Hamdi bakırcı dış
kapının açılma sesi üzerine daldığı hipnozdan sıyrıldı. Benliği saatlerdir
içinde kıpırtısız durduğu iki metre çaplı tabanlı koni şeklindeki eşyasız taş
hücreden oturduğu yere geçişlendi. Sağ elinde tuttuğu tabancada gevşemiş olan
parmakları metal kabzayı güçle kavradı. En sonuncu aşamaya varmıştı nihayet.
Önce holün ışığı yandı. Sonra ayak sesleri
oturma odasına doğru yaklaştı. Ve sekiz adet yirmi voltluk lambası olan avize
aydınlandı. Lambalardan biri bozulduğu için parlamamıştı.
İçeri giren otuz
ortalarında, boyama sarışın bir kadındı. Onu görünce korkudan laçkalaşmış ve
elindeki naylon torbayı düşürmüştü.
“Ne olu..? Siz de kimsiniz?”
Siyah pantolon üzerine beyaz ipek gömlek vardı
üzerinde. Ayakkabılarını çıkarmış, kahverengi ev terliklerini giymişti. Bir
altmış beş boylarında, balık etli, hoş bir kadındı.
“Anlatıcam Ayten hanım. Lütfen oturun şöyle.”
“Ne yanımda, ne de evde para yok.”
“Ben hırsız değilim. Oturun lütfen.”
“İçeriye nasıl girdiniz? Adımı nereden
biliyorsunuz?”
“Anlatıcam hepsini.”
Kadın takım elbisesinden, nazik konuşmasından
etkilenmişti. Hırsızlık için orada olmadığından neredeyse emindi artık.
“Elinden düşürdüğü çantayı yerden alarak
hemen yakındaki sehpanın üzerine koydu ve
karşısındaki koltuğa ilişti. Yüzünde korkunun yanı sıra merak da vardı.
Kim eve geldiğinde oturma odasında iyi
giyimli ve silahlı birini bulunca nedenini merak etmezdi.
“Birazdan arkadaşlarım gelecek. Hemen anlatın
lütfen.”
Kadının blöf yapmaya kalkışması avizedeki
bozuk ampulü üfürerek yanar hale getirmek kadar inandırıcıydı ve buram buram
çaresizlik kokmaktaydı.
“Bugün ayın ilk çarşambası Ayten hanım.
Eczacılık fakültesinde öğrenciyken birlikte olduğunuz arkadaşlarınızla buluşma
gününüz. Oradan geliyorsunuz. Kocanızla ayrılalı iki yıl oldu. Yeni biri yok şu
sıralarda. Ve de saat on bir oldu neredeyse. Bu saatte kim gelecek?”
“Siz bütün bunları nasıl... Nasıl
biliyorsunuz?”
“Daha başka şeyleri de biliyorum. Burada bir
şer halkasını kırmak için bulunmaktayım.”
Kadının yüzündeki büyüyen şaşkınlıkta
Hamdi’nin anlamını kestiremediği bir sinyal belirmişti sanki.
“Ne halkası?”
“Bundan üç ay önceydi. Kâbuslar görmeye
başladım. Ben, karım ve iki oğlum arabamızla şehir dışında bir yerde giderken
trafik kazası geçiriyorduk. Ben kazayı hafif bir sıyrıkla atlatırken, onların
üçü de ölüyordu. Ekipler gelip kapıyı kaynakla kesip beni dışarı çıkarana kadar
saatlerce onların kanlı cesetleriyle başbaşa kalıyordum. Bu kâbusu her gece
görüyor ve kan ter içinde çığlıklar atarak uyanıyordum. Sonra da tekrar uykuya
dalmam çok zor oluyordu. Karım ve çocuklarım delirmeye başladığımı
düşünmekteydi. Uyku eksikliği ve stres nedeniyle iş yerimdeki verimim çok
düşmüştü. Patron beni eski günlerin hatırına işten atmıyordu. Bunun çok uzun
süreceğini tahmin etmiyordum. Durumum çok kötüydü yani. Tam o sırada yanıma
birini verdiler. Genç, sempatik ve dinamik biriydi. Nadir Şentay. Patronun
benim yerimi alması için işe aldığını düşünmekteydim. Günlerim, belki de
saatlerim sayılıydı artık. Çaresizdim. Bir gün Nadir’le öğle yemeğine
çıktığımızda anlayışlı tavırlarından etkilenerek karım hariç kimsenin bilmediği
sırrımı açtım. Şaşırtıcı derecede bir olgunluk gösterdi. Gözlerinde ne acıma,
ne de keçileri kaçırdığımı düşündüğünü belli eden bakışlar belirmişti. Böyle
vakalara daha önce raslandığını, bu tür istenmeyen durumları tedavi eden birini
tanıdığını söyledi. İstersem beni çok nadiren, ancak özel tavsiyeyle ziyaretçi
kabul eden, Sarih Hoca lakaplı o zatla tanıştıracaktı. Hemen kabul ettim
tabii.”
Ayten hanım onu artan bir merakla
dinlemekteydi. Hamdi konuştukça şaşkınlığı artıyordu. Az önceki korkulu gerginliğinden biraz
sıyrılmış gibiydi adeta.
“Nadir bey beni Cumartesi öğleden sonrası
Cihangir’de bir yere götürdü. Sıradan bir apartmanın, ikinci katının kapısını
çaldık. Kapıyı orta boylu, büyük kafalı, iri gözlü, uzun beyaz sakallı bir adam
açtı. Sarih Hoca geleceğimizi biliyordu. Nadir bey çok hatırlı bir tanıdığı
olmalıydı. Ona çok hürmet gösteriyordu. Bana da öyle davrandı ve “Demek kâbusu
defedilecek kimse sizsiniz.” Dedi. uzun bir holden, tek eşyası tam ortasında el
örmesi bir halı, bir semaver ve tepsi içinde üç bardaktan ibaret olan oturma
odasına geçtik. Adamın ayakları çıplaktı. Oturma odasının kapısında
ayakkabılarımızı çıkartıp halıya oturduk. Uzatmayayım. Adama durumu izah ettim.
Sağ elime uzun uzun baktı ve bu kâbuslardan kurtulmamın mümkün olduğunu
söyledi. İçim sevinçle dolmuştu. ‘İstediğiniz her ücreti öderim.’ dedim.
Sarih Hoca bana
ücretin parayla değil amelle ödenmesi gerektiğini söyledi. Amelin ne olduğunu
sordum. Hoca bir felaketler zincirinin mevcut olduğunu söyledi. Ağır cürüm
işlemiş kimseler aramızda ellerini kollarını sağlayarak dolaşmaktaydı. Yakında
başıma gelecek belayı defedebilmek için bu kötücül zincirin bir halkasını
kopartmalıydım. Ben seçilmiş biriydim. Gördüğüm kâbus görevden kaçarsam bana
verilecek cezaydı. Arabayla olması şart değildi. Ne yaparsam yapayım, eğer
halkalardan birini kopartmazsam karım ve iki oğlum ölecekti. Halkayı nasıl
koparacağımı sordum haliyle. Hoca halının oturduğu yere yakın olan köşesini
kaldırarak içinden sarı kaplı bir dosya çıkardı. ‘Burada.’
Dedi. ‘Üç kişiye ait özel bilgiler var. Bunlardan birini seçip imha
edeceksiniz. Bilgi ve materyal yardımı da alacaksınız. Merak etmeyin. Hatırlı
izler size yolu gösterecek. Yakalanmanız asla söz konusu değil. On gün içinde karar vereceksiniz. Eğer
ataleti seçerseniz bela büyük bir hevesle sizi bulacak. İyi düşünün.’ Çok
şaşırmıştım. Hiç beklemediğim bir durumdu. Tekrar sokağa çıktığımda halka kopartma işini yapabileceğimi düşünmüyordum.
Bunu bana çok iyi ve anlayışlı davranmış olan Nadir beye söylemedim. O da beni
etkilememek için bu konuda tek kelime bile etmedi. Böylece ayrıldık. Eve gittim.
Üzerimde bir hafiflik ve neşe vardı. O gece haftalardır ilk kez kâbus görmedim.
Ertesi gün saat bire kadar uyudum. Uyandığımda o kadar zamandır eksik uykuların
üzerimde yaptığı tahribattan tümüyle sıyrılmış gibiydim. Yeniden doğmak denir
ya. Öyle bir şey.”
“Dokuz gününüz kalmıştı.”
Hamdi kadının soğukkanlı sözleri üzerine
olumlu anlamda başını salladı ve sözlerine devam etti. “Pazartesi günü neşeyle
işe gittim. Eksik kalan bütün dosyaları bitirdim. Patron bendeki değişikliği
hemen farketmişti. Beni severdi. Memnun olmuştu. Konuşurken Nadir beyin onu
arayıp artık işe gelmeyeceğini bildirdiğini söyledi.”
“Buna pek şaşmış bir hali yoktu değil mi?
Doğal karşılıyordu.”
Apışıp kalma sırası ondaydı. Ayten hanım
düşüncelerini okumuştu sanki. “Nereden biliyorsunuz?” dedim.
“O zatı sizden önce tanıdım. Adınız ne? Önce
onu söyleyin.”
“Hamdi. Hamdi Bakırcı.”
“Aynı yoldan ben de yürüdüm Hamdi bey. Bir
yıl geçti neredeyse.”
Hamdi’nin kafasına ucu sert lastikten yapılma
bir çekiçle vurulmuştu sanki. Kadının sözleri gerçek olabilir miydi? “Nadir
beyle tanıştınız mı yani?”
“Evet. Onsuz Sarih Hoca’yı asla bulamazdınız?
Bana kadın olarak yaklaşmıştı. Adı Nadire’ydi. Nadire Şentay.
“Bu imkânsız... Blöf yapıyorsunuz.”
“Ben sizi dinledim. Siz de beni dinleyin
Hamdi bey. Bir yıl önce ben de geceleri sık sık kâbuslar görüyordum. Kanser
oluyor ve ölüyordum. Kendimi hastane odalarında, aynada kemoterapi nedeniyle
dökülmüş saçsız başıma, iyice çökmüş yüzüme bakarken buluyordum. Hastalığın
kokusu, ölümün yakınlığı o kadar gerçekti ki, uyandığımda hüngür hüngür
ağlıyordum. Deli gibi sevdiğim babam ben on altı yaşındayken kanserden ölmüştü.
Uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. Onu küçülmüş, erimiş, bitkin görmek beni ne
kadar üzmüştü anlatamam. Yirmi sekiz yaşındayken de annemi kaybettim. O da
kanserden öldü. Halimi anlayın yani.”
“Ama...”
“Dinleyin lütfen”
“Aynı sizin gibi birkaç hafta iyi
uyuyamayınca çabuk sinirlenen biri oldum. Allahtan kendi eczanemde
çalışıyordum. Yanımda çalışanlar için tatsız biri olmuş çıkmıştım ama. Böyle
devam edemezdim. Yaptırdığım bütün testler negatif çıkmasına rağmen sorunum
artarak devam ediyordu. Tam o sırada Nadire hanımla ile tanıştım. Birkaç gün
önce eczaneme komşu olan butikte çalışmaya başlamıştı. Benim yaşlarımda çok cici
bir kadındı. Üzerimde etkili oldu. Kimseye anlatmadığım sırrımı ona açtım. Bana
Sarih Hoca’yı önerdi. Gittim sizin gibi. Ağır suç işlemiş kimseler. Bir halka
kopatılacak falan. Eve geldim. Bir yanım kötü insanlardan birini haklayıp bu
sorundan kurtulmayı istiyordu. Neyse ki, aklım galebe çaldı. Kuşkularımı
frenlemeyi başardım. Aradan bir yıl geçti. Kâbuslarım falan çoktan bitti. Daha
geçen ay test yaptırdım. Kanser falan da değilim Allaha şükür. Bunların
hepsi... Vehimiçi deyimini duydunuz mu? Bir yazarın söyleşisinde okumuştum.
Çevrimiçi sözcüğünü bilirsiniz. Online
anlamına kullanılıyor. Vehimiçi, vehim halinde online durma haliydi bizim yaşadığımız. Özel bir netten beslenen
paranoya. Nadir, Nadire... Onun işiydi bunların hepsi.”
Hamdi’nin kulakları uğuldamaktaydı. Bütün
bunlar doğru olabilir miydi? “Dosyanızı okudum. Sizin kaçak ve tarihi geçmiş
ilaçlarla yüzlerce kişiyi zehirlemek, bazılarının ölümüne sebep olmakla
suçlanıyordunuz.” Dedi.
Ayten hanım gülümsedi. “Şentay’ın, Şeytan’ın
işi Hamdi bey. Benim sattığım ilaçlar bütün diğer eczanelerin sattığıyla aynı.
Bunlar sizi çığrından çıkartmak için uydurulmuş şeyler.”
Hamdi Nadir beyin anlayışlı gözlerini,
saygılı tavırlarını düşündü. Bir de diğer şey vardı. İzler. Yerdeki fosforlu
gibi parlayan sarı izler. Gecenin karanlığında ışıl ışıl yönünü işaret
ediyordu. Birisi tabanlarında fosforlu iz bırakan ayakkabılarıyla önden yürümüş
gibiydi.
“Çok ustalıkla yalan söylüyorsunuz Ayten
hanım bravo. Neredeyse inanacaktım. Şeytan ve Şentay. Bayağı zeki birisisiniz.
Ben buraya gelirken yerdeki izleri gördüm. Başka hiç kimse görmüyordu. Sadece
benim gözlerime açıktı. İzler kapınıza kadar geliyordu.”
“Niye anlamıyorsunuz bunların hepsi vehimiçi
durumunuzla ilgili belirtiler. Siz benden daha ileri bir faza ulaşmışsınız.
Fark bu.”
Hamdi’nin bir yanı tongaya bastın diyordu,
ama on günlük saadetinden sıyrılıp tekrar kâbuslarla boğuştuğu geceleri hayal
edince bu sesi kulak arkası etti. İzler vardı bir de. Ayten hanım izleri
bilmiyordu. Bilse söylerdi.
“Tekrar o günlere dönemem Ayten hanım.
Oğullarım. Biri on iki, diğeri daha sekiz. Onların kanlı cesetlerini gördüm.”
“Dosyada üç isim vardı dediniz. Niye beni
seçtiniz?”
“Çocuksuz ve bekar olan tek sizdiniz. Ne
anneniz yaşıyor, ne de babanız. Diğerlerinin eşleri ve çocukları vardı.”
“Beni öldürürseniz sorunlarınız bitecek mi
sanıyorsunuz?”
Hamdi kadının göğsüne çevrik tabancanın
tetiğindeki parmağının basıncının arttığının farkındaydı. Kadının
söylediklerinde doğruluk payı olabilirdi pekala. Ama o izler. İzleri düşününce
kalbi soğuyor ve her şeyi yapabilir hale geliyordu.
Hamdi, “İzler var Ayten hanım. Onlar yalan
söylemez.” Dedi.
Bu sözlerindeki basmakalıplığa hayret etmeğe
zamanı olmamıştı. Çünkü parmağı ona danışmadan tetiği çekmişti. Tabanca top
gibi patlamıştı. Kadın göğsünde kanlı bir leke önce geriye doğru savruldu ve
sonra öne doğru bükülerek oturduğu koltuktan yere yığıldı. Düşerken sehpayı ve
üzerindeki torbayı da devirmişti. Kadın sağ tarafına yatık vaziyette kaldı. Sol
terliği ayağından sıyrılmıştı. Hiç kımıldamıyordu. Ölmüş olmalıydı.
Hamdi’nin vicdanı cayır cayır yerinden
doğruldu, kadına hiç bakmadan hole çıktı. Daire kapısını açtı. Üst katta birisi
kapısını açmıştı. Ama henüz kimsenin aşağı geldiği yoktu. Aceleci adımlarla
basamakları indi. Apartman kapısından çıktığında silahı belindeki kemere
iliştirmişti. Artık eli kanlı bir katildi. Heyecanla sağa sola bakındı.
Posforlu sarı izleri gördü. Tarlabaşı caddesine baktı. Saatin geceyarısına
yaklaşmasına rağmen trafik vızır vızırdı. Kaldırım insan kaynıyordu. Şehrin
göbeğindeydi. Yakalanması an meselesiydi. Midesi ağdalı bir pişmanlık çorbası
kaynatmaktaydı. Tetiği çektiğini hiç farketmemişti. ‘Ahmak, kadını vurmasaydın
ve bu gece ne olacağını test etseydin ya’ diyen yanı bağır bağır izleri takip
etti.
Sarih Hoca izleri takip etmesi durumunda
yakayı asla ele vermeyeceğini söylemişti. Ayten hanımın yedek anahtarı kat
sahanlığındaki dev saksının toprağında naylon ambalajlı gömülü olduğunu bile
bilmekteydi. Yepyeni tabancayı da o temin etmişti. Bu yüzden adama güveniyordu.
Nadir beyin merhamet ve anlayış dolu gözlerini düşündü. Şeytan! Ah... Bu
zamanda böyle şeylere kim inanırdı. Ama Ayten hanımın anlattıkları da az buz
şey değildi. Doğruluk payı var gibiydi lanet olsun.
Etrafına bakındı. Sol tarafında park etmiş
bir polis arabası durmaktaydı. Mavi, kırmızı lambaları yanıp sönmekteydi. İzler
sağ tarafa doğru gidiyordu. İzleri takip ederek yürüdü. Her an polis sireninin
çalmasını bekliyordu. Caddeyi kesen sokağa kadar sorunsuz gelince umudu arttı.
Kimsenin kendisine dikkatle bakmaması çok olumlu bir işaretti. Buradan paçayı
sıyırırsa ilk işi tabancayı bulunmayacak bir yere atmak ve eve giderek uykusunu
gelmesini beklemek olacaktı. Sonrasına bakardı artık.
Kırmızı ışık yanıyordu. İzleri takiben
karşıya geçecekti. Yan gözle sol tarafa baktı. Polis arabası hâlâ yerinde
duruyordu. Kalbi hâlâ yüksek ritimle çalışıyordu. Hemen sağında duran iki
öğrenci tipli delikanlı İspanyolca bir şeyler konuşuyordu. Sokağın karşında
bekleyen genç bir çift hararetli hararetli konuşmaktaydı. Herkes kendi
derdindeydi. İzler onu bu beladan çıkışa doğru götürmekteydi inşallah.
Hamdi yerde göğsünde kanlı leke yatan kadını
düşünce içi sızladı. Parmağı söz dinlemeyip tetiği çekmeseydi, kadını bağışlar
mıydı? Yapabilirdi. Çünkü anlattıklarında şey vardı. İnsanı etkileyen bir şey.
Şentay şeytan olabilir miydi gerçekten? Sarih Hoca kimdi o zaman? Yamağı mı?
Düşününce onu görmeye gittikleri apartmanın yerini hatırlamadığını farketti.
Cihangir’deydi. O kadar. Sokağın yeri ve görünümü silinmişti belleğinden. Başka
ufak tefek ayrıntılar da. Örneğin Nadir beyin yanına hangi fonksiyonla
verildiğini hatırlamıyordu. Başka daha bir çok ayrıntı da öyle. Buharlaşıp
gitmişlerdi sanki.
“Dikkat!”
Hamdi daha yeşil ışık yanmadan yolu ortalamıştı. Bunu ne zaman yaptığını
hatırlamıyordu. İzler. İzleri takip ediyordu. İzler yolun tam ortasında
bitmişti. Son iz yirmi santim önündeydi. Arkasına bakacağı sırada sağındaki
hareketi farketti. Gri bir minibüs onu ezmek üzereydi. Her şey çok hızlı oldu
ve araç ona çarptı. Yere düştü. Karnının üstünden geçen tekerlekleri ve
şoklarla bezeli acı dalgalarını duyumsadı.
“Gitti adam ya.”
“Çabuk ambulansa telefon
edin
“Polis arabası var şurda.”
“Minibüsün plakasını alan var mı içinizde? Adam frene basacağına gaza
bastı valla.”
İlk
şok ve acı dalgası yerini bir uyuşmaya bırakmıştı. Hamdi nefes alıp almadığının
bile farkında değildi. Şoförün yüzündeki kararlı ifadeyi açıkça görmüştü.
Bilinci sönerken,
‘Şoförün Sarih Hoca’nın verdiği dosyadaki üç kişiden beni seçmiş biri
olabileceğini düşünmek tam bana uygun bir ölüm şekli. Ayten hanım haklı çıktı.
Vehimiçi sisteminin motoruna tur kazandırdım. Yaptığım bundan ibaret.’ diye
düşünmekteydi.
Ocak
2015 - Balçova
-----------------------------------