Parlak Yıldızlar ve Çekirdek Meseli
“Karnım
aç. Bakkala kim gidecek?”
Cem dikkatini bilgisayar ekranından çekerek sesin geldiği yere baktı. Uzunca
siyah saçlı, buğday tenli kadın banyo kapısının önünde duruyordu. Beyaz şort,
beyaz kolsuz tişört giymişti. Sol elinde sarı bir baş havlusu tutuyordu.
“Çayı ben koyarım.”
Cem sevgiyle beş yıllık karısı Merve’ye
baktı. Abartılı bir şekilde omuzlarını silkti ve yerinden doğruldu.
“Ne alınacak?”
“Bilinen şeyler. “
Cem genç kadına bakarak gülümsedi ve kapıya
doğru yürüdü. Yerler biraz tozluydu. Ayakkabıları iz bırakıyordu. Bu doğaldı.
Yazlık evleri dört buçuk aydır kapalı duruyordu. Kahvaltıdan sonra onları sıkı
bir temizlik bekliyordu.
“Su da almak lazım.”
Kadın başını salladı. “Bekçiye söyleriz.”
Cem kapıdan çıktı. Sabahın erken vaktiydi.
Sahil tarafına baktı. Bir kişi görebildi ancak. Bekçi değildi. Arkadan tanıdık
biri gibi de gelmiyordu. Kel kafalı, tombiş bir amcaydı. Cam göbeği mayosuyla
arkasını ona dönmüş denize bakıyordu. Herkes uykudaydı. Cem ve Merve gece
yolculuğuyla gelmişler ve henüz yatağa girmemişlerdi. Edirne’den Çeşme’ye
gelmek on saat araba sürmek demekti.
Bütün site uykudayken ortalarda gezinmek çok
hoştu. Gece üçten önce yatılmadığı için pek nadir yaşadığı bir şeydi.
Adımlarını bakkala doğru sürerken zihninde çelişkili düşünceler belirdi. İnternetten
gazeteleri okumuştu dizüstü bilgisayarında. Haberler bir garipti. Nesi garipti
diye düşününce gariplik adeta içi boş bir yağ tenekesine dönüştü. Garipliği
kuvvetle hissediyor, ama onu ifade edecek nesnel kanıtlara ulaşamıyordu. Boşluk güçlü bir semboldü ama. Enigmanın
göbeğiydi.
Zihnini zorlarken aklı gece araba sürdüğü
anlara gitti. Direksiyondaydı. Yol, altında sıradan bir şekilde kayıyordu. Bu
sıradanlık reel ortamı sanala kaydırıyordu biraz. Sanki arabayı kendi
kullanmıyordu. Elinde bir joystick
tutuyordu.
Bu arada canı bira çekiyordu. Bu çok
gerçekti. İster oyunda, ister gerçek hayatta olsun canı bira içmek istiyordu.
Merve sağında oturuyordu. Yüzü kırk beş derece pencere tarafına çevrikti.
Parlak siyah saçları yüzünü örtmüştü. Dudakları hafifçe aralıktı. Cem o anda
kadını nasıl arzu ettiğini hatırlayarak içini çekti. Bu iç çekişte içiçe arzu
nesneleri imgeleri saklıydı. Bakkaldan bira da alacaktı. İçmek için erkendi.
Çok erkendi, ama bugün tatillerinin ilk günüydü. Böyle zamanlarda kaideler
istisnalara çok saygılı davranır, asla fiyakalarını bozmazdı.
Cırcır böceklerinin sesleri kuş cıvıltılarına
karışıyordu. Denizden gelen tuzlu ve iyotlu havayı solumak çok hoştu. Tatil
başlamıştı. On bir koskoca gün burada aylaklık yapacaklardı. Merve yaptığı
çeviriye devam ederdi. Birazdan deniz banyosu yapmak üzere olduğunu ve sabah
saatin alarmının yedide çalmayacağını bilerek yapılan çeviriler insanı çok
yormazdı.
O haberlerde ne vardı?
Hohle
Welt vardı.
Cem aklının dürtüsü üzerine sırıttı. Rahmetli
babası ‘Oyuk Dünya’teorisinin en ateşli savunucularından biriydi. Dünyanın içi
oyuktu. Orada eskiden de, şimdi de Agarthalılar yaşıyordu. Kutuplardaki
deliklerden girilebilen iç dünyanın suni güneş şeklinde kendi ışığı bile vardı.
Evinde kendi çizdiği bir sürü harita bulunmaktaydı. İç mimar olduğu için kalemi
kuvvetliydi. Bazıları renklendirilmiş olan haritalarla büyümüştü. Cem bir
Şambala çocuğuydu, ama şu anda içi oyuk dünyaya inanmıyordu. Dünyadaki mağara
silsilerinin karmaşıklığı, derinliği ve
birbirleriyle ilintisi onun gözünde jeolojik normaliteydi.
Solundan gelen su sesiyle başını çevirip o
tarafa baktı. Bir kadın bahçesini suluyordu. Turuncu renk şort giymiş orta
yaşlarda şişman bir kadındı. Daracık beyaz tişörtü belindeki yağların bütün
siteyi kaplamasını güç bela engelliyor gibiydi. Bakışları karşılaşınca Cem
kadına selam verdi. Kadın ona kim
olduğunu çıkaramıyormuş gibi baktı ve sonra dikkatini yere verdi. Koca göt karı
bir selamı çok görmüştü. Cem ve Merve bu sitede yeniydi. Sık sık gelip uzun
kalamadıkları için herkesi tanımıyorlardı. Ayrıca bazı evler çok sık sahip
değiştiriyordu. Yine de kaba bir davranıştı.
Feyz Market sabah çok erken olduğu için
boştu. Burada her zaman görmeye alıştığı kısa boylu, siyah zeytin gözlü, esmer
adamın yerine ince uzun boylu, çiçekli pamuklu kumaştan elbise giymiş yaşlı bir
kadın vardı. Boyu, ince tabanlı spor ayakkabılarına rağmen en az bir seksendi.
Esas garabet içeride satılan mamullerdeydi. Sanki okullara resim malzemesi
satan bir kırtasiyeciye girmiş gibiydi. Cem şaşkınlıkla raflara baktı. Boyalar,
eskiz defterleri, tuvaller... Tablet bilgisayar bile satılıyordu. Ne olmuştu bu markete ya? Kim olduğunu
çıkaramadığı birine benzettiği kadın ona gülümsedi ve “İyi sabahlar.” dedi.
“İyi sabahlar. Şey ben buraya… Ekmek, peynir,
sucuk…” Az kalsın bira yerine ‘Geğirik tahlisiye sandalı’diyecekti. Babasının
lafıydı. Bunun için duraklamıştı.
“Çiğdem alın.”
“Ne?”
“Ayçekirdeği.”
Cem kadının tezgâhın altından alıp ona
uzattığı pembe paketli ayçiçeği paketine bakakaldı. Merve delisiydi. Kendisi de
severdi. Soracağı bin kadar soruyu erteleyerek arka cebinden cüzdanını çıkardı.
“Ne kadar?”
“İndirimde. Bir lira yeter.”
Cem cüzdanındaki yegâne tekliği kadına uzattı
ve onun uzattığı pakete dokundu. Bu dokunmayla inanılmaz bir güç harekete
geçti. Cem bir anda o mekândan silindi ve kendini bir arabada buldu. Yazlık ve
o garip marketle ilgili anıları iyice geriye çekilmişti.
Kendi
arabalarıydı. Merve uyuyordu. Saatte doksan altı kilometre hızla güneye
doğru yol alıyorlardı. Bu hız normaldi de, kendisinin bu arada uyumuş ve
uyanmış olması şoke edici bir durumdu. Son kilometreleri hiç hatırlamıyordu.
Kimbilir kaç dakika uyumuştu. Otuz metre kadar önünde bir kamyon gidiyordu. Cem
midesi kasılarak, tüyleri diken diken olarak aynadan arkaya baktı. Arkasındaki
far ışıkları da bayağı uzaktaydı. Sabahın 03.24’ünde ölümün soğuk nefesini
ensesinde hissederek Merve’ye baktı. Kadının yüzü biraz pencere tarafına
çevrikti. Parlak siyah saçları yüzünü örtmüştü. Kiraz dudakları hafifçe
aralıktı. Başka zaman olsa bu içinde arzu uyandırırdı. Yalnız şu anda
hissettiği korkuyla yıvışık bir suçluluk duygusuydu. Kendini değil kadını da
öldürmek üzereyken şansına uyanmıştı.
Cem birden kendini çok yalnız hissetmişti.
Gözleri dolmuş durumdaydı. Kısa bir tereddütün ardından kadını uyandırmaya
karar verdi. Sağ eliyle Merve’nin sol omuzuna dokunduğunda yine o enerji
harekete geçti ve kendini bakkal dönüşü yolda buldu. Deminki şişman kadın bahçe
sulamayı bırakmış ve içeri girmişti. Kimseye rastlamadan geri döndü. Yol
boyunca elinde tutuğu ayçekirdeği paketine bakınca ayıktı. Merve sırf
çekirdeklerle dönerse bozulurdu. Yakındaki diğer bir markete gitmek amacıyla
durdu. Etrafına bakındı ve geriye doğru sadece bir adım atabildi. Diğerlerine
benzer bir hışımla harekete geçen enerji onu bir başka mekâna taşıdı.
Benzincideki tuvaletteydi. Büyük aynada
yüzüne bakıyordu. Hemen sağında uzun boylu bir delikanlı yüzünü yıkıyordu.
Siyah tişört ve kot pantolonluydu. Tişörtündeki gitar resminin altındaki yazıyı
aynadaki görüntüsü sayesinde okudu. ‘Hardrock
is still alive’. Yirmi başlarındaki delikanlının gözleri uykusuzluktan kan
çanağı gibiydi. Bütün gece araba sürmek zor işti.
“Yolculuk nereye?”
Kısa kumral saçlı delikanlı ona doğru bakacak
oldu, ama vazgeçti. Hiçbir şey olmamış gibi ellerini lavaboya silkeledi ve
çıkışa yakın duran hazneden bir kâğıt havlu çekip elini sildi. Tek kâğıt
yetmişti. Kapıyı açıp gitti. Bu sahne Cem’in kanını dondurmuştu. Aklı,
sağırlık, vurdum duymazlık gibi nedenlere iltifat edemiyordu nedense. Delikanlı
aynadan ağzının oynadığını ve ona doğru baktığını görmüştü. En sağ dipteki
ayakta su dökme yerinde duvara en yakın pisuarda duran orta yaşlı adama baktı.
Orta boylu, biraz kilolu, saçları kırlaşmış biriydi. Bu sıcak havada parlak gri
kumaştan takım elbise giymişti. ‘Ne kadar
sallarsan salla dona düşer son damla’ kuralını boşa çıkarmak istercesine
gayretli bir çalışma içerisindeydi. Cem adamla konuşmayı düşündüyse de
vazgeçti. Altın vuruşu tek başına yapmak istemiyordu. Midesinde portakal
büyüklüğünde bir buz parçası var gibiydi. Gidip kapıyı açtı ve dışarıya çıktı.
Merve erkekler tuvaletinin önünde onu
bekliyordu. Dar beyaz tişörtü, siyah kot pantolonuyla bir içim suydu, ama yüzü
bozuktu. Yüzündeki korku tayfı yüklü ifade her şeyi açıklıyordu. Bir şey
olmuştu. Telafisi olmayan, kurulu düzenin yapısını A’dan Z’ye değiştiren,
günlük yaşam denen şeyi alaşağı eden bir şeydi galiba Allah hayıra çıkarsın.
*
“Ne oldu ya?”
Merve kocasının yüzündeki dehşet bezeli derin
şaşkınlıkta, bir süredir içinde yaşadığı şoktan çıkış olmadığının kesin
işaretlerini okudu. Şok açtığı yelpazesini son kertesinde durdurmuştu. Olay
buydu işte.
“Sen de hissediyor musun?”
Merve, Cem’i ilk kez gördüğü ânı hatırladı.
Altı yıl önce bir resim sergisinde soyut bir yapıtın estetik gizemine vâkıf
olmaya çabalarken yanında bitmiş ve “Ne kadar bakılsa da yüzeyin altı
seçilemiyor.” demişti. Babası gibi iç mimardı. ‘İki boyutlu yüzeye yüklenen
tonilato’ diyecekti sonradan. Üzerinde
tenine yakışan koyu kahverengi bir deri ceket ve yüzünde bir görüşte kalbini
ısıtan bir gülümseme vardı.
“Kimsenin…
Kimsenin bize aldırdığı yok.”
Merve’nin gözleri dolmuştu. “Büfeden ayçekirdeği
alacaktım. Adam suratıma bile bakmadı. Yakında duran diğerleri de. Bu yani…
sonra koşarak buraya geldim.”
“Ben aldım.”
Genç kadın Cem’in elindeki pembe ambalajlı
torbaya bakakaldı. Bu yeni şaşkınlık salvosunda olumlu bir yük, pozitif bir akı
vardı sanki.
“Ne zaman aldın?”
“Tam emin değilim. Şeydendi. Feyz
market’ten.”
Merve sağından konuşarak geçip erkekler
tuvaletinin kapısına doğru yönelen iki delikanlıya bakıp içini çekti. Erkekler
onu her ortamda fark ederdi. Hele böyle saçları aşağıya salınmış durumdayken.
Başlarını bile çevirmemişlerdi.
“Ne yapıcaz?”
Cem etrafa bakınarak, “Arabaya gidelim.”
dedi.
Genç kadın içi acıyarak gülümsedi ve “Araba
yok Cem.” dedi. “Her yere baktım.”
Cem’in iri siyah gözlerinde beliren ‘peki ne
yapmalı’ ışıması içini acıttı yine. Sağına soluna bakındı ve aniden aklına
gelen şeyi söyledi. “Gel yürüyelim şöyle.”
Adam uzattığı elini tuttu. Genç çift el ele
yürüyüp benzinciyi çapraz geçtiler. Gece yolculuğu yapan uykulu yüzlü
insanların, kapısı açık duran arabaların arasından geçerken sadece bir küçük
pekinez köpek ve dört yaşındaki cin bakışlı bir kız çocuğu onları fark etti.
Köpek kıykıyladı. Küçük kız da el salladı. Kızın yanında oturan annesi telefonuna
vermişti dikkatini. Kızın bu hareketini fark etmedi. Merve birileri tarafından
fark edilmeyi soğuk havadaki bir şömine ateşi gibi çekici buluyordu.
“Telefonun yanında mı?”
Benzinciden çıkmış, trafiğin aktığı yöne
doğru yürümüş ve elli metre kadar ilerideki toprak yola saparak sürülmemiş
tarlaya girmişlerdi. Az ileride bahçeli evler görünüyordu. Ana yoldan ayrılınca
birçok şey canlanmıştı. Yıldızlar daha çoktu ve parlaktı. Toprak kokusu ve
tüten yaseminler burnunda keyif sonatı çaldırıyordu.
“Yok.” dedi Cem. “Her şey arabada kaldı.
Arabamız…”
Merve’nin zihnindeki kaygı zaman merkezli bir
anafor kaynatmaktaydı. Araba konusu bekleyebilirdi. Adamın sözünü kesti.
“Bugün günlerden ne?“
“Bir ara internetten…Hayal gibi. Bilmiyorum,
ama aklımda kalan tarih 13 Temmuz 2014. Pazar günü. Yazlıktaydık. Ayçekirdeğini
orada aldım. ”
Merve ‘sanmıyorum’ yüz ifadesiyle adama
baktı. “21 Haziran benim yaş günüm. 21 haziran 2014’te 29’a basacaktım.
Yirmilerimin son yılı. Bunu kutladık mı? Annem o korkunç köpeği Bafbaf ve
yerlere sarkan küpeleriyle geldi mi? Babam sana Galatasaray niye bu yıl
şampiyon olacak konulu uzun bir söylev çekti mi?” Adam düşünürken genç kadın
devam etti. “ 28 Mayıs 2014 evliliğimizin 6. yıldönümü. Kutladık mı? Sana ne
hediye aldım peki? Biliyor musun, onca zaman öncesinden aklımda bir şey vardı.
Sürpriz yapacaktım.”
“Yani?”
“Bir kaza yaptık Cem. Öldük. Tarih sanırım
kaza şoku nedeniyle belleğimizde kendini silmiş gibiydi, ama şimdi yavaşça
hatırlamaya başlıyorum. 2 Temmuz akşamı yedide yola çıktık. 2013 yılıydı.
Üzerimizde bu giysiler vardı.”
“2013’tü doğru.” Dedi Cem. “Mayısta da
evliliğimizin beşinci yılını kutlamıştık. ”
Buraya sabaha karşı üç buçuk-dört civarında
vardık. Sen de bunu hissediyorsun değil
mi?”
Cem başıyla onayladı. “Bir ara direksiyonda
uyuduğumu fark ettim. Uyandım her şey yolundaydı. Sen uyuyordun. Her şey
yolunda gibiydi. Sonra…”
“Benzinciden iki kilometre kadar geride kaza
yaptık. Bunu nasıl bildiğimi soracaksın. Çünkü arabayı ben kullanıyordum. Sen uyuyordun.
Son hatırladığım şey bu benzincide durup bir kahve içmek ve ayçekirdeği
almaktı. Bu gece o gece mi emin değilim. Senin daha ileriki tarihte bir gazete
okuduğunu görmen önemli. Yazlığa varmış gibiydik sanki. Çünkü ben duşa
girmiştim. Şampuan yoktu. Senin alışverişe gitmek için kapıdan çıktığını falan
hatırlıyorum. Bizden bir şeyler oraya
ulaştı belki de ve buraya o ayçekirdeklerini taşıdı. Belki bu yoldan defalardır
geçiyoruz. Bir sen kaza yapıyorsun, bir ben. Her seferinde ölüyoruz. Yollar
çatal çatal. Aklım havsalam almıyor, ama iliğimde kemiğimde hissediyorum şu
anda. ”
Bir süre el ele konuşmadan yürüdüler. Merve
tenlerinin hâlâ sıcak olduğunu hissetmenin ve ayakkabılarının toprak yolda
çıkarttığı katırtıları duymanın hazzını yaşıyordu.
“Şimdi ne olacak?”
“Gökte bu yıldızlar ve yanımızda çekirdekler
olduğu sürece bilincimiz varlığını sürdürecek.” dedi genç kadın. Cem sessiz
kalarak başıyla onayladı. “Her çekirdek bir zaman yüküne sahip. Saniye olsa
çoktan biterdi. Dakika da değil. Yıldızların parlaklığından ve yaseminlerin
kokusundan anlıyorum. ”
Bir sonraki sessizlik dakikalarca sürdü.
“Seni çok seviyorum Merve.”
“Ben de seni. Aşkımız zaman eğiriyor.”
“Doğru.”
Parlak yıldızların altında yürümeye devam
ettiler. Bir taş atımı mesafede duran ilk eve bir santim bile yaklaşamadılar.
İkisi de bunun farkında değildi. Masallarda dere tepe düz gidildiği ve arkaya
bakıldığında bir arpa boyu yol alındığı anlatılmaz mıydı? Belki bu tür
gerçekliklerden ödünç alınmış bir tekerlemeydi bu. Meseleydi aslında, bir
hâlden diğerine geçince mesel olmuştu.
Balçova – Nisan 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder