Eski İstanbul Müzesi
Bir masalı bilimsel
postule kuyusuna attım. Sonra kuyuyu ters yüz edip rokete yükseltgedim ve
yüzümü göğe çevirdim. En parlak yıldızlardan biri göz kırpttı. Bir kurt deliğinden geçip yanına vardım. Neden
kâinattaki bunca uzak bir yer bu kadar tanıdık geliyor? Bigbangdaşlık soluyorum
adeta.
Diğer Kıyı Öykünmeleri – Yazi Meyyın
“Bir şey mi oldu?”
Siyah saçlı genç kadının sol arkasında duran sarı dev balon bütün göğün
yarısını kaplamıştı. Güneş ardında kaldığı için gölgesi müthişti.
“İyi misin?”
Ağzımdan kelime çıkartabilecek durumda değildim. Nutkum tutulmuştu. Ansızın
düşünce silsilemin önünden çekilen paravana nedeniyle yepyeni bir zihnin ufkuna
dahil olmuş gibiydim.
“Sen... İyi misin?”
Tam olarak ne olduğunu
kestiremiyordum, ama yeni gerçeklik ufkunun uyanışı muazzamdı. Baskındı.
Kendimi bir uzay istasyonunda gördüm. Bir uzay mekiğindeydim. Yanımda ikisi
kadın beş altı kişi daha vardı. Hepimiz astronot giysiliydik. Başlıklarımızın
şeffaf siperliklerinin ardındaki yorgun yüzlerimiz neşe ve mutluluk ışıyordu.
Çok büyük bir iş başarmıştık. Güneş sisteminde bir gezegene ilk kez insan ayağı
değmişti. Dünyanın en yeni kahramanlarıydık.
“Başardık çocuklar.”
Bunu diyen kestane rengi saçlı kadın
astronottu. Adı Manuella, hayır Mana. Meksikalı kadın astronottu. Kaptan
yardımcısıydı. 39 yaşındaydı ve bekârdı. Defalarca yinelenmesine rağmen her
telaffuz edildiğinde içimizde sevinç yaratan bir sözcüktü. Büyük bir badire
atlatmış ve ölümden kıl payıyla sıyrılmıştık. Şimdi önümüzde büyük bir heyecan
ve sevgiyle bizi bağrına basmak için bekleyen bir dünya vardı. Aileler, dostlar,
ün ve servet. Karımı, üç yaşında bıraktığım kızımı düşündüm. Kızım şimdi altı
yaşındaydı. Babası motorları olan, uzayda hareket eden dev bir konserve
tenekesi içinde geçirilen üç koca yılı bitirmişti. Sevincim tarif edilemez
boyuttaydı. Birazdan iki haftalık karantina için yörüngedeki bir istasyona alınacaktık.
Kenetlenme işlemi neredeyse tamamlanmıştı. Daha geniş ve özellikle dünya manzaralı değişik bir yere
duyduğum özlem yer kabuğunda bulduğu bir çatlaktan yükselen mağma gibiydi.
“Şimdi nasıl?”
O sarı top normal boyutlarına
dönmüştü yeniden. Terasta hemen arkalarındaki masada oturan genç çift alçak
sesle bir şeyi tartışmaktaydılar. Kısa saçlı sarışın adam kadının elini
tutmuştu. Kumral kadını arkadan görüyordum. Sutyeninin askılarını belli eden zeytin
yeşili dar bir tişört giymişti. Öne eğilmişti. Başının duruş şeklinden ağlamak
üzere olduğunu hissediyordum. Daha sonraki masa boştu. Başımı sola çevirdim.
İçerideki masalardan bazılarında oturan insanlar vardı. Siyah pantolonlu, beyaz
gömlekli, bordo renkli yelekli garson kapının ağzında durmaktaydı. Kimse bir
şey istemediği için düşüncelere dalmıştı. Yirmi başlarında falan olmalıydı. İsmini
çıkaramadığım bir futbolcuya benziyordu.
“Geçti değil mi?”
Geçti kelimesi sanki geçişlen
komutu gibi olmuş tekrar uzay gemisine dönmüştüm. Bu defa belleğim daha
harlıydı.
“Koyaanisqatsi. Koyaanisqatsi’ye ne oldu?
Arkadaşlarım. Karım ve kızım… Sen kimsin? Burası… Belleğim niye tutuk?”
Kobalt mavisi gömlek giymiş, siyah saçlı genç
kadının yüzündeki endişe yerini bir çeşit kararlılığa bırakmıştı. Gözlerinde
anlayış zerreleri kıpırdaşıyordu. İnce dudaklar, azıcık kemerli bir burun ve
iri siyah gözler. Güzel değildi, ama dokunaklı bir çekiciliği vardı.
“Neyi bilmek istiyorsun?”
“Kimsin sen?”
Kadının yüzünde beliren tereddüt kısa sürdü.
Dürüst yan hakim olmuştu sanki.
“Adın Doğan Başatura.” Dedi. “Bu kentte
doğdun. Mars’a yollanan Koyaanisqatsi
adlı gemideydin. Uzman navigatör olarak. Bir sorun çıktı… Gidiş yolculuğunun
son haftasında yerle bağlantınız koptu. Sonra… Çıkageldin. Bunun ne kadarını
hatırlayabiliyorsun şu anda?”
“Dört gün boyunca yerle ilişki kuramamıştık.
Dönüş yolunda. Mars’a indik. Ben ana gemide kalan ekipteydim. Sonra dönüş
yolunda…”
Dönüş yolunda çekilen sıkıntıların ayrıntısı
doluştu beynime. Durmadan bozulan ve tamir isteyen aparatlar bizi hayatımızdan
bezdirmişti. Birkaç kez ciddi yıkımın eşiğinden dönmüştük. Mars kayıtları
silikti ama. O anlara ait görüntüler yoktu beynimde. Mars’ı düşündüğümde
gördüğüm Mars filmlerinden sahneler doluşuyordu bellek ekranıma. Tatsız bir
şeyi duymak üzere olduğum duygusu çok güçlüydü. Kaçınılamazı ıskalayamazdım.
“Belleğimde… Ne oldu? Daha önce, adınız ne?”
“Serpil. Liseden arkadaşınım.”
Serpil’i hatırlıyordum. İlk kez bir arkadaşın
partisinde öpüşmüştük. Çok önceydi. Başka serüvenler yaşamış ve evlenmiştim.
Şimdi altı yaşında olması gereken bir kızım vardı.
“Sen o değilsin.” Dedim. “Çünkü kızı en az on
beş yıldır hiç görmedim. Tek bir kez uzaktan bile. Zaten çok kısa süren bir
ilişki yaşamıştım.”
Genç kadın gülümsedi. “Ben oyum.”
“Anlatıcak mısın her şeyi?”
“Bir şey daha içer miyiz? Yeşil çay?”
“İyi.”
Kadın garsona bir işaret yaptı. Delikanlı
başıyla olumlayarak içeri girdi.
“Şu anda neredeyiz Doğan?”
Omuzlarımı silktim ve
“Kadıköy’deyiz.” Dedim. “Deniz Yıldızı kafesinde.”
“Hangi yıl?”
“2024 eylülü.”
“Mars yolculuğu ne zaman
başlamıştı?”
“2021. Unutulmaz bir yıldır
yaşamımda.”
“Bizler için de öyle oldu.” Genç
kadın konuşmasına ara verince sessizliği soğuk bir şeyler doldurmaya başladı.
Duymak üzere olduğum şeyden korkmaya başlamıştım.” 2021 doğru. 2 Haziranda yola
çıktınız. Bir yıl iki ay sonra yerle ilişkiniz kesildi, ama bu 4 gün sürmedi.
Tam 143 yıl sonra geri geldiniz.”
“Yani?”
“Mars’a inilmedi ve şu anda 2165
yılındayız.”
Yaşadığım şok bayağı ağırdı.
Filmlerde ve öykülerde bu tür haberleri duyanların abartılı davranışlarını
biraz küçümserdim hep. Gerçek başkaydı.
Soğuktu. Aşılamaz naturalıydı.
“Evliydin ve yolculuğa çıktığında üç yaşında
bir kızın vardı. Kızın mutlu ve uzun bir hayat yaşadı ve bundan 51yıl önce 96
yaşında vefat etti. Ardında çocuk bırakmadı. Karın ondan çok önce geçti gitti
eski tabirle.”
Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde
yüzüne bakınca kadın devam etti.
“Ansızın kapımıza dayanınca önce
yabancı bir tasallut sandık normal olarak. Keşif gemimiz sizin geminizin
gerçekliğini saptayıp bize bildirince içeri girip duruma baktık. Sekiz
astronottan sadece ikisi sağdı. Sen ve Mana denen Meksikalı kadın. Geminizi
uzayda imha etmeye karar verdik. Çünkü bir kurt deliğinden geçip kimbilir
nelere gitmiş ve geri dönmüştünüz. Başka türlü bu kadar zaman aynı yaşta ve sağ
kalamazdınız. Düşman taraftan bize açılan kapının anahtarı olabilirdiniz.
Sizleri yeryüzüne getirmek konusunda Birleşik Dünya Güvenlik Konseyi oylama
yaptı. Exobiyologlar da karşıydı. Uzaydan bize öldürücü virüs taşımanız
ihtimali vardı. 14’e 12 ile yaşamanıza karar verdiler. Bir çeşit vefa borcu. Gemiyi
imha ettik. Sizleri yeryüzüne getirdik. 143 yıl takdir edersin ki çok uzun bir
zaman. Dünya inanılmaz derecede değişti. Sana buraya uyum sağlatabilmek için
uygun bir yer bulduk ve ortamı uyarladık.”
“Bu... Burası uyarlanmış bir yer mi
yani?”
Genç kadın gülümsedi. Bakışlarında
içtenlik ve merhamet vardı. “Dünyada artık beton yığınlarının içine sıkışmış
yoğun hayat birimleri yok. Robot yapımını robotlara bıraktık. Bütün elektronik
ve mekanik düzenlemeleri de. İş hayatı, ticaret, ekonomi, tarım, teknoloji
denen anlayış çok değişti. Buna uyum sağlamanız mümkün değildi. İnsan
kalıbından çok taştı Doğan bey. Bu taşma, gelişme uzaya pek fazla yansımadı. Yeryüzünü değişik bir şekilde deneyimlemeye
başladık. İnsanlar ilk kez kesiksiz bir huzur ve güvenlik ortamındalar. Eski
aile düzenini anımsatan kümeler kuruluyor ve yenileniyor. Kimsenin aç açıkta ve
bakımsız kalması mümkün değil. Hapisane diye bir kurum yok artık. Suç yok
çünkü. Uzay fethi duygusu da çok yavaşladı. Her zaman küçük gruplar çıkıp bunu
savunuyorlar, ama genel ruh hali değişti. Güneş sistemini kolonileştirdik. Daha
ötesi şu sıralarda pek fazla ilgi çekmiyor. Sadece marjinal gruplar, çok
sınırlı harcamalarla evrenin çeşitli yönlerine açılıp durmakta. Şu ana kadar hiçbiri
bir başka zekayla temas kuramadı. Mesafeler hâlâ çok fazla. Sizi yutan kurt
deliği de bir daha görünmedi.”
Etrafıma bakındım. Kulaklarım
uğulduyordu. “Burası Istanbul değil mi yani artık?”
Garson çayları getirince kadın
gülümsedi ve teşekkür etti. Sonra çay fincanının içine bir küpçük şeker attı.
Kaşıkla karıştırdı. “Artık ne Istanbul,
ne New York, ne de Sanghai var. Küçük şehirlerin tamamı yeni ortama uyarlandı. Dünya
üzerindeki yirmi bir eski metropol müze olarak korundu. Pek revaçta olan müzeler
değildir onu söyleyeyim. Çünkü insanların beyni değişince, hisleri de güçlendi.
Büyük şehirlerin eskiden kalan ışımasından rahatsız olanların sayısı arttı. Ziyaretçisi
giderek azalan yerler oldular.”
Beşiktaş vapur iskelesine telaşla
koşuşturan insanlara, denizde seyreden vapurlara ve bir simit parçası kapmak
için hazırlanan martılara baktım.
“Peki bu insanlar?”
Kadın çayından bir yudum aldı ve
“Müzeler eksiksiz noksansız mazinin aynasıdırlar.”
“Bu insanlar... Sen, şu arka masada
oturanlar, nesiniz peki?”
“Elimi tut.”
Otomatikman dediğini yaptım.
Kadının elinin ısısı, yumuşaklığı, rengi her şeyiyle normal bir insan eliydi.
“Çayından bir yudum alın.”
Dediğini yaptım. Şeker koymayı
unuttuğum için biraz buruktu, ama bildiğimi tanıdığım yeşil çaydı.”
“Bir fark hissedebildin mi?”
“Çok başarılı bir simulans yani?”
Öyle bir şey yok artık. Bunlar
öykülerde ve eski filmlerde kaldı. Zihinlerimizi yenileyince ve teknolojik
sıçramaları arkamıza alınca çevremizdeki evreni bayağı interaktifleştirdik. Bu
nedenlerle bir yerde sıkış sıkış oturmamıza gerek kalmadı. Cetvel ve pergelle
çizilen içkapatıcı düzenlikler sonsuza kadar bitti. Amorf yapılanma söz konusu.
Artık aynı anda sayısız yerde olmak mümkün. Ne temel ihtiyaç, ne de prestij
olarak bir sıkıntı kalmadı. Yalnızlık sadece sözlükte varolan bir kelime.
Bunalım, depresyon, paranoya ve Koyaanisqatsi
de öyle. Hopi dilinde çılgın yaşam, karmaşık
yaşam, dengesiz yaşam, parçalanmış yaşam anlamına geliyor değil mi? Bütün
bunlar mazide kaldı. Yumak aileler, akrabalıklar kuruldu. Her şey gerçektir.
Şu gördüğün martılar, deniz suyunun tadı, şu garson, ben, hepimiz gerçeğiz. 0
ve 1’lerle bir ilişiğimiz yok.”
Kadının sözlerini kelimesi
kelimesine doğru olduğunu seziyordum. “Benim rahatsızlığım nedir peki?”
“Beynin bizden farklı. 8000 yeni
fiil var şu anda gündemde. Eskiden bir çırpıda elli fiil kullanabilenlere
entelektüel denildiği zamanları hatırla. Diller değişime uğradı. Aparat
kullanımı bayağı çetrefilleşti. Beyinlerin hipokamp bölgesi çok değişti.Kıvrımları
inanılmaz arttı. Eğitim doğuştan ölüme kadar kesiksiz sürmekte. Her an yıkılıp
giden, göz açıp kapayana kadar yenilenen sistemin göbeğinde yaşanıyor. Maharet
haleleri yardımıyla bunların içine uyum sağlıyoruz. Sokaklar eskisi gibi birbirlerine
diğer sokaklar aracılığıyla bağlanmıyor. Sayısız geçitler, emiciler, taşıyıcı
alanlar var. Bunların içindeyiz. Her şey molekül molekül hesaplanıyor. Aşk ve
seks de bu tür bir sürecin içinde. Eşleşme kriterleri çok değişti.”
“Moleküler muhabbet yani?” dedim.
“Aynen öyle. Yiyecekler içecekler,
iç organlarımızın salgıları falan da değişti. ve Maddiyatı yeniden yorumlamış yatay
bir medeniyetiz. Teorik matematik öğrenme yaşı üçten başlıyor. Manyetik alan
sorunu da başka bir kalem. Beyinlerimiz ve bedenimiz bu alanlara adapte
oldular. Senin gibi zamanında üst düzey zekalı olan, iki üniversite bitirmiş,
çok sıhhatli biri ki, kaç bin kişi içinden Mars misyonu için seni seçtiler, sen
bile bu ortama uyum sağlayacak durumda değilsin. Daha... Daha saatlerce
anlatabilirim Doğan. Seni uyarlamak için çok çabaladık. Olmuyor. Bu son testti.
Olmuyor. Az bellekli bir bilgisayara en yeni programların yüklenememesi gibi
biraz. Maalesef aramıza katılman mümkün değil. Bu nedenle yeni bir karar
aldık.”
Kadının yüzüne bakakaldım. Kalbim
heyecanla atmaya başlamıştı. Çöpe mi atılacaktım acaba?
“Burada, bu şehir 184 yıl önce
dünyaya gözünü açtığın yer sonuçta, Eski Istanbul Müzesi’nde kalacaksın. On beş
milyon insanla birlikte. Metrolar, taksiler, otobüsler, oteller, restoranlar,
hastaneler ve aklınıza gelen her şey kullanımda. Sana aylık 3022 lira maaş
bağlanacak. Birinci sınıf sağlık sigortan, sıfır kilometre bir araban ve
kalacağın bir evin olacak. Semti ve eşyalarını kendin seçebilirsin. Bunun için
ayrıca ikramiye verilecek. Arabalara dikkat et seni ezebilirler. Birisi
yumruğunu indirirse burnun yassılaşacak. Yediğine içtiğine de dikkat et. Her
şey gerçek. Ben de burada olacağım. Bir şey daha. O gördüğün simulasyon
filmlerini unut. Burası gerçek. Tıpkı evrenimiz gibi şehir sonlu, ama sınırsız.
Hiçbir zaman gerçeklik dışına taşmayacaksın yani.” Kadın bunu derken pantolonunun
arka cebinden aldığı bir kartı bana uzattı.
“Telefon edersen gelirim
ziyaretine. Hayatımda ilk öpüştüğüm erkeksin.”
Karttaki ismini yüksek sesle okudum. “Serpil Candan.
Şirket danışmanı.”
İçimden sen o kız değilsin demek
geçti, ama bezgince yüzüne baktım.
“Müze bekçisi mi oldum yani?”
Kadın gülümsedi. “Sayende müzeye
ilgi artacak sanırım. Bir şey daha... Sana hoşuna gidecek bir sürprizim var. Mana.
Bir iki dakika içinde buraya gelecek. O da aynı durumda. Yalnız kalmayacaksın.
Milyonlarca hayat var ayrıca çevrenizde.”
Genç kadın doğruldu. Orta boylu,
mevzun vücutlu genç bir kadındı. Taş çatlasa otuz yaşındaydı ve Serpil’in
inanılmaz derecede benzeriydi. Çantasını açtı. Krem rengi kalınca bir zarf
çıkarıp bana uzattı. “Bir otele yerleş. Kendine ev ara. Döşe. Sanırım Mana beraber
oturalım teklifine itiraz etmeyecek. Çünkü Eski New Mexico Müzesi’nde yalnız
kalmaktansa burada olmayı yeğledi. Erkekler yer konusunda sanılanın aksine daha
ısrarcı oldukları için sana o tarafa gitmeyi önermedik. Kadın burada turist
sayılır yani. Ona göre davran.”
Serpil bana dostça sarıldı. Bedensel
hususiyetleri tanıdık bildik kadınlardan farksızdı. Ten kokusu, parfümü de
öyle.
“Hoşçakal Doğan. Belki görüşürüz
yine.”
“Güle güle Serpil.”
Genç kadın kollarını çözerek memnuniyetle
gülümsedi ve sol gözünü çapkınca kırparak çekti gitti. O kapıdan çıktıktan
birkaç saniye sonra içeriye Mana girdi. Üzerinde alacalı bulacalı ince bir
yazlık elbise vardı. Kestane rengi uzun saçları, makyajsız esmer yüzüyle çok hoş
görünüyordu. Gemideki kılığından çok farklıydı. Kısa topuklu beyaz ayakkabıları
çok yakışmıştı.
Kadın etrafa bakındı. Beni görünce
neşeyle el salladı ve olduğum yere seğirtti.
Ayağa kalkıp kadını karşılamaya
hazırlandım.
“Doğan seni gördüğüme ne kadar
sevindim bilemezsin.”
“Ben öyle Mana.”
Kadın sımsıkı sarılınca ben de
aynı şekilde karşılık verdim. Parfümü başımı döndürmüştü. İnsanlarla birlikte
havaya yükselen dev sarı balona bakıp içimi çektim. İki kadından hangisinin
daha gerçek olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğimi düşünmekteydim. Bunu
yapabilseydim şehri dolduran bunca insanın nereden geldiğini de sorabilirdim.
Aralık 2009 Amsterdam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder