11 Mayıs 2017 Perşembe

Sınav Hortlağı (öykü)

SINAV HORTLAĞI



“Artık sana ihtiyacım yok.”
  “Var.”
  “Yok dedim. Defol.”
  Çok seyreltik bir duman gibi olan incecik şey yanımdan çekilip gitti. Kapıya doğru yöneldi ve oralarda daha da incelerek yokoldu gitti. Sağ yanımda oturan Munise yan gözle bana baktı ve gözleriyle ‘Ne var?’ işareti yaptı. Ona gülümseyerek ‘Yok bir şey.’ diye fısıldadım. Kız ‘Tamam’ anlamına başını salladı ve dikkatini önündeki yazılı kağıdına verdi.
  Kimya hocamız Leylak hanım o sırada arka sıralardaki öğrencilere baktığı için bu hızlı haberleşmemizi farketmemişti. Küçük sırrımı sınıfta kimse bilmiyordu. Hiçbir zaman da bilemeyeceklerdi.
  Adım Sermet Balcı. Son beş kimya yazılısında ortalama 9,4 aldım. Bunun dördünde bir yardımcım vardı. Molekülleri dağınık bir tipti. Abim hortlaklar için böyle derdi. Şeffaf çehreli yardımcım kendini asla bir isimle takdim etmedi. Kendisiyle yıl başındaki ilk sınavda tanıştık. Sınava iyi hazırlanmamıştım. Sorular da bayağı kazıktı.  Elimde kalem kâğıda bakarak kara kara düşünürken kulağıma soruların cevaplarını bildiğini fısıldadı.
  Önce şaka sandım. Hemen yakınımda bu şakayı yapabilecek biri yoktu. Ayrıca ilk sorunun cevabı doğru gibiydi. Dediği şeyleri hemen yazdım. Bu arada arkadaşlarımı kesiyordum. Kimse sinsi sinsi bana bakmıyor, alayla sırıtmıyordu.
  Bütün soruların cevaplarını o söyledi ben yazdım. Neredeyse zil çalmak üzereyken dört dörtlük bir sınav kağıdına sahiptim. Neşem acaip yerine gelmişti.
  “Kimsin sen? Hayalet misin, yoksa gezici bir akıl ünitesi mi?” diye sordum usulca.
  Gezici akıl ünitesi sözcüğünü daha önce hiç duymadığım halde o anda ağzımdan dökülüvermişti. Kafamın içi bu tür kelimelerle doludur. Laflar ansızın dilimin ucunda belirir. Abim, ‘Senin kafanda LAFF motoru var.’ derdi. Laf’a fazladan bir f daha katılınca ilginç ya da uçuk sözcük oluyordu ona göre.
  “Sonra anlatırım. Hoşçakal şimdi.”
  O sıralarda sesten ibaret olan yardımcım sayesinde sınavdan 9,2 aldım. Muazzam bir skordu. Çok mutluydum. Sınıfta bana gıcık olan tipler acaip bozum olmuşlardı. Bunun raslantı olduğunu falan söyleyerek başarımı gölgelemeye çalışanlar çıktı. Bir işe yaramadı. Yardımcım sayesinde soruları çok kazık olan ikinci yazılıdan 9,6 alınca mosmor oldular. Karizmam acaip parlamıştı. Sınıfın alımlı çalımlı kızları bana ders çalıştır demeye başlamıştı. Forsum binbeşyüzdü sizin anlayacağınız.
  Böyle aylar geçti. Üçüncü yazılıdan 9,8 alınca Leylak hanım beni tahtaya kaldırdı ve herkesin içinde en yüksek sınav puanını aldığım için tebrik etti. Arkadaşlarımını alkışlarından başım dönmüş bir durumda yerime oturdum. Hiçbir arkadaşım sırrımı bilmiyordu. Laff motorum son gaz çalışıyordu, ama sır odamın kapısı sımsıkı kapalıydı.
  Adı belirsiz yardımcım bana yaptığı kıyak karşısında ufak tefek işler yapmamı istemekteydi. Küçük, tuhaf ve anlamsız angaryalardı bunlar. Kantinden bir boş gazoz şişesi getirmek, sınıf kapısına dışarıdan tebeşirle A yazmak, dışarıdaki öğrencilerden hangisini işaret ederse onun taklidini yapmak cinsinden çocuksu isteklerdi. Bunları hiç itiraz etmeden yerine getirdim. Sonra sıkıldım ve bir karar aldım. Artık kendi ayaklarımın üzerinde duracaktım.
  Aradan biraz zaman daha geçti. Dördüncü yazılı için Munise’yi ders çalıştırırken bilgilerin kafamda yerli yerine oturduğunu farkettim. Artık bir yardımcıya ihtiyacım olmadığını sezdim. Kafam zehir gibiydi maşallah. Formüller, denklemler, redox, molekül ağırlığı, atom numarası vb. her bişeyler ezberimdeydi.
  Dördüncü yazılıda yardımcım yine çevremde fırıl fırıldı, ama şimdi olduğu gibi kendisine yüz vermedim. Soruları kendim cevapladım ve yine dokuzun üstünde bir not aldım. Kendi çabamla başarmıştım. Tuhaf hobileri olan kaçınık bir sınav hortlağına ihtiyacım yoktu.
  Yazılı kağıdım şu anda zımba gibi. Bu yazılıdan tam numara alarak bu yılın rekorunu kıracağım. Ne biçim havam olacak. Bütün bunları kendi çabamla başarmış olmanın hazzından başım dönüyordu. Munise’ye baktım. Kiraz dudaklarını büzmüş kağıdı inceliyordu. Onunla bu sınıfta boş zamanlarda saatlerce kimya çalıştık. Kızın en az sekiz alacağını tahmin ediyordum. Yazılı sonrasında çok hoş bir ödül de verecekti bana belki. Hafifçe dokunmalı ve  elektrik yüklü bir buse örneğin.
  “Bütün bunlar kocaman bir yanılgı yumağı Sermet.”
  Etrafıma bakındım. Yardımcım kendini iyice seyrelttiği için göze görünmüyordu. “Senle işim yok artık.” dedim usulca.
  “İşin devam ediyor. Yumağı tekrar geri saracağız beraber.”
  Yardımcımın kendinden emin sözleri içime biraz endişe salmıştı. Soğukkanlı, ne dediğini bilen biri gibi konuşuyordu.
  “Şu andan sonra tek bir isteğini bile yerine getirmeyeceğim.”
  “Yapacaksın. Hem de seve seve.”
  Böyle emrivaki yapması ve tepeden bir ton takınması tepemi attırmıştı. Ses tonumu güçlükle yükseltmemeyi başararak, “Defol git.” dedim.
  “Sen sandığın kimse değilsin Sermet.”
  Sesindeki kendinden eminlik tonu çok rahatsızlık vericiydi. Etkileniyordum istemeden. Karnımda bir endişe kaktüsü serpilmekteydi.
  “Sen nesin peki?”
  “Aynı kumaştan kesilme kırpıntılarız Sermet.”
  Bu kadarı da fazlaydı artık. Sınavda mınavda olmaya boş vererek sesimi yükselttim. “Kes be. Seni görmek istemiyorum dedim ya.”
  Elimde olmadan sesim çok bağırtılı çıkmıştı. Ama buna sınıfın ve özellikle Leylak hanımın tepkisi pek sönük oldu. Tek bir kez bana bakmakla yetindiler. Sonra yine dikkatlerini yaptıkları işe yönelttiler.
  “Gördün mü bak.”
  “Neyi gördüm mü?”
  “Gerçeği.”
  Böyle bilmeceli konuşması çok can sıkıcıydı. Öfkemi artırıyordu, ama diğer yandan korkularım da depreşmekteydi. Bilmek istemediğim bir şeyi duymak üzere olduğumu düşünmeye başlamıştım. “Söyle peki neymiş gerçek.”
  “Hep beraber yumağı geri saracağız.”
  “Yani?”
  “Tekrar güz olacak. Birinci yazılı yapılacak. Aynı sorular sorulacak, ama biz önceki sınavları unutmuş olacağız. Aynı konular tekrar tekrar anlatılacak. Not tutacağız. Tıpatıp aynı kelimelerle. Ama ayırdında olmadan. Eski kayıtlar silinecek. Sınavlarda harıl harıl soruları cevaplayacağız. Ben sana bir süre daha yardım edeceğim. Sonra her şeyi kendin idare edeceğin bir kıvama erişeceksin.”
  Bu söylenenler çok saçma görünmesi gerekirken, büyük baş hayvanların gübrelerinin arasından fışkıran kırmızı bir gül gibi bir etki yapmaktaydı üzerimde. Sınıf arkadaşlarıma baktım. Hepsi bizi duyduğu halde aldırışsız davranıyordu. Yazılı sırasında en ufak bir fısıltıyı, kağıt hışırtısını affetmeyen Leylak hanım bana arkasını dönmüştü. Ne demek oluyordu bütün bunlar? Yelkenleri suya indirdim ve “Peki dinliyorum.” dedim.
  “Bu sömestirin sonunda bir üst sınıfa gitmeyeceğiz.”
  “Neden?”
  “Çünkü öyle bir yer yok. Kimyadan başka ders de yok. Bizim için yok.”
  Sınıf dışında koskoca bir okul vardı. Bin küsur öğrenci, en az otuz sınıf, bir spor salonu, tiyatro odası ve bahçeye park etmiş onlarca arabayı düşündüm. Dışarıda cıvıl cıvıl bir hayat vardı.
  “Okul binası, öğrenciler peki?” dedim.
  “Onlar bizden farklı Sermet. Yiyorlar içiyorlar, gece evlerinde yatıyorlar. Dışkıları dışkı gibi kokuyor. Gece rüya görüyorlar.  Seviniyorlar, üzülüyorlar, aşık oluyorlar. Damarlarında kan ve hormon dolanıyor. Dahası gelecek planları var. Bizim yok. Biz sadece bir dala tutunmuş kuşlar misali buradayız.”
  Eski yardımcımın sözlerinin saçma olduğunu düşünememeye başlamıştım. Bir yanım buna isyan ediyordu, ama eskisi kadar güçlü çıkmıyordu sesi. “Peki neyiz biz?” dedim.
  “Abinin kelimeleriyle esnek moleküllü zekâ taşıyıcı üniteleriz.”
  Bir şoktu bunu duymak. Etrafıma baktım. Bütün sınıf bizi dinliyor, ama sınav devam ediyormuş gibi rol kesiliyordu. Herkes bunda hemfikirdi demekki.
  “Nasıl yani?” dedim.
  “Sen, ben, bu sınıftaki herkes artık bilinen anlamda canlı değil. Nefesmetremiz durdu. Oksijeni karbondiokside çeviren yaratıklar değiliz. Ama yine de varız. Bu çok açık. Varız ve burada kararlı bir yapıyla süregelmekteyiz.”
  “Ben ölü müyüm?”
  “Evet. Aramıza en son katılansın. Bu nedenle enerjin yüksek. Sağmışsın gibi yapmayı çok iyi başarıyorsun.”
  Tekrar öğretmenimize, Munise’ye ve arkadaşlarıma baktım. Hepsi de yaptıkları işe odaklanmış numarası yapmaktaydı. Sükutlarında ikrar vardı ama. Doğruydu o zaman. Hepimiz... Hepimiz ölüydük.
  “Sen kimsin peki?” dedim. “Seni niye göremiyorum?”
  “Başlangıçtaki şoku atlatman için sana kendimi göstermedim. Sol arkana bak.”
  Başımı çevirip dediği yere baktım. Orta boylu, beyaz gömlek, lacivert ceket giymiş bir delikanlı eliyle bana ‘Merhaba’ işareti yaptı. Kısa siyah saçlı ve esmerdi. Onunla şimdiye dek hiç konuşmadığım için ses tonunun hatırlamamıştım.
  “Yeni geldiğin için bu ruh çatallanması çok normal. Kendini sağ, bir üst sınıfa gidecek, Munise ile fiziksel ilişki yaşayabilecek biri gibi gördüğün için böyle oldu. Ben de kendimi bir sınav hortlağı şeklinde tanıttım sana. Adım Sinan. Yanına gelebilirdim, ama biz yine sınav kurallarını bozmayalım. Nasıl olsa birbirimizi kolaylıkla duymaktayız.”
  Munise’ye baktım. Bakışlarımız karşılaşınca kız burukça tebessüm etti.
  “Bu durumu bir ben mi bilmiyordum?” dedim.
  “Evet. En yeni sen olduğun için. Yeniler hep bu sorunu yaşar. Bu sınıf çok eski. Arkadaşlarımıza bir daha bak. Giysilerimiz birbirine benziyor mu? Mesut’a bak. İspanyol paça pantolon giymiş. Gömleğinin yakası uzun. Elli yıl öncesinin modası. Leylak hanımın kırçıllı döpyesi altmışlardan kalma.  Munise’nin gömleğindeki markaya bir göz at. O fabrika çoktan topu attı. Saç modelleri, giysiler değil sadece. İçimizde hiç televizyon görmemişler bile var. Sen ise ders bitse de BlackBarry’imi kullansam diye düşünüyorsun. Bir diğeri iPod sözcüğünü bile duymamış. Bu sınıf ilk kez 1925’de var oldu. O zamandan bu yana öğrenciler geldi. Radyo, televizyon ve internet devrine ait kimseler. Yaşıtlarımız. 15 ile 17 yaşı arasında kızlar ve erkekler. Bir şekilde öldük ve ruhlarımız burada barınmaya başladı.”
  “Ben, biz ölü müyüz yani? Ben niye hatırlamıyorum nasıl öldüğümü?”
  “Kimse bunu hatırlamıyor. Ölmediysek ve sağsak bu sınıfta ne işimiz var o zaman?”
  “Buradan başka yerimiz yok mu?” dedim. Belleğimde bölük pörçük ev anılarım, ailemle ilgili sahneler kıpraşmaktaydı.
  “Yok. Tek mekânımız burası. Gece de olmuyor. Sadece kimya dersi. Neden böyle bilmiyoruz. Aklımız ermiyor. Yaratıcının takdiri olmalı. Sezgilerimiz fiziki bir oluşum diyor. Zihin enerjilerimiz bir şekilde buraya hapsolmuş. Daha doğrusu bu sınıfı bir bilgisayar disketi gibi farz edersek, buraya kaydolmuş durumdayız. Hep gündüz, hiç acıkmıyoruz, susamıyoruz, tuvalete gitmiyoruz. Ders daima kimya, ama gerçek bir okul binasındayız ve yaşayan insanlarla iç içeyiz. Biz onları görüyoruz. Onlar bizi görmüyor. Belki hissedenler çıkıyordur. Bazen bize bakarken dalgınlaşan kimseler var malum.”
  “Bir bilgisayar programı mıyız yani?”
  “Bilmiyoruz. Bildiğimiz çok uzun zamandır burada olanlar var. Kayıt mekânı kararlı. Bu daha da sürecek belli. Hepimiz bu şekilde de olsa varkalmak istiyoruz. Çevremizdeki gerçek hayatlarla çok sınırlı iletişim kurabilmemiz, seslerini duymamız, hatta bazen hafifçe olsa da o hayata dokunabilmemiz harika bir şey. Sen boş da olsa şişe taşıyabildin, tebeşirle kapıya kocaman bir A yazdın. Bunlar reset için gerekli eylemler.”
  Bu anlatılanlara itiraz edebilecek durumda değildim artık. Ne evimi, ne de yatak odamı netlikle hatırlayabilmekteydim. Bir abim vardı. Bundan emindim, ama belleğimde yüzü yoktu. Birkaç sözü kalmıştı sadece. Demek bu mekâna kayıt böyle bir şeydi.
  “Bizim sınıf tam olarak nerede?”
  “Bunu çok düşündük, ama kesin bir sonuca varamadık. İç içe gerçeklikler izahatıyla idare ediyoruz. Biz diğerlerini görebiliyoruz. Onlar bizi göremiyor. Sınıfı da göremiyor. Bizim alanlarımıza giremiyor. Biz ise bunu yapabiliyoruz. Bunun bir hikmeti olmalı.”
   “Şimdi ne olacak?”
  “Birazdan sınav bitecek ve teneffüse çıkacağız. Gerçek insanların, gerçek yaşamın arasına. Hayatların bazılarına belli belirsiz dokunacak, kulaklarına bir iki kelime fısıldayacak ve onların normal hayat hallerini izleyeceğiz. Bütün bunlar bizim için bir çeşit reset. Kaydı pekiştirme. Her ihtimale karşı programı tazeleme. Leylak hanım, ‘Hatırlayarak yapıbozumu engelliyoruz.’ der bazen. Öyle olmalı. Gözleyen ve gözlenen sarkacında varoluşsal gidiş geliş. Merak etme burada bu bina bir gün yıkılana kadar kalacağız. Ve bak sınıfta altı yer hâlâ boş. Zamanla yeni gelenler olacak. İlk gelenin sınav hortlağı sen olacaksın. Kural böyle. ”
  “Sınıf dolunca ne olacak peki?” dedim.
  “Hiçbir fikrim yok.”
  “Son kullanma tarihi mi olacak yoksa?”
  “Sanmam. İnşallah öyle değildir. Senden önce ben geldim. Çok zaman önce. Commodore 64’ler çıktığında falan.”
  “O da ne?”
  “Seksen başlarında çıkan ilkel bilgisayarlar.”
  Aradan geçen otuz küsur yılda Sinan hiç yaşlanmamıştı. Diğerleri de öyle. Herkes ilk geldiği haliyle devam ediyordu. Demek beni de böyle bir senaryo beklemekteydi. Bir yazılım da olsam, moleküller yerine elektronlarla yönetilen 0 ve 1’lerden ibaret de olsam şu andaki varlık bilincine sahip olmaktan memnundum.
  “Commodore 64’ün adını bir yerden duymuş ve unutmuştum.” Dedim.
  “Burada mutluyum ben. Bu şekilde. Hayata tanık olarak.”
  Sinan’a bakıp ‘Ben de öyle’ şeklinde başımı salladım.
  Az sonra zil çaldı ve bütün sınıf kâğıtlarımızı kürsünün üzerine koyup dışarı çıktık. Bilincim yerinde olarak ilk teneffüsümdü. Sinan ve Munise ile beraberim. Etrafımdaki cıvıltılı hayatın tadını çıkartıyorum. Artık ailem de, evim de bu sınıftaki kaderdaşlarım. Masalların sonunda dendiği gibi uzun ve mutlu bir birliktelik bizi bekliyor.
   Etrafıma bakındım. Evet oksijeni, karbon diokside çevirmiyorum, ama hayatı deneyimliyor ve bunları aklımda tutuyorum. Varkalmanın her türlüsü bir başka güzellik. Bir dala konmuş minik bir serçe kuşu gibi şen ve şakrakım.

                                                                                                Amsterdam, Ağustos 2012

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder