“Bu…
Bunlar eski kurşunlar. Belki şey olmaz.”
Genç kadının iri yeşil gözlerindeki yabansıl
ışıma birkaç ton koyulaşmıştı birden. Rujsuz kırmızı pembe olan kiraz dudakları
aralıktı. Böylesine güzel bir yüzü sinema perdesinde bile görmemişti. Neredeyse
insandışı bir albeni diyeceği geliyordu.
“Olacak. Haydi.”
Yeni Selma kumral saçları, parlak teniyle
muhteşem bir kadındı, ama Hayri’de takat kesici bir korku uyandırmaktaydı.
Hayri’nin işaret parmağı sağ şakağına dayadığı tabancanın tetiğine yaptığı
baskıyı artırdı. İradesi hâlâ ‘yapma’ diye feryat etmekteydi.
“Haydi dedim.”
Selma sol elinde metal kısmında tırtıklar
olan bir bağ bıçağı tutmaktaydı. Karnına yirmi santim mesafede duruyordu. Sağ
eliyle de Hayri’nin tabancayı tutan elinin bileğini kavramıştı. Kendisi oturur
durumda olduğu için kadının diri memeleri omuzuna değmekteydi. Süründüğü parfüm
burnuna doluyor ve adeta durumun dehşetini asgariye indirmeye çabalıyordu.
Kadının narin fiziğiyle ters orantılı bir güçle mengene gibi kavradığı bileğine
rağmen Hayri’nin içinde hâlâ ‘Buradan dönülebilir mi?’ sorusunun lambası
sönmemişti.
“Haydi yoksa sana bir mide operasyonu yapmak
zorunda kalacağım.”
Hayri çaresizlikle iç geçirdi ve tetiği
çekti.
“Klik!”
*
Masa 78 santim eninde, 128 santim boyunda
tahtadan bir letafetti. Suluboya resim yapan rahmetli babasının sıcak
kahverengi dediği renkteydi. Yüzeyi kullanılmışlık ışıyordu, ama tahtanın
mukavemeti yerindeydi. İnce denebilecek bacaklarına rağmen kunt bir duruşa
sahipti. Hayri masaya bir görüşte vurulmuştu. Şanslıydı. İnsan sarrafı satıcı
bu love at first sight tescili ânını
ıskalamıştı. Bir kadın müşteriye estetikten nasibini almamış kofti bir sandığı
kakalamaya çalışmakla meşguldü. ‘Sade ve sıcak. Yılların ceremesine dayanmış’
cinsinden mürekkep yalamışlık kokan bir profesyonellikle öğretmen emeklisi
tipli, şişmanca kadını tava getirmek üzerindeydi.
Masanın üstünde flasterle bir kâğıt
tutturulmuştu. Üzerinde ‘MasaQ 340 Lira’ yazılıydı. Q hariç diğer harfler siyah
keçe kalemle yazılmıştı. Q tükenmezle, muhtemelen bir müşteri tarafından
sonradan eklenmişti. Yeni Türk lirası işareti yerine ‘Lira’ yazılmasında
eşyanın eskiliğini pekiştiren bir taktik gizliydi sanki.
Kadın ‘bir düşüneyim’ deyip gidince sarıya
yakın ela gözlü adamın ilgisi üzerine yöneldi. Uçuk mavi yazlık pantolonun üzerine
siyah tişört giymişti. Kır saçları neredeyse üç numara kesilmişti. Dudakları
çizgi gibi duran, küçücük burunlu, kopça gözlü, soluk tenli biriydi. Orta
boylu, iddiasız bir fiziğe sahipti, ama tuhaf bir etkileyiciliğe sahipti.
Elleri becerikli bir hokkabazın her an bir numara yapmasını beklemek gibi bir
şeydi bu hissiyatı. Sanki adam önce boş avuçlarını gösterecek, sonra da bir
hamlede Hayri’nin burnundan altın bir sikke düşürtecek ya da pantolonunun sol
cebindeki kâğıt mendil paketinden minik bir timsah yavrusu çıkartacaktı.
Kendisini de, bir tabelası olmayan bu dükkânı da ilk kez görüyordu.
Hayri Balçova’da oturuyordu. Alsancak’a pek
sık gitmezdi. Talat Paşa Bulvarı’na açılan bu sokağa adımını atmayalı en az beş
yıl geçmiş olmalıydı. Eski bir arkadaşını hastanede ziyaretten gelmişti. 169
numaralı otobüstte oturarak gitmek için Talat Paşa üzerindeki duraklardan
birine doğru yürürken Hocazade Camisinin önünden geçmek yerine bu yolu yeğlemiş
ve kelimenin tam anlamıyla MasaQ tarafından alıkonmuştu.
“340’tan bir kuruş aşağı olmaz.”
Hayri’nin fiyat kırma hamlesi bir anda
çelinmişti.
“Biraz fazla değil mi?”
Adamın gülümsemesinde ağa yakalanmış sineğe
bakan bir örümceğin sevimliliği vardı.
“Yüz küsur yaşında, iyi bakımlı bir masa.”
Hayri başını salladı. “Doğru, ama biraz
tuzlu.”
“Bu tür eşyaların fiyatı asla gerilemez.
İstemezseniz 500’e elinizi öpene satarsınız. 700’e bile belki. Biraz sabırla.”
Hayri o kadının az önce yaptığı gibi, ‘Bir
düşüneyim’ sözcüğünü bir türlü fiiliyata geçiremedi. İçini çekti ve “Peki.”
dedi. “Allah bilir kredi kartı da geçmiyordur burada?”
Adamın gülümsemesi birazcık genişledi ve “Leb
demeden leblebiyi anlıyorsunuz.” dedi. “Bu arada transportun ücretsiz olduğunu
da belirteyim.”
Hayri’nin cebinde tam 345 lira vardı.
Normalde üzerinde nadiren yüz liradan fazla para bulunurdu. Bu para stok
parasıydı. Mucizevi bir şekilde bir tanıdığına verdiği borcu tahsil etmişti. Bu
meblağ ile içki stoklama planı olan otuz altı yıllık karısı Selma evde canına
okuyacaktı.
*
“Adamın ismi Salih Keserci unutma. Ben yokken
gelirse. Haftaya bugün öğle üzeri üçte gelip masayı alacak. Yeni eve
taşınıyormuş. Badana varmış. O yüzden bugün almadı. Satıcı haklıymış. Adım tık
demeden 700’ü hemen kabul etti. 200’ü de kapora olarak verdi.”
Hayri, masayı sattıkları için nedense
üzülüyordu. 360 lira kârın kaç şişe bira ve sigara paketi edeceğini düşünmek
bunu hafifletmiyordu. Sevmişti kullanılmış tahta düzeyin eline yaptığı etkiyi.
Evvelsi gün masayı eve getirdiğinden beri
karısı başının etini yemişti. Şimdi siyah taytı ve mor tişörtüyle deniz anası
gibi beyaz divana kurulmuş sigarasını tüttürüyor ve birasını yudumluyordu.
Sehpanın üstünde yarısı boşalmış çerez tabağı, daha yeni açılmış bir bira
şişesi durmaktaydı. Televizyon kapalıydı. Az önce Yalan Dünya’nın en yeni
bölümünü izlemişlerdi. Karısı hastasıydı. Kahkahalarla gülerdi bazı esprilere.
Hayri de ara sıra kendini kaptırır ve bol bol sırıtırdı.
“Paranın geri kalanını aldıktan sonra bu tür
işe mi girsek acaba?”
Karısının gözlerinde ‘kârlı ticaret’ bakışları
belirmişti. Selma altmış üç yaşındaydı. Bir yıl kadar önce son kez
tartıldığında doksan altı kiloydu. O günden bu yana uzun aralarla birkaç gün
süren diyetler yapmasına rağmen şu anda çoktan bir kentali aşmış olmalıydı.
Astımı ve şekeri vardı. Troid bezi iyi
çalışmıyordu. Altı ay önce bir kalp krizi geçirmişti. Doktor şiddetle
yasaklamasına rağmen hâlâ günde üç paket sigara tüttürüyor ve ortalama iki
litre bira tüketiyordu. Annesi, ablası ve yegâne arkadaşı Betül’ün rica ve
tavsiyeleri işe yaramamış, Selma içki ve sigaranın yanına Citolixin tabletleri
almaya başlamıştı. ‘Bana baskı yaparak depresyonumu azdırdılar’ demişti. Neyse
ki, bu aralar küstüler. Yoksa Selma hapların dozunu artıracaktı.
Karısının ruh halini iyi kavrayan Hayri
kadının yokuş aşağı kayma tutkusunu anlıyordu. Bu konuda tek kelime etmezdi. Bu
çok yerinde bir taktikti. Selma’yı hiçbir şey yolundan alıkoyamazdı. Çabalar
boşunaydı. Ayrıca vaaza başlarsa acilen başka bir ev araması bile gerekebilirdi.
Hayri sigara içmezdi, ama rakıya ve biraya
hayır demezdi. Bu rakılar, biralar ve sigaralar ciddi bir gider kalemiydi.
Selma her hafta en az bir giysi almadan ve kuaföre gitmeden duramazdı.
Alışveriş ve ardından kuaför sinirlerini yatıştırıyordu kendi ifadesine göre.
Alt düzeyden de olsa ikisi de emekli maaşına sahipti. Oturdukları doksan metre
karelik ev kendilerinindi. Çocukları olmamıştı. Arabaları yoktu. Buna rağmen
ancak geçiniyorlardı. Masaya verilen lüzumsuz para tütün ve alkole yatırılması
gereken meblağa indirilmiş ağır bir darbeydi. Neyse ki, yorgan gitmiş ve kavga
bitmişti.
Hayri kârlı satışın şerefine bir küçük rakı
devirmiş ve üzerine bir buçuk litre bira içmişti. Kafası iyiydi. Gri hücreleri
o durumda bile çalışıyordu. Tek defalık bir şanstı bu. Yeni bir işe girişmeye
hiç niyeti yoktu.
“Bu defa şansımız yaver gitti. Bir sonraki
işte bakarsın zarar ederiz.”
Karısı
hak verir şekilde başını salladı. Tek hamlede yaptığı kârın heyecanı yitip
gitmeyecekti ama. Şimdi üstelemeyecek, yarın bu bahsi ayık kafayla bir daha
açacaktı. Sonra bir kez daha.
“Koy bi Zeki Müren haydi.”
Bu bir çeşit ödüldü. Karısı çektiği zılgıtın
telafisi olarak kıyak yapıyordu. Esas kıyak bu akşam hiç üşenmeden hazırladığı
yaprak dolmasıydı. Harika olmuştu. Hayri iflah olmaz bir Zeki Müren hastasıydı.
Kalkıp büfenin en alt çekmecesinde duran CD’lerden birini seçti ve yine büfenin
üzerinde duran eski CDçalara yerleştirdi. Laptopları tamirdeydi. Yoksa bu işi
Bay Youtube’a devredecekti.
‘Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam.’
Kadının alkolden baygın yeşil gözleri,
altlarındaki torbacıklar, üstlerinde abartılı kaş kalemi izinin ortasında
sevgiyle ışıdı.
Hayri, Selma’yı on dokuz yaşında görmüş ve
vurulmuştu. Kendisi o sırada yirmi iki yaşındaydı. İki yıl sonra evlenmişlerdi.
Kadınına ‘Manolya’ lakabını takmıştı. Selma o yıllarda bu sözcükten çok
hoşlanırdı. Bu beş yıl kadar sürmüş ve sonra giderek kadının bu söze olan
ilgisi sönmüştü. Bir manolya ağacı kaç yıl yaşardı bilmiyordu, ama onlarınki
çok kısa ömürlü olmuştu.
*
“Vay canına. Vay canına.”
Hayri masanın üzerindeki maydanoz demetine
bakarken içi soğumuştu. ‘Soğuk mucize’ düşüncesi geçti aklından. Bu masa
sihirliydi. Açık delili bu maydanozdu. Dün gece yatmadan koyduğunda rengi parlaklığını
yitirmiş durumdaydı ve pörsümüştü. Şimdi az önce topraktan çıkmış gibi
dipdiriydi. Buram buram maydanoz kokuyordu.
Masa birara misafir odası gibi kullandıkları
odada bir yığın ıvırın ve özellikle zıvırın ortasında duruyordu. Hayri evvelsi
gün elinde dolu su bardağıyla ardiye gibi kullandıkları odaya girmiş ve bardağı
masanın üzerinde unutarak çıkmıştı. Gece bir şey aramak için tekrar odaya geri
geldiğinde bardağı fark ederek almıştı. Susamıştı. Mutfağa götürecek ve suyu
dökerek yenisini dolduracaktı, ama bir hissi kablel vukuyla bardağı ağzına
götürdü. Su nefisti. Bir yudum daha içti. Çok uzun zamandır bu kadar iyi
kaliteli su içmemişti.
O sırada kafası bayağı iyiydi. Masa ve suyun
kalitesini yenilemesi arasındaki ilişki zayıf bir rabıta kurmuştu zihninde.
Ertesi gün mutfakta salata yapmak için sebzeliği açıp pörsümüş maydanozu
görünce bu hat yeniden güçlenmişti.
Hayri kolundaki saatine baktı. 03.31’di.
Kafası acayip iyiydi. Akşam içkinin dozunu iyice kaçırmıştı. Bir küçük rakının
üstüne cila olarak bir litre bira devirmiş, bu da yetmiyormuş gibi biraya cila
olsun diye de bir kenarda duran nane liköründen üç dört kadeh içmişti. Gece
yatakta tuhaf rüyaların ardından dehşetli susamış olarak uyanmıştı. Susuzluğu
masanın üstünde harika bir tat kazanan suyu, o da test için bıraktığı maydanozu
hatırlatınca susuzluğunu unutarak odaya dalmıştı.
Hayri elindeki dipdiri maydanozla yatak
odasına daldı. Işığı açtı. Az önce karısını rahatsız etmemek için karanlıkta
kalkmıştı. Karısı sırt üstü yatıyordu. Üzerinde turuncu bir gecelik vardı. Ağzı
açıktı. Dört yıl önce yaptırdığı beyaz dişleri görünüyordu. Gözleri yarı aralık
olmasa nefes almadığını hemen fark etmezdi. Yatağı ayak ucundan dolaştı.
Parmağıyla kadının şah damarını kontrol etti. Selma ölmüştü. Kimbilir saat
kaçta hem de. Yanında ölü karısı rüyalar görerek yatmıştı.
Hemen ambulansa, polise, Selma’nın ablasına
telefon edilmeliydi. Bunları hangi sırayla yapması gerektiğini düşünürken
telaşla yatağın üstüne fırlattığı taptaze maydanoz demetine ilişti gözleri.
Aklına gelen şeyden korktu önce. Soğuk bir fikirdi. Sıcak bir sonuç verebilirdi
ama. Belki ayık olsa asla yapmayacağı işe girişti.
Yüz iki buçuk kiloluk birini yataktan indirip
diğer odadaki masanın üstüne çıkarmak kolay bir iş değildi. Hayri birkaç işe
girip çıktıktan sonra yirmi bir yıl boyunca mahkemelerde mübaşirlik yapmış ve o
işten emekli olmuştu. Aklının koridoruna çıkıp ‘Buna bir çözüm bilen var mı? O
gelsin.’ diye bağırdı. Öyle biri vardı.
On dakika sonra karısı küçük bir kilimin
üstünde yerde çekilerek odaya getirilmişti. Yataktan iterek kilimin üstüne
düşürdüğü için yüzükoyun yatıyordu. Uzun turuncu geceliği kalçalarına kadar
sıyrılmıştı. Beyaz külodu görünüyordu. Şimdi bütün iş bu kütleyi masanın üstüne
çıkarmaktı. Hayri altmış altı yaşında, bir yetmiş iki boyunda, yetmiş kilo
ağırlığında biriydi. Güçlü biri değildi, ama pratik zekâsı harlıydı. Kadının
koltukaltlarından tutarak kaldırdı ve çevirdi. Sonra çekerek duvara dayadığı
sandalyede oturur hale getirdi. Masayı da uygun konuma getirmişti. Sonra önden
sarılıp biraz kaldırdı ve kündeye düşürür gibi masanın üstüne devirdi. Buraya
kadar iş kolay gitmişti. Nefesi biraz sıkışmıştı o kadar. Sonraki beş dakikada
birkaç kez neredeyse vazgeçecekti. Masa göreceli olarak küçük olduğundan
karısının bedenini bir türlü ortalayamıyordu.
Cesedi yere düşürürse bu iş burada biterdi.
Karısını kilimle tekrar yatak odasına sürüklediğini ve yatağa yatırdığını hayal
edince kaslarındaki güç son kez kükredi ve sevgili karıcığının ağırlık
merkezini masanın ortasına getirmeyi başardı. Koltuk altlarından çekerek başını
iyice kenara yaklaştırdı. 1,55 boyundaki gövdenin sadece baldırları dışarıdaydı
şimdi. Kadının yarı aralık gözlerinin tam açılarak yüzünde belirecek hayreti
bekleyen yanı etkindi hâlâ. Saniyeler aktı gitti, öyle bir şey olmadı.
Hayri kadının kollarını göbeğinde topladı.
Nefes nefese kalmıştı. Biraz kendisini toplayınca kilimi rulo yapıp aldığı yere
koydu. Odanın ışığını söndürdü ve dışarı çekti. Terlemiş ve yorulmuştu.
Buzdolabından bir bira alıp içti. Sonra bir tane daha. Sabah beş civarında
oturma odasındaki divanda sızdı kaldı.
Uyandığında baş ucunda kumral bir afet durmaktaydı.
Selma’nın yıllardır şişmanlıktan giyemediği bordo eşofmanını giymişti.
Selma’nın gençliğine benzeyen, ama fizik güzellik olarak onu kat kat aşmış bir
genç kadındı. Yirmi başlarında görünüyordu ve beyninde Selma’nın yaşamında
kaydettiği tüm bilgiye sahipti. Hayri korku, sevinç, dehşet ve umut hislerinin
kokteyliyle sarmaş dolaş kadınla meseleyi enine boyuna irdeledi.
Yeni Selma, eski Selma’nın ölerek bu
mertebeye yükseldiğini, kendisinin de acilen bunu yapmasını istiyordu. Hayri
masanın yarattığı mucizeyi gözüyle görmesine rağmen ölmek istemiyordu.
Korkuyordu. Deist olmasına rağmen şeytan tarafından çarpıldıklarını
düşünüyordu. Diğer yandan karısının cesedini masanın üstüne koyan kendisiydi.
Her şeyi o başlatmıştı.
Yarım saat dolmadan Hayri bir şeyi
anlayacaktı. Yeni Selma sadece güzel ve seksi değildi. Çok zeki ve inanılmaz
bir kas gücüne sahipti. Ona karşı direnmesi mümkün değildi. Çoraplı ayaklarla
kapıya doğru hamle ettiğinde bunu test etmişti. Kadın yerini çoktan unuttuğu
babadan kalma Smith and Wesson’u eline tutuşturduğunda o masayı aldığına çok
pişmandı. Korkudan hoşafın yağı kesilmiş durumdaydı. Az önceki itiş kakış sırasında donuna azcık
çiş kaçırmıştı.
*
“Klik!”
“Gördün mü bak.”
“Çek tetiği bir daha. Çabuk.”
Hayri korkudan iradesi uyuşmuş durumda tetiği
çekerken Masa kelimesine eklenmiş Q’nun anlamını düşünmekteydi.
“Klik!”
İkinci ‘Klik!’beklediği etkiyi yapmış,
kadının Hayri’nin bileğini kavrayan eli çözülmüş ve bıçak karnından biraz
uzaklaşmıştı. Hayri kaybedecek bir şeyi kalmayan kimselere has bir
soğukkanlılıkla tabancayı kadının güzel yüzüne çevirdi. “Allahın kayrası
üçtür.” dedi ve tetiği çekti.
Küçük odada patlayan silah sesi kulaklarını
sağır etmişti adeta. Kadının alnında yirmi beş kuruş çapında bir delik
oluşmuştu. Geriye doğru savrulmasına rağmen dengesini tamamen yitirmemişti.
Yeşil gözleri öfke ve şaşkınlıkla yanıyordu. Güzel dudakları aralandı, bir şey
söylemek istedi, ama başaramadı. Ayaklarının dibine yığılarak hareketsiz kaldı.
Hayri şimdi ne olacak diye düşünürken
ayaklarının altındaki mekân kaydı. Renkler, kokular, ışık ve ısı değişti.
Kendini Fuar’ın 26 Ağustos kapısına yakın bir yerde buldu. 1400 sokağın
köşesindeydi. Her şeyi hatırlıyordu. Kıyafetine baktı. O güne geri dönmüştü.
Arkadaşını ziyaretten çıkınca bu sokaktan geçmiş ve sağa saparak o meşum
sokaktan bir masa satın almıştı.
Hayri köşede durarak heyecanının yatışmasını
bekledi. Sonra yapabileceği en mantıklı hamleyi yaparak solundaki taksi
durağına doğru yürüdü. Bir ara aklına gelen şey nedeniyle arka cebinden
cüzdanını çıkartarak kontrol etti. Paralar yerindeydi. Derin bir nefes aldı.
Stoktan kırk kayme eksilmesi umurunda bile değildi artık. Gözleri yaşarmıştı. Zarlar yeniden
çalkalanmış ve Hayri’ye normal hayatı ikram edilmişti. Bir daha ölene kadar o
sokaktan geçmeyecek ve Selma’ya da içinde Q harfi olan tek bir kelime
etmeyecekti.
Balçova, Ekim 2013
--------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder