araf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
araf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2017 Perşembe

Nas Oteli (öykü)



Dışarısı kayıp bir rıhtım. İçinde bulunduğum bina son kullanma tarihine toslamak üzere olan bir şilep.
  

Demir almak üzere olduğumuzu hissediyorum da yazacaktım vazgeçtim. Ardından batışa çeyrek var cümlesi gelecekti belki. Nas oteli antetli kenarları kıvrık ve yer yer sararmış kağıdı buruşturup top haline getirerek yatağın üstüne fırlattım.
  Ellerim belimde yatağın ayak ucuyla aynalı konsol arasındaki kırk santim enindeki yerde durdum. Odanın yegane penceresinden görünen sokakta tek bir kıpırtı yok. Hiçbir ses de duyulmuyor. Buradaki bütün sesler dahili. Yan odada öksüren yaşlı adam, üst kattaki tuvalet sifonunun abartılı sesi. Koridorda kaçamak imal edilen üç beş laf. Nadiren bir kıkırdama. Pastel renk cümbüşünün içinden fışkıran bağırtık bir yaşam sevinci belirtisi.
  Konsolun üzerinde duran camdan dökülmüş kül tablasını elime alıp tarttım. Yarım kilo en azından. İçimi çekerek dışarıya baktım. Kül tablasının belli bir ivmeyle camın yüzeyine çarptığı anı düşündüm. Kaslarım çekilmek üzere olan bir tetik gibiydi ki, kapının altından içeri sürülen kağıdın hışırtısıyla gevşedi.
  Cam nesne elimde hızla kapıya doğru yürüdüm. Zarfın üstüne basarak  kapıyı açtım. Sağ yanımdaki oda kapısının önünde genç bir kadın kilidi açmaya çabalamaktaydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveter vardı üzerinde. Ayaklarının hemen dibinde orta boylu beyaz bir deri valiz durmaktaydı. Beni görünce hayretle baktı. Elimdeki kül tablası çok dikkat çekmesin diye pantolonuma bastırdım.
  “Affedersiniz, burada birini... şey yaptınız mı?”
  Kumral saçlı mavi gözlerinin altı biraz mor olan kadın bezgince başını salladı. “Hayır.”
  Zarf şimdi atıldı. Sizden başkası olamaz demek bir işe yaramazdı. Ayrıca çok büyük ihtimalle bu işi yapan o değildi. Yüzünde ne muzip, ne de içten pazarlıklı bir ifade hak getireydi. Aldığım ilk zarf değildi. Getireni görebilmeyi başaramamıştım şu ana kadar.
  “Yeni misiniz?”
  “Evet. Siz?”
  Kadın bunu başını çevirmeden söylemişti.
  “Altı gündür buradayım.”
  “Anlıyorum. Bu kapı... Acaba açmayı...”
  408 numarada bu sabaha kadar hep lacivert takım elbise giyen yaşlı bir adam kalmaktaydı. Bu sabah selamlaşmadan bakışmıştık. Demek ki bu arada oteli terketmişti. Otelin müşterilerinin çoğu kısa kalanlardı. Bir çok kimseyi sadece tek bir defa görmüştüm ve artık yoklardı. Kül tablasını yere ayaklarımın dibine bıraktım ve gidip kapıya takılı pirinç anahtara dokundum.  
  “Azcık kendinize çekmeniz lazım.” Çektim. Anahtar kilitte dönmek istemiyordu. Her nasılsa aklımda kül tablasını elimde tarttığım an geldi. Bu hayal kilidi yağlamış gibiydi. Anahtar sola doğru döndü ve kapı aralandı.
  “Oldu.”
  Kadının mavi gözleri ilk kez yüzümü süzdü. “Çok teşekkür ederim.”  
  Leylak parfümü belli belirsiz hissediliyordu. Saçları biraz yağlanmıştı. Elbiselerinden hafifçe ter, çok kullanılmışlık denebilecek bir koku yayılmaktaydı. Çok uzak bir yerlerden gelmekteydi herhalde. Bir yerden tanıdık duygusu veren bir tipe sahipti. Nereden olduğunu çıkaramıyordum. Otelde şu ana kadar üzerimde bu etkiyi bırakan tek kimseydi.
  “Bir şey değil.”
  Kadın bavulunu alıp içeri girdi. Kapıyı örtecekken durakladı. Kafasını dışarı uzattı.
  “Akşam yemeği kaçta?”
  “Burada... Şey... Bir saat içinde hava kararacak. Siz hazır olunca aşağıya resepsiyonun yanındaki bara gelin. Burada... İçki servise dahildir. Kuru mezeler de fena değildir.”
  “Ben vejeteryanım da.”
  Elimde olmadan sırıttım. “Aşağıda görüşürüz.”
  “Tamam.”
  “Kül tablanızı unutmayın.”
  Eğilip cam nesneyi aldım. Bakışlarımız karşılaştı. Bu defa sırıtma sırası ondaydı.
  Eşikteki zarfı alıp açtım.
  Senin için değmez. Hiç değmez bilesin.
  Bildiğim şeyi bir kez daha ispatlamak için yatağın üstüne fırlattığım kağıt topçuğunu alıp düzledim. Yazılar neredeyse tıpa tıp aynıydı. Z’leri ve H’leri daha farklıydı. Bununla istersem senin yazını aynen taklit edebilirim deniyordu. Esas mesaj buydu. Senle ilgili her hususiyet malum telgrafı gibi birşeydi bu mektup. Benim için niçin değmezdi? Niye durmadan aynı şeyleri yazıp duruyordu? Mesele neydi? Bunun hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Şu ana kadar aynı şeyler yazılı aldığım dördüncü mektuptu bu.
  Yatağa uzanıp tavanı seyrederek havanın usulca kararmasını bekledim. Eski günleri düşündüm. Bir dersanede öğretmendim. Özel ders de vermekteydim. Evliydim. En son hatırladığım şey evimdeydim. Yalnız değildim. Biri daha vardı. Bir kadın. Sinir tahriş edici bir sesi vardı. Allah biliyor boğazını sıkıp sesini kesmek istiyordum. Kapı çalmamıştı, ama içeri biri girmişti. Tanıdık yüzlü bir adam. Elinde bir tabanca vardı. Adamın anahtarı olmalıydı. Yoksa nasıl girebilirdi içeriye. Buradan sonrası kopuktu. Oteldeki ilk anlarım bir çeşit milattı.
  Banyoda hızla sakal traşı oldum. Kapımı çektiğimde holde hiç kimsecikler yoktu. Merdivenleri inerken de birine raslamadım. Dört köşe şeklindeki barda on on beş kişi oturmuş laflamaktaydı. İçlerinde beni görünce selam veren çıkmadı. Sadece yeni kapı komşum merakla baktı ve sol eli hafifçe saçlarını düzeltti. Kadının iki yanındaki yanındaki tabureler boştu.
  “Buraya oturabilir miyim?”
  “Tabii. Buyrun.”
  İnce beyaz kazak ve kahverengi etek giymiş kadının önünde uzun ve ince bardakta şalgam suyu ve şekerli yer fıstığı dolu bir tabak vardı. Şekerli fıstık çocukken çok sevdiğim bir şeydi. Bir gün gelip şalgam suyuyla içeceğimi tahmin etmezdim.
  “Adım Fiona.”
 Kadın duş yapmış saçlarını yıkamıştı. O eskimişlik kokusu ve yüzündeki bezgin ifade çekilmişti üzerinden. Gençleşmiş ve dirilmişti. Orta boylu, ince yapılı hoş bir kadındı. Taş çatlasa yirmisinde olmalıydı. Az önceki bir yerden tanıdıklık duygum sürmekteydi, ama bellek arşivimde tık yoktu.
  “Benim de Nazmi. Bu otele ilk kez mi geliyorsunuz?”
  “Evet. Siz?”
  “Sanırım buraya bir kez geliniyor. Sizden önce odanızda yaşlı bir adam kalmaktaydı. Özenli giyinen, bakan eskisi gibi vakur duran biriydi. Bu sabah daha kahvaltıda gördüm kendisini. Öğleden sonra çıkış yapmış olmalı.”
  Fiona öyle olmalı anlamına başını salladı. Sol eli bardağa uzanırken durakladı. “İçeride tuhaf bir şey vardı. Konsolun üstünde. Kül tablasının içinde bir avuç toz duruyordu. Temizlikçi unutmuş olmalı diye düşünüp çöpe attım.”
  Kafamda bir şimşek çakmıştı. Bu tozlardan başkaları da bahsetmişti. Kendim de 406 numaralı odaya geldiğimde konsolun üstündeki kül tablasında bir tutam toz bulmuştum. 
  “O tozları ben de gördüm.”
  Kadın gözlerinde merak ve endişe noktacıkları aynı anda belirmişti. İçkisinden bir yudum alıp yutkundu. Resepsiyon tarafına kaçamak bir bakış fırlatmıştı bu arada. Camlı ön cepheden eğimli sokak görünmekteydi. Kıpırtısız, trafiksiz, sessiz ve tozsuz belki de. Yedi sekiz metre ötede inanılmaz bir test nesnesi durmaktaydı. Şimdi yerimden kalksam bir koşuda kapıya varsam. Açsam ve çıksam. Şimdiye kadar bunu yapan tek kişiyi görmemiştim. Kapı bir sübap gibiydi. Sadece içeri doğru akım vardı. Ara sıra birileri oradan içeri girip aralarına katılmaktaydı. Kendim üç gün önce bunu yapmıştım. Ne geldiğim taksiyi, ne de son günlerde ne yaptığımı hatırlamaktaydım. Bavulumdaki eşyalar iç çamaşırlar, giysiler cinsinden sıradan şeylerdi. Bir ipucu vermemekteydi. Olmayan şeyler ise bayağı malumatkârdı. Kimliğim, ehliyetim, banka kartlarım ve paramın içinde olduğu bir cüzdanım yoktu mesela. Buradaki hayat bedava ya da bir şekilde veresiyeydi. Bu nedenle parasızlık bir sorun değildi. Cep telefonum ve yanımdan hiç ayırmadığım dizüstü bilgisayarım da eksikler listesinin en üstündeydi.
  “Titiz biri değilimdir, ama  o tozlardan etkilendim. Nasıl söylesem...”
  Alt kattaki servise bakan ince uzun boylu bir delikanlıydı. Bakışlarımız karşılaşınca aynısından işareti yaptım.
  “Tiksinti verici bir hali vardı.”
  Fiona’nın gözleri merakla irileşti. “Siz de mi hissettiniz?”
  “Dahası var.” Kadına sokuldum. “Bana kalırsa bu tozlar otelden çıkıştan arta kalanlar.” Dedim alçak sesle.
  Fiona’nın hoş denebilecek yüzünde tek bir inanmazlık ifadesi belirmemişti. “Nasıl yani?”
  “Senin kaldığın odadaki adam ve bavulu.” Dedim.
  “O tozlar canlı demek istemiyorsunuz değil mi?”
  Garson mesafeli bir saygıyla ısmarladığım şeyleri getirdi. Teşekkür ettim. Gözlerini benden kaçırdı. Başıyla bir şey değil işareti yaptı ve yeni gelen iri yarı bir adama doğru yöneldi.
  “Bunun üzerine çok düşündüm. Her gelen bu tozlardan buluyor. Buradan sadece içeriye giriliyor. Çıkış o tozlarla o zaman. Ama canlı değil. Bir başka... Bir başka yere geçerken arkada bırakılan iz gibi. Çok düşündüm. Sezgilerim bunu reddetmiyor.“
   Kadın düşüncelerini toplamak istercesine ağzına birkaç tane fıstık atıp çiğnedi. Ben de onu taklit ettim. Sonra da içkimden ilk yudumumu aldım. Tadı hiç de fena değildi.
Solumuzdaki orta yaşlı çift bir şeye yüksek sesle güldü. Onlara bir göz attım. İkisi de iyi giyimliydi. Adam dışarıdaki gri kış gününe inat krem takım elbise, cam göbeği gömlek giymişti. Kadın da çiçekli bir elbise ve aynı renkte kocaman küpeler. Üç sabahtır kahvaltıda ve akşamları burada karşılaşmamıza rağmen bana karşı kayıtsız davranmaktaydılar.
  “Burası... Burası sizce neresi? Tek yıldızlı bir otele benziyor, ama... “
  “Televizyon 48 ekrandır. Siyah beyaz ve de. Yayın mayın yok. Kar var sadece. Parazit eşliğinde. Günde iki rulo tuvalet kağıdı kullanabilirsiniz ancak. Biterse ertesi günü beklemek zorundasınız. Resepsiyona telefon ederseniz hat çok yoğun biraz bekleyin sesiyle karşılaşıyorsunuz. Her arayışta. İnternet ya da dışa açılan bir telefon hattı da nanay. Kimse kimseyle samimi olmaz. Bizim durumuz gerçekten bir istisna. Sabah kahvaltısı fena değildir. Öğleyin kimse yemek yemez. Acıkmaz da. Akşam burada içki ve aperatif şeyler vardır. Yemek yerine yani. Alkollü bir şeyi ne kadar içerseniz için asla başınız yeterince dönmez. Çakırkeyiflik bile nadirdir. En garibi burada sadece çiftler kendi aralarında konuşur. Öyle toplu sohbet falan olmaz.”
  “Kafam karıştı şimdi.”
  “Buraya gelmeden önce neredeydiniz?”
  Kadın ciddi ciddi düşündü ve içini çekti. “Hatırlamıyorum.”
  “Ben de ilk geldiğim günlerde yakın geçmişi hatırlamıyordum. Üçüncü günden sonra ancak.”
   Bunu derken zihnimde bir sahne patladı. İçeri giren silahlı adamı gördüm. Karşı karşıya durmaktaydık. Ona bir şey söyledim. Yüzündeki tüm tereddütler silindi ve tetiği arka arkaya çekmeye başladı.
    “Bir şey mi oldu?”
    “Sizle konuşurken zihnim uyandı. Evimdeydim. Biri bana... Bir kâbus.”
    “Anlatın isterseniz.”
    Kadına hatırlayabildiğim her şeyi özetledim. Konuşabilecek biri bulmak ne büyük bir nimetti. Dikkatle dinledi.
  “Bu otel, şimdi alıcı gözle bakınca ve sizin anlattıklarınız... Benim de zihnimde bir dirilme oldu. Bir işlev için burada bulunduğumun ayırdına vardım. İnançlı bir insan mısınız Nazmi bey?”
  Kadının bakışları, duruşu bazı şeyler değişmişti. Bakışlarındaki dalgınlık, hayret işaretleri de kaybolmuştu.
  “Bir zamanlar tanrının bahçesinde misafir olduğumuza candan inanırdım. Annem babam dindar insanlardır. Çocukluğum ve ilk gençliğim böyle bir ortamda geçmiştir. Şimdilerde ise  tanrısız, şeytansız ve acımasız bir luna parkta kapalı olduğumuzu düşünüyorum.”
  “Anlıyorum. Bugün son gününüz.”
  Kadının kesin tavırları içimi soğutmuştu.
  “Nasıl yani?”
  “Yarın yok. Ardınızda bir avuç toz kalacak. Siz, bavulunuz ve düşünceleriniz. Bunu nasıl bildiğimi sormayın. Burada sırf sizin için bulunduğumu anladım. Konuşurken zihnimin uyuşukluğu geçti. Bir şeyler yapmalısınız.”
  “Ne gibi?”
  “Zaman dar. Birazdan odanıza çıkın. Eğer bir değişiklik farkederseniz... O neyse, ben bilemem, o minvalden devam edin. Eğer bunu yapmazsanız...”
  “Bir tutam toz olacağım.”
  Fiona gülümsedi. “Değil. Bundan daha berbat bir otele geçeceksiniz. Televizyon 36 ekran olacak belki. Odanız daha küçük ve havasız olacak. Günde bir tuvalet kağıdı. Sabahları kahvaltı sadece. Sizi gören herkes başını diğer yana çevirecek. Bunalacaksınız. Ve sonra daha da dar ve kasvetli bir yere geçeceksiniz. Durdurun bu gidişatı.”
  Bir an kadının bildiği şeyleri herkes biliyor zannına kapılarak çevreme baktım. Kimsenin gizlice bize göz attığı ya da çok bilmiş bir ifadeyle baktığı falan yoktu.
  “Ya odamda bir değişiklik yoksa?”
  Fiona sevecen bir şekilde gülümsedi. Tabureden inerek ayakta yüzüme baktı. “Öyle olsaydı bana ne gerek vardı?” Bardağında kalan son sıvıyı içti. Ve kapıya doğru yürüdü. Büyülenmiş gibi ardından baktım. Benden başka hiç kimse kadının ne yaptığına dikkat etmemekteydi. Kadın döner dış kapıya dokundu. Bana bakarak hoşçakal işareti yaptı. Kapıyı ittirdi. Dönen kapıdan dışarı çıkarak gözden kayboldu. Ardından bir adım atacak oldum ve vazgeçtim. Kimselerin aldırmadığı eyleminden aşırı etkilenmiştim.
  Biraz titreyen bacaklarımla dördüncü kata çıktım. Odamın kapısını açıp içeri girdim. İlk bakışta tıpatıp bıraktığım gibiydi. Sonra o şeyi gördüm. Yatağın karşısındaki duvarda, aynanın hemen üstünde bir çocuk yumruğu büyüklüğünde bir oyuk oluşmuştu. O tarafa gidip parmağımla göğsüm hizasındaki oyuğa dokundum.
  Ayakkabılarının altı kuvvetli bir zamkla taşa yapışık bir çocuğun yaramazlık için bir zili çalması gibiydi.  Bir yere kımıldayamadım ve olay mahallinde bitiverdim. Beleğimin tüm karanlık yerlerinde gün ağarmıştı. Evimdeydim.Feriha’yla, karımla çok fena ağız dalaşı yapmıştık. Çok standart bir sorun nedeniyle. Kredi kartı harcamaları. İkimiz de çalışıyorduk. Çocuğumuz yoktu, kendi evimizde oturuyorduk, ama bu kartlar yüzünden ayın sonunu getiremiyorduk. Evimiz gereksiz eşya müzesi gibiydi. İkimiz de eşit şekilde suçlu olmamıza rağmen birbirimize üste çıkmaya çabalıyorduk. Derken sağ elim tokat olup karımın yüzüne iniverdi. Bir kere daha. Karım öfkeyle yüzümü gözümü tırmaklamaya başlayınca güreşiyormuşuz gibi sarıldım. Birlikte yere yuvarlandık. Bu beni heyecanlandırmıştı. Birkaç kez böyle bir durumdan sonra seviştiğimiz olmuştu. Yine onlardan birine doğru yuvarlanıyor gibiydik. Ama yanılmışım. Üzerinden elbiselerininin neredeyse tamamını çıkarmama razı geldikten sonra birden yumruğunu yüzüme indiriverdi. Feriha haftada iki kez tenis oynayan otuz yaşında güçlü kuvvetli bir kadındı. Ben de Terminatör tipli biri değildim. Ardından bir daha. İkinci yumruk burnuma inmişti. Parmağımın ucunda kanı görünce ben de ona vurmaya başladım. Önce direndi. Sonra gücü kesildi. Yaşlı gözleri öfkeyle yanıyordu. Ağzının içinde kan vardı. Neyse ki, susuyordu. İçimde hayvanımsı bir enerji büyümüştü. Her şeyi yapabilirdim. Kadını öyle bırakıp banyoya gittim. Yüzümü yıkadım. Kanayan burnuma pansuman yaptım. Çok pişmandım. Bu gece bir arkadaşımda kalmaya karar vermiştim. Bir süre görüşmesek iyi olacaktı.
   Geri döndüğümde Feriha bıraktığım yerde üzerinde sadece beyaz bir külot yatıyordu. Keşke iş bu raddeye varmasaydı da sevişerek barışsaydık diye düşünürken kapı açıldı. Gelen Feriha’nın babasıydı. Bir blok ötede oturuyorlardı. Dairemizin anahtarının bir kopyası onlarda dururdu. Böylece anahtar kaybı gibi durumlarda sokakta kalmazdık. Ben banyodayken Feriha adamı aramıştı demek ki.
  “Ne oldu kızım?”
  “Nazmi.”
  Adımın tek bir kez söylenmesi adama ne kadar çok şey anlatmıştı. Feriha’nın ağzından süzülen kanlar, dalaşırken çizilen derisi, şakağındaki morluk ve çıplaklığı zor bir sahne yaratmıştı.
  “Ulan orospu çocuğu ne yaptın kıza?”
  Kayın pederi daha ilk tanışmamızda sevmemeye karar vermiştim. Belediye’de zabıta müdürlüğünden emekliydi ve bayağı sinirli bir mizaça sahipti. Otoriter bir yapısı vardı. Asabiydi. Kızıyla evlenmemi istememişti. Kızını bana layık bulmadığını ima eden minik laf sokuşturmalarının sayısı belirsizdi. Bazı küçük şeyler zamanla birikir ve çirkef topağı olur. Kötü biri değildi. Keyfi yerinde olduğunda hoşsohbetti. Eli açıktı, ama her hareketi gıcığıma gider hale gelmişti zamanla. Bu lafını ortamın ağırlığı nedeniyle affedebilirdim yoksa.
  “Orospu senin anandır götveren.”
  “Ulan sen ne diyorsun?”
  ”Irzıma geçmek istedi baba.”
  Feriha’nın ateşin üstüne benzinle gitmesine şaşarak kadına baktım. Yüzünde hınç dolu ifadeyle doğrulmak isterken öksürdü. Ağzından fışkıran kanlar karnına ve göğsüne saçıldı.
  Adamın elinde daha önce defalarca gördüğüm smith&wesson tabanca belirdiğinde öfkem bu tehlikeden sakınabilecek taktiği uygulamamı engelledi.  Kayınpederin tabancası ruhsatlıydı. Çok eskiden kalma bir mesele nedeniyle sık sık silahlı gezerdi.. Bu yaptığım büyük bir hataydı yani. Dedim ya küçük şeyler zamanla birikir.
  “Bak seni uyarıyorum.”
  Birden Fiona’nın yüzü belirdi gözümün önünde. Otelin kapısından çıkmak üzereydi. İki avucunu göstererek burada kes işareti yaptı. Kayınpederimin terli yüzüne, tabancayı tutan elinin hafifçe titremesine baktım. Hatırlamıştım. Adama “Kızından sonra karını da test edeceğim.” Demiş ve kurşunlarla sarmaş dolmaş olmuştum. Tuhaf bir süreçti. Ben burada ölünce adam hapse girmiş. Daha birinci yılı dolmadan bileklerini keserek intihar etmişti. O intihar edince çeşitli hastalıklarla boğuşan kayınvalde de ölmüş, Feriha’yı ortada bırakmıştı.
Sadece Feriha değil bana çok ihtiyacı olan alzaymırlı annem de ele güne muhtaç duruma düşmüştü. Faciaydı.
  Ben ölmüş gitmişsem bunları nasıl bilebilirdim? Nas oteli neciydi o halde? Bunları düşünürken kurşunların namluyu terketmek üzere olduğun hatırlayıp silkindim.
   “Özür dilerim peder bey.”  Dedim. “Bir an kendimi kaybettim. Özür dilerim senden de Feriha. Hatalıyım.”
  Bembeyaz kısa saçlı adam sözlerimden etkilenmişti, ama damarlarında çığlıklar atarak gezen  hınç nedeniyle yine de tetiği çekti. Kurşun sol omuzumun üstünden geçerek duvara saplandı. Adamın silah tutan eli aşağı inince rahat bir nefes aldım. Feriha da çok korkmuştu. Yüzü pişmanlık bezeleriyle kaplıydı. Dönüp duvara baktım. Büfenin aynasının hemen üstünde bir çocuk yumruğu kadar bir çukur oluşmuştu.
  Neyse ki, üst kattaki komşu biraz sağırdı. Alt kattaki de evde değildi herhalde. Silah sesi sorun olmadı. Feriha bir hafta baba evinde kaldı. Sonra barıştık yeniden. İkimiz de o gün hangi belanın üzerimizden atladığını unutmayalım diye duvardaki oyuğu kapatmadım. Üstüne küçük bir yağlı boya tablo astım. Da Vinci’nin Son Yemek tablosunun minik bir reprodüksüyonuydu. Lütfen bu seçimim nedeniyle beni kategorize etmeyin.
  Daha sonra küçük bir araştırmayla bazı şeyler keşfettim. Fiona, Feriha’nın kolejdeyken baş rolü oynadığı bir oyunun ismiydi. Saçlarını boyamıştı bu rol için. Benim konuştuğum Fiona’nın aynısıydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveterle sahnede fotoğrafları vardı. Rol icabı kullandığı beyaz deri çantaya bayıldım. Feriha’nın Okul numarası da 408’di. 406 mı? İlk onu bulguladım. En çok borcumun olduğu bankadaki hesap numaramın  son üç rakamı.
  Nas oteli son anda bir beladan geri dönebilme yeriydi sanırım. Annesini, babasını ve kocasını kaybeden karım Fiona adıyla ziyaretime gelerek beni ve ailesini kurtarmak istedi ve başardı. Bunların hiçbirini kendi bilmiyor. Bilse ima ederdi en azından. Bilinç altında oturan daha derin Feriha’nın işi bu.
  Bana Nas otelinde zarfları yollayansa kendi karanlık bölgemdi. Bela paratönörüm. Kronik suçlu kalmak isteyen yapıbozumcu yanımdı. Z’leri ve H’leri de arızasız yazabilseydi şimdi 36 ekran televizyonlu bir odada daralıyor olurdum belki.
  Bu akşam evliliğimizin üçüncü yıldönümü. Karıcığıma bir sürü hediye aldım. Kredi kartıyla tabii. Duvardaki oyuğun arka plan hikayesini duymak için daha 22 yılcık beklemesi gerekiyor.
                                                                                                                                       Amsterdam   Mayıs 2010
                                                 --------------------------




 









16 Mayıs 2017 Salı

Parlak Yıldızlar ve Çekirdek Meseli (Öykü)

Parlak Yıldızlar ve Çekirdek Meseli


 
 

“Karnım aç. Bakkala kim gidecek?”
  Cem dikkatini bilgisayar ekranından  çekerek sesin geldiği yere baktı. Uzunca siyah saçlı, buğday tenli kadın banyo kapısının önünde duruyordu. Beyaz şort, beyaz kolsuz tişört giymişti. Sol elinde sarı bir baş havlusu tutuyordu.
  “Çayı ben koyarım.”
  Cem sevgiyle beş yıllık karısı Merve’ye baktı. Abartılı bir şekilde omuzlarını silkti ve yerinden doğruldu.
  “Ne alınacak?”
  “Bilinen şeyler. “
  Cem genç kadına bakarak gülümsedi ve kapıya doğru yürüdü. Yerler biraz tozluydu. Ayakkabıları iz bırakıyordu. Bu doğaldı. Yazlık evleri dört buçuk aydır kapalı duruyordu. Kahvaltıdan sonra onları sıkı bir temizlik bekliyordu.
  “Su da almak lazım.”
  Kadın başını salladı. “Bekçiye söyleriz.”
  Cem kapıdan çıktı. Sabahın erken vaktiydi. Sahil tarafına baktı. Bir kişi görebildi ancak. Bekçi değildi. Arkadan tanıdık biri gibi de gelmiyordu. Kel kafalı, tombiş bir amcaydı. Cam göbeği mayosuyla arkasını ona dönmüş denize bakıyordu. Herkes uykudaydı. Cem ve Merve gece yolculuğuyla gelmişler ve henüz yatağa girmemişlerdi. Edirne’den Çeşme’ye gelmek on saat araba sürmek demekti.
  Bütün site uykudayken ortalarda gezinmek çok hoştu. Gece üçten önce yatılmadığı için pek nadir yaşadığı bir şeydi. Adımlarını bakkala doğru sürerken zihninde çelişkili düşünceler belirdi. İnternetten gazeteleri okumuştu dizüstü bilgisayarında. Haberler bir garipti. Nesi garipti diye düşününce gariplik adeta içi boş bir yağ tenekesine dönüştü. Garipliği kuvvetle hissediyor, ama onu ifade edecek nesnel kanıtlara ulaşamıyordu.  Boşluk güçlü bir semboldü ama. Enigmanın göbeğiydi.
  Zihnini zorlarken aklı gece araba sürdüğü anlara gitti. Direksiyondaydı. Yol, altında sıradan bir şekilde kayıyordu. Bu sıradanlık reel ortamı sanala kaydırıyordu biraz. Sanki arabayı kendi kullanmıyordu. Elinde bir joystick tutuyordu.
  Bu arada canı bira çekiyordu. Bu çok gerçekti. İster oyunda, ister gerçek hayatta olsun canı bira içmek istiyordu. Merve sağında oturuyordu. Yüzü kırk beş derece pencere tarafına çevrikti. Parlak siyah saçları yüzünü örtmüştü. Dudakları hafifçe aralıktı. Cem o anda kadını nasıl arzu ettiğini hatırlayarak içini çekti. Bu iç çekişte içiçe arzu nesneleri imgeleri saklıydı. Bakkaldan bira da alacaktı. İçmek için erkendi. Çok erkendi, ama bugün tatillerinin ilk günüydü. Böyle zamanlarda kaideler istisnalara çok saygılı davranır, asla fiyakalarını bozmazdı.
  Cırcır böceklerinin sesleri kuş cıvıltılarına karışıyordu. Denizden gelen tuzlu ve iyotlu havayı solumak çok hoştu. Tatil başlamıştı. On bir koskoca gün burada aylaklık yapacaklardı. Merve yaptığı çeviriye devam ederdi. Birazdan deniz banyosu yapmak üzere olduğunu ve sabah saatin alarmının yedide çalmayacağını bilerek yapılan çeviriler insanı çok yormazdı.
  O haberlerde ne vardı?
  Hohle Welt vardı. 
  Cem aklının dürtüsü üzerine sırıttı. Rahmetli babası ‘Oyuk Dünya’teorisinin en ateşli savunucularından biriydi. Dünyanın içi oyuktu. Orada eskiden de, şimdi de Agarthalılar yaşıyordu. Kutuplardaki deliklerden girilebilen iç dünyanın suni güneş şeklinde kendi ışığı bile vardı. Evinde kendi çizdiği bir sürü harita bulunmaktaydı. İç mimar olduğu için kalemi kuvvetliydi. Bazıları renklendirilmiş olan haritalarla büyümüştü. Cem bir Şambala çocuğuydu, ama şu anda içi oyuk dünyaya inanmıyordu. Dünyadaki mağara silsilerinin karmaşıklığı, derinliği  ve birbirleriyle ilintisi onun gözünde jeolojik normaliteydi.
    Solundan gelen su sesiyle başını çevirip o tarafa baktı. Bir kadın bahçesini suluyordu. Turuncu renk şort giymiş orta yaşlarda şişman bir kadındı. Daracık beyaz tişörtü belindeki yağların bütün siteyi kaplamasını güç bela engelliyor gibiydi. Bakışları karşılaşınca Cem kadına selam verdi.  Kadın ona kim olduğunu çıkaramıyormuş gibi baktı ve sonra dikkatini yere verdi. Koca göt karı bir selamı çok görmüştü. Cem ve Merve bu sitede yeniydi. Sık sık gelip uzun kalamadıkları için herkesi tanımıyorlardı. Ayrıca bazı evler çok sık sahip değiştiriyordu. Yine de kaba bir davranıştı.
  Feyz Market sabah çok erken olduğu için boştu. Burada her zaman görmeye alıştığı kısa boylu, siyah zeytin gözlü, esmer adamın yerine ince uzun boylu, çiçekli pamuklu kumaştan elbise giymiş yaşlı bir kadın vardı. Boyu, ince tabanlı spor ayakkabılarına rağmen en az bir seksendi. Esas garabet içeride satılan mamullerdeydi. Sanki okullara resim malzemesi satan bir kırtasiyeciye girmiş gibiydi. Cem şaşkınlıkla raflara baktı. Boyalar, eskiz defterleri, tuvaller... Tablet bilgisayar bile satılıyordu.  Ne olmuştu bu markete ya? Kim olduğunu çıkaramadığı birine benzettiği kadın ona gülümsedi ve “İyi sabahlar.” dedi.
  “İyi sabahlar. Şey ben buraya… Ekmek, peynir, sucuk…” Az kalsın bira yerine ‘Geğirik tahlisiye sandalı’diyecekti. Babasının lafıydı. Bunun için duraklamıştı.
  “Çiğdem alın.”
  “Ne?”
  “Ayçekirdeği.”
  Cem kadının tezgâhın altından alıp ona uzattığı pembe paketli ayçiçeği paketine bakakaldı. Merve delisiydi. Kendisi de severdi. Soracağı bin kadar soruyu erteleyerek arka cebinden cüzdanını çıkardı.
  “Ne kadar?”
  “İndirimde. Bir lira yeter.”
  Cem cüzdanındaki yegâne tekliği kadına uzattı ve onun uzattığı pakete dokundu. Bu dokunmayla inanılmaz bir güç harekete geçti. Cem bir anda o mekândan silindi ve kendini bir arabada buldu. Yazlık ve o garip marketle ilgili anıları iyice geriye çekilmişti.
  Kendi  arabalarıydı. Merve uyuyordu. Saatte doksan altı kilometre hızla güneye doğru yol alıyorlardı. Bu hız normaldi de, kendisinin bu arada uyumuş ve uyanmış olması şoke edici bir durumdu. Son kilometreleri hiç hatırlamıyordu. Kimbilir kaç dakika uyumuştu. Otuz metre kadar önünde bir kamyon gidiyordu. Cem midesi kasılarak, tüyleri diken diken olarak aynadan arkaya baktı. Arkasındaki far ışıkları da bayağı uzaktaydı. Sabahın 03.24’ünde ölümün soğuk nefesini ensesinde hissederek Merve’ye baktı. Kadının yüzü biraz pencere tarafına çevrikti. Parlak siyah saçları yüzünü örtmüştü. Kiraz dudakları hafifçe aralıktı. Başka zaman olsa bu içinde arzu uyandırırdı. Yalnız şu anda hissettiği korkuyla yıvışık bir suçluluk duygusuydu. Kendini değil kadını da öldürmek üzereyken şansına uyanmıştı.
  Cem birden kendini çok yalnız hissetmişti. Gözleri dolmuş durumdaydı. Kısa bir tereddütün ardından kadını uyandırmaya karar verdi. Sağ eliyle Merve’nin sol omuzuna dokunduğunda yine o enerji harekete geçti ve kendini bakkal dönüşü yolda buldu. Deminki şişman kadın bahçe sulamayı bırakmış ve içeri girmişti. Kimseye rastlamadan geri döndü. Yol boyunca elinde tutuğu ayçekirdeği paketine bakınca ayıktı. Merve sırf çekirdeklerle dönerse bozulurdu. Yakındaki diğer bir markete gitmek amacıyla durdu. Etrafına bakındı ve geriye doğru sadece bir adım atabildi. Diğerlerine benzer bir hışımla harekete geçen enerji onu bir başka mekâna taşıdı.
  Benzincideki tuvaletteydi. Büyük aynada yüzüne bakıyordu. Hemen sağında uzun boylu bir delikanlı yüzünü yıkıyordu. Siyah tişört ve kot pantolonluydu. Tişörtündeki gitar resminin altındaki yazıyı aynadaki görüntüsü sayesinde okudu. ‘Hardrock is still alive’. Yirmi başlarındaki delikanlının gözleri uykusuzluktan kan çanağı gibiydi. Bütün gece araba sürmek zor işti.
  “Yolculuk nereye?”
  Kısa kumral saçlı delikanlı ona doğru bakacak oldu, ama vazgeçti. Hiçbir şey olmamış gibi ellerini lavaboya silkeledi ve çıkışa yakın duran hazneden bir kâğıt havlu çekip elini sildi. Tek kâğıt yetmişti. Kapıyı açıp gitti. Bu sahne Cem’in kanını dondurmuştu. Aklı, sağırlık, vurdum duymazlık gibi nedenlere iltifat edemiyordu nedense. Delikanlı aynadan ağzının oynadığını ve ona doğru baktığını görmüştü. En sağ dipteki ayakta su dökme yerinde duvara en yakın pisuarda duran orta yaşlı adama baktı. Orta boylu, biraz kilolu, saçları kırlaşmış biriydi. Bu sıcak havada parlak gri kumaştan takım elbise giymişti. ‘Ne kadar sallarsan salla dona düşer son damla’ kuralını boşa çıkarmak istercesine gayretli bir çalışma içerisindeydi. Cem adamla konuşmayı düşündüyse de vazgeçti. Altın vuruşu tek başına yapmak istemiyordu. Midesinde portakal büyüklüğünde bir buz parçası var gibiydi. Gidip kapıyı açtı ve dışarıya çıktı.
  Merve erkekler tuvaletinin önünde onu bekliyordu. Dar beyaz tişörtü, siyah kot pantolonuyla bir içim suydu, ama yüzü bozuktu. Yüzündeki korku tayfı yüklü ifade her şeyi açıklıyordu. Bir şey olmuştu. Telafisi olmayan, kurulu düzenin yapısını A’dan Z’ye değiştiren, günlük yaşam denen şeyi alaşağı eden bir şeydi galiba Allah hayıra çıkarsın.

*

  “Ne oldu ya?”
  Merve kocasının yüzündeki dehşet bezeli derin şaşkınlıkta, bir süredir içinde yaşadığı şoktan çıkış olmadığının kesin işaretlerini okudu. Şok açtığı yelpazesini son kertesinde durdurmuştu. Olay buydu işte.
  “Sen de hissediyor musun?”
  Merve, Cem’i ilk kez gördüğü ânı hatırladı. Altı yıl önce bir resim sergisinde soyut bir yapıtın estetik gizemine vâkıf olmaya çabalarken yanında bitmiş ve “Ne kadar bakılsa da yüzeyin altı seçilemiyor.” demişti. Babası gibi iç mimardı. ‘İki boyutlu yüzeye yüklenen tonilato’ diyecekti sonradan.  Üzerinde tenine yakışan koyu kahverengi bir deri ceket ve yüzünde bir görüşte kalbini ısıtan bir gülümseme vardı. 
  “Kimsenin…  Kimsenin bize aldırdığı yok.”
  Merve’nin gözleri dolmuştu. “Büfeden ayçekirdeği alacaktım. Adam suratıma bile bakmadı. Yakında duran diğerleri de. Bu yani… sonra koşarak buraya geldim.”
  “Ben aldım.”
  Genç kadın Cem’in elindeki pembe ambalajlı torbaya bakakaldı. Bu yeni şaşkınlık salvosunda olumlu bir yük, pozitif bir akı vardı sanki.
  “Ne zaman aldın?”
  “Tam emin değilim. Şeydendi. Feyz market’ten.”
  Merve sağından konuşarak geçip erkekler tuvaletinin kapısına doğru yönelen iki delikanlıya bakıp içini çekti. Erkekler onu her ortamda fark ederdi. Hele böyle saçları aşağıya salınmış durumdayken. Başlarını bile çevirmemişlerdi.
  “Ne yapıcaz?”
  Cem etrafa bakınarak, “Arabaya gidelim.” dedi.
  Genç kadın içi acıyarak gülümsedi ve “Araba yok Cem.” dedi. “Her yere baktım.”
  Cem’in iri siyah gözlerinde beliren ‘peki ne yapmalı’ ışıması içini acıttı yine. Sağına soluna bakındı ve aniden aklına gelen şeyi söyledi. “Gel yürüyelim şöyle.”
  Adam uzattığı elini tuttu. Genç çift el ele yürüyüp benzinciyi çapraz geçtiler. Gece yolculuğu yapan uykulu yüzlü insanların, kapısı açık duran arabaların arasından geçerken sadece bir küçük pekinez köpek ve dört yaşındaki cin bakışlı bir kız çocuğu onları fark etti. Köpek kıykıyladı. Küçük kız da el salladı. Kızın yanında oturan annesi telefonuna vermişti dikkatini. Kızın bu hareketini fark etmedi. Merve birileri tarafından fark edilmeyi soğuk havadaki bir şömine ateşi gibi çekici buluyordu. 
  “Telefonun yanında mı?”
  Benzinciden çıkmış, trafiğin aktığı yöne doğru yürümüş ve elli metre kadar ilerideki toprak yola saparak sürülmemiş tarlaya girmişlerdi. Az ileride bahçeli evler görünüyordu. Ana yoldan ayrılınca birçok şey canlanmıştı. Yıldızlar daha çoktu ve parlaktı. Toprak kokusu ve tüten yaseminler burnunda keyif sonatı çaldırıyordu.
   “Yok.” dedi Cem. “Her şey arabada kaldı. Arabamız…”
  Merve’nin zihnindeki kaygı zaman merkezli bir anafor kaynatmaktaydı. Araba konusu bekleyebilirdi. Adamın sözünü kesti.
  “Bugün günlerden ne?“
  “Bir ara internetten…Hayal gibi. Bilmiyorum, ama aklımda kalan tarih 13 Temmuz 2014. Pazar günü. Yazlıktaydık. Ayçekirdeğini orada aldım. ”
  Merve ‘sanmıyorum’ yüz ifadesiyle adama baktı. “21 Haziran benim yaş günüm. 21 haziran 2014’te 29’a basacaktım. Yirmilerimin son yılı. Bunu kutladık mı? Annem o korkunç köpeği Bafbaf ve yerlere sarkan küpeleriyle geldi mi? Babam sana Galatasaray niye bu yıl şampiyon olacak konulu uzun bir söylev çekti mi?” Adam düşünürken genç kadın devam etti. “ 28 Mayıs 2014 evliliğimizin 6. yıldönümü. Kutladık mı? Sana ne hediye aldım peki? Biliyor musun, onca zaman öncesinden aklımda bir şey vardı. Sürpriz yapacaktım.”
  “Yani?”
  “Bir kaza yaptık Cem. Öldük. Tarih sanırım kaza şoku nedeniyle belleğimizde kendini silmiş gibiydi, ama şimdi yavaşça hatırlamaya başlıyorum. 2 Temmuz akşamı yedide yola çıktık. 2013 yılıydı. Üzerimizde bu giysiler vardı.”
  “2013’tü doğru.” Dedi Cem. “Mayısta da evliliğimizin beşinci yılını kutlamıştık. ”
   Buraya sabaha karşı üç buçuk-dört civarında vardık.  Sen de bunu hissediyorsun değil mi?”
  Cem başıyla onayladı. “Bir ara direksiyonda uyuduğumu fark ettim. Uyandım her şey yolundaydı. Sen uyuyordun. Her şey yolunda gibiydi. Sonra…”
  “Benzinciden iki kilometre kadar geride kaza yaptık. Bunu nasıl bildiğimi soracaksın. Çünkü arabayı ben kullanıyordum. Sen uyuyordun. Son hatırladığım şey bu benzincide durup bir kahve içmek ve ayçekirdeği almaktı. Bu gece o gece mi emin değilim. Senin daha ileriki tarihte bir gazete okuduğunu görmen önemli. Yazlığa varmış gibiydik sanki. Çünkü ben duşa girmiştim. Şampuan yoktu. Senin alışverişe gitmek için kapıdan çıktığını falan hatırlıyorum.  Bizden bir şeyler oraya ulaştı belki de ve buraya o ayçekirdeklerini taşıdı. Belki bu yoldan defalardır geçiyoruz. Bir sen kaza yapıyorsun, bir ben. Her seferinde ölüyoruz. Yollar çatal çatal. Aklım havsalam almıyor, ama iliğimde kemiğimde hissediyorum şu anda. ”
  Bir süre el ele konuşmadan yürüdüler. Merve tenlerinin hâlâ sıcak olduğunu hissetmenin ve ayakkabılarının toprak yolda çıkarttığı katırtıları duymanın hazzını yaşıyordu. 
  “Şimdi ne olacak?”
  “Gökte bu yıldızlar ve yanımızda çekirdekler olduğu sürece bilincimiz varlığını sürdürecek.” dedi genç kadın. Cem sessiz kalarak başıyla onayladı. “Her çekirdek bir zaman yüküne sahip. Saniye olsa çoktan biterdi. Dakika da değil. Yıldızların parlaklığından ve yaseminlerin kokusundan anlıyorum. ”
  Bir sonraki sessizlik dakikalarca sürdü.
  “Seni çok seviyorum Merve.”
  “Ben de seni. Aşkımız zaman eğiriyor.”
  “Doğru.”
  Parlak yıldızların altında yürümeye devam ettiler. Bir taş atımı mesafede duran ilk eve bir santim bile yaklaşamadılar. İkisi de bunun farkında değildi. Masallarda dere tepe düz gidildiği ve arkaya bakıldığında bir arpa boyu yol alındığı anlatılmaz mıydı? Belki bu tür gerçekliklerden ödünç alınmış bir tekerlemeydi bu. Meseleydi aslında, bir hâlden diğerine geçince mesel olmuştu.


                                                                                                                                                 Balçova – Nisan 2014