bir direği olan İlke Dergisi o yıllarda kapandı.

 

  Bu arada iki kez Amsterdam’dan temelli kaçma girişiminde bulunmayı ihmal etmedi. Bu tebdili mekân harekatının ilki Avustalya’ya, Sydney’ye icra edildi. Yemni bir seri serüvenin ardından gözü arkada kalarak Amsterdam’a geri döndü.

 

  1984’te Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde karnavaldan fena halde etkilenerek sürekli kalmak için bir deneme daha yaptı. Neredeyse başarıyordu. Gene olmadı. Kıl payıyla Amsterdam kazandı.

 

  1985’te ilk kez baba olma saadetine erdi. Bunu 1987’de basılan ilk kitabı olan Demirden Gaga (De ijzeren snavel) izledi. Çoğu demiryolu işçilerinin hayatlarını anlatan sekiz öyküyle edebiyat arenasına çıktı.

 

  1987 yılında İlke Dergisi bir öykü yarışması düzenledi. Bu yarışmayla beraber Yemni (1987-2012) Hollanda’da Türkiyeli göçmenler için yapılan yapılan bütün yarışmalarda jüri üyesi ya da jüri başkanı oldu. Çeyrek yüzyılda yapılan bütün yarışmaların kara kutusudur.

 

  1993’te Amsterdam’ın Gülü (De Roos van Amsterdam) ve 1994’te Amsterdam’ın Şövalyeleri (De Ridders van Amsterdam) başlıklı polisiye kitapları yayımlandı. Bu kitaplar Euro-Türk’ün göçmenlik tarihindeki ilk dedektifi olan Orhan Demir’i yarattı. Bu kitaplar vesilesiyle umuma sunduğu görünür ve görünmez Türkler - zichbaar, onzichbaar Turken, kasıtlı cahillik - opzettelijke onwetendheid vb. terimleri göçmenlik tarihinde yerini almıştır.

  Hollanda Sağlık Bakanlığının inisiyatifiyle yazdığı on skeç, filme çekilip TRT-INT tarafından defalarca yayınlandı.

 

  Gene o yıllarda şu anda artık mevcut olmayan Opstap projesi kapsamında 4-6 yaşları arası çocuklar için öyküler yazdı. Bu öyküler Türkçe ve Hollandaca olarak yayımlandılar.

  Bunu takip eden yıllarda Yemni’nin Hollanda’da ikisi Şaban Ol, biri Nahit Güvendi tarafından sahneye konmuş Karagöz Hollanda’da, Gece Vardiyası ve Paradigma adlı üç tiyatro oyunu vardır.

 

  1995’te yayımlanan De Amulet (Muska) adlı kitabı göçmen Türkiyelilere bir ilki yaşattı. Bu kitap 305 kitap arasından seçilerek çok prestijli edebiyat ödülü olan AKO Edebiyat Ödülü’nün aday listesine girdi.

 

  Muska 1996 yılında Metis Yayınları tarafından basıldı ve Türk edebiyatında fantastik edebiyatı okura edebiyat değeri olarak kabul ettiren ilk kitap oldu. Bu türün kapılarını ciddi okura açtı. Tanınmış yazarları bu alanda da eser vermeye teşvik etti.

  1996-97 yıllarında Türkiye’nin X Files’ı denebilecek olan bir dizi için Sır Dosyası senaryoları yazdı. Elinde kullanılmamış 26 öykü bulunduğu için bunları bir gün Türkiye’de dizi yapma hayalini hâlâ muhafaza etmektedir.

 

  2000 yılında Hollandaca olarak yayımlanan De Vierde Ster - Dördüncü Yıldız adlı romanı zamanın ruhunu faş eden ve Daha Yeni Dünya Düzeni’nin habercisi bir yapıt olarak değerlendirildi.     

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

  2001-2004 yılları arasında lise öğrencilerine fizik ve kimya dersleri vererek eski mesleğini yad etti. İkinci kuşak göçmen gençlere Türkçe dersleri verdi.

 

  2002, 2003 – 2004 yıllarında birçok derneğin bir araya gelmesiyle oluşan ortak panellerin organize ettiği öykü ve Şiir yarışmalarında jüri üyesiydi.

 

  Türkiye’de 2002 yılında Metros, 2003’te Çözücü, 2004’te Ölümsüz ve 2005’te Yatır adlı romanları (Everest Yayınları) yayımlandı.

 

  2005 Şubat’ında Türkiye’de ilk kez yayımlanan (Metis yayınları) 1002. Gece Masalları adlı fantastik öykü derlemesinde Bekleme Odası adlı öyküsüyle katıldı.

  2005 yılında UETD-Avrupa Türk Demokratlar Birliği çerçevesinde Hollanda Türk Yazarlar Birliği Başkanı oldu.

 

Bu süre içinde çeşitli etkinliklerinin içinde en kayda değenleri şunlardır:

2006’da Hollanda’daki ilk Türk think tank’i olan Fikir Yongalama Kulübü’nü kurdu. Yıllarca moderatörlüğünü üstlendi. Avrupa’da benzeri çok az olan bu kulüp şu 2011’de Amsterdam Tartışmaları adını aldı ve şu anda faaliyetlerine devam etmektedir.

 

2005 yılında Kopenhag Kriterleri’nin yanı sıra Konya Kriterleri’nin de konuşulması gerektiğini savunan bir yazı yayımladı. Arama motorlarından bu konu hakkında kolaylıkla bilgi edinebilirsiniz.

 

2007 yılı başında yazar Atilla İpek’in teknik yardımıyla ODA Edebiyat ve Felsefe Dergisi’ni kurdu. İki ayda bir yayınlanan dijital dergi bünyesinde özellikle genç yazarları barındırdı. www.odasanat.org’tan eski sayılara göz atılabilir.

 

2009 yılında Platform Dergisi’nin katkısıyla Hollanda’da Türkçe yazan yazarlar tarihinde ilk kez buluştu. Birinci Türkçenin Yazarları Platformu 30 küsur Türkçe yazan yazarı bir araya getirdi.

 

  İki politik cinayetin ardından 2002-2006 yılları Hollanda’sının gerilimli havasını, yabancı düşmanlığının suni olarak körüklenmesini anlatan Muhabbet Evi adlı romanı 2006 yılında Everest Yayınları tarafından basıldı.

 

  2006 yılında Yemni bir yıllığına köşe yazarlığına döndü. Ayda bir kere yayımlanan Hollanda Zaman Gazetesi’nde o zamanın ruhunu yansıtan makaleler döktürdü. Bir yıl sonra yollar çatallanınca yazılara son verdi. 

 

  2007 yılında Yemni lise anılarını baz aldığı Durum 429 (Everest Yayınları) kitabını yayımladı.

 

  2009 yılında Hayal Tozu Gölgecisi (Everest Yayınları) adlı öykü kitabı yayınlandı.  

  O yıllarda çeviri yapmaya başladı. Bernleff’in Buiten is het Maandag- Dışarısı Pazartesi adlı kitabını Türkçeye kazandırdı. Bunu Sandra Roeloff’un Bir İdealistin Anıları adlı kitabı ve 5 ünlü Hollandalı öykücüden birer öykü çevirisi takip etti.

 

  2009 yılı başında Gölge e- Derginin editörü Ahmet Yüksel yazardan öykü yazmasını istedi.  Azami sayfa adedi 6 sayfa olacaktı. Tepe Dünyaya Taklak adlı öykü derginin 18. sayısında yayımlandı. Bir başladı pir başladı. Romanların, diğer işlerin yanı sıra beyninde adeta bir öykü fabrikası açılmıştı. Ocak 2016’ya, 100. Sayıya kadar tek tük aralarla tahminen 70 civarında öykü yazdı. 113. sayıyla dergi yayınına son verdi. Yemni Gölge e-Derginin nicel ve nitel olarak ele alındığında baş yazarı olduğunu düşünüyor. Ona bu şansı tanıdığı için Ahmet Yüksel ve derginin ana taşıyıcısı illüstratör Mehmet Kaan Sevinç’e teşekkürlerimi sunmayı bir borç biliyor.

 

Bu dergi çizerlerin yanı sıra genç yazarların da kendilerini geliştirdiği, öykü ortamını soluduğu, ilham ufkunu genişlettiği bir beşik oldu. Bugün ortalama sayıları otuz kadar olan yerli bilimkurgu yazarımızın bir kısmı bu ortamdan yetişmedir. Bazı genç yazarların arka kapak metinlerini yazdı, öykülerini okuyup önerilerde bulundu, birlikte dijital öykü kitapları çıkardılar. Çok verimli geçen yıllardı.

 

Yine 2009 yılında iki genç yazarın yardımıyla K2rik ve Gece adlı altı öykülük bir dijital kitap yayınladı. Bu kitap Türkiye’de bir ilkti. Bilimkurgu-Fantastik janrındaki kitapta altı öykü vardı ve altı farklı kadın başkahraman rol oynuyordu. Sırf kadın kahramanlara tahsis edilmiş öykü kitabıydı. Yazarın şöyle bir özet tanıtımı vardı:

 

"Önümüzdeki yirmi-otuz yıl içinde hayatımız şu anlara oranla bayağı bilimkurguvari bir kıvama gelecek. Bu nedenle de edebiyatımızda kadın okuyucuları daha çok saran, onlara daha etkin rol veren, aşırı erkeksi bakıştan sıyrılmış öykülerin daha sık yazılması gerekmektedir.

Türk edebiyatında K2rik ve Gece kadın kahramanların bilimkurgu ve fantezi türünde başat rol oynadığı bir öykü seçkisi olarak bir yeniliktir. Hoş bir esintidir. Bu seçkinin dünyamızda insan bekasını üstlenmiş olan kadınları giderek hem okuyucu hem de yazar olarak bilimkurgu-fantastik alanına davet edecek mütevazı bir örnek olacağını düşünmekteyim."

  2009 -2011 yıllarında yine eski mesleğine döndü. Hollanda’da Türkçe olarak yayımlanan Platform Dergisi’nde dosya yazıları, denemeler yazdı. Dergi için söyleşiler yaptı. Mizah yazıları döktürdü.

 

  Bunca değişik iş deneyimi ve medya geçmişi Yemni’ye Avrupa’nın, Türkiyeli göçmen toplumunun nabzını tutma şansını verdi. İslamofobi Tezgâhı, Çokkültürlülük Mavalı, Dinler Arası Diyalog Fesadı, yabancıların temel sorunları, Türk girişimcilerin dinamizmi, yeniden canlanan İpek Yolu, Türkçe icra edilen medyanın gücü, üçüncü ve hatta dördüncü kuşağın vizyonu, Türkiye imajının grafiği, Neo-Oryantalizm, Yeni Haçlı Seferleri, yabancı, envai  çeşit vesayet yapılanması  vb. konularına daha derinlemesine bakabildi.

 

  Yemni 4 Kasım 2012 tarihinde Amsterdam’a ayak bastıktan tam tamına 37 yıl sonra Ha gayret-cumburlop yöntemini kullanarak İzmir’e döndü. 40. yılına girdiğinde Amsterdam’da otuz yıl ikamet ettiği evini boşalttı. Malının mülkünün bir kısmını hibe etti. Kalanını doğaya teslim ederek 6 Kasım 2014 yılında bu hayatta sahip olduğu fiziki nesneleri 1m3’lük bir hacme sığar hale getirdi. Böylece yeni bir mahlas kullanmaya hak kazandı. ‘Bir Metreküplük Adam.’   

 

  2012 yılında Arafor, Ağrıyan, Zihin İşgalcileri, Sınav Hortlağı, Korkulobin, Zaman Tozları-2 ve Kuşadası’ndan Sevgilerle başlıklı 7 kitap yayımlayarak eski rekorunu aşarak kendini bile şaşırttı. Bunlardan Arafor K2rik ve Gece’nin daha kapsamlı olanıdır ve dünyada bir ilktir. Bilimkurgu ve fantastik dalında 15 öykü ve 15 farklı kadın kahraman.

 

  2013 yılında ise Nar Kitap’tan 5 kitap yayımladı. Muska, Yatır ve Çözücü’ye yeni baskılar yapıldı. Yazarın listesine iki yeni kitap katılmıştı. 20. kitap İfrit 18.19 ve 21. kitap olan Alsancak Börekçisi.

 

  2013 Mayıs sonunda patlak veren Gezi Olaylarında arka plandaki gizli servis parmağını gördüğü için çevresini uyarmak istedi. Bu yüzden sosyal medyada yazar ve okur çevresinin ağır hakaretlerine maruz kaldı. Sonrasında görmezden gelinmeye başladı ve kitapları raflarda nadiren raslanır hale geldi.

 

  O yılın 17 – 25 Aralığında hükümete karşı girişilen hukuk darbesiyle ikinci şokunu yaşadı. Bu sarsıntıyla 2014 yılında iki roman döktürdü. Bunlar 2015’te basıldılar. Yeni Türkiye romanlarından ilki olan Kayıp Kedi (Nisan 2015 – Kırmızı Kedi Yayınları) Türk edebiyatındaki ilk FETÖ karşıtı romandır. Nazarzede Kliniği (Ekim 2015 – Erdem yayınları) ise bir çeşit modern Faust romanıdır. İstanbulda kurulan Dijivesayet - Metaversel ortamı faş eder. Bugünlerin ve yakın geleceğin esintisidir.

 

 2015’te eski kitaplarından bazıları da yayımlandı. Bunlar: Amsterdam’ın Gülü (2015 – Palto Yayınları) – Zaman Tozları, Sokaklar Benim Yeniden ve Durum 429)

 

  2016 Martında Ela adlı yapay zekâ romanı Erdem Yayınlarından çıktı. Müslümanlığı seçmiş bir yapay zekâ konusunu işler ve Türk edebiyatında (Muhtemelen dünyada da) bir ilktir.

 

  Aynı yıl İtibar Dergisi’nin 54. sayısında Üçüncü Kapı adlı medeniyet telakkisi muhteviyatlı yazısı yayımlandı. Böylece dünyada ilk kez modernitenin insanlığı buyur ettiği üç kapı; Samsa kapısı, Faust Kapısı ve Sahte Kurtuluş Kapısı şeklinde kategorize edildi. Derginin Nisan sayısında yine bu bağlamda Balonlu Vadi adlı yazısı yayınlandı.   

 

  15 Temmuz 2016 gecesi darbe ortamında tanığı olduğu olayları yayınladığı 93. Yıl Marşı adlı darbe karşıtı bir öyküde bütün açıklığıyla anlattı. On yıldır üzerine çöreklenen örgütlü ilgi ancak bu tarihten sonra azaldı ve daha nadir hissedilir hale geldi.

  

  2018 yılında Ketebe Yayınlarından Hayalet Kapısı adlı kitabı çıktı. Romanda yüksek teknolojinin yardımıyla muhafazakâr kesimi içerden çürütme konusu işleniyordu.  Bir ilktir.

 

  Aynı yıl Cins Dergi’de yazmaya başladı. Enteloid, Silisyum ve Türkler, Kapı Meseli, Zihin Küreyici, Muhayyer Gerçeklik, Geleceği Hatırlayanlar Dergahı, Borges ve Kemeraltı, Uzun Yürüyüşe Devam bunlardan birkaçıdır.

 

  2019 yılında yine Ketebe Yayınlarından Çağrılan adlı kitabı çıktı. Bu kitap ülkesel ve dünya ölçeğinde bir çok yönden ilkleri barındırıyordu. Yapay zekâ ve din-insan ilişkisi derinliğine işlenmiştir. Sadık Yemni edebiyatımızda akademik kriterlerin ışığında sufi bilimkurgu türünün ilk yazarı oldu. 2022 Haziranında Manchester University Press den çıkacak olan Religious Futurism kitabında bir bölüm kendisine ayrılıyor.

 

  2020’de 2012 yılında İthaki yayınlarınca basılan Ağrıyan adlı romanını çok ciddi anlamda yenileyerek güncelledi. Kitap Transnational Press tarafından basıldı. Bu distopik romanda Ağrı dağı insanlığın vicdan merkezi konumunda.

 

  2021 yılında Sümeyra buran editörlüğünde Edebiyatta Poshumanizm (Transnational Press) adlı akademik bir eser basıldı. Yemni bu esere Posthüman Aşkın Ezgisi: Phantomat ve Bedensizlik Özlemi başlıklı yazısıyla katıldı. Kitap bu konuda yazılmış ilk Türkçe eserdir.

 

  2020 sonlarında araştırmacı yazar Ömer Faruk İspir’le Fikir Yongaları adlı instagram yayını yapmaya başladı. Nisan 2022’de fikir yongalamaya devam ediyor.

 

  Yazarın Sadık Yemni Sözlüğü son on beş yılda güncellenerek bugüne kadar geldi. Dijital ortamda okunabiliyor.

 

Sadık Yemni'den Fikir Yongaları : Sadık Yemni Sözlüğü - Şubat 2022 itibarıyla (sadikziyayemni.blogspot.com)

 

  Yazarın edebiyatımıza kazandırdığı sözcüklerden bazıları şunlardır: Dijital İnsanat Bahçesi, Terminatör Kültü, Homo Kul, Paraverse, Das Global, Miyavor.

 

İnsanlar çevrimiçi ve çevrimdışı olarak iki gruba ayrılır. Çevrimdışı olmak, devrimdışı olmak, yani devredışı kalmaktır. - 2010

 

Tanrının içimize üflediği nefes gözeneklerimizden dışarı sızıyor. İnsanlık yeniden çamura mı dönüşüyor? - 2005

 

Mizah zekâ gölünün yüzeyindeki yakamozlardır. 2009

 

 

 Yemni, Anadolu’nun, Türklerin medeniyet telakkisi bağlamında dünyaya edecek sözü olduğuna ve  Yeni Türkiye davasına inanıyor.  Türklerin uyanışı için çabalıyor ve Türkiye’nin yepyeni bir paradigmanın beşiği olması ihtimalinden büyük bir heyecan duyuyor

                                                                                                                                                                                                                                

Ve hayat yazı makamında devam ediyor.

                                                                                                                                  B

 

                                               ----------------------------------

 

Müzmin Bağlantısız olarak kısa bir Sadık Yemni Portresi

Yemni kendini müzmin bağlantısız biri olarak görüyor. Kendisinin tuttuğu bir futbol takımı yok. Hiç olmadı. Ülkede eğitimle atılan standart format dışında bir ideolojiye kapılanmadı. O bahsi geçen formatttan kurtulalı, yani Kemalist Matrix’ten de çıkalı bir hayli oluyor.

 

Yemni, Marksist, Stalinist, Maocu, solcu, sağcı, milliyetçi vb. de olmadı. Tarikatı, kulübü, cemaatı, partisi de olmadı. Liberal ve demokrat tanımlarına yakın durdu. Bu serbestiyet sayesinde zaman zaman onurlu asgari müştereklerde farklı görüş ve mensubiyetten insanlarla işbirliği yapabildi. Bunlardan en öğündükleri güzel Türkçemizin gurbette yaşatılması ve zengin kullanım kazandırılması için içinde yer aldığı organizasyonlardır.

 

Yemni, Anadolu’nun, Türklerin medeniyet telakkisi bağlamında dünyaya edecek sözü olduğuna ve  Yeni Türkiye davasına inanıyor.  Türklerin uyanışı iiçin çabalıyor ve Türkiye’nin yepyeni bir paradigmanın beşiği olması ihtimalinden büyük bir heyecan duyuyor. 

21 Nisan 2020 Salı

Borges ve Kemeraltı


Tordemir Yazıları
Borges ve Kemeraltı
J. L. Borges 17-18 Mayıs 1986’da Amsterdam’daki Rai Kongre salonunda Fritjof Capra, Susan Griffin, R.D. Laing, Cloé Madanes, Rollo May’le birlikte bir konuşma yapacaktı. Assolist oydu haliyle. Kendisine Türkçe ve Hollandaca basılmış iki kitabını imzalatmayı hayal ediyordum. Mümkün olmadı. Borges rahatsızlanmıştı, o yılın Haziran ayında bu dünyadan göçtü gitti. Yukarıda ismini verdiğim yazarların kısa öykü ve denemelerini basan Kaos dergisinin özel sayısını hâlâ saklıyorum. Bellek sobasının ateş tuğlası olarak kütüphanemde duruyor. 

  Borges ve Kemeraltı denememin labirent ve bellek merkezli kısmını burada sizlerle paylaşıyorum. Yazarı defalarca İzmir’de Kemeraltı sokaklarını arşınlarken hayal etmişimdir. Sonunda kelimeleri bir araya getirebildim.
  Kemeraltı bir labirent. Ne kadar gezersen gez tamamını görmüşüm hissiyatı vermez. Aynı yerlerden, sattıkları her şey diğerleriyle bire bir aynı olan satıcıların önünden defalarca geçsen de zihnimizde çalışan ‘her an başka, her an diğerinden farklı’ jeneratörü bizi aldatır. Mevcudatın tümü ele geçmezdir ve sürekli bir devinim içersindedir. Bir yerden bir şeyler getirilir, insanlar bunları alır götürür, ciddi ölçüde kayıt dışıdır.
  El işi azlığı tekdüzelik getiriyor. Çünkü elin becerisi, kifayetsizliği, malzemenin bolluğu ya da azlığı inanılmaz bir çeşitlilik oluşturur. Buna rağmen tıpa tıp aynı gibi görünen binlerce fabrikasyon mamul bize biraz farklı görünür. Bunu unutma ve hatalı hatırlama yetimize borçluyuz. Unutmak tekdüzeliğin ilacıdır.
  Borges özellikle altmışların yetmişlerin Kemeraltı’sında bir-iki gün gezinseydi labirenti hemen sezerdi. Bir yeri labirent yapan şey onun karmaşık yapısından çok insana has bellek tökezlemesi yaratabilme kapasitesidir. Berkeleyvari bir zaman telakkisinin de labirent inşasında harcı yok değildir. 
  Borges 1942’de yazdığı Bellek Funes – Funes el memorioso adlı öyküsünde İreneo Funes adlı bir gencin her şeyi hatırlaması yüzünden büyük bir yükün altında ezildiğini, insan bedeninin bunu kaldıramadığını, attan düşme nedeniyle aldığı yaralar yüzünden çok genç yaşta ölerek kurtulduğunu anlatır. Adı barış, huzur; soyadı eğlenceli anlamına gelen İreneo Funes bütün ayrıntıları hatırlıyor; bu benzersiz hatırlama yetisi sayesinde sayılar yerine kelimeler ikame ediyor, nesnelerin bozulmasını, dişlerin çürümesini ve ölümün yavaşça yaklaşışını derinden hissediyordu.
  On iki yaşında falandım. Başkan Kennedy’nin ABD’de suikasta uğradığı sıralardı. Üçkuyular’a adı henüz verilmemişti. Fahrettin Altay’a ise daha çok vakit vardı. Kemeraltında olan biten her şeyi hatırlayan bir adamı dinledim. Kolonyacılar sokağında küçük bir imalathanesi vardı. Sadece limon kolonyası imal ediyordu. Adı İhsan’dı. Kolonyacı İhsan diyorlardı. Babamla gitmiştik. Kolonya alma bahanesiyle gelmiş iki adam daha vardı. Motor gibi eskileri anlatıyordu. Birisi on küsur yıl önce falanca dükkân dediğinde hemen sahibinin ismini söylüyor, şu anda ne iş yaptığını – Kemeraltı sınırları içindeyse söylüyordu. Herkesi ismi soyadı ve tevellütüyle tanıyordu. Kim öldü, kim yakında yolcu, kim teneşir kaçkını etiketiyle geziyor hepsini biliyordu. Müthiş bir bellekti. Kemeraltı’nın canlı yakın tarih kitabıydı mübarek. Anlattığı şeylerin hiçbirini bilmiyordum, ama bilenler hayret vitesi büyültüp duruyordu.
  Ergenlik çağının hayhuyunda bir ara o adamı unuttum. Tekrar aklıma geldiğinde kırkların kara sularına girmek üzereydim. Babam ben yirmi yaşındayken vefat etti. Ona soramazdım, neyse ki, aile dostumuz İsmail amca yardımıma yetişti. Boya atölyesini yaşlılık nedeniyle kapatmıştı, ama her gün iş gibi Kemeraltı’na gelip eşi dostuyla çay kahve içiyor, kıraathanelerde tavla oynuyor, akşam iş çıkışıymış gibi evine dönüyordu. Önünde bunu yapabileceği upuzun iki buçuk yılı daha vardı. Bay Hafıza denen Kolonyacı İhsan’ın seksen sonlarında öldüğünü ve onun yerini birinin alacağını, ama kim olacağının henüz belli olmadığını söyledi. Bu bir ananeydi. Kemeraltı vakalarını hatmeden bir hafız silsilesi vardı. İhsan beyden önceki vaka hafızı Rasim Mehmet adlı bir kunduracıydı. Adam İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşlılıktan ölerek postu kolonyacı İhsan’a bırakmıştı. 
  İreneo ile Kolonyacı İhsan çok farklı.  İhsan bey evliymiş, üç oğlu varmış, karısı zeytinyağlı kereviz yemeğini çok güzel yaparmış ve bazan motor gibi dur durak bilmeden anlatırmış. Ağır ağır kelime seçerek konuşan İreneo ise genç delikanlı ve bekâr. Kolonyacı duyduğu şeyleri hatırlıyormuş en çok. Aklında kalmasın diye kitap gazete falan okumazmış. O sırada televizyon ve sosyal medyanın olmaması şansı olmuş.
 
Bir yakın arkadaşıma bir gün yarı şakayla ‘İleride kendinle ilgili olarak benim de tanığı olduğum ya da bana anlattığın bir şeyi unutursan bana gel, benden dinle’ demiştim. Gençken yüksek sesle söylenen telefon numaraları bile aklımda kalırdı. Bu istidatım sonradan otobiyografik metinler yazarken çok işime yaradı. Şimdilerde yedinci on yılı doldurmak üzereyken bu tür iddialarda bulunacak durumda değilim, ama hâlâ yarım yüzyıl öncesine ait bir yığın ayrıntı zihnimde dans etmeye devam ediyor. Çocukken ve ilk gençliğimde ısrarlı rüyalarım vardı. Bunları hatırlamaya devam ediyorum mesela, ama evvelsi gün yaptığım beş telefon konuşmasının beşinin de kimle olduğunu duraksamadan sayabileceğimden kuşkuluyum.
  Kolonyacı İhsan eskiden tanıdığı kimselere o sıralarda ne giydiğini, nelerden bahsettiğini söylermiş. Bu özelliği de fazladan seyirci çekermiş. Birçok kimse kendi belleğini tazelemek, nostaljik duygularla sarsılmak için Kolonyahaneye gelir ve ‘Anlatsana İhsan abi, ben hani çocukken buraya gelmişim. Ne giymiştim? Ağzım ne tür laf yapıyordu? Babam rahmetli neler diyordu benim için.’ vb. falan diye sorarlarmış. Ne yalan söyleyelim adam sağ olsaydı bunu ben de yapmak isterdim şimdi.
    Kunduracı Rasim’in Üçüncü Beyler sokağının bitiminde küçük bir ayakkabı tamircisi varmış. Onun belleği de müthişmiş. Daha çok maniler, türkü ve şarkı sözleri, adı sanı bilinmeyen çoğu sıradan olan şairlerin şiirlerini ve en müthişi meyhanelerde edilen en uçuk sohbetleri kelime kelime hatırlıyormuş. Çarşıda iş tutan alüftelerin, parlakçıların, ispirtocuların, goygoycuların, bul karayı al parayıcı taifesinin falan hepsinin adını bilirmiş. Küçük dükkânı yaz-kış ayakkabı tamiri bahanesiyle gelen insanlarla dolu olurmuş. İkinci Dünya Harbi sırasında kimine göre veremden, kimine göre sirozdan ölünce yerini kolonyacı almış. Bundan Kemeraltı’nda böyle bir sınırlı, insani bellek bankaları ananesi ve saklı bir silsile olduğunu düşünmeye başladım. Bunun da peşine düşmek lazım.  
  Borges Bellek Funes öyküsünde bir yerde şöyle yazar:
Herbirimiz ölümsüzüz ve er ya da geç bütün insanların her şeyi yapacağını ve bileceğini biliyoruz.

Babil, Londra ve New York’un hoyrat görkemleriyle insanların hayal gücünü zaptetmişlerdir; onların o kalabalık kulelerinde ya da hızlı hızlı gidilen caddelerinde hiç kimse, fakir Güney Amerika taşrasında bahtsız Ireneo’nun gece ve gündüz  üzerine çöken aman vermez gerçekliğin hararetini ve basıncını hissetmemiştir.
                                                   Hayaller ve Hikâyeler, İletişim Yayınevi. Çev: Fatih Özgüven
  Ireneo bir öncüdür. Bana bir cyborg öncülü çağrışımı yapıyor. Cyborg dedim çünkü hisleri olmayan bünyedeki bir mega bellek asla yıpratıcı ve rahatsızlık verici bir yük değildir. Tamamen organik bir yapı bütün ayrıntıyı belleğinde tutabilse o bahtsız delikanlı gibi çok acı çekerdi. Ayrıntıların dar bir alanda sınırsız çoğalmasının zamanla kara delik benzeri bir yapıya evrilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
  İkinci Dünya Harbi sırasında Borges ve benzeri bazı yazarlar gerçekçi edebiyatla bağlarını kopardılar. Daha o zamanda bile Babil-Londra-New York’un inşa ettiği sentetik gerçeklikten, hakikatsiz gelecek fikrinden hem korktular hem de bunaldılar ve büyülü gerçekliğin başı sonu belirsiz labirentlerini inşa ettiler. Hippilik de dahil bütün izmlerin bir kandırmaca ve oyalama taktiği olabileceği şüphesiyle labirentlere dalıp bir nebze rahat nefes almaya çalıştılar.
  Bu labirentler eskisi kadar olmasa da bugün hâlâ popüler. Altmış ve yetmişlerdeki refah toplumlarının okuru onu bağrına bastı. Diğer ülkelerde de bunun bir yansıması oldu. Türkiye bunlardan biridir.
  Kemeraltı’nın haritası yoktur. Yapılan birkaçı da işe yaramaz düzeyde kötü ve külliyen kifayetsizdir. Az sayıda da olsa mutena bir haritayı yapabilecek evsafta ustalar var, onlar bilerek bu işe kalkışmazlar ve kasıtlı olarak çırak yetiştirmezler. Bunu iki nedenden yapmazlar. Birincisi Kemeraltı’nın fiziki beden olarak sayısız kopyaları olduğundan emindirler. Her kopya ayrıntıda da olsa birbirinden olabildiğince farklı kalsın isterler. Harita yapmak sayısız Kemeraltı algı ve izlenimini tıpatıp birbirine benzer hale getirme çabası olacaktır ki, yüce yaratıcı buna asla izin vermeyecektir beklentisi hâkimdir. Diğeri bir batıl inançtır. Çok kaliteli gerçeklikle bire bir örtüşen bir harita yapılırsa bu haritanın bir parçasının yırtılması durumunda o yere denk gelen alanın yıkılıp gideceğini, gözden yiteceğini, kötücül birinin haritayı ele geçirmesi halinde tüm alana istediği gibi tahakküm edebileceğini ve hatta isterse kâğıdı yakarak tarihi çarşıyı tümden yok edebileceğini düşünürler. Borges bu temalı bir harita öyküsü yazmıştır malum. O nedenle bahsi geçseydi anlayışla gülümseyeceğinden hiç şüphem yok. 
...
  Tlön Kemeraltı’na nüfuz edebilir mi? Bence artık mümkün değil, çünkü Tlön’ün yerini zamanımızda Dijital Kafes Gerçekliği aldı. Kendi nüfuz hücreleri işbaşında. Ortamı dijital toza, bilgi kirliliği sisine dumanına boğuyor. Bu nedenle birinin Kemeraltı’nda Alef’i görme olasılığı neredeyse imkânsız.  Alef’i boş meşgale olarak aratma kursları açılıyor. Tamam bunlar var, bazıları bayağı pahalı da üstelik, ama en elzem, en hayati olan soru sorulmuyor.      
  Bu tarihi çarşının kendine has bir Beatriz Viterbo’su var mıydı ve varsa evi neredeydi? Bunu bilseydik toza dumana rağmen Alef’i en doğru yerde aramaya başlayabilirdik.
...

                                                           --------------------------------

24 Aralık 2019 Salı

Kayıp Kedi - Efnan Atmaca ile Söyleşi

Efnan Atmaca – Sadık Yemni   

1 - Sizinle ‘Yatır’ üzerine konuştuğumuzda romanlarınız türü için trildeme tanımını yapmıştınız. Bu kez mistisizm ile sihiri dışarıda bırakıp sert bir gerçeklik kurgusunu tercih ediyorsunuz. Neden bu kez böyle bir yola başvurdunuz?
Yatır söyleşimizin üzerinden tam on yıl geçti. Ben bu arada Amsterdam’da dergicilik ve kendi kurduğum think tank kulübünün moderatörlüğü yaptım. Kültürel organizasyonların idari kadrosunda yer aldım. Mistisizm, bilimkurgu türlerinin yanısıra gazete ve dergilere siyasi makaleler, denemeler yazdım.  Röportajlar yaptım. Tematik paneller idare ettim. Avrupa’daki göçmenlerin nabzını tuttum. Gerçek dünyanın sesleriydi bunlar. Son polisiyelerimde siyaseti ve küresel tezgâhları konu edindim. Böyle bakınca doğal bir gelişim, yönelim süreci gibi görünüyor.

2- Biraz önce de bahsettiğim gibi kitapta sert bir gerçeklik hakim. Paralel yapı kitabın merkezine oturuyor.  Son dönem Türkiyesi’ni size göre ne kadar şekillendirdi bu siyasi yapı?
Paralel Yapı denilen şey bir Üst Akıl projesi. Paralel derken cemaatın tamamını değil,  bu yapıya ait piramidin üst kısmını, ‘Güdümlü İhanet Departmanını’ kastediyorum. İran’daki Hümeyni devrimi ilham vermiş olmalı bir yanıyla. Vesayet 2.0, Gladyo 2 gibi kod isimleri takıldı malum. Bu yapılanma Cumhuriyet tarihinin en büyük dönüştürme projelerinden biri olmak üzere planlanmıştı. Paralelin başı olan zatın bir ‘Kukla Halife’ olması tasarlanmıştı. Oturacağı saray bile hazırdı. Bürokraside, ticarette, eğitimde girmedikleri, sızmadıkları bir yer olmadığı için toplumsal ölçekte etkin oldular.  Genç beyinleri etkilediler. İnsanları devlete karşı kullandılar. Hayati bilgileri toplayıp malum ülkelere servis ettiler. İslami değerleri yozlaştırdılar. Sulandırdılar. Bulandırdılar hatta. Bunun için bilumum takiye yöntemlerini kullandılar. Balyoz davası gibi örneğin siyasi davaları yozlaştırdılar. Parayla, güçle baştan çıkarak polis-savcı-hâkim üçlemesini kendi şahsi çıkarları için kullananlar oldu.  Dokundukları her şeyi kirlettiler. İnsanlar meyus oldu. Umarsızlığa kapıldı. Bu faaliyetleriyle halkta büyük bir öfke biriktirdiler. Sonra halktaki birikmiş öfkeyle mücadeleci ruh birleşti ve bugünlere geldik. Şu anda cemaat ülke içinde iflasın eşiğindedir. Kredisi çok kötüdür. Bu haliyle belini doğrultması artık imkânsızdır.


3- Siz neden Türkiye’nin son yıllarının en büyük hesaplaşmalarından birini kitabınıza konu etmek istediniz?
Son on yılda Türkiye’ye dışarıdan bakarken, yabancı gazete ve televizyonlardan Türkiye’yi okurken yavaş yavaş meseleye uyandım. Büyük resim denen şeyi görebildim sonunda.  Ben 2005-2012 yılları arasında Hollanda Türk Yazarlar Kulübü başkanıydım. Gazetecilik dergicilik yaparken diğer siyası ve toplum kuruluşlarının yanı sıra cemaati de tanıdım. Tanıdığım insanların saflığından, samimiliğinden ve çalışkanlığından olumlu etkilendim. Türkçe Olimpiyatları’nı matah bir şey sandım bir ara. Bir üçgenden söz edilir malum. Alt tarafı ibadet, orta tarafı ticaret, üst tarafı hiyanet şeklinde bölmelenmiştir. Ben alttan iki bölümü görebildim haliyle. İhanetin ölçeği, kumpasın yıkıcı inceliği beni şoke etti sonradan. Bu şok gördüğünüz gibi hemen bir kitaba dönüştü. Kayıp Kedi roman türünde ilk ‘Paralel’ konulu kitap oluyor. Paralelcilerin zihninden onların iç dünyalarını gösteriyor. Behti Ülger karakteri kayda değer bir iç çatışma yaşıyor örneğin. İmanını geri kazanmaya çabalıyor. Kendi sistemlerini içeriden irdeliyor.


4- Kitabın sürprizini kaçırmak istemem ama konu içinde ‘dış mihraklar’ oldukça etkin. Siz politik tüm günahların suçunu dış mihraklara mı yüklüyorsunuz ya da ne kadarını yüklüyorsunuz?
Dış Mihrak sözü zamanımızda biraz anlamsızlaştı. Küreselleşen dünyada içiçeyiz; dış halkaları kesişen, sürtüşen, yer yer füzyonlar oluşturan hayatları sürdürüyoruz. Ben kendim de dış öğeyim bir yanıyla. Bir Avrupa ülkesinin pasaportuna sahibim. Ama adım soyadım yerli. Bir ülkede aksaklıklar, mazlumlar yoksa ve ahali birlikse dış mihrak hiçbir halt edemez. Her şey içle ilgilidir aslında. Dışı anlatmam içerisinin tasavvur edebilmesini kolaylaştırmak içindir. İçeride algı yamukluğu, mukallitlikte mutasyon, tektipleşme tsunamisi, analitik olmayan eğitim, tarih bilinci zafiyeti, dil yetersizliği, değerler erozyonu vb. gibi arızalar var. Atılan siyasi adımlar çok şeyi belirliyor. Şu anda Türkiye’de kapsamlı bir Alevi açılımı bekleniyor örneğin. Bu yapılmazsa, Das Vierte Reich Amca ya da başka bir merci Alevi-Sünni sürtüşmesinden medet umabilir. Rakibiniz niye zayıf noktamdan vuruyor diye şikâyet edemezsiniz ki. Tedbir alınması gerekiyor.  


5 - Kitapta Türkiye’ye karşı kurulmuş büyük kumpasları ortaya çıkarmak için görevlendirilmiş bir ekip var. Siz yurtdışında yaşayan biri olarak daha objektif bir bakış açısına sahipsiniz. Dışarıdan bir gözle baktığınızda kurban gibi mi görünüyor Türkiye yoksa bu kumpaslara gönüllü bir hali de var mı?
Emre Tuğrul yeni James Bond’umuz. Emperyal (emperyalist değil) bakış ve donatımla mücehhez. Ben de böyle bakarım dünyaya. 40 yıl oturduğum coğrafyadan etkilendim tabii ki bir ölçüde. Dünyaya geniş bakan, her yeri gören, uzun vadeli plan yapan bir zihniyet bu. Türkiye dışarıdan bakıldığında dünyanın çok mutena bir yerinde bulunduğu, bu değerin (gaz boruları, bor ve toryum değil sadece) bir başka ülkeyle kıyaslanamayacak kadar özel olduğu açıkça görülüyor. Bunun ne olduğunu anlayabilmek için dinler tarihini, paranın hikâyesini iyi bilmek, kendi yakın tarihini hatmetmiş olmak ve yabancı medyayı okuma becerisini edinmek gerekiyor. Bunları ortalama bilmeyen dünyada ne olup bittiğini kolay kolay çözümleyemez. Böyle baktığımızda kumpaslara açıklık ve gönüllülük az önce değindiğim zaafiyet alanlarının varlığından oluşuyor. Bu bölgede rekabet çok sert ve gaddar. Dünya yeniden yapılanıyor. Güç paylaşımı mücadelesi çok acımasız ve kuralsız. Ayakta durabilmek için kodları doğru okumayı becermek gerekiyor. Devletin bütün kurumlarına olduğu gibi MİT’e de düşen görev bayağı çetin.


6 - Mesela siz Gezi Olayları’nı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Durum 429 (2007 – Everest Yayınları)  kitabının yazarıyım. Şimdi edeceğim ilk birkaç cümlemin gerçekliği ispatlı durumda yani. Anarşist damarı çok önemserim. Bu olmazsa toplumun yaratıcı asabiyeti bitmiş tükenmiş demektir. Ben sıradan bir üniversite öğrencisi olsaydım hem meraktan hem de özel hayata baskı varmış algısına kapılarak öfkeyle Gezi’deki yerimi alırdım. Ağaç, Topçu Kışlası, AVM, gaz ve tazyikli su bunun için yeterli olurdu. 31 Mart Vakası’nın arka planını ve Topçu Kışlası’nın neyi sembolize ettiği okulda öğretilmediği için bilmezdim haliyle. Daha iyi ve keyifli yaşayacağım bir şehir hayali için meydana çıkardım. Damarlarımdaki deli kanın sürüklemesine bırakırdım kendimi. Yani doğru bildiğim şeyler, tasavvur ettiğim portre gerçek olmasa da bu böyle olurdu.

Gezi’de başlangıç buydu. Daha doğrusu koçbaşı şeklinde sürüklenen kesim buydu. Hissiyatları, çoşkuları, öfkeleri, enerjileriyle toplumun has bir damarıydı. Ama asıl kumpas Turuncu Devrimimsi dış-iç ortak vesayet hamlesiydi. Ortaya çıkanların kim olduğu, ne yaptıklarına bakınca hemen belli oluyor. CNN ve Das Spiegel ve Batı medyasının heyecanı falan da artık kaymağı bunun. Şu anda her şey çok ortada. Ukrayna’nın hali malum. Sokakta ortalığı kırıp dökenler ne kadar pişmandır. Kullanıldılar. Ülke ikiye bölündü. IMF borç vermezse açlar. Gezi’nin arkasında da böyle bir plan vardı. Filanca şunu dedi, şöyle yapılsa böyle olurdu gibi laflar ayrıntı kabilinden fikir kıymıkları. Kıymeti harbiyesi yok. Önemli olan dev koçbaşı ve onu kullanmak için plan yapmış kesim. Bunu görmek lazım.


7 - Kitapta yüksek teknolojiye de oldukça yer veriyorsunuz. Size göre günümüzün ve geleceğin en büyük savaş makineleri teknolojik ilerleme mi olacak? İnsanlara ihtiyaç giderek azalacak mı?
İnsanlara ihtiyaç azalacak. Azaltılma yönüne gidilecek. Şu anda yapılıyor zaten. Afrika tenhalaştırıldı. Maden yatakları ve tarım alanları olarak Batılı elitler için bekletiliyor. Orta Doğu’nun hali malum. Diğer yandan ilerleyen teknoloji namahrem bir hayata itikledi bizi. Giderek alışmaya da başladık. Kitapta teknoloji kullanımı çok doğal. Zamanımızda gruplar arasındaki kapışmada azami teknoloji kullanılıyor. En ilginci de ‘Her şeyi gören ve duyan’ olmaya talepteki yoğun istektir. Adeta dinsel bir yönelim. Böylelikle rakibi dinlemek, hamlelerini tahminin yanı sıra izlemek hayati bir önemi haiz. Kayıp Kedi’de bu çabalara sıkça tanık oluyoruz.

8 - Yine sürprizi kaçırmak istemem ama kitap sanki biraz ucu açık bitiyor. Bu yarattığınız Seksek Ekibi’nin maceraları devam edeceği anlamına mı geliyor? Yoksa Türkiye’nin paralelcilerle daha çok uğraşacağı anlamına mı?
Emre Tuğrul gelecek serüvenlerde küresel siyasetin dümen suyunda serüvenler yaşayacak. Bugünün en sıcak konularının göbeğinde duracak. Eskiden yazarlar Batılı ajan gözüyle romanlarda bizi anlatırdı.  Örneğin Ian Fleming’in Rusya’dan Sevgilerle adlı kitabında James Bond ilk kez müşerref olduğu Türkleri şöyle  tasvir eder:
Demek ki modern Türkler şu gördüğü esmer, çirkin, mütevazı duruşlu memurlardı. Bir müddet Bond onların kalın sesli harflerin ve U seslerinin bol olarak kullanıldığı konuşmalarını dinledi, uysal, terbiyeli duruşlarını yalanlayan canlı, kara gözlerini seyretti. Dağlardan henüz inmiş kızgın parlak, vahşi gözlerdi bunlar. Asırlardan beri davar sürülerini gözlemeye, tozlu bozkır ufuklarındaki en küçük hareketleri dahi sezmeye alışmış gözler. Bunlar eldeki bıçağı görmeden sezen, yiyecek kırıntılarını ve kuruşları santimine kadar sayan, satıcının titreyen parmaklarını farkeden gözlerdi. Sert, itimatsız, kıskanç gözler.
                                                                                             Başak yayınları. 1965. Sayfa 83.

Şimdi sıra bizde. Biz de onları yazacağız.

Cemaatın ‘Güdümlü İhanet Departmanı’na  gelince, bu bir süreç. Tsunami vurdu toplumumuza. Artçı depremler olacak ve esas hasarın onarımı uzun sürecek. Bir nokta daha var. Paraleli, ‘Protestan Müslüman’ ve yurtdışındaki okullarda beyni yıkanmış öğrenci yetiştirme makinesi gibi tasavvur ederseniz belli ölçüde başarı kazandığını düşünebilir ve bu şartlarda misyonunu tamamladığını söyleyebiliriz.  

Bir anekdot anlatayım. Yıl 2004. Hollandalı alt kat komşumla bir sohbette bana ‘Ilımlı Müslüman’ terimini kullanınca tepki vermiştim. Post Modernizmde eşcinsellik aşırı vurgulanır malum. İtirazıma şaşınca ona buradan yaklaştım. ‘Ilımlı eşcinsel deniyor mu?’ dedim. Telaffuzundan bile korktu. ‘Tabii ki demeyiz.’ dedi. ‘Cinsel tercihi böyle sınıflandırmıyorken, bin beş yüzyıllık bir dinin mensubunu nasıl kategorize edebilirsin?’ deyince terimin abesliğini kavradı. Dinler Arası Diyalog da böyle bir fesatlıktır. Neyse ki itibarı iyice söndü.

Yanı lafın kısası Vesayet 2.0’ın kalıntıları ve yapımdaki Vesayet 3.0 kahramanımızın konusu olabilir ileride.

9 - Kitapta sinematografik bir kurgu dikkat çekiyor. Böyle bir kurguyu neden tercih ettiniz?
Ben iflah olmaz bir film âşığı olarak sinematografik anlatımı otomatik olarak yaparım. Bütün romanlarımda böyledir. Bazen daha yoğunlaşır. Bölümlerin kesimi sırasında kendimi bazen film montaj aparatının arkasında oturur gibi hissederim. Kayıp Kedi’nin bir gün film yapılmasını isterim tabii. O ünlü romanı ve filmini hatırlayın. ‘Kim korkar hain kurttan?’

10 – Kitaptaki kahramanlardan biri Borges çevirmeni. Borges de konu ediliyor kitapta. Buna da biraz değinseniz.
Borges’in özellikle Alef adlı öyküsünü kitabın içinde bir deneme gibi işliyorum. Alef’le kurguya bir katman daha ekleniyor. Merkezi her yerde, çevresi hiçbiryerde olan bir küreyi hayal etmeye çalışın. Ana konuya bayağı uygun. Bir de sert, acımasız dünyada edebiyatın teskin ediciliğine sığınan kadın izleği oluşuyor. Daha başka noktalar da mevcut haliyle. Tlönlüler gibi. Bunu keşfetmeyi Borgessever okura bırakalım.


11 - Son olarak kitabınızı kediniz Fıkır’a ithaf ediyorsunuz. İlginç bir hikayesi var bunun. Bundan da bahseder misiniz?
Bu kitabın kurgusunu hazırlarken adını Kayıp Kedi olarak kararlaştırmamdan bir hafta sonra çok sevdiğimiz ve güç bela yaşatarak büyüttüğümüz kedimiz Fıkır kayboldu. Aradan neredeyse bir yıl geçti. Bu nedenle kitabı ona ithaf ettim. Başlık Kayıp Kedi, yayınevi Kırmızı Kedi, ithaf kediye. 3 kedi bir araya geldi.
x
     

23 Kasım 2016 Çarşamba

İki Ruh İzmir’i AB ye Salmaz

2007 yılında bir konferansta AB’nin son kullanma tarihinin yakın olduğunu söylediğimde çok tepki çektim. 9 yıl sonra şu anda AB bir Hasta Adam. Hastalık nedeni bencillik, kendini beğenmişlik, açgözlülük ve küresel güçlerin boyunduğu altında olmak. AB’nin bu cendereden sıyrılması mümkün, ama çok güç.

İzmir’de iki ruh AB’ye karşı çıkar.

9 Eylül ve 15 Temmuz ruhu İzmir’i Haçlı-Siyoniste yem etmez.