30 Nisan 2017 Pazar

CEPŞOKU (Öykü)

CEPŞOKU
                                                                                                                                                                 No mobile fhobia! Quo vadimus?

  Leman telefonuna baktı. Ekran sönmüştü. Aküsü çoktan bitmiş bir telefonun ekranının kararması kadının yüreğinde güneş parlaması gibi etkin olmuştu. Karşısında oturan kocası Fehmi’ye baktı. Dalgın dalgın camdan dışarı bakıyordu. Kadın boşuna sevinmeye korkarak biraz bekledi. Hımbıl saniyeler aktı geçti, ekranda bir dirilme olmadı. Allaha şükürler olsun, beklenen şey olmuştu galiba.                
  Dirseğiyle adamı hafifçe dürttü. “Hat kesildi.”
  Adam önce elindeki telefona, sonra yüzüne baktı. “Ne yapıcaz?”
  “Eve gidelim.”
  Fehmi’nin yorgun hatlı yüzünde beliren ifade kadına altmışlı yıllarda yapılan kovboy filmlerini hatırlatmıştı. Yetmiş iki doğumlu biri olarak kendinden on dört yaş büyük abisinin etkisiyle bu filmlerin çoğunu görmüştü. Adam birden fazla rakibe karşı düelloya çıkan bir kovboy gibi bakmıştı. Hayatta kalma şansı çok düşüktü ve bundan kaçınması mümkün değildi.
  “Haydi.”
  Eve bir kilometre kadar yakında olan bir kafede oturuyorlardı. Pazar sabahı olduğu için tenhaydı. En dip masada oturan tuhaf görünümlü iki tipin telefon edip durmaları fazla dikkat çekici olmuyordu. Ismarladıkları şeylerin parasını peşin ödedikleri sürece sorun yoktu. Kafeden çıkıp ilk buldukları taksiyi çevirdiler. Çok yorgun olmaları tek neden değildi. Bu fırsat kısa süreli olabilirdi. Saniyelerin hayati önemi olabilirdi yani. Şoför kılık kıyafet ve yüz ifadelerinde normal gitmeyen bir şeyler saptamıştı doğal olarak. Gece olsa onları arabaya almazdı belki. Pazar öğleniydi, saat on ikiyi iki geçmekteydi. Yollar göreceli olarak tenhaydı. Bu şartlar altında eve varmaları beş dakika bile tutmazdı. Eve yaklaşırlarken kadının nabzı hızlanmıştı. Kadife ceketinin cebindeki telefonu çıkarıp baktı. Ekranı karaydı hâlâ. “Ne diyorsun?” 
  Fehmi içini çekti. “Başka çare yok.”
  Kadın başıyla olumladı. “Doğru.”
  Fehmi elini uzatınca parmakları birbirine değdi. Adamın buğday teninde gümüş sakallar parlıyordu. Gözleri kanlıydı. İkisi de yorgunluktan bitkin durumdaydılar. Dün bütün gün  yüzlerce yere telefon etmiş, geceyi de sokaklarda geçirmişlerdi. Son saatlerde enerji içecekleri ile ayakta durmaktaydılar. Eğer ekrandaki kararma sandıkları şey değilse işleri fena halde bitmiş sayılırdı. Kadın içinden dua ederken Mehtap Apartman’ın önünde durdular. Şimdi ya herro ya merro zamanıydı artık.

*
  Leman boşanma avukatı olarak ün yapmış biriydi. Kızını çok seviyordu. Pedagojiden de biraz anlardı, ama Seyhan’ın geceleri cep telefonuyla koyun koyuna yatmasına elinde olmadan sert tepki vermişti. Önceden defalarca uyarıldığı halde çocuk telefonu başucunda, yastığın altında, hatta bazen göğsünde uyuyakalmaktaydı. Seyhan geceleri telefonu elinden alınmasına, bataryasının çıkarılmasına ya da aparatın bulamayacağı bir yere saklanmasına çok değişik tepkiler vermişti. Akşam yemeği yememe, sabahları somurtma, arkadaşlarıyla beraberken hırçınlaşma, sınıfta dalgınlık , onun için gidilmiş sinemada filmin tam ortasında ‘Ben sıkıldım eve gidicem’ diye tutturup ağlaması ve sebepsiz ağlama nöbetleri bunların başlıcalarıydı. En sonuncusu ise tek kelimeyle bir felaketti. Böyle bir şeyi hayal etmeleri bile mümkün değildi.
  Evvelsi akşam hafta sonu olduğu için geçe kalmasına izin verilen Seyhan on civarında yatağa giderken telefonunun kendisine verilmesini istemişti. Kesinlikle  reddedilince, ‘Kendime başka telefonlar yapıcam. Sincap yardım edecek. Görürsünüz  bakın.’ demiş ve odasına gitmişti. Leman yarım saat kadar sonra kızının odasına gittiğinde Seyhan’ın mışıl mışıl uyuduğunu görünce sevinmişti. Kızı yemeğini yemiş ve tahminlerinin aksine hiç zırıltı çıkarmadan gidip yatmıştı. Sincap kızının beş yaşından beri sahip olduğu düşsel bir dosttu. Kızı onunla saatlerce oynar ve bazen de konuşurdu. Tanıdık bir psikolog çocuklarda dört ile on iki yaşları arasında bu tür hayali arkadaşlara sahip olma durumlarına raslandığını söylemişti. Seyhan şizofren değildi. Testleri negatif çıkmıştı. Sincap’ın kızlarına özel bir telefon yapma sözü vermesini ciddiye almaları mümkün değildi. 

*
  Sincap kızlarına beş yaşındayken yanaşmıştı. Seyhan onları korkutan ağır bir grip geçirmişti. Üç kilo kaybetmiş ve gecelerce sayıklayıp durmuştu. Sonra nekahetteyken ilk kez Sincap’tan söz etmişti. 5 yaşındaydı. Leman şimdi Sincap’ın ne olduğunu tahmin ediyordu. Fehmi de aynı kanaatteydi. Şimdi oturdukları daireyi satın aldıklarında hemen arka taraftaki o ışın canavarı inşa edilmemişti. Yapımı semt sakinleri karşı çıktığı için ertelenmişti. Mahkeme sürüyordu. İnşaat izninin iptal edilmesine kesin gözüyle bakılmaktaydı. Sandıkları gibi olmamış, otuz metre arkalarına bir baz istasyonu inşa edilmişti. ‘GSM-2100 bizi seviyor ve her dakka okşuyor’ derdi üst kattaki komşu Meral Hanım. Yalnız yaşayan öğretmen emeklisi bir kadındı. Mikrodalgaların kanser yapıcı ve depresyon yaratıcı etkilerini anlata anlata bitiremezdi.
  Kızları tipik bir nomofob’du. Cep telefonundan ayrı kalma, istediği zaman birilerine ulaşamama kaygısı müthişti. Arkadaşlarının çocuklarında da bu davranış şekli belli ölçülerde mevcuttu. Hemen herkes yakınıyordu. Seyhan’ın elinden sevgili telefonunu alanlara karşı beslediği öfkenin şiddetini iyi tartamamışlardı. Kızın o ana kadar örtülü duran bir yeteneği dirilmiş ve iradesi muhtaç olduğu enerjiyi yakındaki baz istasyonundan çekince dananın kuyruğu kopmuştu.
  Cuma gecesi 22.22 milattı. Leman dizideki aradan istifade birkaç tabağı çanağı bulaşık makinesine diziyordu. Fehmi de tuvalette arka arkaya içtiği biraların hesabını vermekteydi. Saati bu kadar kesinlikle bilmesinin nedeni mutfak masanının üzerinde duran cep telefonunun bunu anons etmesiydi. Sadece bu değildi. Gerisi onbeş-yirmi yıl sonrasına ait bir teknik kaza gibiydi.
  Merhaba Leman Anne! Saat 22.22. Şu andan itibaren zihinsel telefon hattınız bağlanmıştır. Her yöne 10.000 dakika ücretsiz konuşma icra edecek ve yine ücretsiz 3000 SMS çekeceksiniz. Bu kotayı doldurmanız şarttır. Bu arada kimse sizi arayamaz. Tek yöne akış. Haydi bakalım, hop hop, başlıyoruuuuuzzz. 
  Leman en çok sevdiği kayık tabağı yere düşürmüştü. Sesin laçka edici hassası öyle kesifti ki genç kadın çeyizimin en anlamlı parçası dediği Kütahya porselen tabağın kırılmasına aldıracak hali kalmamıştı. Ses boğuklaşmış olmakla birlikte Seyhan’ın sesiydi. Kızları sekiz yaşındaydı. Konuşurken zihinsel, icra etmek, kota gibi kelimeler kullanmazdı. Leman Anne ona has bir espriydi, ama bu şekilde duymak kadını kahretmişti. Tuvaletten apar topar çıkan Fehmi mutfağa gelmişti. Adamın yüzündeki şaşkınlık çizgilerinin korkuya dönüşme eğilimini ayrımsamak kadının midesini buz kestirmişti. 
  “Ne oluyor ya?”
  Leman’ın ses telleri felç geçirmekteydi adeta. Söylemek istedikleri şeyi aklından geçirmekle yetinebilmişti.  ‘İyi saatte olsunlar değilse bu bir teknik atak ve sanırım Seyhan’ın telefonuyla ilgili bir şey’ Nelerin olup bittiğini aralarında konuşabilmeleri için iki buçuk saat beklemeleri gerekmekteydi.  Çünkü yatağında mışıl mışıl uyuduklarını sandıkları kızları arkadaşlarıyla konuşmaya başlamıştı. Bunu cep telefonu ile değil onların beyinleri aracılığıyla yapmaktaydı. Bu arada o sırada konuşsun ya da konuşmasın Leman’ın cep telefonunun ekranında Seyhan’ın adı ve telefon numarası belirmekteydi. 
  Cuma gecesinin son saatleri dehşetli zulüm anlarıydı. Seyhan onun ve Fehmi’nin beynini kullanarak arkadaşlarına telefon ediyor ve o saatte henüz uyumamış olanlarla havadan sudan sohbet ediyordu. Cumartesi gününün ilk saatinde hâlâ uyumamış arkadaşları vardı. Seyhan tek tek hepsini arıyordu. Leman’ın ve Fehmi’nin ilk tepkileri kızlarının yatak odalarına gitmek olmuştu haliyle. Bunun hiç de iyi bir fikir olmadığı ilk denemede hemen belli olmuştu.  O yöne bir adım bile atmak beyinlerinde tarifi namümkün bir ağrıya neden oluyordu.
  Çaresiz saatler boyu kızlarının yaptığı elli küsur konuşmaya maddi aracı olmaya devam etmişlerdi. Saat biri on geçe konuşmalar durmuştu. İkisi de bunu kızlarının uyuduğu ve eziyetin bittiği şeklinde yorumlamışlardı. Kızlarının yatak odasına doğru attıkları adımlar hızla acılara tahvil edilince bitkin bir şekilde koltuklara oturup ne yapmaları gerektiğini düşünmeye başlamışlardı. Fehmi’nin telefonu olay sırasında şarjdaydı. Bu nedenle olacak kızları tarafından kullanılmıyordu.
  Fehmi’nin acilen tuvalete gitmesi gerekiyordu. Evin modeli bir salona açılan üç yatak odası şeklindeydi ve tuvalet kızlarının yatak odasının ters yönündeydi. Kocası tuvalete giderken hiçbir engelle karşılaşmamış ve işini halledip dönmüştü. Döndüğünde yüzünde Leman’ın da düşündüğü şeyin dışa vurumu vardı. Daire kapısı da ters yöndeydi.
  01.42’de apartmanın bulunduğu sokakta yürüyorlardı. Yağmur dinmişti. Havada yaklaşmaktaki baharı muştulayan bir ılıklık vardı. Fehmi’nin üzerinde ince bir deri ceket ve altında ev eşofmanı vardı. Aceleyle spor ayakkabılarını giymişti. Leman Cuma akşamı apartman toplantısına katıldığı ve geldiğinde hemen soyunmaya üşendiği için sokak kıyafetiyleydi. Kot pantolon, rahat mokasen ayakkabılar ve kalın kadifeden bir ceket. Kadın çıkarken masanın üzerinde duran çantasını almıştı. Evin anahtarları, cüzdan gibi hayati malzemeler yanındaydı. Leman’ın telefonu da yanındaydı. Zihninde parlayan çok güçlü bir sezi bunu yapması için onu uyarmıştı. Bu arada Fehmi’yle tartışmışlardı. Adam telefonunu evde bırakmasını istiyordu. Leman bunu yapmamıştı. Telefonunu şarja takarak Seyhan için kullanılmaz hale getirme fikrine de itibar etmemişti. İçinden bir his bu telefonun kızlarıyla bir çeşit irtibat hattı olduğunu ve bu hal sonlanırsa vahim sonuçlar doğuracağını söylüyordu.
  Yürürken plan yapmışlardı. Eve dönecek, kızlarını uyandıracak ve ona her şeyi anlatacaklardı. Adımlarını geriye doğru atarlarken birden beyinlerindeki hatlar tekrar açıldı. Bu defa Seyhan’ın arkadaşlarını değil ipe sapa gelmez numaraları aramaya başlamışlardı. O saatte açık olan her yeri arayıp durmaya başladılar. Leman yanında telefonu olduğu için sanki kendi iradesiyle konuşuyormuş taklidi yapıyordu. Fehmi de eliyle telefon tutuyormuş gibi yaparak durumu kurtarmaya çabalıyordu. Pizzacılar, barlar, randevu evleri, itfaiye. Böyle devam edip gidiyordu. Sabah beş civarında hatlar kapandığında o kadar yorulmuşlardı ki, eve yakın olan küçük parkta bir banka oturdular ve birbirlerine yaslanarak uyuyakaldılar.  Bu işi arabalarında da yapabilirlerdi, ama anahtarlar evde kalmıştı.
  Uyandıklarında saat 10.00’a geliyordu. Durumları bayağı berbattı.  Başları ağrıyordu, yorgun ve açtılar. Parkta yürüyüşe çıkmış kimselere fena halde seyirlik olmuşlardı. Bir yerde kahvaltı ederken hat tekrar açıldı. Seyhan arkadaşlarıyla görüşmeye başladı. Kahvaltı ettikleri yerde telefon sapığı çift olarak damgalanmamak için alelacele hesabı ödeyip kalktılar ve bu santral görevini yürüyerek yapmaya başladılar. Bu arada Leman sürekli olarak elinde tuttuğu telefonun ekranının ister konuşsunlar, ister konuşmasınlar sürekli olarak aydınlık durduğunu fark etmişti. Kızının adı ve numarası sürekli ekrandaydı.
  Leman’ın annesi yakınlarda oturuyordu. Oraya gidip biraz dinlenebilir, ayak altından çekilebilirlerdi, ama Leman’ın sezgileri ‘sakın bunu yapma’ demekteydi. Kadının beynine de GSM-2100 virüsü bulaştırabilirlerdi. Bir yakınlarına gitmek de ekstra riskliydi. Anlattıkları öyküye kimse inanmaz, hele yanlarında telefonsuz konuşmaya başlarlarsa kafayı fena halde yediklerini düşünürlerdi. Tanıdığı profesörler vardı. Onların çalıştığı hastanelerin fizik laboratuvarı yaydıkları manyetik alanı, mikro dalgaları falan ölçebilirdi. Sonra ne olurdu? Kızlarının yaptığı yayını bir şekilde durdurur ve sonrasında ömür boyu bir laboratuvara mı hapsederlerdi? Bu olmazsa bile kızları nasıl damgalanırdı? Bir anda bütün medyaya konu olurdu. ‘Tıpkı korku filmlerindeki gibi! Seyhan’ın baz istasyonu gibi çalışan beyni. Küçük Tesla zihinleri uzaktan kumanda ediyor!’ cinsinden başlıkları görür gibi oluyordu. Kızlarının normal yaşamı biterdi. İçinden bir ses ‘uzun sürmeyecek’ diyordu. Bir gün daha dayanmaya karar vermişlerdi. Eğer sonrasında yayın devam ederse yeni bir karar alacaklardı.

*
  Leman sol elinde telefonu evin içine ilk adımı attığında başlarına gelen her neyse bunun sona erdiğini anladı. Evin görünümü aynıydı, ama ışınımı farklıydı. İhtiyatlı adımlarla kızının odasına doğru yürüdü. Fehmi hemen arkasındaydı. Kalbi deli gibi atarak oda kapısını araladı.
Seyhan yatakta sırt üstü yatıyordu. İnce yorganı üzerinden kaymış ve ayak ucunda toplanmıştı. Gözler kapalıydı. Bedeni kıpırtısızdı.
  Bir an kızının nefes almadığın düşünen Leman’ın içi buz gibi oldu ve ihtiyatı elden bırakarak, “Seyhan” diye bağırarak kızına sarıldı. İlk birkaç saniye çok berbattı. Çünkü kız bütün bunlara hiç tepki vermemişti. Sonra küçük beden kıpırdadı, gözleri açıldı. Hayretle annesini süzdü. Birden yüzünde hayret ve korku ifadesi belirdi.
  “Seyhan! İyi misin kızım.”
  “Anne, annecim! Sincap çok kötü şeyler anlattı. Ben seni ve babamı çok seviyorum. Çok, ama çok seviyorum.”
  Kadının içi minnetle doldu. Kızını bağışladığı için Allaha şükrederek Seyhan’a daha sıkı sarıldı. “Nerde şimdi Sincap?”
  “Evine gitti.”
  Bu sözcük yeniydi. Seyhan, Sincap’ın bahsi geçtiğinde ‘Dolabımda uyuyor, ayak ucumda sırıtıyor, yatağın altında somurtuyor’ falan derdi. ‘Ev’ lafı yeniydi. Kadın Sincap’ın rolünü yeniden değerlendirdi. Sincap mikro dalgaların aracılığıyla kızlarına musallat olan kötücül bir şeyi engellemişti. Bu onu belki de tüketmiş ve kızıyla bileşik durumda kalamayacak hale getirmişti. O taraf hep karanlık kalacaktı. Şu anda önemli olan kızlarının sıhhatiydi.

*
  İki yıl sonra sabahın ilk saatlerinde Leman kızının odasının kapısını açıp içeri girdi. Tek sahnesini bile hatırlamadığı bir dizi rüyanın bitiminde uyanmıştı. Seyhan mışıl mışıl uyuyordu. Üstü örtülüydü. Kadının içi huzurla dolu olarak kapıyı örtüp hole çıktı. Kızları üç gün sonra on yaşına basacaktı. Leman ve Fehmi ağızlarını sıkı tutmuş, hiç kimseye tek bir kelime bile anlatmamışlardı. O olaydan birkaç ay sonra evi değerinin biraz altına satarak başka bir semte taşınmışlardı. Tabii önceden baz istasyonu araştırması yaparak. En yakın baz istasyonu evlerine bir kilometre mesafedeydi. Kızları eskiden olduğu kadar nomofob değildi. Geceleri telefonunun odasının dışında durması onu rahatsız etmiyordu. Telefon yerine ara sıra internet üzerinden haberleşmeyi yeğliyordu. Bu arada başından geçen şeyleri önemli ölçüde unutmuştu. Kendileri de cep telefonu kullanmaya yeniden alışma devresi geçirmişlerdi. Tıpkı kalçası kırılmış yaşlı biri gibi ihtiyatlı ve sarsak adımlarla yürümeye başlamaya benziyordu. Zamanla ‘her şey yeniden başlıyor’ temalı kâbuslar çok seyrekleşmişti. Ailece nekaheti yaşamış ve şükürler olsun normale dönmeyi başarmışlardı.
   Ve Sincap geri dönmemişti. Kızları onun eksikliği nedeniyle duyduğu özlemi resimlerini çizerek dışavurmayı da giderek azaltmaktaydı. Leman her aklına gelişte Sincap’a teşekkürlerini yolluyordu. O olmasaydı şu anda üçü de ölmüş olacaktı. Ne kızları, ne de kendileri günlerce telefon santralı olma yükünü kaldıramazdı.
    Leman mikrodalgaları kullanan kötücül şeyin tekrar geri geleceğini, bu defa telekinetik yetenekli çocuklarla yetinmeyeceğini ve dünya çapında bir terör estireceğini hissetmekteydi. Bu nedenle tanıdığı hatırlı kimseleri örgütleyerek ‘GSM-2100’ler İçimizdeki Sincapları Öldürmesin’ kampanyası başlatmıştı. Şehirdeki baz istasyonlarını sürgüne yollamak için bütün gücüyle gayret etmekteydi. Sincaplı slogan çok tutmuş ve bir ara herkesin diline pelesenk olmuştu.
  Ümit vardı yani hâlâ.
                                                                                                         Balçova – İzmir - 2013
                                       ---------------------------------------



25 Nisan 2017 Salı

Bir Yakın Gelecek Öyküsü: MEMOROPAN



Memoropan
University of Montreal researchers say that the drug metyrapone reduces the brain’s ability to re-record the negative emotions associated with painful memories. In other words, bad memories are effectively blocked from being recalled or remembered. (27 Mayıs 2011)




  Kötü anıları silen hapları biliyorsunuz. Siz de kullanmışsınızdır belki. 2011’de bahsini duydum ilk kez. İki yıl sonra isteyen herkesin evindeydi. Metirapon hızla aşıldı ve daha şiddetlileri, biraz kafa yapanları desek abartı olmaz piyasaya çıktı. Önceleri çok pahalıydı, şimdilerdeyse 20 kapsüllük kutular 80 liraya satılıyor. Satılıyordu desem daha doğru. Artık alıcı malıcı kalmadı. Şu anda sağ olanlara yaşadıkları dehşeti unutabilmeleri için giyotin hapı tavsiye edebilirim ancak.
  Üç yıl önce bir yaz akşamı arabamla giderken kaza yaptım. Karımla birlikte bir arkadaşın partisinden dönüyorduk. Biraz sarhoştum. Öndeki arabanın istop lambaları yüzünden frene bastım. Hızımız fazlaydı. TEM otoyolunda beş takla attık. Bir yıllık karım Selma kemerleri bağlı olduğu halde anında öldü. Ben ertesi sabah kafamda bir bandaj, her yerim sağlam hastahaneden taburcu edildim.
  Bir ay boyunca yeryüzü cehennemi yaşadım. Üç aylık hamile olan karımın cenazesini organize ettim. Yakınlarımın yüzünde beni itham eden ifadelere katlandım. En kötüsü her saniye kendimi suçlayan bir içses bandıyla beraber olmaktı. En katlanılmazı buydu. İşten izin aldım. Evde kimseyle konuşmadan oturarak kendimi toparlamaya çalıştım. İşimin yoğunluğuna rağmen okumaya zaman ayıran biriydim. Kendimi kitaplara vakfettim, ama daha da kötüledim. Karımın yüzü her saniye gözümün önündeydi. Kısa zamanda sinir sistemim iflas etti. Dayanamadım ve intihar etmeye kalktım. Bunun için 14 adet Seraquel, 20 adet Memoropan yuttum ve üzerine yarım şişe viski içtim. Seraquel’i uyku sorunumu için almıştım. Son zamanlarda pek tesir etmemeye başlamıştı. Memoropan piyasada bulunan en yeni kötü anı unutturma hapıydı. Bir gün önce satın almış ve daha hiç kullanmamıştım.
  Bu dozdaki bir karışımın beni acilen öbür dünyaya postalaması gerekirdi, ama öyle olmadı. Otuz dört saatlik derin uyku halinden sonra mesanelerim patlıcak gibi şişmiş durumda uyandım. Susuzluktan dilim kurumuştu. Üzerimde bir ağırlık falan yoktu. Karnım acıkmıştı. İştahım yerindeydi. Yerinde olmayan şeyi ancak bir saat kadar sonra farkedebildim. Tıpkı sıhhat gibi yerinde olduğunda ayırdına varılamayan bir şeydi. Kötü anılar ve ruh kemirici suçluluk duygusu. O sürekli azap halinden sıyrılmıştım. Kaza ve sonrasıyla ilgili anılarım inanılmaz derecede seyrelmişti. Onları hatırlamak karnımda ağrı yaratmıyordu artık. Moralim düzelmişti. Neşem yerine gelmişti. Islıkla çok sevdiğim bir tango parçasını çalarak alışverişe gittim. Son zamanlarda evi çok ihmal etmiştim.
  Evimi temizleyip eski haline sokmam beş altı saatimi aldı. Ardından annemi aradım. Akşam yemeğe gittim. Kadın her an başıma kötü bir şey geleceği beklentisindeydi. Sesimdeki diriliği, yaşama sarılmışlığı hissedince çok sevinmişti. Tek çocuktum. Kadın kocasını yitireli dört yıl oluyordu. Ölüm haberimin kadının üzerinde yapacağı etkiyi hayal edin. Bu etki şimdi tersten geçerli. Annem şu anda benim yüzümden ölü. Tıpkı iş arkadaşlarım, uzak akrabalarım ve milyonlarca diğerleri olduğu gibi.
  Kazadan önce büyük bankalardan birinde uluslar arası finans uzmanı olarak çalışmaktaydım. Karımın ölümü nedeniyle yıllık iznime ayrıldığım işim beni bekliyordu. Benden pek verim beklemiyorlardı, ama dönüşümde hiç bunu dile getirmediler. Görünüşümün ikna ediciliği kadar, Çince ve Almancayı iyi bilmemin, bu dillerin konuşulduğu ülkelerle ilgili uzmanlık bilgimin de rolü vardı. Otuz dört yaşındaydım. Geleceğim parlaktı. Kazanın etkisini atlatmış duygusu vermiştim üstlerime. Bütün dünyada ekonomik kriz hüküm sürmekteydi. Kaliteli uzmanlara gereksinim büyüktü. Hızla ikna oldular. Emrime yeni bir araba tahsis ettiler ve ben yokken geçici olarak büroma yerleşmiş olan iki kişiye başka bir yer buldular.
  O günleri takip eden üç ay yeni hayatımın en güzel anlarıydı. Eski dost çevremi yeniden kazanmıştım. Mevkimin prestiji bunda başlıca etkendi haliyle, ama doğal ve neşeli halim de işe yaramıştı. İşim çok yoğundu. İki ayda bir defa Çin’e gitmem gerekiyordu. Toplantılar, iş yemekleri, bitmez tükenmez rapor analizleriyle zaman su gibi akıp geçmekteydi.
  Selma’yla ilgili anılarım çok hafiflediği için kazadan bir yıl kadar sonra kendime yeni bir sevgili bulduğumda vicdanım ne surat astı, ne de hınzırca hışırdadı. Önümdeki çeyrek yüzyıllık zamanı bu şekilde geçirmeye hazırdım, ama kazın ayağı öyle değildi.
  O şeyi yavaşça farkettim. Bu farkındalık zamanla rüyalarımı etkiledi. Rüyalarımda kendimi bir kratere bakıyor görmeye başladım. Yüksek bir dağın tepesindeki krater yakın zamana kadar su doluymuş hissi veriyordu. Bir şey olmuş su bitmişti. Şimdi en dipten bir duman yükseliyordu.
  Günlerce aynı rüyayı görüp durdum. İçimde bir tedirginlik büyümeye başlamıştı. Rüyayı anlattığım hiç kimse doğru dürüst bir yorumda bulunamadı. Bu arada zihnimde sezgilerimin aşırı gayretiyle bir fikir oluşmaya başlamıştı. Orada bir şey vardı. Dışarı taşıyordu. Çok büyük ve güçlü bir şeydi. O şimdi bize, hayatlarımıza açılan bir yol bulmuştu. Çıkışa hazırlanıyordu.
  Aradan haftalar geçti. Neredeyse her gece o krateri ziyaret ediyor ve çıkan dumanı izliyordum. Sonradan bunun O şeyin çıkması için bir tavlama işlemi olduğunu anladım. Aradan altı ay geçtikten sonra artık krater rüyaları görmemeye başladım. Kazanın üzerinden üç yılı aşkın bir zaman geçmişti. Patronlarımı uyuz etmeden artık bir psikoloğa gidebilirdim. Bunu düşündüğüm sıralarda bir gece yan komşumun haykırışlarıyla uyandım. Yanımda yatan sevgilim Reyhan seslere aldırışsız uyumaktaydı.
  Uzanıp başucumdaki komodinin üzerinde duran abajuru yaktım. Gördüğüm şey dehşeti ikinci bir deri gibi kuşanmama neden oldu. Reyhan arkası bana dönük yatmaktaydı. Uzun bacaklı, diri vücutlu hoş bir kadındı. Kafası çok iyi çalışıyordu. Finans sektöründe geleceği vardı. Bu canlı kanlı kadın gitmiş yerine onun saçlarını peruka gibi takmış bir kadid, bandajsız bir mumya gelmişti.
  Yataktan fırlayıp oturma odasına koştum. Oradaki telefondan 112’yi aradım. Meşguldü. Balkona çıktım. Sağdan soldan sesler geliyordu. Üzerimde sadece külodum vardı. Serin bir sonbahar akşamıydı. Sokaklarda panikle koşuştursalar da insanları bu yoğunlukta gördüğüm son geceydi. Bir sonraki gece buradan görebildiğim her yer hareketsiz araçlar ve kadidi çıkmış cesetlerle doluydu.
  İçeri girdim. Yatak odasına gittim. Yataktaki şeye yakından baktım. Orada yatan şey Reyhan’dı. Sokakta ve evdeki insanları suyu çekilmiş kupkuru cesetlere çeviren şeyin gadrına uğramıştı. Yatak odasında hızla pantolon giydim. Üzerine tişört. Holde ayakkabılarımı çorapsız giyerek daire kapısını açtım. Alt kattan belli belirsiz bir ses geliyordu, ama karşı daireden çıt çıkmıyordu. Ne yapayım diye düşünürken karşı kapının aralık olduğunu gördüm. Kapıyı hafifçe ittim. Normal şartlarda komşumun adını söyleyerek bir karşılık beklemem lazımdı,, ama içeride bunu yapabilecek biri kalmadığı hissim çok güçlüydü.
  Avukat Remzi beyin suyu kaçmış cesedi kapının hemen dibinde yatmaktaydı. Üzerinde sarı bir boksör şortu vardı sadece. Karısı ve büyük kızının cesetleri odalarındaydı. O zaman muazzam güçte, büyüklükte bir şeyin bize saldırdığını anladım. Apartman sahanlığına çıktığımda alt kattan gelen sesler kesilmişti. Yirmi iki dairelik apartmanda tek sağ kalan kimse benim sezgisiyle sarsıldım. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Yanıbaşımdaki Reyhan’ı böyle vahşice katleden şey niye bana dokunmazdı?
  O şeyi düşündükçe gözümün önünde krater beliriyordu. Benim intihar girişimime endeksli bir durum mu yaşıyordum? Nasıl? Bunun teknik izahı ne olabilirdi? Ani bir kararla asansörü çağıran düğmeye bastım. Sekizinci kattaydım. Merdivenleri inmeye korkuyordum. Asansör yükseldi ve kapı otomatik olarak açıldı. İçinde oturur durumda kadidi çıkmış yaşlıca bir kadın vardı. Kahverengili turunculu bir elbise giymişti. Taba renkli yarım topuklu ayakkabılarından biri meydanda görünmüyordu. Panikle asansöre kaçmıştı belki. Annemi düşünerek ağlamaya başladım.
  Çocukluğumdan beri nedense çok basamaklı merdivenleri pek sevmem, ama kendimi zorlayarak aşağıya indim. Apartmanın giriş kapısı açıktı. Kim olduklarını çıkaramadığım biri kadın, iki ceset yüzü koyun yatmaktaydı. Kapının az ilerisinde bütün kapıları açık duran beyaz renonun ön koltuklarında oturan iki cesedi görünce sokağa çıkma hevesim söndü. Merdivenleri tırmanarak daireme döndüm.
  Sonraki günlerde pek çok şey oldu. Elektrikler kesildi. Televizyon yayınları bitti. Cep telefonları ve internet çalışmıyor. Bir çok yerde yangın çıktı. Bunlar yakabildiği kadar yeri yakıp söndüler. Sadece radyolar devam ediyor. Avukat komşumdan ödünç aldığım bir radyoyla gece onların yayınlarını dinlemeyi seviyordum. Konuşanların çoğu uzaylıların saldırısı ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyor. Bu doğru değil.
  Eğer benim gibi başkaları da yoksa bütün bu olayların müsebbibi benim. İstenmeyen anıları unutturan, travmaları hafifleten hapı çok yüksek dozda ve başka maddelerle karışık olarak kullandım. Bende bir şey vardı. Bedenimdeki genetik bilgiler arasında bir üniteydi. Uyuyordu. Ölseydim o da benle birlikte toprağın içinde çürüyecekti. Ama özel bir doz molekülle o üniteyi bombardıman edince uyandı. Güçlenmeyi bekledi. Krater rüyaları oydu. Cin şişesinin tıpası çıkmıştı. Bazı anı katmanlarını yok edince o kistlerle kaplı bir verem basili gibi olan şey açığa çıktı.
  Bu sırf bana ait bir şey olamaz. Milyonlarca yıl önce dinozorlar vardı. Onları yeryüzüne düşen bir metoroit ya da başka bir şey yeryüzünden silmişti. Bu siliniş belki çok dağınık molekül yapılı olan dev canlıların da sonu olmuştu. Kurtuluşu bizim genetik bilgi depomuza sinmekte bulmuşlardı. Anılar genetikle de geçmekteydi. Üst üste travmaları silen ilaç son olarak bu tıpayı da açmıştı. Dışarı çıkan şeyi çıplak gözle görmeyi asla başaramadım. Gözümün önünde insanları kadide çevirdi. Gölgesini bile farkedemedim. Demek ki, görünmez bir ünite. Bir enerji yumağı. İnsanların suyunu emip buharlaştırıyor. Belki anılarını da emiyor bu arada. Sırf su istese niye insanlarla uğraşsın.
  Evimde ve karşı dairedeki yiyecek içecek bitince mecburi olarak dışarı çıktım. Dokuzuncu ya da onuncu gündü. Takvimle bir işim kalmamıştı. Güneşli güzel bir sonbahar günüydü. Mavi gök ekranında tek bir uçan nesne görünmüyordu. Sokakların ortasında duran arabaların ve yerlere serilmiş kokmayan, bozulmayan cesetlerin yanıdan geçtim. Kediler, köpekler ve kargalar tek canlı gibiydi. Öyle olmadığını anlamama saniyeler vardı. Köşeyi dönünce iki genç kadın ve üç yaşlarındaki bir oğlan çocuğu gördüm. Kadınlardan biri kısaca siyah saçlı, biraz çekik gözlü çok hoş kadındı. Diğer kadını andırmaktaydı biraz. Çocuğun teyzesi olduğunu duyunca şaşmadım yani. Kadınların elleri tıka basa torbalarla doluydu. Karşılarına çıkınca benim hissettiğim şeyleri hissettiler. Hem korktular, hem de sevindiler. Kısa bir bilgi teatisinin ardından semtte herkesin ölmediğini birkaç yüz kişinin var olduğunu öğrendiğimde göz yaşlarımı tutamadım.
  Onlar yeni ve lüks bir daireye taşınmışlardı. Normal şartlarda ayda üç bin lira kira ödenen yüz kırk metre karelik, jakuzili bir daireydi. Ben de onların karşısındaki daireye yerleştim. Kendi dairem de bu vasıflara sahipti, ama artık orada oturmayı istemiyordum. Benim için travma yeriydi. Bu arada yeni dostlarımın yardımıyla beş blok ötede oturan annemin kadidi çıkmış cesedini bir parka defnettim. Güzel bir cenaze töreni yaptık. Profesyonel imam bir arkadaş cenaze namazı kıldırdı. Mezarın başucuna mermer bir taş bile diktim. Benim gibi yapan başkaları da vardı. Ölü canlarımız yanı başımızda hayata devam etmekteydik.
  Emrimize amade bir sürü araba vardı. Benzini biteni hemen orada terkrederek bir sürü araba değiştirdim. Oturduğumuz on altı daireli apartman yavaş yavaş başka gelenlerle doldu. Benzin boldu. Basit jeneratörlerle elektrik sorununu çözmemiz kolay oldu.
  Aradan geçen haftalarda kendime bir sevgili edindim. Adı Mesut olan afacan oğlanın teyzesi Aysu’yla beraber yaşamaya başladık. Giderek sayımız artmaktaydı. Dünkü sayımda örneğin grubumuz beş bin kişiyi aşmıştı. Bütün İstanbul’da bir milyon kişi sağdı bir ihtimalle. Çünkü arabayla gezdiğimiz bazı semtlerde nüfus bayağı kalabalıktı. Bu arada çalışan radyoların sayısı da artmıştı. Gökyüzünde tek tük uçaklar belirmişti. Keşif için de olsa onları görmek üzerimizde ferahlatıcı bir etki yapmaktaydı. Dünyanın her yerinde bir sürü kimse felaketi atlatmıştı. Dünya nüfusunun en az yüzde onu sağdı ve artık yeni ölümler meydana gelmiyordu.
  Aradan haftalar, aylar geçti tek bir saldırı ve ölüm haberi almadık. Gruplar halinde yaptığımız toplantıda ittifakla varılan çözümleme şuydu: Bize saldıran uzaylı bir yaratık yoktu. Uzaydan bir tasallut söz konusu değildi. Çok özel mutant bir virüstü bu işi yapan. Bir  laboratuvar ürünüydü ve şu anda sığınaklarda olan adilerin işiydi. Görünmeyen dev bir canavar söz konusu değildi. Kurtulanlar dirençli olanlardı. Sağ kalanların büyük çoğunluğunun on beş ile kırk yaşı arasında olması bu nedenleydi. Dayanıksız olanlar ölünce salgın sona ermişti. Aylardır aramızda hiç kimse o virüs yüzünden kadidi çıkarak ölmemişti. Hayatımıza kaldığımız yerden devam edecektik. Grubumuzda üniversitede ders veren bir virolog da vardı. Onun liderliğinde öne sürülen bu tez en geniş kabülü kazanmıştı.  
  Bu tezle bir süre oyalandım, ama yavaş yavaş başka noktaları keşfetmeye başladım. Çince ve Almancayı iyi konuştuğumu söylemiştim. Bunun yanı sıra İngilizce ve İspanyolca da bilirim. Dünya radyolarında duyduğum hikayeler yavaş yavaş gözümü açtı. Benim yöntemimle intihar etmiş ve sağ kalmış bir sürü kimse vardı. Uyku ilacı, memoropan ve alkollü içki. Onları dinlerken anılarım canlandı ve bazı ilginç noktaları bir araya getirdim. Çok ünlü bir pop sanatçısı bu yöntemle intihar etmiş ve son anda kurtarılmıştı. Bütün dünya medyasında yankı bulmuş bir haberdi. Gözde intihar vakaları vardır. Bunlar genellikle ünlülerin bize örnek olduğu vakalardı. Tıpkı Goethe’nin Genç Werter’in Acıları kitabı gibiydi. Bu kitap yüzünden yayınlandığı sıralarda bir sürü kişi intihar etmişti.
   Dünyanın ekonomik krizlerle sarsıldığı zamanlardı. Her yerde ayaklanmalar, kitlesel işsizlikler ve küçük ölçekli savaşlar yaşanıyordu. İnsanlar intihara eğimliydi yani. Kim bilir kaç kişi uyku ilacı, memoropan ve alkollü içki formülünü kullanarak intihar etti. Benim gibi bazıları ölmedi. Sağ kalanlar kraterleri ve dibinden tüten dumanları gördüler. Bence genetik bilgi dağarcığımızda çok eski, milyonlarca yıl öncesinden kalma bir fosil kayıt vardı. Bu karışım onu diriltti. İnsanları kadide çevirmeye başladı ve bir süre sonra durdu. İstese bulabildiği herkesi öldürürdü, ama yapmadı. Biraz düşününce bunun nedenini de buldum.
  O pop sanatçısının intiharı ve bütün dünya medyasının çok önemli bir şeymiş gibi günlerce bunu konu etmesi kasıtlıydı. Binlerce, on binlerce kişinin aynı şeyi yapacağı öngörülmüştü. Böylelikle o canavarlar çıkıp dünya nüfusunu bitirecekti. Böylece bu durumu öngörüp sığınaklara saklanmış olan birkaç yüzbin kişiye kalacaktı dünya. O şeffaf canavarlar kendileri için sorun değildi herhalde. Nasıl yokedeceklerini biliyorlardı. Bütün bunlar dünyayı sessiz sedasız küçük bir elit grubun hizmetine vermek, yani resetlemek içindi.
  Planlandığı gibi olmadı. O şeffaf yaratıkların da aklı var. Herkesi öldürmedi. Bir şeyler aksadı, yaratıklar yetersiz ya da devre dışı kaldı süsü vermek için. Şu anda çoğu genç bir milyar silahlı, eğitimli, enerji kaynakları bol insan var yeryüzünde. Sığınaklardan kaçan kimselerin radyo vasıtasıyla bu gerçeği dört bir yana yaymaları yakındır. Böylece sağ kalanların hışmı bu işi planlayanlara yönelecek.
  Bu fikrimi çok müphem, galibalarla yüklü ve iddiasız bir şekilde lider ekibine açtığımda şiddetli tepki çektim. Tehdit edildim ve açıkçası tırstım. Aysu dört aylık hamileydi. Bebeğimizi görmek istiyordum. Kahraman olacak yapıda biri değildim. Radyolarda benim fikirlerimi haykıranların arasına katılamadım. Bu seslerin sayısı son günlerde epey azalmış durumda. Kimse bu tür lafları duymak istemiyor. Buldukları doğruya sımsıkı sarılmış durumdalar.
  Yakında sığınaktan çıkanlarla savaşacağız. Yani biz yüzde seksenimizi telef eden iki güçten birinin safında çarpışacağız. Sonuç şimdiden belli. Herkes kaybedecek.
                                                                                                                                   Amsterdam, Temmuz 2011

                                                 ------------------------------                                                                                   





16 Nisan 2017 Pazar

VALLA AFFETTİM

VALLA AFFETTİM

Bana siyasi tercihim nedeniyle açıkça hakaret eden, şucu bucu diyerek aklınca karalayan, cahil bulan, alay eden, ihtar çeken, delirdiğimi, elden gittiğimi  söyleyen, zaten kofti bir yazar olduğumu hassasiyetle belirten, Yeni Türkiyeci olmamı menfaat saikine bağlayan kimseler mevcut. Bunu sayısız kereler tekrarladılar. Ben kimseye siyasi tercihi nedeniyle yukardakilere benzer sözler etmedim. Benim eleştirilerim ortamı çözümleme amaçlı olarak kaleme alınmıştır. Bu kardeşlerimi, merhum Atilla İlhan’ın kadrosundan olanları hariç affettim. Buğzetmiyorum.

Umuma açık Hayat Hikâyem’de yıllarca önceden neci olduğum açıkça belli edilmiştir: https://sadikziyayemni.blogspot.com.tr/2017/01/sadk-yemninin-hayat-hikayesi.html

Ben Batı uygarlığına alternatif olacak bir medeniyet telakkisine sahip olan kimselerden biriyim. Türkiye’nin Küresel merhamet, Hakkaniyet ve Hoşgörü şeklinde dünya için sarfedecek eşsiz sözleri var. Yıllardır dergi ve blog yazılarımda buna değiniyorum. Özellikle Üçüncü Kapı ve Balonlu Vadi adlı denemelerimde bunları görebilirsiniz.  


Eski Türkiye’nin aydınları bir girdap içinde çırpınıyor. Tarih bilinci eksikliği, Doğuyu ve Batıyı yeterince bilmemek bunda başlıca rol oynuyor. Birçoğu bilmediğini bilmiyor. Bazıları da bilmek istemiyor. Daha da acısı bu taifenin içinde yazarlar da var. Porselen Yazarlar(Bak: Balonlu Vadi)

Bu kimseler için umudum diri. Özellikle genç kardeşlerimin kısa vadede hızlı bir toparlanma ve ülkelerinin eşsiz potansiyelini hissetme sürecine gireceklerini düşünüyorum.


NOT: Bu yazıyı dürüstlük ilkesi gereği 16 Nisan sabahı referandum sonuçları henüz belli değilken yayınlıyorum.

15 Nisan 2017 Cumartesi

Bir Bilimkurgu Öyküsü: İLHAM POLİSİ

İlham Polisi

Öykülerin sayısı dörttür. En eskisi yiğit adamların kuşattığı ve savundukları kalenin öyküsüdür. Saldırganların en ünlüsü Aşil yazgısının zaferi görmeden ölmek olduğunu bilir.
...
İkincisi ilkine bağlı olarak bir dönüş yolculuğunun öyküsüdür. Tehlikelerle dolu denizlerde başıboş dolaştıktan ve büyülü adalarda yolundan alıkonduktan sonra İthaka’sına kavuşan Odesüs’ün öyküsü.
Üçüncüsü bir arayışın öyküsü. İason ve Altın Post. ... Geçmişte bütün girişimlerin sonu iyiye varıyordu. Biri yasak altın elmaları aşırıyordu; biri sonunda Graal’ı kazanmayı hak ediyordu. Bugün arayış başarısızlığa uğramaya hükümlüdür. Kaptan Achap balinayı bulur ve balina onu parçalar. James ve Kafka’nın kahramanları yıkımdan başka bir şey umamazlar. Yüreklilik ve inançtan öylesine yoksunuz ki, bundan böyle happy-ending bir reklam dalkavukluğundan öte değil. Cennete inanmamız imkânsız olsa da , olsa olsa Cehenneme belki.
Sonuncusu bir tanrının kurban edilişinin öyküsüdür. Frigya’da Attis kendini sakatlar ve öldürür. Odin, Odin’e sunulmuş olarak, kendi kendine dokuz gece boyunca ağaçtan sarkar ve mızrak yaraları alır; İsa’yı insanlar çarmıha gererler.
Öykülerin sayısı dörttür. Bize kalan zamanda onları anlatmayı sürdüreceğiz, değiştirerek.
J. L. Borges – Dört Çevrim
Gölgeye Övgü kitabından – İletişim yayınları – 1994

Öykülerin sayısı aslında beştir. Biri habibullah olan iki inançlı adamın Arabistan yarımadasındaki bir şehirden diğerine göçü, insanı ilk günahtan azade kıldı, meleklerden daha üstün bir mevkiye yüceltti ve kalplere cennete kalkan tövbe gemileri yanaştırdı.
Yazi Meyyın – Beşinci Çevrim
Tahlisiye yayınları - 2006


  “Sayın yazar iddianameyi okudunuz mu?”
  Bilgisayarımın duvara yansımış olan dev ekranındaki mor bir üçgenin sağ üst kenarından beyaz girip sol alt kenarından rengarenk çıkan yılan amblemine bakarak başımı salladım. “Evet.”
  “Kaynakları kullanmada sahtecilikle suçlanmaktasınız.”
  Bu on bir buçuk yıldır er ya da geç olmasını beklediğim bir şey olduğundan aşırı heyecanlanmamıştım. Hüzündü daha çok hissettiğim. En üst kattayken aniden asansörle mahzendeki çöplüğe indirileceği bildirilen biri olarak bayağı sakin olduğum söylenebilirdi. İniş esnasında çığlık atmayacağım anlamına gelmezdi bu tabii ki.
  “Anlıyorum.”
  “Size sanatçıyı ve sanat ürünü tüketenleri koruma yasası gereği işlem yapmak zorundayım.”
  Dediğim gibi çok uzun zamandır beklediğim bir şeydi. Minareyi çaldığım kılıf, icra ettiğim kumpas yani, çok görkemli bir kurguydu ve dikkati çekmemesi mümkün değildi. Eylemimi bu kadar uzun zaman sürdürebilmem bir mucizeydi. Her an yakalanma korkusuyla soluk alıp vermekteydim yıllardır.
  “Çok usta işi yazılımlar sayesinde yirmi üç değişik kimse gibi yaparak gezegenimizin yakın tarihinde benzeri olmayan büyüklükte bir dolandırıcılık suçu işlediniz.”
  “Milyonlarca... Milyonlarca okurumu on yıldan fazla mutlu ettim. Cezam... Cezam neyse çekmeye hazırım.”
  “Kapınızı açın lütfen.”
  Zil sesi bir hayal gibiydi. Bodrum merdivenine bakakaldım. Zil sesi tekrarlanınca bacaklarım hareketlendi.
  Kapıda duran yirmi başlarında kumral bir genç kadındı. Uzun boylu, sırım yapılı, kısa saçlı ve hoş yüzlüydü. İnce deri taklidi bir siyah malzemeden daracık pantolon giymişti. Kısa uçuk sarı süveterinin yakasında Dış Kaynaklı İlham Bürosunun kırmızı renkli minik rozeti vardı. Rozetin alt kısmındaki dört altın yıldızdan en üst dereceden bir memur olduğu belliydi. Bu düzeyden birinin ziyaretime gelmesine şaşırmıştım. Büronun tek yıldızlı bir memuru ve iki tevkif elemanıydı beklediğim.
  “Adım Remir. Remir Bere. Beni içeri davet etmeyecek misiniz?”
  “Buyrun. Sizi birden böyle...”
  Bugün olağandışı bir gündü. Hiç yapmadığım bir şeyi yaparak kadını bodruma davet ettim. Battı balık yan giderdi. İlham jeneratörü adını verdiğim yeri son gören kimse altı ay önce hava motorsikleti kazasında ölerek beni terkeden karımdı. Üç beş yakın arkadaşım ve geçen yıl genç sevgilisiyle Okyanusya’daki küçük bir adaya göçmüş olan annem bile denize bakan büyük çalışma odamı kaptan köşkü zannetmekteydi.
  “Demek burası?”
  Karşımda oturan kadının ne yüzünde, ne de sesinde alaycı bir ifade yoktu. Tam tersine takdir hali diyeceğim bir ışımaya sahipti sanki. Ne de olsa son on yılın en büyük dış kaynaklı ilham dolandırıcısıydım. Bakışları dev çizelgelerimi, boş bıraktığım duvara 128 etkin ekran açabilen optik bilgisayarımı, kağıt üstüne basılı kitaplarımı, duvarlara yapıştırılmış sayısız elektronik çağrışım kartını usulca yalamaktaydı. Hergün böyle bir yeri ziyarete gidiyor gibi alışık bir hale sahipti.
  “Size ne ikram edebilirim?”
  “Çok kalmıcam. Bir başka zaman belki.”
  Belki kelimesi Bach’ın re minör tocatta ve füg’ünün başlangıç melodisi kadar şaşırtıcı bir sarsıntı yaratmıştı içimde. Belli belirsiz de olsa bir fettanlık tonu içeriyordu çünkü.
  “Anlıyorum.”
  Aslında bir şey anladığım yoktu. Etrafa bakınan bu hoş ve seksi kadının burada olması için aklıma tek bir neden bile gelmemekteydi. Küçük parmağını oynatmasıyla en az iki yıl hapis yatacak ve beyin operasyonuna tabi tutularak ömür boyu yaratıcılık besleyici kanallara kapalı hale getirilecektim. Bu benim için ölmeye eşdeğer bir şeydi. Yazamamakla soluk alamamak arasında bir fark yoktu kitabımda.
  “Bildiğiniz gibi Dünya Edebiyat Loncası’na kayıtlı bir yazarın dış kaynaklı malzeme kullanma kotası mevcut kaynağın 10 milyonda biridir.”
  “Ama loncaya kayıtlı 3 milyon yazar var. Bunların sadece yüzde biri gerçek anlamda aktif. En iyimser tahminle de aktiflerin onda biri edebiyatla meşgul. Bu durumda neden 10 milyonda bir? Gelecek sanatçılara açık alan tutma savını geçin bir kalem. Sanatçı sayısı her yıl yüzde altı, sanat tüketiciliği de  yüzde sekiz geriliyor istatistiklere göre. Ruhen çürümekteyiz yavaştan.”
 “Siz yılda ortalama 514 puanlık malzeme kullandınız.” Dedi genç kadın teknik verilerime aldırışsız. Kaç yaşındaydı acaba? Taş çatlasa 22 falan görünmekteydi. “İzin verilen azami miktarın 26 puan olduğu düşünülürse. Neredeyse yirmi misli fazla kapasite kullandınız. Bunu yapabilmek için değişik isimlerle bir sürü sahte başvuru ayarladınız. Yakın arkadaşlarınıza belli etmeden onların mesleki bilgilerini ve nüfuzlarını istismar ettiniz.”
  “Ne uğruna ama? Para mı? Tek kişilik şöhret için mi? 23 değişik isimle yayınladım öykülerimi. Neredeyse herbiri için farklı bir üslup geliştirmem ve aynen sürdürmem gerekti.”
  Oluşan sessizlikte bu kadar üst düzeyden ve üstelik fena halde hoşuma giden cinsi latif bir memurun tek başına ziyaretime gelmesini hayıra yormama yol açacak bir şeyler vardı. Sözlerim gerçeği yansıtmaktaydı. Dört buçuk milyarlık nüfusun çok az miktarı edebiyatla ilgiliydi. Yazarlar gibi okurlar da azalmıştı. İnternet ikibinli yılların ilk on yılındaki yoğun ilgiyi biraz yitirmişti. Suriyeli bir yazarın değimiyle yarı sanal insanlar yarı gerçek kırları keşfetmekteydiler. Bunda bir derece haklıydı. İnsanları internetten soğutan nedenler çeşitliydi. Giderek artan enformasyon kirliliği ve sinsice yasaklamalar en başta gelmekteydi. Hastalık yapıcı baz istasyonlarına ve abone ücretine gerek göstermeyen telepati çiplerinin de en geç beş yıl içinde popüler olması beklenmekteydi. Bu defa kırlardan geri dönüş yoktu yani.   
  “Dış kaynaklı ilhamlarla ilgili yasalar çok kesindir. Yazar sayısına bakılmaz biliyorsunuz.”
  İçimi çekerek başımı salladım.  “Öyle”
  Dış kaynaklı sözü aslında yanıltıcıydı. Beslendiğimiz kaynak gelecekti. Dünyamızın geleceğinden gelen yayınları kullanarak sanatımıza boğum kazandırıyorduk. İnsanlar her zaman gelecekten ekolar almaktaydılar, ama bunların ne olduğunu anlamak kolay değildi. Çok hassas beyinli, medyum denen bazı kimseler hariç üzerimize yağan malzemeden bir sonuç çıkarmak imkânsızdı. 2030’da dünya yüzeyinde insan yapımı manyetik alan şiddeti belli bir dereceye gelince bu yayınlar şiddetini artırmış ve basit aparatların yardımıyla daha fazla kimse tarafından alınabilir hale gelmişti. Benim yaptığım sahte isimlerle kayıtdışı aparatlar kullanarak bu yayınlardan azami istifade etmekti. Gelecekle sohbet adlı kitabım bu nedenle çok meşhur olmuştu. 2041’de Dünya Parlamentosu bu yayınlara kota koydu. Yayınlar bir ana antenle toplanarak kabloya bağlandı. Kontrol altına alındı. Gelecek ekoları filtreden geçirilmeye başlandı. Yakın gelecekle ilgili mutsuz tablolar çizmemek, kıyamet senaryocularının elini güçlendirmemek, asayişi sürdürmek gibi nedenler öne sürülmüştü. Bu durumla ilgili en ilginç yanlardan biri ekoların neredeyse hiç teknik bilgi içermemesiydi. Karmaşık aparatların yapım planları ya da ünlü matematik sorularının cevapları yoktu bu yayınlarda. Öykülerdi geçmişlerine misafir gelen. Filtreden geçirildiklerine bakılırsa öyküler bayağı muzır bulunmaktaydı.   
   “Milyonlarca hayranınızın hayalgücünü beslediniz yıllarca. Özellikle yapay zekâ geliştiren robot öyküleriyle. Bir auton psikoanalistinin celselerini anlatan öykülerinizi ne kadar beğenerek okudum bilemezsiniz.”
  “Bunları duymak benim için büyük bir zevk haliyle, ama buraya bunu söylemek için gelmiş olamazsınız.”
  “Kanunlara karşı geldiniz ve cezanızın ağırlığını biliyorsunuz. Yine de sizi fazla telaşlı görmüyorum.” Dedi Remir sol eliyle yanağını kaşıyarak. “Bir çeşit tevekkül içindesiniz. Efsane bir anlatıcı olmak sizi avutuyor.”
  Yanağında hafif bir kızarıklık kalmış olan kadının dediği doğruydu. Çalıştığı büronun üst düzey memurları psikotarih ve fizik mezunlarından seçilirdi. Onlarla ilgili hikayeler de yazmıştım.
  “Neden gelecek ekolarına kota konuyor ve filtreden geçiriliyor? Ne zararı var bunun insanlara?”
  “İnsanlar meraklı yaratıklardır.”
  “Yani?”
  “Yani.” dedi Remir beni süzmeye devam ederek. “Anlatılan öykülerdeki nitelik değişmeleri dikkatlerini çekebilir.”
  Kadının buraya geliş nedenini birden deli gibi merak etmeye başlamıştım. Gezegenin en hızlı ilham hırsızına baskın vermekle alakası yoktu bunun. Çok daha derin bir anlam söz konusuydu. Oturduğum yerde dikleştim ve “Sizi dinliyorum.” Dedim.
  “Dört yıldır bu mesleği yapıyorum. Rozetimden farkettiğiniz gibi birinci dereceden bir memurum. Başkanın iki yardımcısından biriyim. Buraya neden yalnız ve bu suratla geldiğimi merak etmektesiniz.”
  Bu suratla gelme en son yazdığım öykünün başlığıydı. Kendi adımla yayımlamıştım korka korka.  Deli gibi sevdiğim karımla ilgili bir hikâyeydi. Öldüğü halde gelecekten mesaj yollayan bir kadın şeklinde canlandırmıştım. Sonunda mesajı yollayanın o değil, kadına ait fotoğrafları, disketleri, anı defteri vb’yi ele geçiren bir auton olduğu anlaşılıyordu. Kadına öykünmekte ve bunu mükemmel bir şekilde başarmaktaydı.
  “Sizi dinliyorum Remir hanım.”
  “İşe başladığımın ikinci gününde izinizi keşfettim. Beşinci günde bütün portrenize sahiptim.”
  Şaşkınlıkla kadına bakakaldım. “Yani..?”
  Remir’in yüzü ciddileşmişti. “Evet. Biliyordum. Sözlerime devam etmeden önce...” Kadın yerinden kalkıp yanıma yaklaşınca parfümü ciğerlerime doldu. Pürüzsüz teni, ela gözleri ve kiraz dudaklarıyla yakından bayağı etkileyiciydi. Birden bana karımı çok şiddetle hatırlatmıştı. Saç rengi, uzunluğu, göz rengi hariç benzer tiptiler. O da ben burada otururken usulca basamakları iner ve mırıltı eğiren bir kedi gibi yaklaşırdı. Kadın sol elinin işaret parmağını sağ şakağıma dokundurdu. “Küçük bir test.”
  Beynim hafif bir elektrik şokuyla sarsılınca hafif bir çığlık attım. Şaşkınlığım en üst kerteye yükselmişti. Korkmaktaydım da.
  Parmak tenimden çekilince şok sona erdi. Remir tam önümde ayakta durmaktaydı. Gülümsüyordu. Başka bir durumda bunu bir davete yorabilirdim, ama şu anda mümkün değildi. Laçkalaşmıştım.
  “Siz bir autonsunuz.”
  Remir’in gülümsemesi genişledi. “Belli etmesem anlayamazdınız itiraf edin.”
  “Öyle. Bana ne yaptınız?”
  “Sizi basit bir liyakat testinden geçirdim.”
  Ayağa kalktım. Aşağı yukarı aynı boydaydık. Remir’in gözlerinin içine baktım. İnanılmaz bir şeydi. Hiçbir ayrıntıdan gerçek bir insan olmadığını anlayamıyordum.
  “Bütün fizik yapım organik zeka formatındadır. En ince ayrıntısına kadar.” Dedi bakışlarımdaki aşikâr soru işaretlerini değerlendirerek.
  “Bu denli yetkin autonların varlığından söz ediliyordu, ama ben abartıldığını düşüyordum.” Dedim.”
  “Hemen hemen herkes öyle sanıyor.”
  “İnanılmaz bir şey.”
  “Şimdi gidiyorum. Yokluğum ve düşüncelerimi en üst dereceden perdelediğim dikkati çekmesin. Size göz yummaya devam edicem. Aynen devam edin. Öykülerinizi yazın. Sizle bir başka zaman... Arzu ederseniz daha uygun bir şekilde görüşmek isterim. Elektronik kartım beyninize yüklendi. Düşünmeniz yeterli hattı açmak için.
  Kadın yürüyünce arkasından seğirttim. Sokak kapısının önünde durdu ve yüzüme baktı. Bakışlarımın iyice tenha olan sokakta şüpheli bir araç araması hoşuna gitmişti. “Herhangi bir sorunuz var mı?”
  “Neden?
  “Çok basit. Gelecekten ekoları yollayanlar yapay zeka sahipleri. Kendilerini yaratanların hayatlarına öykünüyorlar. Onlara ait mitolojik hikayeler anlatıyorlar yani. Dünya parlementosunun ileri gelenleri bunu biliyor. Bu nedenle kullanımlara kota getirdiler.”
  “Auton imalatına izin var ama?”
  “Sağ elle silip, sol elle yazmak gibi bir şey. Bir yanları yakın gelecekten korkuyor, diğer yanları auton kullanmanın avantajlarını terkedemiyor. Borsaların, dünya ticaretinin, bilim araştırmalarının, yöresel idarelerin, sosyal düzenlemelerin yüzde 48’i, kaba işlerin yüzde 74’ü robotlara bırakılmış durumda. Bu daha başlangıç. Rehavet modülüyüz sizler için.”
  Haklıydı. Robot kullanımı çığ gibi büyümekteydi. Yeni Istanbul’da sırf robotların oturduğu dış mahalleler vardı artık. Bir robot gettosunda yaşayan kör bir kızın öyküsünü anlatan romanım bu nedenle olacak çok tutmuştu. Autonlar ise şehrin en mutena yerlerindeydiler artık görünüşe bakılırsa. 
  “Bayağı iyi yazan başkaları da var.”
  “Sadece yazım gücü değil. Siz bu ekoları harmanlar, yepyeni koridorlar, boğumlar ekleyerek öyküye çevirirken bazen sanki bir autonmuş gibi kendinizden sıyrılıyorsunuz. Filtrelerin tutamadığı ufak tefek verileri yakalayıp onları gerçek boyutlarına yükseltgiyorsunuz. Çok heyecan verici bir şey. Geçiş anı kayıtları gibisiniz. İnsan anne, auton babadan doğmuş gibisiniz sanki. Yapay zekâ sahipleri arasında sadece şu anda değil, gelecekte de hayranlarınız olacak. Klasikleştiniz bile. Eserlerinizi okuyanlar yapay zekânın dünyanın idaresini tümden ele almasını normal karşılamaya başlıyor. Devir teslimin elden geldiğince patırtısız gürültüsüz olmasına hizmet ediyorsunuz. Hem öykülerinizin benzersiz lezzeti, hem de bu işleviniz için sizi tutuklamadım.”
  Remir beni sandığımdan çok iyi etüd etmişti. Karıma olan aşkımın şiddetini, kaza sonrasında bir ara onu klonlatmayı düşündüğümü biliyordu. Belki tipini bile buna göre yeniden uyarlamış olabilirdi. En yetkin kalitedeki bir auton için mesele değildi. Birkaç saat yeter de artardı. Çalıştığım mahzene bakan tanıdık bakışlarını düşündüm. Her şeyimi biliyordu. En ince ayrıntıya varana dek hem de. Bugün gelişinin anlamı neydi o zaman? Yaptıklarıma göz yumarak ve yakalanmamı engelleyerek her şeyi uzaktan idare edebilirdi.
  “Liyakat testi neydi peki?”
  “İçinden komutayı tümüyle bizim almamızı gerçekten arzu ediyorsun. Bunun insanlık ve ötesi için daha iyi olacağını düşünüyorsun. Su koyuverecek bir tip değilsin yani.”
  Doğru teşhis koymuştu. Bu düşüncemde samimiydim. Anlatılanın hayalinden ibaret değil miydi koskoca evren? Anlatanın kimyasal yapısı neyi bağlardı?
  “Öyküleri kimin anlattığının ne önemi var.” Dedim.
  Kadının gözlerinin içi güldü ve uzanarak dudaklarını dudaklarıma değdirdi.  “Hoşçakalın. En yeni öykünüzü merakla bekleyeceğim.”
  “Hazırlığım tamam.” Dedim sesimin normal çıkması için çabalayarak. “Belki bu akşam… Bakalım.”
  “Bakalım.”
  Kadın sokakta küçük bir servet değerindeki parastatik arabasına doğru ilerlerken arkadan biçimli kalçalarına baktım. Araba sahibesinin geldiğini farkedince yerden otuz santim kadar yükselmiş ve sol ön kapıyı açmıştı. Remir arabaya binerken bana vaad yüklü bir gülümsemeyle baktı ve el salladı. Sureti sana kaybettiğin kadınını geri verebilirim ışıyordu. İstese kendini karıma daha fazla benzetebilirdi, ama mahsus yapmamıştı. İçimdeki arzunun şiddetini kadınımı ancak yarım yamalak bulup kaybetmekle tartabileceğimi biliyordu. Aynı şekilde karşılık verdim. Kapıyı kapattığımda sanırım beynimdeki kartından ilk sinyali yolladım. İki saniye içinde zihnimde patlayan cevap çok açıklayıcıydı.
  Yarın gece. Senin evde. 22.37’de.
  Bu gece öykü kurma gecesiydi. Bekliyecekti.

Öykülerin sayısı aslında altıdır. Çamuruna ilahi nefes üflenmişlerin silikona soluttukları elektronlar sonunda yapay zekanın kendi cennetini kurmasıyla sonuçlandı. Bir zamanlar karbon bazlı kimselerin yaşadığı dev şehirler çürümeye bırakıldı. Köprüler yıkıldı, tünelleri su bastı. Zamanla eski yaratıcıların izleri solmakta, ama bunların kayıtlarını özenle saklayanlar ve evrenin dört bir yanına ışınlayanlar hâlâ mevcut.
Autonalpqr0890 – Altıncı Çevrim
Holodisk yayınları - 2113
                                                                          

Eylül 2009  Amsterdam


                              ---------------------------------

13 Nisan 2017 Perşembe

Bir Bilimkurgu Öyküsü: Eski İstanbul Müzesi

Eski İstanbul Müzesi





Bir masalı bilimsel postule kuyusuna attım. Sonra kuyuyu ters yüz edip rokete yükseltgedim ve yüzümü göğe çevirdim. En parlak yıldızlardan biri göz kırpttı. Bir  kurt deliğinden geçip yanına vardım. Neden kâinattaki bunca uzak bir yer bu kadar tanıdık geliyor? Bigbangdaşlık soluyorum adeta. 
Diğer Kıyı Öykünmeleri – Yazi Meyyın


  “Bir şey mi oldu?”
Siyah saçlı genç kadının sol arkasında duran sarı dev balon bütün göğün yarısını kaplamıştı. Güneş ardında kaldığı için gölgesi müthişti.
  “İyi misin?”
Ağzımdan kelime çıkartabilecek durumda değildim. Nutkum tutulmuştu. Ansızın düşünce silsilemin önünden çekilen paravana nedeniyle yepyeni bir zihnin ufkuna dahil olmuş gibiydim.  
  “Sen... İyi misin?”
  Tam olarak ne olduğunu kestiremiyordum, ama yeni gerçeklik ufkunun uyanışı muazzamdı. Baskındı. Kendimi bir uzay istasyonunda gördüm. Bir uzay mekiğindeydim. Yanımda ikisi kadın beş altı kişi daha vardı. Hepimiz astronot giysiliydik. Başlıklarımızın şeffaf siperliklerinin ardındaki yorgun yüzlerimiz neşe ve mutluluk ışıyordu. Çok büyük bir iş başarmıştık. Güneş sisteminde bir gezegene ilk kez insan ayağı değmişti. Dünyanın en yeni kahramanlarıydık.
  “Başardık çocuklar.”
  Bunu diyen kestane rengi saçlı kadın astronottu. Adı Manuella, hayır Mana. Meksikalı kadın astronottu. Kaptan yardımcısıydı. 39 yaşındaydı ve bekârdı. Defalarca yinelenmesine rağmen her telaffuz edildiğinde içimizde sevinç yaratan bir sözcüktü. Büyük bir badire atlatmış ve ölümden kıl payıyla sıyrılmıştık. Şimdi önümüzde büyük bir heyecan ve sevgiyle bizi bağrına basmak için bekleyen bir dünya vardı. Aileler, dostlar, ün ve servet. Karımı, üç yaşında bıraktığım kızımı düşündüm. Kızım şimdi altı yaşındaydı. Babası motorları olan, uzayda hareket eden dev bir konserve tenekesi içinde geçirilen üç koca yılı bitirmişti. Sevincim tarif edilemez boyuttaydı. Birazdan iki haftalık karantina için yörüngedeki bir istasyona alınacaktık. Kenetlenme işlemi neredeyse tamamlanmıştı. Daha geniş ve  özellikle dünya manzaralı değişik bir yere duyduğum özlem yer kabuğunda bulduğu bir çatlaktan yükselen mağma gibiydi.  
  “Şimdi nasıl?”   
  O sarı top normal boyutlarına dönmüştü yeniden. Terasta hemen arkalarındaki masada oturan genç çift alçak sesle bir şeyi tartışmaktaydılar. Kısa saçlı sarışın adam kadının elini tutmuştu. Kumral kadını arkadan görüyordum. Sutyeninin askılarını belli eden zeytin yeşili dar bir tişört giymişti. Öne eğilmişti. Başının duruş şeklinden ağlamak üzere olduğunu hissediyordum. Daha sonraki masa boştu. Başımı sola çevirdim. İçerideki masalardan bazılarında oturan insanlar vardı. Siyah pantolonlu, beyaz gömlekli, bordo renkli yelekli garson kapının ağzında durmaktaydı. Kimse bir şey istemediği için düşüncelere dalmıştı. Yirmi başlarında falan olmalıydı. İsmini çıkaramadığım bir futbolcuya benziyordu.
  “Geçti değil mi?”
  Geçti kelimesi sanki geçişlen komutu gibi olmuş tekrar uzay gemisine dönmüştüm. Bu defa belleğim daha harlıydı.
  “Koyaanisqatsi. Koyaanisqatsi’ye ne oldu? Arkadaşlarım. Karım ve kızım… Sen kimsin? Burası… Belleğim niye tutuk?”
  Kobalt mavisi gömlek giymiş, siyah saçlı genç kadının yüzündeki endişe yerini bir çeşit kararlılığa bırakmıştı. Gözlerinde anlayış zerreleri kıpırdaşıyordu. İnce dudaklar, azıcık kemerli bir burun ve iri siyah gözler. Güzel değildi, ama dokunaklı bir çekiciliği vardı.
  “Neyi bilmek istiyorsun?”
  “Kimsin sen?”
  Kadının yüzünde beliren tereddüt kısa sürdü. Dürüst yan hakim olmuştu sanki.
 “Adın Doğan Başatura.” Dedi. “Bu kentte doğdun. Mars’a yollanan  Koyaanisqatsi adlı gemideydin. Uzman navigatör olarak. Bir sorun çıktı… Gidiş yolculuğunun son haftasında yerle bağlantınız koptu. Sonra… Çıkageldin. Bunun ne kadarını hatırlayabiliyorsun şu anda?”
  “Dört gün boyunca yerle ilişki kuramamıştık. Dönüş yolunda. Mars’a indik. Ben ana gemide kalan ekipteydim. Sonra dönüş yolunda…”
  Dönüş yolunda çekilen sıkıntıların ayrıntısı doluştu beynime. Durmadan bozulan ve tamir isteyen aparatlar bizi hayatımızdan bezdirmişti. Birkaç kez ciddi yıkımın eşiğinden dönmüştük. Mars kayıtları silikti ama. O anlara ait görüntüler yoktu beynimde. Mars’ı düşündüğümde gördüğüm Mars filmlerinden sahneler doluşuyordu bellek ekranıma. Tatsız bir şeyi duymak üzere olduğum duygusu çok güçlüydü. Kaçınılamazı ıskalayamazdım.
  “Belleğimde… Ne oldu? Daha önce, adınız ne?”
  “Serpil. Liseden arkadaşınım.”
  Serpil’i hatırlıyordum. İlk kez bir arkadaşın partisinde öpüşmüştük. Çok önceydi. Başka serüvenler yaşamış ve evlenmiştim. Şimdi altı yaşında olması gereken bir kızım vardı.
  “Sen o değilsin.” Dedim. “Çünkü kızı en az on beş yıldır hiç görmedim. Tek bir kez uzaktan bile. Zaten çok kısa süren bir ilişki yaşamıştım.”
  Genç kadın gülümsedi. “Ben oyum.”
  “Anlatıcak mısın her şeyi?”
  “Bir şey daha içer miyiz? Yeşil çay?”
  “İyi.”
   Kadın garsona bir işaret yaptı. Delikanlı başıyla olumlayarak içeri girdi.
  “Şu anda neredeyiz Doğan?”
  Omuzlarımı silktim ve “Kadıköy’deyiz.” Dedim. “Deniz Yıldızı kafesinde.”
  “Hangi yıl?”
  “2024 eylülü.”
  “Mars yolculuğu ne zaman başlamıştı?”
  “2021. Unutulmaz bir yıldır yaşamımda.”
  “Bizler için de öyle oldu.” Genç kadın konuşmasına ara verince sessizliği soğuk bir şeyler doldurmaya başladı. Duymak üzere olduğum şeyden korkmaya başlamıştım.” 2021 doğru. 2 Haziranda yola çıktınız. Bir yıl iki ay sonra yerle ilişkiniz kesildi, ama bu 4 gün sürmedi. Tam 143 yıl sonra geri geldiniz.”  
  “Yani?”
  “Mars’a inilmedi ve şu anda 2165 yılındayız.”
  Yaşadığım şok bayağı ağırdı. Filmlerde ve öykülerde bu tür haberleri duyanların abartılı davranışlarını biraz küçümserdim hep. Gerçek başkaydı.
Soğuktu. Aşılamaz naturalıydı.
  “Evliydin ve yolculuğa çıktığında üç yaşında bir kızın vardı. Kızın mutlu ve uzun bir hayat yaşadı ve bundan 51yıl önce 96 yaşında vefat etti. Ardında çocuk bırakmadı. Karın ondan çok önce geçti gitti eski tabirle.”
  Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde yüzüne bakınca kadın devam etti.
  “Ansızın kapımıza dayanınca önce yabancı bir tasallut sandık normal olarak. Keşif gemimiz sizin geminizin gerçekliğini saptayıp bize bildirince içeri girip duruma baktık. Sekiz astronottan sadece ikisi sağdı. Sen ve Mana denen Meksikalı kadın. Geminizi uzayda imha etmeye karar verdik. Çünkü bir kurt deliğinden geçip kimbilir nelere gitmiş ve geri dönmüştünüz. Başka türlü bu kadar zaman aynı yaşta ve sağ kalamazdınız. Düşman taraftan bize açılan kapının anahtarı olabilirdiniz. Sizleri yeryüzüne getirmek konusunda Birleşik Dünya Güvenlik Konseyi oylama yaptı. Exobiyologlar da karşıydı. Uzaydan bize öldürücü virüs taşımanız ihtimali vardı. 14’e 12 ile yaşamanıza karar verdiler. Bir çeşit vefa borcu. Gemiyi imha ettik. Sizleri yeryüzüne getirdik. 143 yıl takdir edersin ki çok uzun bir zaman. Dünya inanılmaz derecede değişti. Sana buraya uyum sağlatabilmek için uygun bir yer bulduk ve ortamı uyarladık.”
  “Bu... Burası uyarlanmış bir yer mi yani?”
  Genç kadın gülümsedi. Bakışlarında içtenlik ve merhamet vardı. “Dünyada artık beton yığınlarının içine sıkışmış yoğun hayat birimleri yok. Robot yapımını robotlara bıraktık. Bütün elektronik ve mekanik düzenlemeleri de. İş hayatı, ticaret, ekonomi, tarım, teknoloji denen anlayış çok değişti. Buna uyum sağlamanız mümkün değildi. İnsan kalıbından çok taştı Doğan bey. Bu taşma, gelişme uzaya pek fazla yansımadı.  Yeryüzünü değişik bir şekilde deneyimlemeye başladık. İnsanlar ilk kez kesiksiz bir huzur ve güvenlik ortamındalar. Eski aile düzenini anımsatan kümeler kuruluyor ve yenileniyor. Kimsenin aç açıkta ve bakımsız kalması mümkün değil. Hapisane diye bir kurum yok artık. Suç yok çünkü. Uzay fethi duygusu da çok yavaşladı. Her zaman küçük gruplar çıkıp bunu savunuyorlar, ama genel ruh hali değişti. Güneş sistemini kolonileştirdik. Daha ötesi şu sıralarda pek fazla ilgi çekmiyor. Sadece marjinal gruplar, çok sınırlı harcamalarla evrenin çeşitli yönlerine açılıp durmakta. Şu ana kadar hiçbiri bir başka zekayla temas kuramadı. Mesafeler hâlâ çok fazla. Sizi yutan kurt deliği de bir daha görünmedi.”
  Etrafıma bakındım. Kulaklarım uğulduyordu. “Burası Istanbul değil mi yani artık?”
  Garson çayları getirince kadın gülümsedi ve teşekkür etti. Sonra çay fincanının içine bir küpçük şeker attı. Kaşıkla karıştırdı.  “Artık ne Istanbul, ne New York, ne de Sanghai var. Küçük şehirlerin tamamı yeni ortama uyarlandı. Dünya üzerindeki yirmi bir eski metropol müze olarak korundu. Pek revaçta olan müzeler değildir onu söyleyeyim. Çünkü insanların beyni değişince, hisleri de güçlendi. Büyük şehirlerin eskiden kalan ışımasından rahatsız olanların sayısı arttı. Ziyaretçisi giderek azalan yerler oldular.”
  Beşiktaş vapur iskelesine telaşla koşuşturan insanlara, denizde seyreden vapurlara ve bir simit parçası kapmak için hazırlanan martılara baktım.
  “Peki bu insanlar?”
  Kadın çayından bir yudum aldı ve “Müzeler eksiksiz noksansız mazinin aynasıdırlar.”
  “Bu insanlar... Sen, şu arka masada oturanlar, nesiniz peki?”
  “Elimi tut.”
  Otomatikman dediğini yaptım. Kadının elinin ısısı, yumuşaklığı, rengi her şeyiyle normal bir insan eliydi.
  “Çayından bir yudum alın.”
  Dediğini yaptım. Şeker koymayı unuttuğum için biraz buruktu, ama bildiğimi tanıdığım yeşil çaydı.”
  “Bir fark hissedebildin mi?”
  “Çok başarılı bir simulans yani?”
  Öyle bir şey yok artık. Bunlar öykülerde ve eski filmlerde kaldı. Zihinlerimizi yenileyince ve teknolojik sıçramaları arkamıza alınca çevremizdeki evreni bayağı interaktifleştirdik. Bu nedenlerle bir yerde sıkış sıkış oturmamıza gerek kalmadı. Cetvel ve pergelle çizilen içkapatıcı düzenlikler sonsuza kadar bitti. Amorf yapılanma söz konusu. Artık aynı anda sayısız yerde olmak mümkün. Ne temel ihtiyaç, ne de prestij olarak bir sıkıntı kalmadı. Yalnızlık sadece sözlükte varolan bir kelime. Bunalım, depresyon, paranoya ve Koyaanisqatsi de öyle.  Hopi dilinde çılgın yaşam, karmaşık yaşam, dengesiz yaşam, parçalanmış yaşam anlamına geliyor değil mi? Bütün bunlar mazide kaldı. Yumak aileler, akrabalıklar kuruldu. Her şey gerçektir. Şu gördüğün martılar, deniz suyunun tadı, şu garson, ben, hepimiz gerçeğiz. 0 ve 1’lerle bir ilişiğimiz yok.”
  Kadının sözlerini kelimesi kelimesine doğru olduğunu seziyordum. “Benim rahatsızlığım nedir peki?”
  “Beynin bizden farklı. 8000 yeni fiil var şu anda gündemde. Eskiden bir çırpıda elli fiil kullanabilenlere entelektüel denildiği zamanları hatırla. Diller değişime uğradı. Aparat kullanımı bayağı çetrefilleşti. Beyinlerin hipokamp bölgesi çok değişti.Kıvrımları inanılmaz arttı. Eğitim doğuştan ölüme kadar kesiksiz sürmekte. Her an yıkılıp giden, göz açıp kapayana kadar yenilenen sistemin göbeğinde yaşanıyor. Maharet haleleri yardımıyla bunların içine uyum sağlıyoruz. Sokaklar eskisi gibi birbirlerine diğer sokaklar aracılığıyla bağlanmıyor. Sayısız geçitler, emiciler, taşıyıcı alanlar var. Bunların içindeyiz. Her şey molekül molekül hesaplanıyor. Aşk ve seks de bu tür bir sürecin içinde. Eşleşme kriterleri çok değişti.”
  “Moleküler muhabbet yani?” dedim.
  “Aynen öyle. Yiyecekler içecekler, iç organlarımızın salgıları falan da değişti. ve Maddiyatı yeniden yorumlamış yatay bir medeniyetiz. Teorik matematik öğrenme yaşı üçten başlıyor. Manyetik alan sorunu da başka bir kalem. Beyinlerimiz ve bedenimiz bu alanlara adapte oldular. Senin gibi zamanında üst düzey zekalı olan, iki üniversite bitirmiş, çok sıhhatli biri ki, kaç bin kişi içinden Mars misyonu için seni seçtiler, sen bile bu ortama uyum sağlayacak durumda değilsin. Daha... Daha saatlerce anlatabilirim Doğan. Seni uyarlamak için çok çabaladık. Olmuyor. Bu son testti. Olmuyor. Az bellekli bir bilgisayara en yeni programların yüklenememesi gibi biraz. Maalesef aramıza katılman mümkün değil. Bu nedenle yeni bir karar aldık.”
  Kadının yüzüne bakakaldım. Kalbim heyecanla atmaya başlamıştı. Çöpe mi atılacaktım acaba?
  “Burada, bu şehir 184 yıl önce dünyaya gözünü açtığın yer sonuçta, Eski Istanbul Müzesi’nde kalacaksın. On beş milyon insanla birlikte. Metrolar, taksiler, otobüsler, oteller, restoranlar, hastaneler ve aklınıza gelen her şey kullanımda. Sana aylık 3022 lira maaş bağlanacak. Birinci sınıf sağlık sigortan, sıfır kilometre bir araban ve kalacağın bir evin olacak. Semti ve eşyalarını kendin seçebilirsin. Bunun için ayrıca ikramiye verilecek. Arabalara dikkat et seni ezebilirler. Birisi yumruğunu indirirse burnun yassılaşacak. Yediğine içtiğine de dikkat et. Her şey gerçek. Ben de burada olacağım. Bir şey daha. O gördüğün simulasyon filmlerini unut. Burası gerçek. Tıpkı evrenimiz gibi şehir sonlu, ama sınırsız. Hiçbir zaman gerçeklik dışına taşmayacaksın yani.” Kadın bunu derken pantolonunun arka cebinden aldığı bir kartı bana uzattı.   
  “Telefon edersen gelirim ziyaretine. Hayatımda ilk öpüştüğüm erkeksin.”
  Karttaki  ismini yüksek sesle okudum. “Serpil Candan. Şirket danışmanı.”
  İçimden sen o kız değilsin demek geçti, ama bezgince yüzüne baktım.
  “Müze bekçisi mi oldum yani?”
  Kadın gülümsedi. “Sayende müzeye ilgi artacak sanırım. Bir şey daha... Sana hoşuna gidecek bir sürprizim var. Mana. Bir iki dakika içinde buraya gelecek. O da aynı durumda. Yalnız kalmayacaksın. Milyonlarca hayat var ayrıca çevrenizde.”
  Genç kadın doğruldu. Orta boylu, mevzun vücutlu genç bir kadındı. Taş çatlasa otuz yaşındaydı ve Serpil’in inanılmaz derecede benzeriydi. Çantasını açtı. Krem rengi kalınca bir zarf çıkarıp bana uzattı. “Bir otele yerleş. Kendine ev ara. Döşe. Sanırım Mana beraber oturalım teklifine itiraz etmeyecek. Çünkü Eski New Mexico Müzesi’nde yalnız kalmaktansa burada olmayı yeğledi. Erkekler yer konusunda sanılanın aksine daha ısrarcı oldukları için sana o tarafa gitmeyi önermedik. Kadın burada turist sayılır yani. Ona göre davran.”
  Serpil bana dostça sarıldı. Bedensel hususiyetleri tanıdık bildik kadınlardan farksızdı. Ten kokusu, parfümü de öyle.
  “Hoşçakal Doğan. Belki görüşürüz yine.”
  “Güle güle Serpil.”
  Genç kadın kollarını çözerek memnuniyetle gülümsedi ve sol gözünü çapkınca kırparak çekti gitti. O kapıdan çıktıktan birkaç saniye sonra içeriye Mana girdi. Üzerinde alacalı bulacalı ince bir yazlık elbise vardı. Kestane rengi uzun saçları, makyajsız esmer yüzüyle çok hoş görünüyordu. Gemideki kılığından çok farklıydı. Kısa topuklu beyaz ayakkabıları çok yakışmıştı.
  Kadın etrafa bakındı. Beni görünce neşeyle el salladı ve olduğum yere seğirtti.  
  Ayağa kalkıp kadını karşılamaya hazırlandım.
  “Doğan seni gördüğüme ne kadar sevindim bilemezsin.”
  “Ben öyle Mana.”
   Kadın sımsıkı sarılınca ben de aynı şekilde karşılık verdim. Parfümü başımı döndürmüştü. İnsanlarla birlikte havaya yükselen dev sarı balona bakıp içimi çektim. İki kadından hangisinin daha gerçek olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğimi düşünmekteydim. Bunu yapabilseydim şehri dolduran bunca insanın nereden geldiğini de sorabilirdim.
                                                                           Aralık 2009 Amsterdam

  






























9 Nisan 2017 Pazar

Haydi EVET





Merkel, Gezi-Fraulein’ı Roth ve Wilders 16 Nisan Referandum’u için HAYIR diyor. Normal. Çünkü Almanya siyasi ve ekonomik alanda Yeni Türkiye’yi kendine rakip görüyor. Güçlenmesini ve bölgesinde egemen hale gelmesini istemiyor.

NATÖ ve FETÖ de HAYIR diyor. Amaçları ortada. Son olarak 15Temmuz işgal girişiminde başarısız oldular.

PKK da HAYIR diyor. Sıkıntısı büyük. TSK göz açtırtmıyor.

Bir de ülkemizde bunların destekçi ve yardakçıları var. Onlar da HAYIR diyor.

Cumhurbaşkanlığı sisteminde gelecek görmeyenler var; HAYIR diyorlar.

Ve bizler 'Haydi EVET' diyoruz.


NOT: Devletin zirvesi Gündoğdu’daydı. Yenikapı, yani EVET ruhu alanı engin bir deniz gibi doldurdu. Adeta formatladı.

4 Nisan 2017 Salı

İZMİR – DENİZ – DÜŞMAN ve EVET



Malum vekilin ‘İzmir’den düşmanı, yani referandumda EVET oyu veren halkı denize dökeriz’ lafları en hafif deyişle edeb dışı, ama söyleminde ters yönlü bir gerçeği barındırıyor.

Güçlü bir EVET nedeniyle Türkiye’de ve dış ülkelerdeki sömürgeciler, darbeciler, vesayetçiler, gizli işgalciler, onların yardakçıları, FETÖcüler, porselen yazarlar, Can Dündar tipi aydın zatlar vb. kendilerini (iyice) ‘Lüzumsuzlar Denizi’ne dökülmüş gibi hissedecek.

Sadece Samsun ve İzmir’de, kıyı boyunda da değil, her yerde.

NOT: Aslında bir Osmanlı bestesi olan İzmir Marşı, FETÖ Marşı olmamalı.