11 Mayıs 2017 Perşembe

Gönül Vitrinimin Mankeni (öykü)

Gönül Vitrinimin Mankeni

  


“Dokun bana.” 
  İki elimle genç kadının belini tutup hafifçe kendime doğru çektim. Çıplak bedeni istekle benimkine yaslandı. Tenimin tenine temasında daha önce tanıdığım kadınlarınkilerden farklı hiçbirşey yoktu. Memeleri göğsüme sıcak ve hoş bir baskı yapmaktaydı. Ten kokusuyla füzyonlanmış parfümü ciğerlerimi doldurmaktaydı. Loş ışıkta siyah gözleri arzuyla fosforlanmıştı adeta.
  “Öp beni.”
  Sevtap ile neredeyse aynı boyda olduğumuzdan başımı eğmeme gerek kalmadan dudaklarımız birleşti. Dillerimiz güreşmesinde hiçbir doğaldışılık saptayamadım. Kalçalarıma kor düşmüş gibiydi. İçimde karşı konulmaz bir arzu kükremekteydi. Dönülmez yere varmıştım. Kızla sevişecektim. Korkularım ve endişelerim trafiğin deli gibi aktığı kalabalık ve geniş bir caddede karşı kaldırımdan el kol işaretleriyle bir şeyler anlatmaya çalışan kimseler kadar etkisizdi artık.
  Dudaklarımız çözüldüğünde Sevtap’ın elini tuttum. Hafif serin ve nemli yüzeyler ne kadar tabii ve baştançıkarıcıydı. Aceleci adımlarla yatak odama doğru yürüdük. Hole çıkarken bir an başımı çevirip oturma odasına baktım.
  Elbiselerimizin tümü arkada gelişi güzel yerlere atılmış durumdaydı. Sehpanın üstündeki boş şarap şişesi, iki kadeh, yarı dolu meze tabakları, kırmızı divanın sağ köşesine dertop olmuş siyah külodum, Dali’nin ergimiş saatler tablosunun yağlı boya kopyası, tavana ışık veren iki lambanın yarattığı gölgeler ve diğer bütün ayrıntılar tıpkı filmlerdeki keyifle geçirilmiş anları canlandıran sahnelere benziyordu. Her şey, her şey arzuma göreydi. Şimdi endişe lambalarımı söndürmeli ve vaad edilen haz bandında koşuya başlamalıydım.
 
*

  Adım Demir Güldere. 29 yaşındayım. Sevtap’ı bana attığı bir mail sayesinde tanıdım. Bir ay kadar önceydi. Yorucu bir günün son saatleriydi. Tam dizüstü bilgisayarımı kapatacağım sırada ekranda bir E-posta belirdi. Sevtap Ateşgüneş adlı birindendi. 20 yaşındaydı. İspanyol dili filolojisinde öğrenciydiydi. Beni sık sık rüyasında gördüğünü yazmıştı.
  Mekatronik mühendisiyim. Bir banka şubesinin elektronik işleyişinin neredeyse tümünden sorumluyum. O gün işte on saat çalışmıştım. Yorgundum. Mailde fotoğraf falan da yoktu. Kolaylıkla silebilirdim bu nedenle, ama yapamadım. Hergün kızlardan sayısız mail alan yakışıklı ya da tanınmış biri değildim. Beklenmedik hoş bir rüzgarı yok değildi yani mailin. Kararsızca beklerken ikinci mail geldi.
“İçimden bir his rüyalarımızın ortak olduğunu söylüyor. Örneğin okyanus kıyısındaki iki katlı sarı ev ve kırmızı gözlü gri kedi. Bunlar sana tanıdık geliyor mu?”
   Ağdalı bir şok yaşamaktaydım. Söyledikleri şeyler tanıdıktı gerçekten. Bana has bir özellikti. Bazen gün içinde, bazen de yatakta uzanmış durumdayken kafamda kısa filmcikler belirirdi. 10-15 saniyeden uzun sürmezdi. Bazen bir yer, bazen hiçbirini tanımadığım bir insan topluluğu, hareketli bir vasıtanın camından dışarıda görülen şeyler, daracık bir sokak.
Dahası var. Sayısı belki kırkı elliyi aşmış bu filmciklerin neredeyse hepsini hatırlamaktayım. Belleğim aradan geçen yıllara rağmen onları sımsıkı tutmakta ısrarlı. Zamanla bundan bahsetmeyi giderek azaltmama rağmen  çocukluğumdan beri sahip olduğum bu hassayı yakın dostlarım ve ailem iyi bilir.
  Bu kısa kısa gezintilerde tanımadığım bir sürü yeri görüyor ve yine tanımadığım insanlarla muhatap oluyordum, ama şu ana dek asla bu yerlerden birinin neresi olduğunu keşfedememiştim. Dahası o kadar insan tanımıştım. Bunların hiçbiri gerçek hayatta karşıma çıkmamıştı. Televizyonda ya da gazetede görmeye bile razıydım. Bazen birini benzetir ve boşuna heyecanlanırdım. Zamanla hevesim kırılmıştı. O hepsi birbirine çok benzeyen filmlerde ve dizilerde olduğu gibi geleceği gören ya da cinayete kurban gitmiş bir ölüyle ilişki kuran kimselerden değildim. Beynimin bu azizliğinin hiçbir şeye yararı yoktu yani.
  “E-Adresini bana sen verdin. Rüyamda. Sözlü değil. Bir kağıda yazıp bana gösterdin. Adın soyadın ve standart ekler.”
  İşin bu tarafı beni bir yanıyla heyecanlandırırken, diğer yanıyla da kaliteli bir organize şaka beklentisi yaratmıştı. Bankaya girmeden önce Alcatell’de çalıştım bir süre. Oradaki arkadaşlarla bu tür şakalar yapardık, ama bütün bunlar iki buçuk yıl geride kalmıştı. Alcatell’li arkadaşlarımla zaman darlığı nedeniyle artık telefonla bile görüşemiyorduk.
  Uykum kaçmıştı. Sevtap hanıma tek cümlelik bir mail attım.
  “Bana bir ortak rüyamızı daha yazabilir misiniz?”
  Cevap 6-7 dakika sonra ekranda belirdiğinde kulaklarım uğuldamaktaydı. Bütün şaka ihtimallerini aşıp apıştırıcı bir gerçeğe toslamıştım.
“Bir arabanın penceresinden uçsuz bucaksız bir çöle  
 bakıyoruz. Sağ yanımızda Üç dev kaktüs ağacı yola yakın yan yana duruyor. Ortadaki en uzunu ve kollarında gül büyüklüğünde sarı  çiçekler var. ”
  Kimsenin bunu bilmesi mümkün değildi. Çünkü geçen hafta görmüştüm ilk kez. Sonra takip eden günlerde birkaç kez çeşitli zaman dilimlerinde tekrarlanmıştı. Bazı vizyonlar tek kerelik olurdu. Böyle yinelenenleri de vardı seyrek de olsa. İş ciddiydi. Sevtap Ateşgüneş her kimse onla mutlaka konuşmalıydım. Lafı uzatmadan kıza kendisiyle  tanışmak istediğimi söyledim.
  “Şu sıralar İstanbul’da değilim. Gelince ilk işim sizi aramak
   olacak. Ben de tanışmak için sabırsızlanmaktayım.”
 
 
*

  Onu ilk kez geçen pazar günü Gayrettepe metro durağında gördüm. Benden 15.30’da durakta olmamı istemişti. Taksim yönüne gidecek metrolara dikkat edecektim. 
  Üçü yirmi geçe oradaydım. Sırf gençlerine bile olsa bütün kadınlara acaba o mu diye bakmak kolay değildi. Sevtap’ın tek başına olacağını tahmin etmekteydim, ama elimde olmadan gruplara da dikkat ediyordum. Bazı kızlar ben baktığım için aynı şekilde karşılık verince bakış koyultuyordum istemeden. Bazıları ‘hıh!’ edasıyla başını çeviriyor, bazıları hafifçe sırıtıyordu. Tek tük alıcı gözle süzenler de çıkmaktaydı. Sevtap’ın boyu posu ve tipi hakkında sorduğum sorulara cevabı çok kısa ve kesin olmuştu.
            “Gönül vitrininde duran bir mankenim. ”
   Bir ara üniversiteden eski bir arkadaşımla karşılaştık. Birkaç kelime bozdurduk. Orada ne yaptığımı sordu. Birini beklediğimi söyleyince hınzırca kılığımı kıyafetimi süzdü ve ‘Kıyak bir hatun olmalı.’ dedi. İnkâr etmek boşunaydı.  Başımla onaylayıp anlamlı anlamlı sırıtmakla yetindim ve ardından konuşmayı kısa kesmek için saatime baktım. Onun da acelesi vardı zaten. ‘Bir gün görüşelim ha.’ diyerek çekti gitti. İkimiz de telefon ya da mail adresi vermeye kalkışmamıştık. On yıl içinde yine buralarda bir yerde karşılaşırdık artık. Hiçbir zaman samimi olmadığım biriydi. Adını bile o söyleyince hatırlamıştım zaten. 
  Saat 15.35’de yavaş yavaş bütün ilginç ve gizemli havasına rağmen kızın beni işlettiğini düşünmeye başlamıştım ki, onu gördüm. Tam önümde duran metro kapısından içeri girmiş ve bana doğru dönerek gülümsemişti. Bir yetmiş beş boylarında ince yapılı bir genç kızdı. Koyu kahverengi bukleli saçları omuzlarına değmekteydi. Üzerinde daracık açık mavi bir kot pantolon, sarı bir tişört ve lacivert bir kot ceket vardı. Ceketinin önü açıktı. Göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip değildi, ama uslüplu bir seksapel ışımaktaydı.Yüzü çok hoştu. Sarı tişortunun topografyasındaki yükseltiler de heyecan vericiydi. Zeki ve kendinden emin tavırları dışa ışımasını alameti farikasal bir kalıcılığa yükseltgemekteydi. Kapı kapanırken tekrar gülümsedi ve eliyle hoşçakal işareti yaptı. Metro kızın gülümsemesini Taksim yönüne doğru sürüklerken apışmış durumda ardından bakakaldım. Bu arada süper erkek Demir Güldere yıldırım gibi seğirtmiş ve kapı kapanmadan kendini içeri dahil etmişti. Kızla başbaşaydı. Bahtsız hayalimi iptal edip kös kös eve yollandım.  
  O akşam ve onu takip eden üç gün kızın beni aramasını boşuna bekledim. E-adresine dört nafile E-posta yolladım. Hiçbirine cevap gelmedi. Kimsenin zihnimdeki hayalleri böyle ayrıntılı bir şekilde bilmesi mümkün değildi. Bu nedenle kızı bir türlü kaliteli bir organize şakanın baş aktristi yapamıyordum. Ayrıca arkadaş çevremdeki kalibreli organizatör adayı hiçliği de beni desteklemekteydi.
  Kızın belirip kaybolması, anlık poz vermesi ona olan isteğimi körüklemişti. Aradan geçen günlerde neredeyse aşka benzer bir his kozasıyla sarmalandım. Hayalimde kapanmak üzere olan metro kapısından onlarca defa içeri süzülüp oradan devam eden serüvenler yaratmıştım. Şaka bir yana eskilerin deyimiyle bir çeşit kara sevdaya doğru yol almaktaydım. Light hali en azından.
  Perşembe akşamı cep telefonumdan aradı. Sesinde olağanüstü bir berraklık vardı. Tarifi mümkünatsız bir tınıyla konuşmaktaydı. İlk cümlesi ‘Cumartesi akşamı nerede buluşalım.’ olmuştu. O’ydu. Hemen tanımıştım. 
Kadıköy’deki Karga barda saat 22.00’de buluşmak üzere anlaştık. Yeri ben teklif etmiştim. Hiç tereddütsüz kabul etti. Cuma gününü kız gelmeyecek ve bir daha da sesini soluğunu çıkarmayacak düşüncesinin kasvet verici davul sololarıyla geçirdim. Cumartesi tempoyu bayağı artırmıştım. Öyle ki, 21.55’de Karga bardan içeri girerken madara olmaya iyice hazırdım. Hatta bundan tuhaf bir zevk de almaktaydım. Çünkü kız bundan sonra ne  yaparsa yapsın yıllardır süregelen tekdüze yaşantımı gizemli renklere boyamıştı.
  Annem Pazartesi akşamı yemeğe gittiğimde bunu hemen farketti. Babam kafayı geçen pazar günü yapılan Galatasaray maçının sonuçlarına taktığı için ıskalamıştı. Sürekli telefonu çalıyordu. Arkadaşları da bu konuyu konuşmak için sabırsızlanmaktaydı herhalde. Yemek saati falan demeyip arka arkaya birbirlerini arıyorlardı.
  İki yıldır ayrı oturmaktaydım. İş hayatım nedeniyle ortalama haftada bir gün görüşmekteydik. Annemin yaptığı karnıyarık harikaydı. Her zaman en az beş tane yerdim. O akşam ağzımda ikincinin ilk lokmasını gevelemekteydim daha.
  “Biri mi var hayatında?”
  “Onu de nereden çıkardın şimdi?”
  “Bir değişiklik var sende.”
  “Ne gibi?”
  “Yüzün gözün parlıyor. Bir heyecan içindesin sanki. Dalgınsın. Çatal ağzına yavaş çekimle gidiyor.”
  Sadece kadın ya da anne sezgisi değildi. Annem çeyrek yüzyıldır boşanma davalarında avukatlık yapmaktaydı. Durumumu ıskalamamıştı normal olarak. Sonradan rezil olmamak için daha çok başlarda, ne olacağı belirsiz bir ısınma sürecinden söz ettim. Olumlu bir yöne giderse kızı ilk onunla tanıştıracağıma söz verip konuyu noktaladım. 
  Sevtap kendisini ilk gördüğüm giysileriyle ikinci katta oturmaktaydı. Biraz titreyen dizlerle yanına yaklaştım. Yerinden doğrulup elimi sıktı ve yanaklarımdan öptü. Parfümü ciğerlerime eronikotin gibi yayılıverdi. Yakından çok daha çekiciydi. Neredeyse saldırgan diye tanımlayabileceğim bir diriliği vardı. Yan masada oturan iki genç kadın merakla bizi süzmekteydi.
  “Senin John Zorn sevdiğini bilmiyordum.”
  “Neyi?”
  Bunu derken içeride John Zorn’un Archaeopteryx adlı parçasının çaldığını fark ettim. Çağdaş deneysel caz gruplarından pek anlamam. John Zorn ve Masada altı ay önce ayrıldığım eski sevgilimden yadigar bana.
  “Eskiden takılırdım... Biraz yani.”
  “İstersen başka bir yere gidelim?”
  Burası çok cool bir yerdi, ama bizim ilk tanışma ve sohbet mekânımız olamayacak kadar ses ve soluk yüklüydü. Kızın beni nasıl bulduğunu ölesiye merak etmekteydim. Kapağı biraz daha sakin, sessiz ve gözden ırak bir yere atmak daha iyi olacaktı.
  “Bir teklifin var mı?”
  “Sana gidelim.”
 
*

  Gözlerimi açtığımda Sevtap yatakta değildi. Evde de değildi. Varlığının basıncı diyebileceğim etkiyi hissetmiyordum çünkü. Kalkıp oturma odasına gittim. Her yere saçılmış giysileri benimkilerle birlikte yerli yerinde duruyordu.
  Sokak kapısının kilidini kontrol ettim. Sürgü de yerindeydi. Kız buradan çıkmamıştı. Yedinci katta oturmaktaydım. Pencere ya da balkon da söz konusu olamazdı yani.
  Geri gelince kızın yerde halının üstünde duran beyaz sutyenini alıp kokladım. Ten kokusu belleğimi dağladı adeta. Gecenin anısı dirilmişti. Ne dirilmeydi ama, sürülen bir tarlada duran minik bir fareydim ve dev bir traktörün ardındaki metalin kabarttığı uçsuz bucaksız toprak şeridine bakmaktaydım sanki. Kızın giysilerini itinayla katlayıp kendi dolabıma yerleştirdim. Sadece bir akşam giyilmişçesine yepyeni görünümlü koyu bordo renkli mokasen ayakkabıları da benimkilerin yanında yer aldı. Tek eksik şey boynuna çapraz astığı küçük koyu kahverengi deri çantasıydı. Her tarafı aradım. Yoktu. Onu yanına almıştı.
  Gönül vitrinimin mankeni ile geçirdiğim geceyi tasvir etmem mümkün değil. Aynı anda amfetamin, meskalin ve LSD almış gibiydim. Bunların hiçbirini şu ana kadar kullanmadım. Filmlerde gördüğüm ve okuduğum etkilenmeleri kastediyorum. Hayatta hiçbir zaman yazar olmayı bu kadar istemedim. O zaman belki yaşadığım geceyi daha derinliğine anlatabilirdim. Son yoğun okumalarım lise yıllarında kaldı. Üniversitede dersler çok yoğundu. Sonrasında iş hayatı denen çark enerjimin neredeyse tamamını emiyordu. Gitar dersi almak, falanca kitapları mutlaka okumak, filmleri seyretmek gibi niyetlerim, daha uygun bir zamanda inşallah misinasına dizdiğim tespih taneleri gibiydi. Tanelerin sayısı arttıkça bu işlere ayırdığım zamanım daha da azalıyor gibiydi üstelik.
  Sevtap’la bir geceye sığışmış yıllarca süren bir birliktelik yaşadık.  Atmıyorum. Belleğimde kıpır kıpırlar. Kızı annemle tanıştırdığım an gözümün önünde şu an. Anneleri bilirsiniz. Biricik oğullarını hiçbir kıza yeterince layık görmezler. Daha önce tanıştığı iki üç kız arkadaşım için bir sürü elverişsizlikler dile getiren kadın Sevtap’a bir görüşte vuruldu. Benim gönül vitrinimin mankeni annem ve babamın gönüllerini de bir anda fethetmişti. Neşeli neşeli konuşarak yemek yedik. Şarap içtik. Bir ara annemle  mutfakta yalnızdık. İçeriden babamla kızın konuşma sesleri geliyordu. Babam kız gelince yirmi yaş birden gençleşmişti adeta. Sesi çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım canlılık ve gürlükte çıkmaktaydı.
  “Nereden buldun bu kızı?”
  “Çok beğendin değil mi?”
  Annem kendine çok yakışan taba rengi elbisesini giymişti. Üzerinde bir leke var mı diye göz attı ve sonra bana baktı. Yüzü ciddileşmişti. “Sakın kaçırma.” dedi. Benim çapımdaki bir erkeğin böyle bir kızı uzun süre elde tutamayacağını ima eden ses tonu gururumu zerre kadar yaralamadı. Sevtap cinsi kızları onların istemi dışında elde tutabilecek erkek türü mevcut değildi. Kız isteyerek gelmişti. Bu kadarı yeterliydi benim için.
  Aynı evde oturmaya başladık. Sık sık annemlere gidiyorduk. Sevtap ailemi kendi ailesi gibi benimsemişti. Kendisi öksüzdü. Ailesinin geri kalanlarıyla ilişkisi de yıllardır kopuktu.
  Bu arada işten artan zamanlarımda bir genleşme olmuş gibiydi. Bütün hobilerime zaman ayırabilmekteydim her nasılsa. Gitar tellerinin üzerinde gezinen parmaklarım giderek ustalaşıyordu. Geceleri birbirimize sarılıp uyuyorduk. Bu yıllarca sürdü. Annem babam bir miktar yaşlandılar. Evlerindeki bazı mobilyaları yenilediler. Şakaklarımda birkaç adet beyaz tel belirdi. Az sayıdaki arkadaşımla da görüşmekteydik. Bunlardan biri trafik kazası geçirdi ve sakat kaldı. Bazıları nişanlandı ve evlendi. İlişkilerini sonlandıranlar oldu. Dünyada yeni savaşlar yaşandı. Bunların sevimsiz sonuçlarını göğüslendik. Annemin teyzesi vefat etti. Bir gün gitarımla Pink Floyd’un The Wall albümünün comfortably numb parçasındaki gitar solo bölümünü neredeyse hiç hatasız çalabildim. Ve daha bir yığın anı. Mazi hatırlayabildiğimiz şeylerin tümünden ibaret değil midir? Kızla en az beş yıl birlikte olduk diyorum o halde.
  Az önce aynada yüzümü uzun uzun inceledim. Şakaklarımda tek bir beyaz tel yok henüz. O gitar da yok. Telefonumun, bilgisayarımın tarih bildirileri sadece bir gece yaşlandığımı kanıtlıyor. Birlikteliğimiz boyunca kendi geçmişi hakkında neredeyse hiçbir şey anlatmamış olan Sevtap bir geceye beş yılı sığdırdı ve sonra çekti gitti.  
  Duş yaparken bu kabindeki sayısız sevişmelerimizi hatırladım. Mutlu bir erkektim. Kime nasip olurdu böylesine dört dörtlük bir ilişki. Gönül kalıbımdan dökülen yıllardı.
  “Nasıl olur da kimseye anlatmadığım rüyalarımı bilebilirsin?”
  “Rüyaların ve vizyonların başka zihinlere açılan koridorları vardır bazen.”
  “Yani?”
  “Sana o taraftan yaklaştım.”
  Oturma odasındaki Dali’nin ergimiş saatler tablolarından en tanınmışının taklidi olan yağlı boya tabloya tam 800 kayme bayıldım. Bir arkadaşım taşınıyordu. Ona yardıma gitmiştim. Yeni evini dişi kuş dekore ettiği için o tabloyu ve bazı eşyalarını satışa çıkarmıştı. Arkadaşım 1000 dolara doksanlı yıllarda namlı olan bir ressama yaptırdığını söylemişti. 180x120 cm. ebatlarındaki tabloda imza falan yoktu. Yemin billah etmişti. Kız benle ilişkiye geçmeden iki ay önceydi. Oturma odasına astığım anı hatırlıyorum. Daldan sarkan pelteleşmiş bir saat için bu kadar para verilir mi diyen sürrealizm düşmanı yanım biraz pişmandı. Farklı beklentileri olan yanım da memnuniyetle ellerini ovuşturmaktaydı. Benim dişi kuşum da tam o sıralarda evi terketmişti. Sevtap’ın dediği doğruydu. Zihinlerimiz birbirleriyle ilişki kuruyordu. O tabloyu almamdaki saik şimdi çok açık. Zaman genleşmesi fikrine hazırlıktı.
  Kahvemden ilk yudumumu alırken Sevtap’ın nereden çıktığını keşfettim. O çöle, üç kaktüslü yere çıkmıştı. Evden değil. Zihnimden. Beş yılın bitiminde. Bundan yüzde yüz emindim. Çünkü artık o çöllük araziyi  zihnimde yeterince açıklıkla canlandıramıyordum. Pikselleri azalmış bir fotoğraf parçası gibiydi. Muğlaklaşmıştı. O minik görüntü parçacıkları başka alemlere, boyutlara açılan kapılardı belki. Kız bunlardan en sonuncusuna talip olmuştu. Tek kullanımlık olduğu açıktı. Kız aslında her neyse, bana c-mail, cin namesi yani, yollayan bir periydi belki. O eşik için gelmiş, karşılığını vermiş ve gitmişti. Beş yıl belki de çıkışa kendini uyarlamak için gerekli süreydi. En uygun açıyla atmosfere girmek için dünya çevresinde tur atan bir uzay mekiği gibi. Saadet turları. Bana çok az kişiye nasip olan bir hayat yaşattı. Gerçek aşkı hediye etti ve hayallerimi bile zorlayan bir tatmin duygusu verdi. Ruh formatım bir daha asla tekdüze yaşama sığamayacak kadar çetrefilleşmişti. Dahası önümüzdeki beş yılda olacak bir çok şeyi bilmekteydim. Bu bilgileri kullanarak kendimi belli bir derecede özgürleştirmeyi başarabilirdim.
  Ani bir düşünceyle mutfak masasından kalkarak yatak odasına gittim. Elbise dolabımı açtım. Kızın giysileri orada duruyordu. Süblimleşmemişti. Sevtap’ın arkada maddi kanıtlar bırakması ne demekti? Çantasını ihtiyacı olduğu için götürmediğini düşünmeye başlamıştım. Bu bir sinyal olmalıydı. İstese yanına alabileceği giysileri niçin arkada bırakmıştı? Kızın kot pantolonunun ceplerini karıştırdım. İki adet ayçiçeği, elli kuruşluk metal para dışında bir şey yoktu. Sonra ceketini aldım. Kalp hizasındaki, fermuarı sımsıkı kapalı iç cepte dörtte bir A4 büyüklüğünde bir kağıt parçası vardı. Küçük bir not defterinden kopartılmışa benziyordu.
  Hiç geri durmayacağız araştırmaktan
  Ve tüm araştırmalarımızın sonu;
  Başladığımız yere varmak da olsa
  Ve tanıyacağız ilk kez durduğumuz yeri

*

  Gayrettepe metro durağındayım. Saat 15.20. İçim içime sığmıyor. Sakin taklidi yaparak  bekliyorum. Bu defa her kadına bakmıyorum. Onun gelişini metrelerce önceden hissedebileceğimi seziyorum. Beni temelli bıraksaydı böyle olmazdı.
  Şiirin T. S. Elliot’un Four Quartet’inden Little Gidding bölümüne ait olduğunu evden çıkmadan google sayesinde keşfettim. Küçük Sarsıntı. Küçük Sersemleme. Küçüğü buysa? O mısralardan kastın burayı işaret etmek olduğunu düşünmek gibi bir sapkınlık içindeyim. Başın son, sonun baş olmasının bir izahı neden burada yine bir Pazar günü yeniden başlamak olmasın?
  Bir şey daha var tabii. Size bellek arşivimde bu tür çıkış filmciklerinden daha onlarca olduğunu söylemiştim değil mi? Örneğin okyanus kıyısındaki iki katlı sarı ev ve kırmızı gözlü gri kedi. O halde zokamda daha bir sürü peri yemi var demektir.
  Sevtap geri dönecek. Damarlarımda hissediyorum. Öyle olmasa ardında böyle bir not bırakmazdı. Gece boyunca beni baştan aşağı uyarladı. O şiirin son mısrasında olduğu gibi, And the fire and the rose are one; ateş ve gül artık benim için de aynı şey.                                          
                                                                             Amsterdam, Kasım 2010


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder