SINAV HORTLAĞI
“Artık sana ihtiyacım
yok.”
“Var.”
“Yok dedim. Defol.”
Çok seyreltik bir duman gibi olan incecik şey
yanımdan çekilip gitti. Kapıya doğru yöneldi ve oralarda daha da incelerek yokoldu
gitti. Sağ yanımda oturan Munise yan gözle bana baktı ve gözleriyle ‘Ne var?’
işareti yaptı. Ona gülümseyerek ‘Yok bir şey.’ diye fısıldadım. Kız ‘Tamam’
anlamına başını salladı ve dikkatini önündeki yazılı kağıdına verdi.
Kimya hocamız Leylak hanım o sırada arka
sıralardaki öğrencilere baktığı için bu hızlı haberleşmemizi farketmemişti. Küçük
sırrımı sınıfta kimse bilmiyordu. Hiçbir zaman da bilemeyeceklerdi.
Adım Sermet Balcı. Son beş kimya yazılısında
ortalama 9,4 aldım. Bunun dördünde bir yardımcım vardı. Molekülleri dağınık bir
tipti. Abim hortlaklar için böyle derdi. Şeffaf çehreli yardımcım kendini asla
bir isimle takdim etmedi. Kendisiyle yıl başındaki ilk sınavda tanıştık. Sınava
iyi hazırlanmamıştım. Sorular da bayağı kazıktı. Elimde kalem kâğıda bakarak kara kara düşünürken
kulağıma soruların cevaplarını bildiğini fısıldadı.
Önce şaka sandım. Hemen yakınımda bu şakayı
yapabilecek biri yoktu. Ayrıca ilk sorunun cevabı doğru gibiydi. Dediği şeyleri
hemen yazdım. Bu arada arkadaşlarımı kesiyordum. Kimse sinsi sinsi bana bakmıyor,
alayla sırıtmıyordu.
Bütün soruların cevaplarını o söyledi ben
yazdım. Neredeyse zil çalmak üzereyken dört dörtlük bir sınav kağıdına
sahiptim. Neşem acaip yerine gelmişti.
“Kimsin sen? Hayalet misin, yoksa gezici bir
akıl ünitesi mi?” diye sordum usulca.
Gezici akıl ünitesi sözcüğünü daha önce hiç
duymadığım halde o anda ağzımdan dökülüvermişti. Kafamın içi bu tür kelimelerle
doludur. Laflar ansızın dilimin ucunda belirir. Abim, ‘Senin kafanda LAFF
motoru var.’ derdi. Laf’a fazladan bir f daha katılınca ilginç ya da uçuk
sözcük oluyordu ona göre.
“Sonra anlatırım. Hoşçakal şimdi.”
O sıralarda sesten ibaret olan yardımcım
sayesinde sınavdan 9,2 aldım. Muazzam bir skordu. Çok mutluydum. Sınıfta bana
gıcık olan tipler acaip bozum olmuşlardı. Bunun raslantı olduğunu falan
söyleyerek başarımı gölgelemeye çalışanlar çıktı. Bir işe yaramadı. Yardımcım
sayesinde soruları çok kazık olan ikinci yazılıdan 9,6 alınca mosmor oldular.
Karizmam acaip parlamıştı. Sınıfın alımlı çalımlı kızları bana ders çalıştır
demeye başlamıştı. Forsum binbeşyüzdü sizin anlayacağınız.
Böyle aylar geçti. Üçüncü yazılıdan 9,8
alınca Leylak hanım beni tahtaya kaldırdı ve herkesin içinde en yüksek sınav
puanını aldığım için tebrik etti. Arkadaşlarımını alkışlarından başım dönmüş
bir durumda yerime oturdum. Hiçbir arkadaşım sırrımı bilmiyordu. Laff motorum
son gaz çalışıyordu, ama sır odamın kapısı sımsıkı kapalıydı.
Adı belirsiz yardımcım bana yaptığı kıyak
karşısında ufak tefek işler yapmamı istemekteydi. Küçük, tuhaf ve anlamsız
angaryalardı bunlar. Kantinden bir boş gazoz şişesi getirmek, sınıf kapısına
dışarıdan tebeşirle A yazmak, dışarıdaki öğrencilerden hangisini işaret ederse
onun taklidini yapmak cinsinden çocuksu isteklerdi. Bunları hiç itiraz etmeden
yerine getirdim. Sonra sıkıldım ve bir karar aldım. Artık kendi ayaklarımın
üzerinde duracaktım.
Aradan biraz zaman daha geçti. Dördüncü
yazılı için Munise’yi ders çalıştırırken bilgilerin kafamda yerli yerine
oturduğunu farkettim. Artık bir yardımcıya ihtiyacım olmadığını sezdim. Kafam
zehir gibiydi maşallah. Formüller, denklemler, redox, molekül ağırlığı, atom
numarası vb. her bişeyler ezberimdeydi.
Dördüncü yazılıda yardımcım yine çevremde
fırıl fırıldı, ama şimdi olduğu gibi kendisine yüz vermedim. Soruları kendim
cevapladım ve yine dokuzun üstünde bir not aldım. Kendi çabamla başarmıştım. Tuhaf
hobileri olan kaçınık bir sınav hortlağına ihtiyacım yoktu.
Yazılı kağıdım şu anda zımba gibi. Bu
yazılıdan tam numara alarak bu yılın rekorunu kıracağım. Ne biçim havam olacak.
Bütün bunları kendi çabamla başarmış olmanın hazzından başım dönüyordu.
Munise’ye baktım. Kiraz dudaklarını büzmüş kağıdı inceliyordu. Onunla bu
sınıfta boş zamanlarda saatlerce kimya çalıştık. Kızın en az sekiz alacağını
tahmin ediyordum. Yazılı sonrasında çok hoş bir ödül de verecekti bana belki. Hafifçe
dokunmalı ve elektrik yüklü bir buse
örneğin.
“Bütün bunlar kocaman bir yanılgı yumağı
Sermet.”
Etrafıma bakındım. Yardımcım kendini iyice
seyrelttiği için göze görünmüyordu. “Senle işim yok artık.” dedim usulca.
“İşin devam ediyor. Yumağı tekrar geri
saracağız beraber.”
Yardımcımın kendinden emin sözleri içime
biraz endişe salmıştı. Soğukkanlı, ne dediğini bilen biri gibi konuşuyordu.
“Şu andan sonra tek bir isteğini bile yerine
getirmeyeceğim.”
“Yapacaksın. Hem de seve seve.”
Böyle emrivaki yapması ve tepeden bir ton
takınması tepemi attırmıştı. Ses tonumu güçlükle yükseltmemeyi başararak,
“Defol git.” dedim.
“Sen sandığın kimse değilsin Sermet.”
Sesindeki kendinden eminlik tonu çok
rahatsızlık vericiydi. Etkileniyordum istemeden. Karnımda bir endişe kaktüsü
serpilmekteydi.
“Sen nesin peki?”
“Aynı kumaştan kesilme kırpıntılarız Sermet.”
Bu kadarı da fazlaydı artık. Sınavda mınavda
olmaya boş vererek sesimi yükselttim. “Kes be. Seni görmek istemiyorum dedim
ya.”
Elimde olmadan sesim çok bağırtılı çıkmıştı. Ama
buna sınıfın ve özellikle Leylak hanımın tepkisi pek sönük oldu. Tek bir kez
bana bakmakla yetindiler. Sonra yine dikkatlerini yaptıkları işe yönelttiler.
“Gördün mü bak.”
“Neyi gördüm mü?”
“Gerçeği.”
Böyle bilmeceli konuşması çok can sıkıcıydı.
Öfkemi artırıyordu, ama diğer yandan korkularım da depreşmekteydi. Bilmek
istemediğim bir şeyi duymak üzere olduğumu düşünmeye başlamıştım. “Söyle peki
neymiş gerçek.”
“Hep beraber yumağı geri saracağız.”
“Yani?”
“Tekrar güz olacak. Birinci yazılı yapılacak.
Aynı sorular sorulacak, ama biz önceki sınavları unutmuş olacağız. Aynı konular
tekrar tekrar anlatılacak. Not tutacağız. Tıpatıp aynı kelimelerle. Ama
ayırdında olmadan. Eski kayıtlar silinecek. Sınavlarda harıl harıl soruları
cevaplayacağız. Ben sana bir süre daha yardım edeceğim. Sonra her şeyi kendin
idare edeceğin bir kıvama erişeceksin.”
Bu söylenenler çok saçma görünmesi
gerekirken, büyük baş hayvanların gübrelerinin arasından fışkıran kırmızı bir
gül gibi bir etki yapmaktaydı üzerimde. Sınıf arkadaşlarıma baktım. Hepsi bizi
duyduğu halde aldırışsız davranıyordu. Yazılı sırasında en ufak bir fısıltıyı,
kağıt hışırtısını affetmeyen Leylak hanım bana arkasını dönmüştü. Ne demek
oluyordu bütün bunlar? Yelkenleri suya indirdim ve “Peki dinliyorum.” dedim.
“Bu sömestirin sonunda bir üst sınıfa
gitmeyeceğiz.”
“Neden?”
“Çünkü öyle bir yer yok. Kimyadan başka ders
de yok. Bizim için yok.”
Sınıf dışında koskoca bir okul vardı. Bin
küsur öğrenci, en az otuz sınıf, bir spor salonu, tiyatro odası ve bahçeye park
etmiş onlarca arabayı düşündüm. Dışarıda cıvıl cıvıl bir hayat vardı.
“Okul binası, öğrenciler peki?” dedim.
“Onlar bizden farklı Sermet. Yiyorlar
içiyorlar, gece evlerinde yatıyorlar. Dışkıları dışkı gibi kokuyor. Gece rüya
görüyorlar. Seviniyorlar, üzülüyorlar,
aşık oluyorlar. Damarlarında kan ve hormon dolanıyor. Dahası gelecek planları
var. Bizim yok. Biz sadece bir dala tutunmuş kuşlar misali buradayız.”
Eski yardımcımın sözlerinin saçma olduğunu
düşünememeye başlamıştım. Bir yanım buna isyan ediyordu, ama eskisi kadar güçlü
çıkmıyordu sesi. “Peki neyiz biz?” dedim.
“Abinin kelimeleriyle esnek moleküllü zekâ
taşıyıcı üniteleriz.”
Bir şoktu bunu duymak. Etrafıma baktım. Bütün
sınıf bizi dinliyor, ama sınav devam ediyormuş gibi rol kesiliyordu. Herkes
bunda hemfikirdi demekki.
“Nasıl yani?” dedim.
“Sen, ben, bu sınıftaki herkes artık bilinen
anlamda canlı değil. Nefesmetremiz durdu. Oksijeni karbondiokside çeviren
yaratıklar değiliz. Ama yine de varız. Bu çok açık. Varız ve burada kararlı bir
yapıyla süregelmekteyiz.”
“Ben ölü müyüm?”
“Evet. Aramıza en son katılansın. Bu nedenle
enerjin yüksek. Sağmışsın gibi yapmayı çok iyi başarıyorsun.”
Tekrar öğretmenimize, Munise’ye ve
arkadaşlarıma baktım. Hepsi de yaptıkları işe odaklanmış numarası yapmaktaydı.
Sükutlarında ikrar vardı ama. Doğruydu o zaman. Hepimiz... Hepimiz ölüydük.
“Sen kimsin peki?” dedim. “Seni niye
göremiyorum?”
“Başlangıçtaki şoku atlatman için sana
kendimi göstermedim. Sol arkana bak.”
Başımı çevirip dediği yere baktım. Orta
boylu, beyaz gömlek, lacivert ceket giymiş bir delikanlı eliyle bana ‘Merhaba’
işareti yaptı. Kısa siyah saçlı ve esmerdi. Onunla şimdiye dek hiç konuşmadığım
için ses tonunun hatırlamamıştım.
“Yeni geldiğin için bu ruh çatallanması çok
normal. Kendini sağ, bir üst sınıfa gidecek, Munise ile fiziksel ilişki
yaşayabilecek biri gibi gördüğün için böyle oldu. Ben de kendimi bir sınav
hortlağı şeklinde tanıttım sana. Adım Sinan. Yanına gelebilirdim, ama biz yine
sınav kurallarını bozmayalım. Nasıl olsa birbirimizi kolaylıkla duymaktayız.”
Munise’ye baktım. Bakışlarımız karşılaşınca
kız burukça tebessüm etti.
“Bu durumu bir ben mi bilmiyordum?” dedim.
“Evet. En yeni sen olduğun için. Yeniler hep
bu sorunu yaşar. Bu sınıf çok eski. Arkadaşlarımıza bir daha bak. Giysilerimiz birbirine
benziyor mu? Mesut’a bak. İspanyol paça pantolon giymiş. Gömleğinin yakası
uzun. Elli yıl öncesinin modası. Leylak hanımın kırçıllı döpyesi altmışlardan
kalma. Munise’nin gömleğindeki markaya
bir göz at. O fabrika çoktan topu attı. Saç modelleri, giysiler değil sadece.
İçimizde hiç televizyon görmemişler bile var. Sen ise ders bitse de BlackBarry’imi
kullansam diye düşünüyorsun. Bir diğeri iPod sözcüğünü bile duymamış. Bu sınıf
ilk kez 1925’de var oldu. O zamandan bu yana öğrenciler geldi. Radyo,
televizyon ve internet devrine ait kimseler. Yaşıtlarımız. 15 ile 17 yaşı arasında
kızlar ve erkekler. Bir şekilde öldük ve ruhlarımız burada barınmaya başladı.”
“Ben, biz ölü müyüz yani? Ben niye
hatırlamıyorum nasıl öldüğümü?”
“Kimse bunu hatırlamıyor. Ölmediysek ve
sağsak bu sınıfta ne işimiz var o zaman?”
“Buradan başka yerimiz yok mu?” dedim.
Belleğimde bölük pörçük ev anılarım, ailemle ilgili sahneler kıpraşmaktaydı.
“Yok. Tek mekânımız burası. Gece de olmuyor.
Sadece kimya dersi. Neden böyle bilmiyoruz. Aklımız ermiyor. Yaratıcının
takdiri olmalı. Sezgilerimiz fiziki bir oluşum diyor. Zihin enerjilerimiz bir
şekilde buraya hapsolmuş. Daha doğrusu bu sınıfı bir bilgisayar disketi gibi
farz edersek, buraya kaydolmuş durumdayız. Hep gündüz, hiç acıkmıyoruz, susamıyoruz,
tuvalete gitmiyoruz. Ders daima kimya, ama gerçek bir okul binasındayız ve
yaşayan insanlarla iç içeyiz. Biz onları görüyoruz. Onlar bizi görmüyor. Belki
hissedenler çıkıyordur. Bazen bize bakarken dalgınlaşan kimseler var malum.”
“Bir bilgisayar programı mıyız yani?”
“Bilmiyoruz. Bildiğimiz çok uzun zamandır
burada olanlar var. Kayıt mekânı kararlı. Bu daha da sürecek belli. Hepimiz bu
şekilde de olsa varkalmak istiyoruz. Çevremizdeki gerçek hayatlarla çok sınırlı
iletişim kurabilmemiz, seslerini duymamız, hatta bazen hafifçe olsa da o hayata
dokunabilmemiz harika bir şey. Sen boş da olsa şişe taşıyabildin, tebeşirle
kapıya kocaman bir A yazdın. Bunlar reset
için gerekli eylemler.”
Bu anlatılanlara itiraz edebilecek durumda
değildim artık. Ne evimi, ne de yatak odamı netlikle hatırlayabilmekteydim. Bir
abim vardı. Bundan emindim, ama belleğimde yüzü yoktu. Birkaç sözü kalmıştı
sadece. Demek bu mekâna kayıt böyle bir şeydi.
“Bizim sınıf tam olarak nerede?”
“Bunu çok düşündük, ama kesin bir sonuca
varamadık. İç içe gerçeklikler izahatıyla idare ediyoruz. Biz diğerlerini
görebiliyoruz. Onlar bizi göremiyor. Sınıfı da göremiyor. Bizim alanlarımıza
giremiyor. Biz ise bunu yapabiliyoruz. Bunun bir hikmeti olmalı.”
“Şimdi
ne olacak?”
“Birazdan sınav bitecek ve teneffüse
çıkacağız. Gerçek insanların, gerçek yaşamın arasına. Hayatların bazılarına
belli belirsiz dokunacak, kulaklarına bir iki kelime fısıldayacak ve onların
normal hayat hallerini izleyeceğiz. Bütün bunlar bizim için bir çeşit reset. Kaydı pekiştirme. Her ihtimale
karşı programı tazeleme. Leylak hanım, ‘Hatırlayarak yapıbozumu engelliyoruz.’ der
bazen. Öyle olmalı. Gözleyen ve gözlenen sarkacında varoluşsal gidiş geliş. Merak
etme burada bu bina bir gün yıkılana kadar kalacağız. Ve bak sınıfta altı yer
hâlâ boş. Zamanla yeni gelenler olacak. İlk gelenin sınav hortlağı sen
olacaksın. Kural böyle. ”
“Sınıf dolunca ne olacak peki?” dedim.
“Hiçbir fikrim yok.”
“Son kullanma tarihi mi olacak yoksa?”
“Sanmam. İnşallah öyle değildir. Senden önce
ben geldim. Çok zaman önce. Commodore 64’ler çıktığında falan.”
“O da ne?”
“Seksen başlarında çıkan ilkel
bilgisayarlar.”
Aradan geçen otuz küsur yılda Sinan hiç
yaşlanmamıştı. Diğerleri de öyle. Herkes ilk geldiği haliyle devam ediyordu. Demek
beni de böyle bir senaryo beklemekteydi. Bir yazılım da olsam, moleküller
yerine elektronlarla yönetilen 0 ve 1’lerden ibaret de olsam şu andaki varlık
bilincine sahip olmaktan memnundum.
“Commodore 64’ün adını bir yerden duymuş ve
unutmuştum.” Dedim.
“Burada mutluyum ben. Bu şekilde. Hayata
tanık olarak.”
Sinan’a bakıp ‘Ben de öyle’ şeklinde başımı
salladım.
Az sonra zil çaldı ve bütün sınıf kâğıtlarımızı
kürsünün üzerine koyup dışarı çıktık. Bilincim yerinde olarak ilk teneffüsümdü.
Sinan ve Munise ile beraberim. Etrafımdaki cıvıltılı hayatın tadını
çıkartıyorum. Artık ailem de, evim de bu sınıftaki kaderdaşlarım. Masalların
sonunda dendiği gibi uzun ve mutlu bir birliktelik bizi bekliyor.
Etrafıma bakındım. Evet oksijeni, karbon
diokside çevirmiyorum, ama hayatı deneyimliyor ve bunları aklımda tutuyorum.
Varkalmanın her türlüsü bir başka güzellik. Bir dala konmuş minik bir serçe kuşu
gibi şen ve şakrakım.
Amsterdam, Ağustos 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder