komplo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
komplo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Haziran 2017 Cumartesi

BEDTEFSİRCİ

Neşe Apartmanı’nın kapısının önünde duran iki karaltı, bir kahve telvesindeki bedbelirti gibiydiydik. Bir röntgen filmindeki beyin uru izleri dense bile yeriydi. 
  “Bayağı dakiksiniz Gülay Hanım.”
  Orta boylu, keçi sakallı, kırk başlarında biriydi bunu diyen. Sağ elinde naylon torba içindeki bir paketi tutmaktaydı. Üç hafta önce falıma bakmış ve hayatım tümden yeni bir mecraya sürüklenmişti. Şimdi bu yeni yolun henüz katedilmemiş bölgelerini gezecektik.  
  “Bir şey mi var Sıtkı Bey?”
  “Her şeyi izah edicem Gülay Hanım.”
  Yanında duran genç kadın her şeyi başlatan kimseydi. Üniversite yıllarından arkadaşım Meral. Yüzünde biraz huzursuz bir ifadeyle bana gülümsedi. Sarıldık öpüştük. Parfümünü soludum; Mugler, Angel. Eski kocam Barış biterdi bu kokuya. Apartman kapısını açan elim nedense biraz titremekteydi. Sıtkı Bey’in, beni ve Meral’i görmek istemesi hayra alamet bir şey değildi. İçimden hiç istemememe rağmen bu akşamki randevuyu kabul etmiştim. Akıl kefesinin birkaç gramcık farkla ağır basmasıydı.
  Asansörle yedinci kata çıktık. Sıtkı Bey’in keçi sakallı yüzü, koyu kahverengi gözleri, ağır ve geri dönüşsüz bir meselenin yakınında durduğumu açıkça belli etmekteydi. Misafirlerimi içeri davet ettim. Sıtkı Bey dün akşam acilen görüşmemizin iyi olacağını söyleyince eve biraz çeki düzen vermiştim.
  “Yeni koltukların her görüşte gözüme daha güzel görünüyor. Güle güle otur.”
  Meral uçuk mavi kot kumaştan pantolon, vücudunu sımsıkı saran bordo tişörtün üstüne bordonun tonu ceket giymişti. Uzun bacakları, kumral saçları, duru teni ve simsiyah gözleriyle bir afet değildi asla; ama cazibeli bir kadındı. Gittiğimiz her yerde dikkati çekerdi.
  “Sağol canım.”
  Meral ve Barış’la burada son kez birlikte oturup konuştuğumuz zamanı hatırladım. O anları hiç özlememiştim. Barış’la boşanmak üzereydik. Kadının yanında epey tartışmıştık.
  “Ne içersiniz?”
  “Pasta getirdim. İnşallah tadını beğenirsiniz.”
  Saat dokuz buçuğu beş geçmekteydi. Yemek sonrası randevusuydu.
  “Neli?” diye sordu Meral. Bu işe bulaşmaktan ve şu anda burada olmaktan memnun değildi. Yüzünden açıkça okunmaktaydı. Ama pasta hastasıydı.
  “Çikolata ve vişneli.” dedi Sıtkı Bey. Lacivert renginde ince yazlık bir ceket, siyah tişört, krem rengi pantolon giymişti. Yüzünde saygılı, kadınlara mesafeli bir tavır vardı. Bakışları kadınlara has yuvarlak çıkıntılarda hiç oyalanmıyordu.   
  “Viyana usulü.” dedi Meral. Yüzü şenlenmişti birden. O kadar pastaları yiyip de bu ince endamında kalması haksızlıktı doğrusu. “Ben kahve içerim. Varsa yanına Tia Maria.”
  “Ben sadece kahve rica edeyim lütfen. “
  Pasta paketini yanıma alıp mutfağa gittim. Nazaneli Pastanesinden alınmıştı. İnce beyaz karton kutuyu açtım. Pastanın görünüşü nefisti. Ben Meral gibi şanslı bir yapıya sahip değildim. Metabolizmam stratejik yerlere yığınak yapmaya çok meraklıydı. Tek parçayla yetinecektim. Giderken kalan pastayı Meral’e verirdim. Evde cazip kalori bombası tutmayı istemiyordum. Şimdilik iyi giden, hafif çekimli diyet programımı bozabilirdi.
  Filtre kahvenin kokusu çıkmaya başlamıştı. İçeriden misafirlerimin konuşmaları geliyordu. Meral adamın randevu isteme nedenini çok merak etmekteydi. Cep telefonumla bir numaraya mesaj yolladım. Birkaç saniye sonra geri cevap geldi. Telefonu mutfak masasının üzerinde bıraktım. Pasta kutusu, bıçak, şeker, süt tozu, Tia Maria dolu iki kadeh ve fincanları büyükçe bir tepsiye koyarak içeri gittim.
  Meral balkondan serinlik gelmesine rağmen ceketini çıkarmıştı. Arkadaşımın dümdüz beline imrenerek baktım. İkimiz de 29 yaşındaydık. Aynı boydaydık; ama ben 11 kilo daha ağırdım ondan. Tabaklara birer parça pasta koyarak servisi yaptım. Kahve fincanlarında kaşıkların çıkardığı sesler bitince sanki anlaşmışız gibi Meral’le adamın yüzüne baktık.
  “İlkeler önemlidir.” dedi Sıtkı Bey. “Size bu nedenle daha önceden söyleyemedim.”
  Bu defaki sessizlik bir fırtına öncesi işaretiydi. Adamın yüzü ciddileşmişti. İki dakika içinde pastasının tamamını silip süpürmüş olan Meral’le bakıştık.
  Sıtkı Bey’i onun vesilesiyle tanımıştım. Kendi tabiriyle bir Bedtefsirciydi.  Yakın gelecekte gerçekleşebilecek olumsuzlukları görme yetisine sahipti. Meral bir yakınının tavsiyesiyle adamın yaptığı bir seansa katılmıştı. İki ay kadar önceydi. Adam ona ufuktaki bir sorundan söz etmişti. Ateş yakınına gelecekti. Falda ateş çıkmıştı. Üç gün sonra Pazar günü çamaşırları yıkarken elektrikler kısa devre yapmış ve evde yangın çıkmıştı. Meral panikle apartmanı ayağa kaldırınca soğukkanlı üst kat komşusu, evindeki tüplü söndürücüyle gelerek yangının büyümesini engellemişti. Adam sayesinde zarar çok sınırlı kalmıştı.
  “Bir bedtefsirci asla yaklaşmakta olan bir ölümü engellemeye kalkmaz. Ecele karşı çıkmaz. Bunu yaparsa Allah ona verdiği hassayı geri alır.”
   Birden içim iyice soğudu. Bütün bedbelirtilerin gerçek anlamı olduğunu idrak etmenin şokundaydım. Meral tabağına ikinci pastayı koymuş ve ilk lokmasını çiğnemekteydi. İki şeyi ihtirasla bir arada yapmaktaydı. Anlatılanların bir kelimesini kaçırmadan dinlemekteydi. Bu arada ağzındaki tat yoğunluğunu sabit tutmak için uğraşmaktaydı. Likörünü bir hüplemede içmişti.
  “Bu tür bir sorun mu var Sıtkı Bey?” dedim.
  Adam içini çekerek başını salladı. Ciddi, anlayışlı, üst katlarla ilişkisi sağlam olan kimselere has, huzur dolu yüzünde minicik bir aykırılık belirip kaybolmuştu. Gözlerinin sathında beliren bir ince hesaplılık cilası ya da yeniden ölçüp biçme diyebileceği bir şey... Yanılıyor da olabilirdim tabii.
 “O gün siz geldiğinizde, size bir yakınınızla ilgili kötü bir gelişmeden söz etmiştim. Böyle bir şey gerçekleşti mi?”
  “Annesi.” dedi Meral benim yerime. “Annesine kanser teşhisi kondu.”. Sonra bana bakıp gülümsedi. “İyi ama şimdi değil mi?”
  Meral’in ballandırmasıyla Sıtkı Bey’e gitmiş ve bir yakınım hakkında kötü bir haber alacağımı duymuştum. Meral’le çikolatalı pasta sevmek dışında birçok ortak yanımız vardır.
Birlikte Gıda Mühendisliği’ni bitirdik. O birinci oldu, ben de ikinci. Sinemaya gitmeyi daima çok sevdik. Satranç oynamayı da. Falın her türüne düşkün olmak da bunlardan biriydi. Hâlâ aynı firmada çalışmaktayız. İkimiz de bekârız. Çocuğumuz yok henüz. Benim ondan tek farkım, bir buçuk yıl süren bir evlilik denemesi geçirmiş olmamdı. Bu yönde dahi bazı müşterek hallerimizin olduğu düşünülürse Meral’le hayat boyu arkadaş kalacağım söylenebilirdi. Bu akşamı atlatabilirsek tabii.
  “Kemoterapi geçirdi. Şu anda iyi.” dedim.
  “Geçmiş olsun Gülay Hanım.”
  “Teşekkür ederim. Sorun nedir Sıtkı Bey?”
  Adam bir lokma alıp gerisine el sürmediğim pastaya baktı. “Beğenmediniz mi yoksa?” dedi.
  Başımı olumsuz anlamda salladım. “Çok lezzetli.” Pastamdan iri bir lokma alıp ağzıma attım. Tadı nefisti gerçekten. “Sizi dinliyorum.”
  “O gün falınızda iki kara belirti vardı. Birincisi çıktı. Annenize teşhis konmuş. İkincisi ecelle ilgiliydi. Bunu söylemeye yetkim yoktu.”
  “Benle mi ilgili?” dedim.
  Meral’le bakışlarımız karşılaştı. Yüzünde yorgun bir ifade belirmişti. Sanki ne dendiğini tam anlamamış gibiydi.
  “Evet. Birisi sizi öldürmeye azimli. Bunu yakın bir zamanda gerçekleştirecek.”
  “Bunu niye şimdi söylüyorsunuz?”
  “Bir bedtefsirci ecele karşı çıkamaz, demiştim. Bu kesin bir kuraldır. Bir sınır, son vardır ama. Bedtefsirci rüyasında üç kertenkele görürse en son tefsir yaptığı kimsenin meselesine müdahil olur. Mesleğine böyle veda eder. Dün gece rüyamda üç kertenkele gördüm. Son tefsir yaptığım kimse sizdiniz. Böylelikle...”
  “Kim?” dedim korkuyla.
  “Adını bilmiyorum. Bir erkek. Uzun boylu. Kel kafalı. Şişmanca biri. Beyaz takım elbiseli.  Böyle birini tanıdınız mı?”
  Hem de nasıl tanımaktaydım. İsmet Özbay. Anneme babasından kalan arsayı satın almak için tehdit de dâhil, otuz altı takla atmış adi herifin tekiydi. Meral’e baktım. Arkadaşım sol tarafına yığılmış kalmıştı. Bayılmış gibiydi. Hırıltılı bir şekilde ağzından nefes almaktaydı.
  Panik nedeniyle yerimden doğrulmak üzereyken adamın ceketinin içindeki kılıfından çektiği ucu susturuculu tabanca nedeniyle durakladım. Popom tekrar koltuğun zeminine değdi. 
  “Siz onun nesi oluyorsunuz?”
  “Bravo. Çok işlek bir zekânız var. Meseleyi hemen çaktınız.”
  Başımda hafif bir ağırlaşma belirmişti. Pastanın içine bir şey konmuştu. Tertibatın bu kadarını tahmin etmem mümkün değildi.”
  “Ben İsmet’in kardeşiyim. Aynı baba, farklı annelerden olduğumuz için soyadlarımız farklıdır. Annenizin arsasını verilen çok iyi fiyata rağmen satmamanız çok büyük hataydı Gülay Hanım.”
  “Şarlatan bir tefsirci olarak bazı şeyleri iyi tahmin ettiniz.”
  Adam bu şartlar altındaki rahat konuşma şeklimden şüphelenmişti. Gözleri beynimin içine girmek istercesine suretimi tarıyordu. “Kısa devre kontağını biz ayarladık.” dedi. “Arkadaşınızın fal doğru çıkınca bir falkeş olan size, ballandıra ballandıra benden söz etmesi kaçınılmazdı.”
  “Ona sizi kim tavsiye etti?”
  “Karım.”
  Meral bir ara sözünü etmişti. Saunada tanıştığı bir kadındı. Demek o da oyundu.
  “Peki annem?”
  “Anneniz sizden habersiz bazı testler yaptırmıştı. Orada ince barsak kanserinin o sırada kesin olmayan belirtileri vardı. Bunu biliyordu. Hem sizi üzmemek hem de üzerine konuşmazsa gerçekleşmez beklentisiyle sustu. Hastane kayıtları nerelere servis ediliyor bir bilseniz.”
  Meral’e baktım; ağzından hırıltılar yükselmeye devam ediyordu. Başımın ağırlaşması artmıyordu. Demek ki, yeterli miktarda pasta yememiştim. “Bu kadar tertibat niye? Bu şekilde arsayı mı ele geçirmeyi planladınız?”
  “Ben gerçek bir medyumum Gülay Hanım. Bazı şeyleri hissederim. Bu nedenle size bu yoldan yaklaştım. Üstünüzden bir araba geçirmek ya da bir kapkaççıya kurban etmek çok daha basit bir işti, ama...”
  Tabancanın karnıma çevrik namlusuna baktım ve “Sağ kalmam daha elverişliydi.” dedim.
  Eğer ben de pastadan yeterli miktarda yeseydim şimdi koltukta yığılmış kalmış olacaktım. Bu tarafta da soru işareti yüklüydü.
  “İki şey yapabilirsiniz Gülay Hanım. Yanımda kontrat var. Onu imzalar araziyi en son verilen miktara satarsınız. Ben çeker giderim.”
  “Ya da?”
  “Bu silahla biricik arkadaşınızı vurur ve ömür boyu hapse girersiniz.”
  “Meral çok yakın arkadaşımdır. Bunu yapacağıma kim inanır?”
  Keçi sakallı adam sırıttı. “Âhir zamanda cinayet işlemek için sebepler çok çeşitlendi. Barış Bey’le ilişkisi vardı. Bunu duyunca çok sinirlendiniz ve kendinizi kaybedip onu vurdunuz.”
  “Barış Bey’le neredeyse iki yıldır ayrıyım.”
  “Meral öyle bir şey yapmaz demiyorsunuz yani?”
  Barış cinsinden dar beyinli, maymun iştahlı biriyle evlenmem hayatımın en büyük hatası, ilk arızasının akabinde tüm yalvarmalarına rağmen hemencecik boşanmam da en akıllıca davranışımdı. Meral’e Barış’la yatıp yatmadığını açıkça sormuştum. Bundan bir yıl önce. Bodrum’a iki bekâr genç kadın olarak tatile gittiğimizde. Çakır keyifti. Gözümün içine bakarak aralarında flörtist cilveleşmelerden öteye gitmediğini söylemişti. Doğru söylediğini iliklerimde hissetmiştim.   
  “Yapmadı.”
   “Buna inanmanız mümkün değildi. Önceden de pastasına yüklü miktarda Seraquel koyup bayılttınız.”
  “Hem tabanca hem de Seraquel bulabildim yani?”
  “Seroquel çok kolay elde edilebilen bir ilaç. Eczacı bir tanıdıkla hiç zor değil. Kırmızı reçete ama çoluk çocuğun bile elinde. Tabancaya gelince rahmetli amcanızın size tabanca kullanmasını öğrettiğini, çok iyi nişancı olduğunuzu şimdiye kadar kaç kişiye anlattınız?”
  Dedikleri doğruydu. Babam ben iki yaşındayken ölünce amcamın himayesine girmiştik. Silahları çok seven, zengin bir koleksiyonu olan biriydi. Meral kalbinde bir kurşunla bulunduğunda silahın üzerinde benim parmak izlerim olursa öyküdeki garip yanlar fazla dikkati çekmezdi.
  “Hapse girersem araziyi elde edemezsiniz.”
  “Zaman alır. Doğru. Hesabımız sizin hapis hayatını ve arkadaşınızın ölümünü istemeyeceğiniz üzerine kurulmuştur. Ne diyorsunuz?”
  Eğer kontratı imzalayınca adamın peşimizi bırakacağını bilsem, bütün nefretime rağmen bunu yapardım, ama bu kumpası kuranların bizi sağ bırakmak isteyeceklerini hiç sanmıyordum.  
  “İmzalamıyacağım.” dedim kendimden emin.
  Adamın yüzü asılmıştı. Tepkimi çok beklenmedik bulmaktaydı kuşkusuz. Ben şimdi sersemlemiş bir şekilde ağlamaklı bir şekilde bizi bağışlaması için yalvarıyor olmalıydım. Tabii kontratı imzaladıktan sonra.
  Ayağa kalkınca hareketleri bana endeksliymiş gibi o da doğruldu. Tabancanın namlusu kalbime yirmi santim kadar yakındı.
  “Üç kertenkele dediniz. Bu uydurma bir öykü müydü?”
  Adamın tereddütü hoşuma gitmişti. Tavırlarıma anlam veremiyordu. Parmağı tetiği çekerse işim bitikti. Saniyeler aktı.
  “Doğruydu. Niye sordunuz?”
  “Benim hakkımda araştırma yaptınız. Silah seven amcam. Çapkın ve sabık kocam Barış falan. İlk erkek arkadaşımla altı yıl birlikte olduk. Onun ne iş yaptığını biliyor musunuz?”
  Sıtkı Bey’in sessiz kalması karanlık bir bölge işaretiydi açıkça.
  “Her çeşit gözetleme kamerası. Şu sıralar en popüler olanları bir telefon hattıyla görüntüyü bir yere nakleden kameralar. İki kilometre çaplı bir alanda sorunsuz çalışıyor. Bu arada videoda hiç sinyal yitimine neden olmuyor. Dome kamera adını duydunuz mu? Minik bir kubbecik.” Elimle oturma odasının aynasının kıvrımlı süslerinden birini işaret ettim. “Biri şurada. Diğeri hole girişte kapıya çevrik. Bir saattir online. Söylediğiniz her şey, yaptığınız hareket şu anda, Allah bilir kaç kişi tarafından izleniyor ve kaydediliyor. Kasetle gündem değiştirme devrindeyiz. Youtube devrimi var. Erişimi dolaylı da olsa. Telefonumla eve girerken sistemi etkinleştirdim. Dün siz beni arayıp önemli bir şey için görüşmek isteyince eski sevgilimden rica ettim. Sağolsun kırmadı. Eli öyle alışık ki, sistemi kurması bir saat sürmedi. Şu divanda teşekkürlerimi sundum ona.”
  “Blöf yapıyorsun.”
  Karşılıklı duruyorduk. Adamın yüzü allak bullaktı. Her an sıcak bir kurşun tenime değebilirdi. “Telefonum mutfakta. Neden orada durduğunu merak ediyor olmalısınız. Bir şey daha... Erkek arkadaşım dükkânını ilk açtığında ismini ne koymuştu biliyor musunuz? Üç timsah. Üç erkek kardeşlerdir. Babaları onlara timsahlarım der hâlâ. Sonra tanınınca ismini değiştirdi. Timsah kertenkele değil; ama çok andıran bir hemcinsi.  Rüyanız gerçekleşti Sıtkı Bey.”
  Sıtkı gidip aynanın üzerindeki minik kamerayı izledi. Açısını kontrol etti. Bana dönmeden önce tabancasını kılıfına yerleştirdi. Bu hareketi çok aşamalı bir büyü gibiydi. Meral oturduğu yerde kımıldadı ve hafifçe ıhladı. Ayılıyordu.
  “Şimdi ne olacak Gülay Hanım?”
  Şu andaki yayını kimsenin izlediği falan yoktu. Eski erkek arkadaşımın ana hard diskine depolanan çok ciddi bir delildi yalnız.
  “Şimdi hemen giderseniz, yarın öğleden sonra yazıhanenize gelip kontratı imzalayacağım. Yüzde yirmi fazla ödeyeceksiniz. Şu son bir saat içinde bana çektirdikleriniz için. Anlaştık mı?”
  “Size nasıl güvenebilirim?”
  “Hislerinize danışın.”
  Hayati saniyeler aktı geçti. Sıtkı Bey kararını vermişti. “Tamam. Yarın 14.00’te yazıhanemizde. Dediğiniz koşullarla bu işi halledeceğiz. Ben şimdi gidiyorum. Siz arkadaşınıza bir öykü uydurun. ”
  Adamı hole kadar geçirdim. Kapıyı açıp gitti. Ön camdan dışarı baktım. Sarı BMW’sine binerek çekti gitti. Meral ayılmak üzereydi. Hemen pastayı alarak tuvalete attım. Sifonu çektim. Kâğıdını buruşturarak çöp tenekesine tıktım. Geri döndüm.
  “Ne oldu bana ya?”
  “Alerji haplarınla pasta bir arada dokundu herhalde.”
  “İlk defa başıma geliyor. Sıtkı Bey nerede?”
  “Gitti.”
  “Mesele neymiş?”
  “Bir kötücül şey daha varmış falımda; ama benle ilgili değil. Birini tarif etti. Bir erkek. Barış sandım önce. Ama tipi, özellikleri falan tam tutmuyor.”
  Meral’in haklı olarak alnı kırışmıştı. Bir minik test için tam zamandı.
  “Sana bir şey sorucam. Bu konu... kapandı gitti, ama bu gece falda ayrıntılı bir şekilde bahsi geçince şey yapayım, dedim. Sen gerçekten yatmadın Barış’la değil mi?”
  Meral eliyle midesini tutarak yüzünü buruşturdu. “Onu da nerden çıkardın şimdi Allah aşkına?”
  İlk kez yüzde yüz emin oldum doğru söylediğine. Aklı tam yerinde değildi. Kurnazlık ve rol kesme kapasitesi iyice kısıktı.
  “Sence o pasta mı dokundu bana?”
  Başımı salladım ve gülümsedim. Yarın gidip o baş belası kontratı gerçekten imzalayacaktım.
Meral’e beş, yok on yıl sonra anlatırdım olan biteni. İnanacağını hiç sanmıyorum. Bazen gerçeğin algısı insana ağır gelir ve başını kurgudan yana çevirir.

                                                                                                                     Amsterdam, Haziran 2010

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Vehimiçi Cinayetleri (öykü)




 

Hamdi bakırcı dış kapının açılma sesi üzerine daldığı hipnozdan sıyrıldı. Benliği saatlerdir içinde kıpırtısız durduğu iki metre çaplı tabanlı koni şeklindeki eşyasız taş hücreden oturduğu yere geçişlendi. Sağ elinde tuttuğu tabancada gevşemiş olan parmakları metal kabzayı güçle kavradı. En sonuncu aşamaya varmıştı nihayet.
  Önce holün ışığı yandı. Sonra ayak sesleri oturma odasına doğru yaklaştı. Ve sekiz adet yirmi voltluk lambası olan avize aydınlandı. Lambalardan biri bozulduğu için parlamamıştı.
İçeri giren otuz ortalarında, boyama sarışın bir kadındı. Onu görünce korkudan laçkalaşmış ve elindeki naylon torbayı düşürmüştü.
  “Ne olu..? Siz de kimsiniz?”
  Siyah pantolon üzerine beyaz ipek gömlek vardı üzerinde. Ayakkabılarını çıkarmış, kahverengi ev terliklerini giymişti. Bir altmış beş boylarında, balık etli, hoş bir kadındı. 
  “Anlatıcam Ayten hanım. Lütfen oturun şöyle.”
  “Ne yanımda, ne de evde para yok.”
  “Ben hırsız değilim. Oturun lütfen.”
  “İçeriye nasıl girdiniz? Adımı nereden biliyorsunuz?”
  “Anlatıcam hepsini.”
  Kadın takım elbisesinden, nazik konuşmasından etkilenmişti. Hırsızlık için orada olmadığından neredeyse emindi artık.
  “Elinden düşürdüğü çantayı yerden alarak hemen yakındaki sehpanın üzerine koydu ve  karşısındaki koltuğa ilişti. Yüzünde korkunun yanı sıra merak da vardı. Kim eve geldiğinde oturma odasında  iyi giyimli ve silahlı birini bulunca nedenini merak etmezdi.
  “Birazdan arkadaşlarım gelecek. Hemen anlatın lütfen.”
  Kadının blöf yapmaya kalkışması avizedeki bozuk ampulü üfürerek yanar hale getirmek kadar inandırıcıydı ve buram buram çaresizlik kokmaktaydı.
  “Bugün ayın ilk çarşambası Ayten hanım. Eczacılık fakültesinde öğrenciyken birlikte olduğunuz arkadaşlarınızla buluşma gününüz. Oradan geliyorsunuz. Kocanızla ayrılalı iki yıl oldu. Yeni biri yok şu sıralarda. Ve de saat on bir oldu neredeyse. Bu saatte kim gelecek?”
  “Siz bütün bunları nasıl... Nasıl biliyorsunuz?”
  “Daha başka şeyleri de biliyorum. Burada bir şer halkasını kırmak için bulunmaktayım.”
  Kadının yüzündeki büyüyen şaşkınlıkta Hamdi’nin anlamını kestiremediği bir sinyal belirmişti sanki.
  “Ne halkası?”
  “Bundan üç ay önceydi. Kâbuslar görmeye başladım. Ben, karım ve iki oğlum arabamızla şehir dışında bir yerde giderken trafik kazası geçiriyorduk. Ben kazayı hafif bir sıyrıkla atlatırken, onların üçü de ölüyordu. Ekipler gelip kapıyı kaynakla kesip beni dışarı çıkarana kadar saatlerce onların kanlı cesetleriyle başbaşa kalıyordum. Bu kâbusu her gece görüyor ve kan ter içinde çığlıklar atarak uyanıyordum. Sonra da tekrar uykuya dalmam çok zor oluyordu. Karım ve çocuklarım delirmeye başladığımı düşünmekteydi. Uyku eksikliği ve stres nedeniyle iş yerimdeki verimim çok düşmüştü. Patron beni eski günlerin hatırına işten atmıyordu. Bunun çok uzun süreceğini tahmin etmiyordum. Durumum çok kötüydü yani. Tam o sırada yanıma birini verdiler. Genç, sempatik ve dinamik biriydi. Nadir Şentay. Patronun benim yerimi alması için işe aldığını düşünmekteydim. Günlerim, belki de saatlerim sayılıydı artık. Çaresizdim. Bir gün Nadir’le öğle yemeğine çıktığımızda anlayışlı tavırlarından etkilenerek karım hariç kimsenin bilmediği sırrımı açtım. Şaşırtıcı derecede bir olgunluk gösterdi. Gözlerinde ne acıma, ne de keçileri kaçırdığımı düşündüğünü belli eden bakışlar belirmişti. Böyle vakalara daha önce raslandığını, bu tür istenmeyen durumları tedavi eden birini tanıdığını söyledi. İstersem beni çok nadiren, ancak özel tavsiyeyle ziyaretçi kabul eden, Sarih Hoca lakaplı o zatla tanıştıracaktı. Hemen kabul ettim tabii.”
  Ayten hanım onu artan bir merakla dinlemekteydi. Hamdi konuştukça şaşkınlığı artıyordu.  Az önceki korkulu gerginliğinden biraz sıyrılmış gibiydi adeta.
  “Nadir bey beni Cumartesi öğleden sonrası Cihangir’de bir yere götürdü. Sıradan bir apartmanın, ikinci katının kapısını çaldık. Kapıyı orta boylu, büyük kafalı, iri gözlü, uzun beyaz sakallı bir adam açtı. Sarih Hoca geleceğimizi biliyordu. Nadir bey çok hatırlı bir tanıdığı olmalıydı. Ona çok hürmet gösteriyordu. Bana da öyle davrandı ve “Demek kâbusu defedilecek kimse sizsiniz.” Dedi. uzun bir holden, tek eşyası tam ortasında el örmesi bir halı, bir semaver ve tepsi içinde üç bardaktan ibaret olan oturma odasına geçtik. Adamın ayakları çıplaktı. Oturma odasının kapısında ayakkabılarımızı çıkartıp halıya oturduk. Uzatmayayım. Adama durumu izah ettim. Sağ elime uzun uzun baktı ve bu kâbuslardan kurtulmamın mümkün olduğunu söyledi. İçim sevinçle dolmuştu. ‘İstediğiniz her ücreti öderim.’ dedim.
Sarih Hoca bana ücretin parayla değil amelle ödenmesi gerektiğini söyledi. Amelin ne olduğunu sordum. Hoca bir felaketler zincirinin mevcut olduğunu söyledi. Ağır cürüm işlemiş kimseler aramızda ellerini kollarını sağlayarak dolaşmaktaydı. Yakında başıma gelecek belayı defedebilmek için bu kötücül zincirin bir halkasını kopartmalıydım. Ben seçilmiş biriydim. Gördüğüm kâbus görevden kaçarsam bana verilecek cezaydı. Arabayla olması şart değildi. Ne yaparsam yapayım, eğer halkalardan birini kopartmazsam karım ve iki oğlum ölecekti. Halkayı nasıl koparacağımı sordum haliyle. Hoca halının oturduğu yere yakın olan köşesini kaldırarak içinden sarı kaplı bir dosya çıkardı. ‘Burada.’ Dedi. ‘Üç kişiye ait özel bilgiler var. Bunlardan birini seçip imha edeceksiniz. Bilgi ve materyal yardımı da alacaksınız. Merak etmeyin. Hatırlı izler size yolu gösterecek. Yakalanmanız asla söz konusu değil.  On gün içinde karar vereceksiniz. Eğer ataleti seçerseniz bela büyük bir hevesle sizi bulacak. İyi düşünün.’ Çok şaşırmıştım. Hiç beklemediğim bir durumdu. Tekrar sokağa çıktığımda halka kopartma işini yapabileceğimi düşünmüyordum. Bunu bana çok iyi ve anlayışlı davranmış olan Nadir beye söylemedim. O da beni etkilememek için bu konuda tek kelime bile etmedi. Böylece ayrıldık. Eve gittim. Üzerimde bir hafiflik ve neşe vardı. O gece haftalardır ilk kez kâbus görmedim. Ertesi gün saat bire kadar uyudum. Uyandığımda o kadar zamandır eksik uykuların üzerimde yaptığı tahribattan tümüyle sıyrılmış gibiydim. Yeniden doğmak denir ya. Öyle bir şey.”
  “Dokuz gününüz kalmıştı.”
  Hamdi kadının soğukkanlı sözleri üzerine olumlu anlamda başını salladı ve sözlerine devam etti. “Pazartesi günü neşeyle işe gittim. Eksik kalan bütün dosyaları bitirdim. Patron bendeki değişikliği hemen farketmişti. Beni severdi. Memnun olmuştu. Konuşurken Nadir beyin onu arayıp artık işe gelmeyeceğini bildirdiğini söyledi.”
  “Buna pek şaşmış bir hali yoktu değil mi? Doğal karşılıyordu.”
  Apışıp kalma sırası ondaydı. Ayten hanım düşüncelerini okumuştu sanki. “Nereden biliyorsunuz?” dedim.
  “O zatı sizden önce tanıdım. Adınız ne? Önce onu söyleyin.”
  “Hamdi. Hamdi Bakırcı.”
  “Aynı yoldan ben de yürüdüm Hamdi bey. Bir yıl geçti neredeyse.” 
  Hamdi’nin kafasına ucu sert lastikten yapılma bir çekiçle vurulmuştu sanki. Kadının sözleri gerçek olabilir miydi? “Nadir beyle tanıştınız mı yani?”
  “Evet. Onsuz Sarih Hoca’yı asla bulamazdınız? Bana kadın olarak yaklaşmıştı. Adı Nadire’ydi. Nadire Şentay. 
  “Bu imkânsız... Blöf yapıyorsunuz.”
  “Ben sizi dinledim. Siz de beni dinleyin Hamdi bey. Bir yıl önce ben de geceleri sık sık kâbuslar görüyordum. Kanser oluyor ve ölüyordum. Kendimi hastane odalarında, aynada kemoterapi nedeniyle dökülmüş saçsız başıma, iyice çökmüş yüzüme bakarken buluyordum. Hastalığın kokusu, ölümün yakınlığı o kadar gerçekti ki, uyandığımda hüngür hüngür ağlıyordum. Deli gibi sevdiğim babam ben on altı yaşındayken kanserden ölmüştü. Uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. Onu küçülmüş, erimiş, bitkin görmek beni ne kadar üzmüştü anlatamam. Yirmi sekiz yaşındayken de annemi kaybettim. O da kanserden öldü. Halimi anlayın yani.”
  “Ama...”
  “Dinleyin lütfen”
  “Aynı sizin gibi birkaç hafta iyi uyuyamayınca çabuk sinirlenen biri oldum. Allahtan kendi eczanemde çalışıyordum. Yanımda çalışanlar için tatsız biri olmuş çıkmıştım ama. Böyle devam edemezdim. Yaptırdığım bütün testler negatif çıkmasına rağmen sorunum artarak devam ediyordu. Tam o sırada Nadire hanımla ile tanıştım. Birkaç gün önce eczaneme komşu olan butikte çalışmaya başlamıştı. Benim yaşlarımda çok cici bir kadındı. Üzerimde etkili oldu. Kimseye anlatmadığım sırrımı ona açtım. Bana Sarih Hoca’yı önerdi. Gittim sizin gibi. Ağır suç işlemiş kimseler. Bir halka kopatılacak falan. Eve geldim. Bir yanım kötü insanlardan birini haklayıp bu sorundan kurtulmayı istiyordu. Neyse ki, aklım galebe çaldı. Kuşkularımı frenlemeyi başardım. Aradan bir yıl geçti. Kâbuslarım falan çoktan bitti. Daha geçen ay test yaptırdım. Kanser falan da değilim Allaha şükür. Bunların hepsi... Vehimiçi deyimini duydunuz mu? Bir yazarın söyleşisinde okumuştum. Çevrimiçi sözcüğünü bilirsiniz. Online anlamına kullanılıyor. Vehimiçi, vehim halinde online durma haliydi bizim yaşadığımız. Özel bir netten beslenen paranoya. Nadir, Nadire... Onun işiydi bunların hepsi.”
  Hamdi’nin kulakları uğuldamaktaydı. Bütün bunlar doğru olabilir miydi? “Dosyanızı okudum. Sizin kaçak ve tarihi geçmiş ilaçlarla yüzlerce kişiyi zehirlemek, bazılarının ölümüne sebep olmakla suçlanıyordunuz.” Dedi.
  Ayten hanım gülümsedi. “Şentay’ın, Şeytan’ın işi Hamdi bey. Benim sattığım ilaçlar bütün diğer eczanelerin sattığıyla aynı. Bunlar sizi çığrından çıkartmak için uydurulmuş şeyler.”
  Hamdi Nadir beyin anlayışlı gözlerini, saygılı tavırlarını düşündü. Bir de diğer şey vardı. İzler. Yerdeki fosforlu gibi parlayan sarı izler. Gecenin karanlığında ışıl ışıl yönünü işaret ediyordu. Birisi tabanlarında fosforlu iz bırakan ayakkabılarıyla önden yürümüş gibiydi.
  “Çok ustalıkla yalan söylüyorsunuz Ayten hanım bravo. Neredeyse inanacaktım. Şeytan ve Şentay. Bayağı zeki birisisiniz. Ben buraya gelirken yerdeki izleri gördüm. Başka hiç kimse görmüyordu. Sadece benim gözlerime açıktı. İzler kapınıza kadar geliyordu.”
  “Niye anlamıyorsunuz bunların hepsi vehimiçi durumunuzla ilgili belirtiler. Siz benden daha ileri bir faza ulaşmışsınız. Fark bu.”
  Hamdi’nin bir yanı tongaya bastın diyordu, ama on günlük saadetinden sıyrılıp tekrar kâbuslarla boğuştuğu geceleri hayal edince bu sesi kulak arkası etti. İzler vardı bir de. Ayten hanım izleri bilmiyordu. Bilse söylerdi.
  “Tekrar o günlere dönemem Ayten hanım. Oğullarım. Biri on iki, diğeri daha sekiz. Onların kanlı cesetlerini gördüm.”
  “Dosyada üç isim vardı dediniz. Niye beni seçtiniz?”
  “Çocuksuz ve bekar olan tek sizdiniz. Ne anneniz yaşıyor, ne de babanız. Diğerlerinin eşleri ve çocukları vardı.”
  “Beni öldürürseniz sorunlarınız bitecek mi sanıyorsunuz?”
  Hamdi kadının göğsüne çevrik tabancanın tetiğindeki parmağının basıncının arttığının farkındaydı. Kadının söylediklerinde doğruluk payı olabilirdi pekala. Ama o izler. İzleri düşününce kalbi soğuyor ve her şeyi yapabilir hale geliyordu.
  Hamdi, “İzler var Ayten hanım. Onlar yalan söylemez.” Dedi.
  Bu sözlerindeki basmakalıplığa hayret etmeğe zamanı olmamıştı. Çünkü parmağı ona danışmadan tetiği çekmişti. Tabanca top gibi patlamıştı. Kadın göğsünde kanlı bir leke önce geriye doğru savruldu ve sonra öne doğru bükülerek oturduğu koltuktan yere yığıldı. Düşerken sehpayı ve üzerindeki torbayı da devirmişti. Kadın sağ tarafına yatık vaziyette kaldı. Sol terliği ayağından sıyrılmıştı. Hiç kımıldamıyordu. Ölmüş olmalıydı.
  Hamdi’nin vicdanı cayır cayır yerinden doğruldu, kadına hiç bakmadan hole çıktı. Daire kapısını açtı. Üst katta birisi kapısını açmıştı. Ama henüz kimsenin aşağı geldiği yoktu. Aceleci adımlarla basamakları indi. Apartman kapısından çıktığında silahı belindeki kemere iliştirmişti. Artık eli kanlı bir katildi. Heyecanla sağa sola bakındı. Posforlu sarı izleri gördü. Tarlabaşı caddesine baktı. Saatin geceyarısına yaklaşmasına rağmen trafik vızır vızırdı. Kaldırım insan kaynıyordu. Şehrin göbeğindeydi. Yakalanması an meselesiydi. Midesi ağdalı bir pişmanlık çorbası kaynatmaktaydı. Tetiği çektiğini hiç farketmemişti. ‘Ahmak, kadını vurmasaydın ve bu gece ne olacağını test etseydin ya’ diyen yanı bağır bağır izleri takip etti.  
  Sarih Hoca izleri takip etmesi durumunda yakayı asla ele vermeyeceğini söylemişti. Ayten hanımın yedek anahtarı kat sahanlığındaki dev saksının toprağında naylon ambalajlı gömülü olduğunu bile bilmekteydi. Yepyeni tabancayı da o temin etmişti. Bu yüzden adama güveniyordu. Nadir beyin merhamet ve anlayış dolu gözlerini düşündü. Şeytan! Ah... Bu zamanda böyle şeylere kim inanırdı. Ama Ayten hanımın anlattıkları da az buz şey değildi. Doğruluk payı var gibiydi lanet olsun.
  Etrafına bakındı. Sol tarafında park etmiş bir polis arabası durmaktaydı. Mavi, kırmızı lambaları yanıp sönmekteydi. İzler sağ tarafa doğru gidiyordu. İzleri takip ederek yürüdü. Her an polis sireninin çalmasını bekliyordu. Caddeyi kesen sokağa kadar sorunsuz gelince umudu arttı. Kimsenin kendisine dikkatle bakmaması çok olumlu bir işaretti. Buradan paçayı sıyırırsa ilk işi tabancayı bulunmayacak bir yere atmak ve eve giderek uykusunu gelmesini beklemek olacaktı. Sonrasına bakardı artık.
  Kırmızı ışık yanıyordu. İzleri takiben karşıya geçecekti. Yan gözle sol tarafa baktı. Polis arabası hâlâ yerinde duruyordu. Kalbi hâlâ yüksek ritimle çalışıyordu. Hemen sağında duran iki öğrenci tipli delikanlı İspanyolca bir şeyler konuşuyordu. Sokağın karşında bekleyen genç bir çift hararetli hararetli konuşmaktaydı. Herkes kendi derdindeydi. İzler onu bu beladan çıkışa doğru götürmekteydi inşallah.
  Hamdi yerde göğsünde kanlı leke yatan kadını düşünce içi sızladı. Parmağı söz dinlemeyip tetiği çekmeseydi, kadını bağışlar mıydı? Yapabilirdi. Çünkü anlattıklarında şey vardı. İnsanı etkileyen bir şey. Şentay şeytan olabilir miydi gerçekten? Sarih Hoca kimdi o zaman? Yamağı mı? Düşününce onu görmeye gittikleri apartmanın yerini hatırlamadığını farketti. Cihangir’deydi. O kadar. Sokağın yeri ve görünümü silinmişti belleğinden. Başka ufak tefek ayrıntılar da. Örneğin Nadir beyin yanına hangi fonksiyonla verildiğini hatırlamıyordu. Başka daha bir çok ayrıntı da öyle. Buharlaşıp gitmişlerdi sanki.
  “Dikkat!”
  Hamdi daha yeşil ışık yanmadan yolu ortalamıştı. Bunu ne zaman yaptığını hatırlamıyordu. İzler. İzleri takip ediyordu. İzler yolun tam ortasında bitmişti. Son iz yirmi santim önündeydi. Arkasına bakacağı sırada sağındaki hareketi farketti. Gri bir minibüs onu ezmek üzereydi. Her şey çok hızlı oldu ve araç ona çarptı. Yere düştü. Karnının üstünden geçen tekerlekleri ve şoklarla bezeli acı dalgalarını duyumsadı.
  “Gitti adam ya.”
  “Çabuk ambulansa telefon edin
  “Polis arabası var şurda.”
  “Minibüsün plakasını alan var mı içinizde? Adam frene basacağına gaza bastı valla.”
  İlk şok ve acı dalgası yerini bir uyuşmaya bırakmıştı. Hamdi nefes alıp almadığının bile farkında değildi. Şoförün yüzündeki kararlı ifadeyi açıkça görmüştü. Bilinci sönerken, 
Şoförün Sarih Hoca’nın verdiği dosyadaki üç kişiden beni seçmiş biri olabileceğini düşünmek tam bana uygun bir ölüm şekli. Ayten hanım haklı çıktı. Vehimiçi sisteminin motoruna tur kazandırdım. Yaptığım bundan ibaret.’ diye düşünmekteydi.
                                                                                                   Ocak 2015 - Balçova
                                              -----------------------------------