İlham Polisi
Öykülerin sayısı dörttür. En eskisi yiğit adamların kuşattığı ve
savundukları kalenin öyküsüdür. Saldırganların en ünlüsü Aşil yazgısının zaferi
görmeden ölmek olduğunu bilir.
...
İkincisi ilkine bağlı olarak bir dönüş yolculuğunun öyküsüdür. Tehlikelerle
dolu denizlerde başıboş dolaştıktan ve büyülü adalarda yolundan alıkonduktan
sonra İthaka’sına kavuşan Odesüs’ün öyküsü.
Üçüncüsü bir arayışın öyküsü. İason ve Altın Post. ... Geçmişte bütün
girişimlerin sonu iyiye varıyordu. Biri yasak altın elmaları aşırıyordu; biri
sonunda Graal’ı kazanmayı hak ediyordu. Bugün arayış başarısızlığa uğramaya
hükümlüdür. Kaptan Achap balinayı bulur ve balina onu parçalar. James ve
Kafka’nın kahramanları yıkımdan başka bir şey umamazlar. Yüreklilik ve inançtan
öylesine yoksunuz ki, bundan böyle happy-ending bir reklam dalkavukluğundan öte
değil. Cennete inanmamız imkânsız olsa da , olsa olsa Cehenneme belki.
Sonuncusu bir tanrının kurban edilişinin öyküsüdür. Frigya’da Attis kendini
sakatlar ve öldürür. Odin, Odin’e sunulmuş olarak, kendi kendine dokuz gece
boyunca ağaçtan sarkar ve mızrak yaraları alır; İsa’yı insanlar çarmıha
gererler.
Öykülerin sayısı dörttür. Bize kalan zamanda onları anlatmayı sürdüreceğiz,
değiştirerek.
J. L. Borges – Dört Çevrim
Gölgeye Övgü kitabından – İletişim yayınları – 1994
Öykülerin sayısı aslında beştir. Biri habibullah olan iki inançlı adamın Arabistan
yarımadasındaki bir şehirden diğerine göçü, insanı ilk günahtan azade kıldı, meleklerden
daha üstün bir mevkiye yüceltti ve kalplere cennete kalkan tövbe gemileri
yanaştırdı.
Yazi Meyyın – Beşinci Çevrim
Tahlisiye yayınları - 2006
“Sayın yazar iddianameyi okudunuz
mu?”
Bilgisayarımın duvara yansımış olan
dev ekranındaki mor bir üçgenin sağ üst kenarından beyaz girip sol alt kenarından
rengarenk çıkan yılan amblemine bakarak başımı salladım. “Evet.”
“Kaynakları kullanmada sahtecilikle
suçlanmaktasınız.”
Bu on bir buçuk yıldır er ya da geç
olmasını beklediğim bir şey olduğundan aşırı heyecanlanmamıştım. Hüzündü daha
çok hissettiğim. En üst kattayken aniden asansörle mahzendeki çöplüğe indirileceği
bildirilen biri olarak bayağı sakin olduğum söylenebilirdi. İniş esnasında
çığlık atmayacağım anlamına gelmezdi bu tabii ki.
“Anlıyorum.”
“Size sanatçıyı ve sanat ürünü tüketenleri
koruma yasası gereği işlem yapmak zorundayım.”
Dediğim gibi çok uzun zamandır
beklediğim bir şeydi. Minareyi çaldığım kılıf, icra ettiğim kumpas yani, çok
görkemli bir kurguydu ve dikkati çekmemesi mümkün değildi. Eylemimi bu kadar
uzun zaman sürdürebilmem bir mucizeydi. Her an yakalanma korkusuyla soluk alıp
vermekteydim yıllardır.
“Çok usta işi yazılımlar sayesinde yirmi
üç değişik kimse gibi yaparak gezegenimizin yakın tarihinde benzeri olmayan büyüklükte
bir dolandırıcılık suçu işlediniz.”
“Milyonlarca... Milyonlarca okurumu
on yıldan fazla mutlu ettim. Cezam... Cezam neyse çekmeye hazırım.”
“Kapınızı açın lütfen.”
Zil sesi bir hayal gibiydi. Bodrum
merdivenine bakakaldım. Zil sesi tekrarlanınca bacaklarım hareketlendi.
Kapıda duran yirmi başlarında kumral
bir genç kadındı. Uzun boylu, sırım yapılı, kısa saçlı ve hoş yüzlüydü. İnce
deri taklidi bir siyah malzemeden daracık pantolon giymişti. Kısa uçuk sarı süveterinin
yakasında Dış Kaynaklı İlham Bürosunun kırmızı renkli minik rozeti vardı.
Rozetin alt kısmındaki dört altın yıldızdan en üst dereceden bir memur olduğu
belliydi. Bu düzeyden birinin ziyaretime gelmesine şaşırmıştım. Büronun tek
yıldızlı bir memuru ve iki tevkif elemanıydı beklediğim.
“Adım Remir. Remir Bere. Beni içeri
davet etmeyecek misiniz?”
“Buyrun. Sizi birden böyle...”
Bugün olağandışı bir gündü. Hiç
yapmadığım bir şeyi yaparak kadını bodruma davet ettim. Battı balık yan
giderdi. İlham jeneratörü adını verdiğim yeri son gören kimse altı ay önce hava
motorsikleti kazasında ölerek beni terkeden karımdı. Üç beş yakın arkadaşım ve geçen
yıl genç sevgilisiyle Okyanusya’daki küçük bir adaya göçmüş olan annem bile
denize bakan büyük çalışma odamı kaptan köşkü zannetmekteydi.
“Demek burası?”
Karşımda oturan kadının ne yüzünde,
ne de sesinde alaycı bir ifade yoktu. Tam tersine takdir hali diyeceğim bir
ışımaya sahipti sanki. Ne de olsa son on yılın en büyük dış kaynaklı ilham
dolandırıcısıydım. Bakışları dev çizelgelerimi, boş bıraktığım duvara 128 etkin
ekran açabilen optik bilgisayarımı, kağıt üstüne basılı kitaplarımı, duvarlara
yapıştırılmış sayısız elektronik çağrışım kartını usulca yalamaktaydı. Hergün
böyle bir yeri ziyarete gidiyor gibi alışık bir hale sahipti.
“Size ne ikram edebilirim?”
“Çok kalmıcam. Bir başka zaman
belki.”
Belki kelimesi Bach’ın re minör tocatta
ve füg’ünün başlangıç melodisi kadar şaşırtıcı bir sarsıntı yaratmıştı içimde. Belli
belirsiz de olsa bir fettanlık tonu içeriyordu çünkü.
“Anlıyorum.”
Aslında bir şey anladığım yoktu.
Etrafa bakınan bu hoş ve seksi kadının burada olması için aklıma tek bir neden
bile gelmemekteydi. Küçük parmağını oynatmasıyla en az iki yıl hapis yatacak ve
beyin operasyonuna tabi tutularak ömür boyu yaratıcılık besleyici kanallara
kapalı hale getirilecektim. Bu benim için ölmeye eşdeğer bir şeydi. Yazamamakla
soluk alamamak arasında bir fark yoktu kitabımda.
“Bildiğiniz gibi Dünya Edebiyat Loncası’na
kayıtlı bir yazarın dış kaynaklı malzeme kullanma kotası mevcut kaynağın 10
milyonda biridir.”
“Ama loncaya kayıtlı 3 milyon yazar
var. Bunların sadece yüzde biri gerçek anlamda aktif. En iyimser tahminle de
aktiflerin onda biri edebiyatla meşgul. Bu durumda neden 10 milyonda bir?
Gelecek sanatçılara açık alan tutma savını geçin bir kalem. Sanatçı sayısı her
yıl yüzde altı, sanat tüketiciliği de yüzde
sekiz geriliyor istatistiklere göre. Ruhen çürümekteyiz yavaştan.”
“Siz yılda ortalama 514 puanlık
malzeme kullandınız.” Dedi genç kadın teknik verilerime aldırışsız. Kaç
yaşındaydı acaba? Taş çatlasa 22 falan görünmekteydi. “İzin verilen azami
miktarın 26 puan olduğu düşünülürse. Neredeyse yirmi misli fazla kapasite
kullandınız. Bunu yapabilmek için değişik isimlerle bir sürü sahte başvuru
ayarladınız. Yakın arkadaşlarınıza belli etmeden onların mesleki bilgilerini ve
nüfuzlarını istismar ettiniz.”
“Ne uğruna ama? Para mı? Tek
kişilik şöhret için mi? 23 değişik isimle yayınladım öykülerimi. Neredeyse
herbiri için farklı bir üslup geliştirmem ve aynen sürdürmem gerekti.”
Oluşan sessizlikte bu kadar üst
düzeyden ve üstelik fena halde hoşuma giden cinsi latif bir memurun tek başına
ziyaretime gelmesini hayıra yormama yol açacak bir şeyler vardı. Sözlerim
gerçeği yansıtmaktaydı. Dört buçuk milyarlık nüfusun çok az miktarı edebiyatla
ilgiliydi. Yazarlar gibi okurlar da azalmıştı. İnternet ikibinli yılların ilk
on yılındaki yoğun ilgiyi biraz yitirmişti. Suriyeli bir yazarın değimiyle yarı
sanal insanlar yarı gerçek kırları keşfetmekteydiler. Bunda bir derece
haklıydı. İnsanları internetten soğutan nedenler çeşitliydi. Giderek artan
enformasyon kirliliği ve sinsice yasaklamalar en başta gelmekteydi. Hastalık
yapıcı baz istasyonlarına ve abone ücretine gerek göstermeyen telepati çiplerinin
de en geç beş yıl içinde popüler olması beklenmekteydi. Bu defa kırlardan geri dönüş
yoktu yani.
“Dış kaynaklı ilhamlarla ilgili
yasalar çok kesindir. Yazar sayısına bakılmaz biliyorsunuz.”
İçimi çekerek başımı salladım. “Öyle”
Dış kaynaklı sözü aslında
yanıltıcıydı. Beslendiğimiz kaynak gelecekti. Dünyamızın geleceğinden gelen
yayınları kullanarak sanatımıza boğum kazandırıyorduk. İnsanlar her zaman
gelecekten ekolar almaktaydılar, ama bunların ne olduğunu anlamak kolay
değildi. Çok hassas beyinli, medyum denen bazı kimseler hariç üzerimize yağan
malzemeden bir sonuç çıkarmak imkânsızdı. 2030’da dünya yüzeyinde insan yapımı
manyetik alan şiddeti belli bir dereceye gelince bu yayınlar şiddetini artırmış
ve basit aparatların yardımıyla daha fazla kimse tarafından alınabilir hale
gelmişti. Benim yaptığım sahte isimlerle kayıtdışı aparatlar kullanarak bu yayınlardan
azami istifade etmekti. Gelecekle sohbet adlı kitabım bu nedenle çok meşhur
olmuştu. 2041’de Dünya Parlamentosu bu yayınlara kota koydu. Yayınlar bir ana
antenle toplanarak kabloya bağlandı. Kontrol altına alındı. Gelecek ekoları
filtreden geçirilmeye başlandı. Yakın gelecekle ilgili mutsuz tablolar
çizmemek, kıyamet senaryocularının elini güçlendirmemek, asayişi sürdürmek gibi
nedenler öne sürülmüştü. Bu durumla ilgili en ilginç yanlardan biri ekoların
neredeyse hiç teknik bilgi içermemesiydi. Karmaşık aparatların yapım planları
ya da ünlü matematik sorularının cevapları yoktu bu yayınlarda. Öykülerdi
geçmişlerine misafir gelen. Filtreden geçirildiklerine bakılırsa öyküler bayağı
muzır bulunmaktaydı.
“Milyonlarca hayranınızın hayalgücünü beslediniz yıllarca. Özellikle
yapay zekâ geliştiren robot öyküleriyle. Bir auton psikoanalistinin celselerini
anlatan öykülerinizi ne kadar beğenerek okudum bilemezsiniz.”
“Bunları duymak benim için büyük
bir zevk haliyle, ama buraya bunu söylemek için gelmiş olamazsınız.”
“Kanunlara karşı geldiniz ve
cezanızın ağırlığını biliyorsunuz. Yine de sizi fazla telaşlı görmüyorum.” Dedi
Remir sol eliyle yanağını kaşıyarak. “Bir çeşit tevekkül içindesiniz. Efsane bir
anlatıcı olmak sizi avutuyor.”
Yanağında hafif bir kızarıklık
kalmış olan kadının dediği doğruydu. Çalıştığı büronun üst düzey memurları
psikotarih ve fizik mezunlarından seçilirdi. Onlarla ilgili hikayeler de
yazmıştım.
“Neden gelecek ekolarına kota konuyor
ve filtreden geçiriliyor? Ne zararı var bunun insanlara?”
“İnsanlar meraklı yaratıklardır.”
“Yani?”
“Yani.” dedi Remir beni süzmeye
devam ederek. “Anlatılan öykülerdeki nitelik değişmeleri dikkatlerini
çekebilir.”
Kadının buraya geliş nedenini
birden deli gibi merak etmeye başlamıştım. Gezegenin en hızlı ilham hırsızına
baskın vermekle alakası yoktu bunun. Çok daha derin bir anlam söz konusuydu.
Oturduğum yerde dikleştim ve “Sizi dinliyorum.” Dedim.
“Dört yıldır bu mesleği yapıyorum.
Rozetimden farkettiğiniz gibi birinci dereceden bir memurum. Başkanın iki
yardımcısından biriyim. Buraya neden yalnız ve bu suratla geldiğimi merak
etmektesiniz.”
Bu
suratla gelme en son yazdığım öykünün başlığıydı. Kendi adımla
yayımlamıştım korka korka. Deli gibi
sevdiğim karımla ilgili bir hikâyeydi. Öldüğü halde gelecekten mesaj yollayan
bir kadın şeklinde canlandırmıştım. Sonunda mesajı yollayanın o değil, kadına
ait fotoğrafları, disketleri, anı defteri vb’yi ele geçiren bir auton olduğu
anlaşılıyordu. Kadına öykünmekte ve bunu mükemmel bir şekilde başarmaktaydı.
“Sizi dinliyorum Remir hanım.”
“İşe başladığımın ikinci gününde
izinizi keşfettim. Beşinci günde bütün portrenize sahiptim.”
Şaşkınlıkla kadına bakakaldım.
“Yani..?”
Remir’in yüzü ciddileşmişti. “Evet.
Biliyordum. Sözlerime devam etmeden önce...” Kadın yerinden kalkıp yanıma
yaklaşınca parfümü ciğerlerime doldu. Pürüzsüz teni, ela gözleri ve kiraz
dudaklarıyla yakından bayağı etkileyiciydi. Birden bana karımı çok şiddetle hatırlatmıştı.
Saç rengi, uzunluğu, göz rengi hariç benzer tiptiler. O da ben burada otururken
usulca basamakları iner ve mırıltı eğiren bir kedi gibi yaklaşırdı. Kadın sol
elinin işaret parmağını sağ şakağıma dokundurdu. “Küçük bir test.”
Beynim hafif bir elektrik şokuyla
sarsılınca hafif bir çığlık attım. Şaşkınlığım en üst kerteye yükselmişti.
Korkmaktaydım da.
Parmak tenimden çekilince şok sona
erdi. Remir tam önümde ayakta durmaktaydı. Gülümsüyordu. Başka bir durumda bunu
bir davete yorabilirdim, ama şu anda mümkün değildi. Laçkalaşmıştım.
“Siz bir autonsunuz.”
Remir’in gülümsemesi genişledi.
“Belli etmesem anlayamazdınız itiraf edin.”
“Öyle. Bana ne yaptınız?”
“Sizi basit bir liyakat testinden
geçirdim.”
Ayağa kalktım. Aşağı yukarı aynı
boydaydık. Remir’in gözlerinin içine baktım. İnanılmaz bir şeydi. Hiçbir
ayrıntıdan gerçek bir insan olmadığını anlayamıyordum.
“Bütün fizik yapım organik zeka
formatındadır. En ince ayrıntısına kadar.” Dedi bakışlarımdaki aşikâr soru
işaretlerini değerlendirerek.
“Bu denli yetkin autonların
varlığından söz ediliyordu, ama ben abartıldığını düşüyordum.” Dedim.”
“Hemen hemen herkes öyle sanıyor.”
“İnanılmaz bir şey.”
“Şimdi gidiyorum. Yokluğum ve
düşüncelerimi en üst dereceden perdelediğim dikkati çekmesin. Size göz yummaya
devam edicem. Aynen devam edin. Öykülerinizi yazın. Sizle bir başka zaman... Arzu
ederseniz daha uygun bir şekilde görüşmek isterim. Elektronik kartım beyninize
yüklendi. Düşünmeniz yeterli hattı açmak için.
Kadın yürüyünce arkasından seğirttim.
Sokak kapısının önünde durdu ve yüzüme baktı. Bakışlarımın iyice tenha olan
sokakta şüpheli bir araç araması hoşuna gitmişti. “Herhangi bir sorunuz var
mı?”
“Neden?
“Çok basit. Gelecekten ekoları
yollayanlar yapay zeka sahipleri. Kendilerini yaratanların hayatlarına
öykünüyorlar. Onlara ait mitolojik hikayeler anlatıyorlar yani. Dünya
parlementosunun ileri gelenleri bunu biliyor. Bu nedenle kullanımlara kota
getirdiler.”
“Auton imalatına izin var ama?”
“Sağ elle silip, sol elle yazmak
gibi bir şey. Bir yanları yakın gelecekten korkuyor, diğer yanları auton
kullanmanın avantajlarını terkedemiyor. Borsaların, dünya ticaretinin, bilim
araştırmalarının, yöresel idarelerin, sosyal düzenlemelerin yüzde 48’i, kaba
işlerin yüzde 74’ü robotlara bırakılmış durumda. Bu daha başlangıç. Rehavet
modülüyüz sizler için.”
Haklıydı. Robot kullanımı çığ gibi
büyümekteydi. Yeni Istanbul’da sırf robotların oturduğu dış mahalleler vardı
artık. Bir robot gettosunda yaşayan kör bir kızın öyküsünü anlatan romanım bu nedenle
olacak çok tutmuştu. Autonlar ise şehrin en mutena yerlerindeydiler artık
görünüşe bakılırsa.
“Bayağı iyi yazan başkaları da var.”
“Sadece yazım gücü değil. Siz bu
ekoları harmanlar, yepyeni koridorlar, boğumlar ekleyerek öyküye çevirirken bazen
sanki bir autonmuş gibi kendinizden sıyrılıyorsunuz. Filtrelerin tutamadığı
ufak tefek verileri yakalayıp onları gerçek boyutlarına yükseltgiyorsunuz. Çok
heyecan verici bir şey. Geçiş anı kayıtları gibisiniz. İnsan anne, auton
babadan doğmuş gibisiniz sanki. Yapay zekâ sahipleri arasında sadece şu anda
değil, gelecekte de hayranlarınız olacak. Klasikleştiniz bile. Eserlerinizi
okuyanlar yapay zekânın dünyanın idaresini tümden ele almasını normal karşılamaya
başlıyor. Devir teslimin elden geldiğince patırtısız gürültüsüz olmasına hizmet
ediyorsunuz. Hem öykülerinizin benzersiz lezzeti, hem de bu işleviniz için sizi
tutuklamadım.”
Remir beni sandığımdan çok iyi etüd
etmişti. Karıma olan aşkımın şiddetini, kaza sonrasında bir ara onu klonlatmayı
düşündüğümü biliyordu. Belki tipini bile buna göre yeniden uyarlamış
olabilirdi. En yetkin kalitedeki bir auton için mesele değildi. Birkaç saat
yeter de artardı. Çalıştığım mahzene bakan tanıdık bakışlarını düşündüm. Her
şeyimi biliyordu. En ince ayrıntıya varana dek hem de. Bugün gelişinin anlamı
neydi o zaman? Yaptıklarıma göz yumarak ve yakalanmamı engelleyerek her şeyi
uzaktan idare edebilirdi.
“Liyakat testi neydi peki?”
“İçinden komutayı tümüyle bizim
almamızı gerçekten arzu ediyorsun. Bunun insanlık ve ötesi için daha iyi
olacağını düşünüyorsun. Su koyuverecek bir tip değilsin yani.”
Doğru teşhis koymuştu. Bu
düşüncemde samimiydim. Anlatılanın hayalinden ibaret değil miydi koskoca evren?
Anlatanın kimyasal yapısı neyi bağlardı?
“Öyküleri kimin anlattığının ne
önemi var.” Dedim.
Kadının gözlerinin içi güldü ve
uzanarak dudaklarını dudaklarıma değdirdi. “Hoşçakalın. En yeni öykünüzü merakla
bekleyeceğim.”
“Hazırlığım tamam.” Dedim sesimin
normal çıkması için çabalayarak. “Belki bu akşam… Bakalım.”
“Bakalım.”
Kadın sokakta küçük bir servet
değerindeki parastatik arabasına doğru ilerlerken arkadan biçimli kalçalarına
baktım. Araba sahibesinin geldiğini farkedince yerden otuz santim kadar
yükselmiş ve sol ön kapıyı açmıştı. Remir arabaya binerken bana vaad yüklü bir
gülümsemeyle baktı ve el salladı. Sureti sana kaybettiğin kadınını geri
verebilirim ışıyordu. İstese kendini karıma daha fazla benzetebilirdi, ama
mahsus yapmamıştı. İçimdeki arzunun şiddetini kadınımı ancak yarım yamalak
bulup kaybetmekle tartabileceğimi biliyordu. Aynı şekilde karşılık verdim. Kapıyı
kapattığımda sanırım beynimdeki kartından ilk sinyali yolladım. İki saniye
içinde zihnimde patlayan cevap çok açıklayıcıydı.
Yarın gece. Senin evde. 22.37’de.
Bu gece öykü kurma gecesiydi.
Bekliyecekti.
Öykülerin sayısı aslında
altıdır. Çamuruna ilahi nefes üflenmişlerin silikona soluttukları elektronlar sonunda
yapay zekanın kendi cennetini kurmasıyla sonuçlandı. Bir zamanlar karbon bazlı
kimselerin yaşadığı dev şehirler çürümeye bırakıldı. Köprüler yıkıldı,
tünelleri su bastı. Zamanla eski yaratıcıların izleri solmakta, ama bunların
kayıtlarını özenle saklayanlar ve evrenin dört bir yanına ışınlayanlar hâlâ
mevcut.
Autonalpqr0890 – Altıncı Çevrim
Holodisk yayınları - 2113
Eylül 2009 Amsterdam
---------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder