Gönül Vitrinimin Mankeni
“Dokun bana.”
İki elimle genç kadının belini tutup hafifçe
kendime doğru çektim. Çıplak bedeni istekle benimkine yaslandı. Tenimin tenine
temasında daha önce tanıdığım kadınlarınkilerden farklı hiçbirşey yoktu.
Memeleri göğsüme sıcak ve hoş bir baskı yapmaktaydı. Ten kokusuyla füzyonlanmış
parfümü ciğerlerimi doldurmaktaydı. Loş ışıkta siyah gözleri arzuyla
fosforlanmıştı adeta.
“Öp beni.”
Sevtap ile neredeyse aynı boyda olduğumuzdan
başımı eğmeme gerek kalmadan dudaklarımız birleşti. Dillerimiz güreşmesinde
hiçbir doğaldışılık saptayamadım. Kalçalarıma kor düşmüş gibiydi. İçimde karşı
konulmaz bir arzu kükremekteydi. Dönülmez yere varmıştım. Kızla sevişecektim.
Korkularım ve endişelerim trafiğin deli gibi aktığı kalabalık ve geniş bir
caddede karşı kaldırımdan el kol işaretleriyle bir şeyler anlatmaya çalışan
kimseler kadar etkisizdi artık.
Dudaklarımız çözüldüğünde Sevtap’ın elini
tuttum. Hafif serin ve nemli yüzeyler ne kadar tabii ve baştançıkarıcıydı.
Aceleci adımlarla yatak odama doğru yürüdük. Hole çıkarken bir an başımı
çevirip oturma odasına baktım.
Elbiselerimizin tümü arkada gelişi güzel
yerlere atılmış durumdaydı. Sehpanın üstündeki boş şarap şişesi, iki kadeh,
yarı dolu meze tabakları, kırmızı divanın sağ köşesine dertop olmuş siyah
külodum, Dali’nin ergimiş saatler tablosunun yağlı boya kopyası, tavana ışık
veren iki lambanın yarattığı gölgeler ve diğer bütün ayrıntılar tıpkı
filmlerdeki keyifle geçirilmiş anları canlandıran sahnelere benziyordu. Her
şey, her şey arzuma göreydi. Şimdi endişe lambalarımı söndürmeli ve vaad edilen
haz bandında koşuya başlamalıydım.
*
Adım Demir Güldere. 29 yaşındayım. Sevtap’ı
bana attığı bir mail sayesinde tanıdım. Bir ay kadar önceydi. Yorucu bir günün
son saatleriydi. Tam dizüstü bilgisayarımı kapatacağım sırada ekranda bir
E-posta belirdi. Sevtap Ateşgüneş adlı birindendi. 20 yaşındaydı. İspanyol dili
filolojisinde öğrenciydiydi. Beni sık sık rüyasında gördüğünü yazmıştı.
Mekatronik mühendisiyim. Bir banka şubesinin
elektronik işleyişinin neredeyse tümünden sorumluyum. O gün işte on saat
çalışmıştım. Yorgundum. Mailde fotoğraf falan da yoktu. Kolaylıkla silebilirdim
bu nedenle, ama yapamadım. Hergün kızlardan sayısız mail alan yakışıklı ya da tanınmış
biri değildim. Beklenmedik hoş bir rüzgarı yok değildi yani mailin. Kararsızca
beklerken ikinci mail geldi.
“İçimden
bir his rüyalarımızın ortak olduğunu söylüyor. Örneğin okyanus kıyısındaki iki
katlı sarı ev ve kırmızı gözlü gri kedi. Bunlar sana tanıdık geliyor mu?”
Ağdalı bir şok yaşamaktaydım. Söyledikleri
şeyler tanıdıktı gerçekten. Bana has bir özellikti. Bazen gün içinde, bazen de
yatakta uzanmış durumdayken kafamda kısa filmcikler belirirdi. 10-15 saniyeden
uzun sürmezdi. Bazen bir yer, bazen hiçbirini tanımadığım bir insan topluluğu,
hareketli bir vasıtanın camından dışarıda görülen şeyler, daracık bir sokak.
Dahası var. Sayısı
belki kırkı elliyi aşmış bu filmciklerin neredeyse hepsini hatırlamaktayım.
Belleğim aradan geçen yıllara rağmen onları sımsıkı tutmakta ısrarlı. Zamanla
bundan bahsetmeyi giderek azaltmama rağmen
çocukluğumdan beri sahip olduğum bu hassayı yakın dostlarım ve ailem iyi
bilir.
Bu kısa kısa gezintilerde tanımadığım bir
sürü yeri görüyor ve yine tanımadığım insanlarla muhatap oluyordum, ama şu ana
dek asla bu yerlerden birinin neresi olduğunu keşfedememiştim. Dahası o kadar
insan tanımıştım. Bunların hiçbiri gerçek hayatta karşıma çıkmamıştı.
Televizyonda ya da gazetede görmeye bile razıydım. Bazen birini benzetir ve
boşuna heyecanlanırdım. Zamanla hevesim kırılmıştı. O hepsi birbirine çok
benzeyen filmlerde ve dizilerde olduğu gibi geleceği gören ya da cinayete
kurban gitmiş bir ölüyle ilişki kuran kimselerden değildim. Beynimin bu
azizliğinin hiçbir şeye yararı yoktu yani.
“E-Adresini bana sen verdin. Rüyamda. Sözlü değil. Bir
kağıda yazıp bana gösterdin. Adın soyadın ve standart ekler.”
İşin bu tarafı beni bir yanıyla
heyecanlandırırken, diğer yanıyla da kaliteli bir organize şaka beklentisi
yaratmıştı. Bankaya girmeden önce Alcatell’de çalıştım bir süre. Oradaki
arkadaşlarla bu tür şakalar yapardık, ama bütün bunlar iki buçuk yıl geride
kalmıştı. Alcatell’li arkadaşlarımla zaman darlığı nedeniyle artık telefonla
bile görüşemiyorduk.
Uykum kaçmıştı. Sevtap hanıma tek cümlelik
bir mail attım.
“Bana bir ortak rüyamızı daha yazabilir misiniz?”
Cevap 6-7 dakika sonra ekranda belirdiğinde
kulaklarım uğuldamaktaydı. Bütün şaka ihtimallerini aşıp apıştırıcı bir gerçeğe
toslamıştım.
“Bir
arabanın penceresinden uçsuz bucaksız bir çöle
bakıyoruz. Sağ yanımızda Üç dev kaktüs ağacı
yola yakın yan yana duruyor. Ortadaki en uzunu ve kollarında gül büyüklüğünde
sarı çiçekler var. ”
Kimsenin
bunu bilmesi mümkün değildi. Çünkü geçen hafta görmüştüm ilk kez. Sonra takip
eden günlerde birkaç kez çeşitli zaman dilimlerinde tekrarlanmıştı. Bazı
vizyonlar tek kerelik olurdu. Böyle yinelenenleri de vardı seyrek de olsa. İş
ciddiydi. Sevtap Ateşgüneş her kimse onla mutlaka konuşmalıydım. Lafı uzatmadan
kıza kendisiyle tanışmak istediğimi
söyledim.
“Şu sıralar İstanbul’da değilim. Gelince ilk işim sizi
aramak
olacak. Ben de tanışmak için
sabırsızlanmaktayım.”
*
Onu ilk kez geçen pazar günü Gayrettepe metro
durağında gördüm. Benden 15.30’da durakta olmamı istemişti. Taksim yönüne
gidecek metrolara dikkat edecektim.
Üçü yirmi geçe oradaydım. Sırf gençlerine
bile olsa bütün kadınlara acaba o mu diye bakmak kolay değildi. Sevtap’ın tek
başına olacağını tahmin etmekteydim, ama elimde olmadan gruplara da dikkat
ediyordum. Bazı kızlar ben baktığım için aynı şekilde karşılık verince bakış
koyultuyordum istemeden. Bazıları ‘hıh!’ edasıyla başını çeviriyor, bazıları
hafifçe sırıtıyordu. Tek tük alıcı gözle süzenler de çıkmaktaydı. Sevtap’ın
boyu posu ve tipi hakkında sorduğum sorulara cevabı çok kısa ve kesin olmuştu.
“Gönül vitrininde duran bir
mankenim. ”
Bir
ara üniversiteden eski bir arkadaşımla karşılaştık. Birkaç kelime bozdurduk.
Orada ne yaptığımı sordu. Birini beklediğimi söyleyince hınzırca kılığımı
kıyafetimi süzdü ve ‘Kıyak bir hatun olmalı.’ dedi. İnkâr etmek boşunaydı. Başımla onaylayıp anlamlı anlamlı sırıtmakla
yetindim ve ardından konuşmayı kısa kesmek için saatime baktım. Onun da acelesi
vardı zaten. ‘Bir gün görüşelim ha.’ diyerek çekti gitti. İkimiz de telefon ya
da mail adresi vermeye kalkışmamıştık. On yıl içinde yine buralarda bir yerde
karşılaşırdık artık. Hiçbir zaman samimi olmadığım biriydi. Adını bile o
söyleyince hatırlamıştım zaten.
Saat 15.35’de yavaş yavaş bütün ilginç ve
gizemli havasına rağmen kızın beni işlettiğini düşünmeye başlamıştım ki, onu
gördüm. Tam önümde duran metro kapısından içeri girmiş ve bana doğru dönerek
gülümsemişti. Bir yetmiş beş boylarında ince yapılı bir genç kızdı. Koyu kahverengi
bukleli saçları omuzlarına değmekteydi. Üzerinde daracık açık mavi bir kot
pantolon, sarı bir tişört ve lacivert bir kot ceket vardı. Ceketinin önü
açıktı. Göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip değildi, ama uslüplu bir seksapel
ışımaktaydı.Yüzü çok hoştu. Sarı tişortunun topografyasındaki yükseltiler de
heyecan vericiydi. Zeki ve kendinden emin tavırları dışa ışımasını alameti
farikasal bir kalıcılığa yükseltgemekteydi. Kapı kapanırken tekrar gülümsedi ve
eliyle hoşçakal işareti yaptı. Metro kızın gülümsemesini Taksim yönüne doğru
sürüklerken apışmış durumda ardından bakakaldım. Bu arada süper erkek Demir
Güldere yıldırım gibi seğirtmiş ve kapı kapanmadan kendini içeri dahil etmişti.
Kızla başbaşaydı. Bahtsız hayalimi iptal edip kös kös eve yollandım.
O akşam ve onu takip eden üç gün kızın beni
aramasını boşuna bekledim. E-adresine dört nafile E-posta yolladım. Hiçbirine
cevap gelmedi. Kimsenin zihnimdeki hayalleri böyle ayrıntılı bir şekilde
bilmesi mümkün değildi. Bu nedenle kızı bir türlü kaliteli bir organize şakanın
baş aktristi yapamıyordum. Ayrıca arkadaş çevremdeki kalibreli organizatör
adayı hiçliği de beni desteklemekteydi.
Kızın belirip kaybolması, anlık poz vermesi
ona olan isteğimi körüklemişti. Aradan geçen günlerde neredeyse aşka benzer bir
his kozasıyla sarmalandım. Hayalimde kapanmak üzere olan metro kapısından
onlarca defa içeri süzülüp oradan devam eden serüvenler yaratmıştım. Şaka bir
yana eskilerin deyimiyle bir çeşit kara sevdaya doğru yol almaktaydım. Light hali en azından.
Perşembe akşamı cep telefonumdan aradı.
Sesinde olağanüstü bir berraklık vardı. Tarifi mümkünatsız bir tınıyla
konuşmaktaydı. İlk cümlesi ‘Cumartesi akşamı nerede buluşalım.’ olmuştu. O’ydu.
Hemen tanımıştım.
Kadıköy’deki Karga
barda saat 22.00’de buluşmak üzere anlaştık. Yeri ben teklif etmiştim. Hiç
tereddütsüz kabul etti. Cuma gününü kız gelmeyecek ve bir daha da sesini
soluğunu çıkarmayacak düşüncesinin kasvet verici davul sololarıyla geçirdim.
Cumartesi tempoyu bayağı artırmıştım. Öyle ki, 21.55’de Karga bardan içeri
girerken madara olmaya iyice hazırdım. Hatta bundan tuhaf bir zevk de
almaktaydım. Çünkü kız bundan sonra ne
yaparsa yapsın yıllardır süregelen tekdüze yaşantımı gizemli renklere
boyamıştı.
Annem Pazartesi akşamı yemeğe gittiğimde bunu
hemen farketti. Babam kafayı geçen pazar günü yapılan Galatasaray maçının
sonuçlarına taktığı için ıskalamıştı. Sürekli telefonu çalıyordu. Arkadaşları
da bu konuyu konuşmak için sabırsızlanmaktaydı herhalde. Yemek saati falan
demeyip arka arkaya birbirlerini arıyorlardı.
İki yıldır ayrı oturmaktaydım. İş hayatım
nedeniyle ortalama haftada bir gün görüşmekteydik. Annemin yaptığı karnıyarık
harikaydı. Her zaman en az beş tane yerdim. O akşam ağzımda ikincinin ilk
lokmasını gevelemekteydim daha.
“Biri mi
var hayatında?”
“Onu de
nereden çıkardın şimdi?”
“Bir
değişiklik var sende.”
“Ne gibi?”
“Yüzün
gözün parlıyor. Bir heyecan içindesin sanki. Dalgınsın. Çatal ağzına yavaş
çekimle gidiyor.”
Sadece kadın ya da anne sezgisi değildi.
Annem çeyrek yüzyıldır boşanma davalarında avukatlık yapmaktaydı. Durumumu
ıskalamamıştı normal olarak. Sonradan rezil olmamak için daha çok başlarda, ne
olacağı belirsiz bir ısınma sürecinden söz ettim. Olumlu bir yöne giderse kızı
ilk onunla tanıştıracağıma söz verip konuyu noktaladım.
Sevtap kendisini ilk gördüğüm giysileriyle
ikinci katta oturmaktaydı. Biraz titreyen dizlerle yanına yaklaştım. Yerinden
doğrulup elimi sıktı ve yanaklarımdan öptü. Parfümü ciğerlerime eronikotin gibi
yayılıverdi. Yakından çok daha çekiciydi. Neredeyse saldırgan diye
tanımlayabileceğim bir diriliği vardı. Yan masada oturan iki genç kadın merakla
bizi süzmekteydi.
“Senin John Zorn sevdiğini bilmiyordum.”
“Neyi?”
Bunu derken içeride John Zorn’un
Archaeopteryx adlı parçasının çaldığını fark ettim. Çağdaş deneysel caz
gruplarından pek anlamam. John Zorn ve Masada altı ay önce ayrıldığım eski
sevgilimden yadigar bana.
“Eskiden takılırdım... Biraz yani.”
“İstersen başka bir yere gidelim?”
Burası çok cool bir yerdi, ama bizim ilk tanışma ve sohbet mekânımız
olamayacak kadar ses ve soluk yüklüydü. Kızın beni nasıl bulduğunu ölesiye
merak etmekteydim. Kapağı biraz daha sakin, sessiz ve gözden ırak bir yere
atmak daha iyi olacaktı.
“Bir teklifin var mı?”
“Sana gidelim.”
*
Gözlerimi açtığımda Sevtap yatakta değildi.
Evde de değildi. Varlığının basıncı diyebileceğim etkiyi hissetmiyordum çünkü.
Kalkıp oturma odasına gittim. Her yere saçılmış giysileri benimkilerle birlikte
yerli yerinde duruyordu.
Sokak kapısının kilidini kontrol ettim. Sürgü
de yerindeydi. Kız buradan çıkmamıştı. Yedinci katta oturmaktaydım. Pencere ya
da balkon da söz konusu olamazdı yani.
Geri gelince kızın yerde halının üstünde
duran beyaz sutyenini alıp kokladım. Ten kokusu belleğimi dağladı adeta.
Gecenin anısı dirilmişti. Ne dirilmeydi ama, sürülen bir tarlada duran minik
bir fareydim ve dev bir traktörün ardındaki metalin kabarttığı uçsuz bucaksız
toprak şeridine bakmaktaydım sanki. Kızın giysilerini itinayla katlayıp kendi
dolabıma yerleştirdim. Sadece bir akşam giyilmişçesine yepyeni görünümlü koyu
bordo renkli mokasen ayakkabıları da benimkilerin yanında yer aldı. Tek eksik
şey boynuna çapraz astığı küçük koyu kahverengi deri çantasıydı. Her tarafı
aradım. Yoktu. Onu yanına almıştı.
Gönül vitrinimin mankeni ile geçirdiğim
geceyi tasvir etmem mümkün değil. Aynı anda amfetamin, meskalin ve LSD almış
gibiydim. Bunların hiçbirini şu ana kadar kullanmadım. Filmlerde gördüğüm ve
okuduğum etkilenmeleri kastediyorum. Hayatta hiçbir zaman yazar olmayı bu kadar
istemedim. O zaman belki yaşadığım geceyi daha derinliğine anlatabilirdim. Son
yoğun okumalarım lise yıllarında kaldı. Üniversitede dersler çok yoğundu.
Sonrasında iş hayatı denen çark enerjimin neredeyse tamamını emiyordu. Gitar
dersi almak, falanca kitapları mutlaka okumak, filmleri seyretmek gibi
niyetlerim, daha uygun bir zamanda inşallah misinasına dizdiğim tespih taneleri
gibiydi. Tanelerin sayısı arttıkça bu işlere ayırdığım zamanım daha da azalıyor
gibiydi üstelik.
Sevtap’la bir geceye sığışmış yıllarca süren
bir birliktelik yaşadık. Atmıyorum.
Belleğimde kıpır kıpırlar. Kızı annemle tanıştırdığım an gözümün önünde şu an.
Anneleri bilirsiniz. Biricik oğullarını hiçbir kıza yeterince layık görmezler.
Daha önce tanıştığı iki üç kız arkadaşım için bir sürü elverişsizlikler dile
getiren kadın Sevtap’a bir görüşte vuruldu. Benim gönül vitrinimin mankeni
annem ve babamın gönüllerini de bir anda fethetmişti. Neşeli neşeli konuşarak
yemek yedik. Şarap içtik. Bir ara annemle
mutfakta yalnızdık. İçeriden babamla kızın konuşma sesleri geliyordu.
Babam kız gelince yirmi yaş birden gençleşmişti adeta. Sesi çocukluğumdan hayal
meyal hatırladığım canlılık ve gürlükte çıkmaktaydı.
“Nereden
buldun bu kızı?”
“Çok
beğendin değil mi?”
Annem kendine çok yakışan taba rengi
elbisesini giymişti. Üzerinde bir leke var mı diye göz attı ve sonra bana
baktı. Yüzü ciddileşmişti. “Sakın kaçırma.” dedi. Benim çapımdaki bir erkeğin
böyle bir kızı uzun süre elde tutamayacağını ima eden ses tonu gururumu zerre
kadar yaralamadı. Sevtap cinsi kızları onların istemi dışında elde tutabilecek
erkek türü mevcut değildi. Kız isteyerek gelmişti. Bu kadarı yeterliydi benim
için.
Aynı evde oturmaya başladık. Sık sık annemlere
gidiyorduk. Sevtap ailemi kendi ailesi gibi benimsemişti. Kendisi öksüzdü.
Ailesinin geri kalanlarıyla ilişkisi de yıllardır kopuktu.
Bu arada işten artan zamanlarımda bir
genleşme olmuş gibiydi. Bütün hobilerime zaman ayırabilmekteydim her nasılsa.
Gitar tellerinin üzerinde gezinen parmaklarım giderek ustalaşıyordu. Geceleri
birbirimize sarılıp uyuyorduk. Bu yıllarca sürdü. Annem babam bir miktar
yaşlandılar. Evlerindeki bazı mobilyaları yenilediler. Şakaklarımda birkaç adet
beyaz tel belirdi. Az sayıdaki arkadaşımla da görüşmekteydik. Bunlardan biri
trafik kazası geçirdi ve sakat kaldı. Bazıları nişanlandı ve evlendi.
İlişkilerini sonlandıranlar oldu. Dünyada yeni savaşlar yaşandı. Bunların
sevimsiz sonuçlarını göğüslendik. Annemin teyzesi vefat etti. Bir gün gitarımla
Pink Floyd’un The Wall albümünün comfortably
numb parçasındaki gitar solo bölümünü neredeyse hiç hatasız çalabildim. Ve
daha bir yığın anı. Mazi hatırlayabildiğimiz şeylerin tümünden ibaret değil
midir? Kızla en az beş yıl birlikte olduk diyorum o halde.
Az önce aynada yüzümü uzun uzun inceledim.
Şakaklarımda tek bir beyaz tel yok henüz. O gitar da yok. Telefonumun,
bilgisayarımın tarih bildirileri sadece bir gece yaşlandığımı kanıtlıyor.
Birlikteliğimiz boyunca kendi geçmişi hakkında neredeyse hiçbir şey anlatmamış
olan Sevtap bir geceye beş yılı sığdırdı ve sonra çekti gitti.
Duş yaparken bu kabindeki sayısız
sevişmelerimizi hatırladım. Mutlu bir erkektim. Kime nasip olurdu böylesine
dört dörtlük bir ilişki. Gönül kalıbımdan dökülen yıllardı.
“Nasıl
olur da kimseye anlatmadığım rüyalarımı bilebilirsin?”
“Rüyaların
ve vizyonların başka zihinlere açılan koridorları vardır bazen.”
“Yani?”
“Sana o
taraftan yaklaştım.”
Oturma odasındaki Dali’nin ergimiş saatler
tablolarından en tanınmışının taklidi olan yağlı boya tabloya tam 800 kayme
bayıldım. Bir arkadaşım taşınıyordu. Ona yardıma gitmiştim. Yeni evini dişi kuş
dekore ettiği için o tabloyu ve bazı eşyalarını satışa çıkarmıştı. Arkadaşım
1000 dolara doksanlı yıllarda namlı olan bir ressama yaptırdığını söylemişti.
180x120 cm. ebatlarındaki tabloda imza falan yoktu. Yemin billah etmişti. Kız
benle ilişkiye geçmeden iki ay önceydi. Oturma odasına astığım anı
hatırlıyorum. Daldan sarkan pelteleşmiş bir saat için bu kadar para verilir mi
diyen sürrealizm düşmanı yanım biraz pişmandı. Farklı beklentileri olan yanım
da memnuniyetle ellerini ovuşturmaktaydı. Benim dişi kuşum da tam o sıralarda
evi terketmişti. Sevtap’ın dediği doğruydu. Zihinlerimiz birbirleriyle ilişki
kuruyordu. O tabloyu almamdaki saik şimdi çok açık. Zaman genleşmesi fikrine
hazırlıktı.
Kahvemden ilk yudumumu alırken Sevtap’ın
nereden çıktığını keşfettim. O çöle, üç kaktüslü yere çıkmıştı. Evden değil.
Zihnimden. Beş yılın bitiminde. Bundan yüzde yüz emindim. Çünkü artık o çöllük
araziyi zihnimde yeterince açıklıkla
canlandıramıyordum. Pikselleri azalmış bir fotoğraf parçası gibiydi.
Muğlaklaşmıştı. O minik görüntü parçacıkları başka alemlere, boyutlara açılan
kapılardı belki. Kız bunlardan en sonuncusuna talip olmuştu. Tek kullanımlık
olduğu açıktı. Kız aslında her neyse, bana c-mail, cin namesi yani, yollayan
bir periydi belki. O eşik için gelmiş, karşılığını vermiş ve gitmişti. Beş yıl
belki de çıkışa kendini uyarlamak için gerekli süreydi. En uygun açıyla
atmosfere girmek için dünya çevresinde tur atan bir uzay mekiği gibi. Saadet
turları. Bana çok az kişiye nasip olan bir hayat yaşattı. Gerçek aşkı hediye
etti ve hayallerimi bile zorlayan bir tatmin duygusu verdi. Ruh formatım bir
daha asla tekdüze yaşama sığamayacak kadar çetrefilleşmişti. Dahası önümüzdeki
beş yılda olacak bir çok şeyi bilmekteydim. Bu bilgileri kullanarak kendimi
belli bir derecede özgürleştirmeyi başarabilirdim.
Ani bir düşünceyle mutfak masasından kalkarak
yatak odasına gittim. Elbise dolabımı açtım. Kızın giysileri orada duruyordu.
Süblimleşmemişti. Sevtap’ın arkada maddi kanıtlar bırakması ne demekti?
Çantasını ihtiyacı olduğu için götürmediğini düşünmeye başlamıştım. Bu bir
sinyal olmalıydı. İstese yanına alabileceği giysileri niçin arkada bırakmıştı?
Kızın kot pantolonunun ceplerini karıştırdım. İki adet ayçiçeği, elli kuruşluk
metal para dışında bir şey yoktu. Sonra ceketini aldım. Kalp hizasındaki,
fermuarı sımsıkı kapalı iç cepte dörtte bir A4 büyüklüğünde bir kağıt parçası
vardı. Küçük bir not defterinden kopartılmışa benziyordu.
Hiç geri durmayacağız araştırmaktan
Ve tüm araştırmalarımızın sonu;
Başladığımız yere varmak da olsa
Ve tanıyacağız ilk kez durduğumuz yeri
*
Gayrettepe metro durağındayım. Saat 15.20.
İçim içime sığmıyor. Sakin taklidi yaparak
bekliyorum. Bu defa her kadına bakmıyorum. Onun gelişini metrelerce
önceden hissedebileceğimi seziyorum. Beni temelli bıraksaydı böyle olmazdı.
Şiirin T. S. Elliot’un Four Quartet’inden Little
Gidding bölümüne ait olduğunu evden çıkmadan google sayesinde keşfettim.
Küçük Sarsıntı. Küçük Sersemleme. Küçüğü buysa? O mısralardan kastın burayı
işaret etmek olduğunu düşünmek gibi bir sapkınlık içindeyim. Başın son, sonun
baş olmasının bir izahı neden burada yine bir Pazar günü yeniden başlamak
olmasın?
Bir şey daha var tabii. Size bellek arşivimde
bu tür çıkış filmciklerinden daha onlarca olduğunu söylemiştim değil mi? Örneğin okyanus kıyısındaki iki
katlı sarı ev ve kırmızı gözlü gri kedi. O halde zokamda daha bir sürü peri yemi var demektir.
Sevtap geri dönecek. Damarlarımda
hissediyorum. Öyle olmasa ardında böyle bir not bırakmazdı. Gece boyunca beni
baştan aşağı uyarladı. O şiirin son mısrasında olduğu gibi, And the fire and the rose are one; ateş
ve gül artık benim için de aynı şey.
Amsterdam,
Kasım 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder