10 Şubat 2017 Cuma

Karanlığı Yarmak İçin EVET

Karanlığı Yarmak İçin
EVET

Kandil, DEAŞ, Pensilvanya, AB, vb’ye rağmen EVET diyorum.

Referandumdaki oyum EVET olduğu için bazı HAYIRcılar tarafından İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Nazilerle işbirliği yapan Norveçli malum yazara benzetildim. MİT için çalıştığım söylendi. Ticari kaygılarla (kitap satışı gibi) hareket ettiğim iddia edildi. Şahsi aşağılamalar da gırlaydı. Ben kimseye HAYIR oyu vereceği için tek bir kelime eleştiri yazmadım. HAYIR oyu da EVET oyu kadar saygındır.

Profesyoneller hariç, algı yönetiminin kurbanı olan kardeşlerimin bu davranışlarını müsamahayla karşılıyorum.

Vesayetçilik, Koalisyonlar Devri, Darbeler, Gladyo A-B, Faiz Lobisi vb. yenilecek ve bunların yarattığı karanlık inşallah yarılacak.


Büyük, Güçlü, Müreffeh, Demokrat ve Kendine Güvenli Türkiye için oyum EVET. 

29 Ocak 2017 Pazar

GEZİLEPSİ

GEZİLEPSİ

Bir daha Gezizekâ sözcüğünü kullanmayacağım.

Bu terimi asla birini gerizekâlılıkla itham için kullanmadım, ama ses benzerliği nedeniyle anlam kayması yaşanıyor. Zekâ geriliği kalıcı bir arızadır ayrıca.

GEZİLEPSİ dersek genelde geçici bir arızayı işaret etmiş oluruz.
GEZİLEPTİK şeklinde de kullanımı var.
GEZİLEPSY şeklinde yabancı dilde de söylenebiliyor.

Kısa tanımı şöyle:

Aradan geçen bunca zamanda Gezi Olaylarında Küresel Sermayenin, Batılı ülke ve gizli servislerinin, FETÖ’nün, Nusayriler’in, rahmetli Atilla İlhan’ın ünlü kadrosunda yer alan bazı aydın, siyasi, medya mensubu, akademisyen vb.’nin başat rolünü inkâr edenler için konmuş bir teşhistir.  

22 Ocak 2017 Pazar

Hrant Dink’in Ah’ı Tuttu

Hrant Dink’in Ah’ı Tuttu

Hrant Dink’in ölümünden bu yana 10 yıl geçti. Hrant Dink hakkında yazı yazan, ölümünün arkasındaki sır açığa çıkmasın diye çaba gösteren, bu nedenle ödül bile alan malum gazetecilerin bazıları şu anda Fetullah Gülen Terör Örgütü hesabına çalışmak suçundan içeride. Bir kısmı aynı çizgiden giderek yurt dışına kaçtı. Vatan hainliği modeli inşa ediyor.

Daha yakın zamanların tanınmış isimleri için ne hazin sonuç. Modern ölüm geldi buldu onları. Bu kötü namla anılacaklar. 

6 Ocak 2017 Cuma

Reina, Noel Baba, Kaos Taifesi ve Nefreterleri

Reina, Noel Baba, Kaos Taifesi ve Nefreterleri

Reina’ya saldıran katiller o malum Batılı gizli servis için çalışıyordu.

Sosyal medya aracılığıyla bir kesim entel bu katliam nedeniyle dini, dindarları, Diyanet’i, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni suçladı. Bunların içinde Barbaros Şansal, Can Dündar ve diğerlerini sollayarak en büyük ilgiye mazhar oldu. ‘Noel Baba Ağıtı - Hayat Tarzı Kıyımı’ mealli yazılar döşenen yazarlar da nefret ateşine körük oldu.

 Böylece 2017 yılının ilk saatlerinden itibaren darbe ortamı, sosyal ve siyasi kaos yaratmaya çalışan taife iyice deşifre oldu.

Türkiye’de münferit vakalar (karşılıklı) dışında özel hayata müdahale yoktur.

Türkiye’de laiklik sorunu yoktur.

Türkiye’deki muhafazakârların son on beş yılda ciddi ölçüde sekülerleştikleri bilimsel verilerle apaçık ortadadır.

Reina’dan sonra dün İzmir’de bir bombalı araç saldırısı yapıldı. Fethi Sekin adlı kahraman polis sayesinde büyük bir facia önlendi. Şehit polisimize ve diğer şehitlere Allahtan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum.

Türkiyede ülkesini sevmeyen, emperyalizmin kuklası olan, halktan nefret eden entel ruh sorunu var. Profesyonel ya da gönüllü provokatörler. Nefret insanları. Nefreterleri yani. Sayıları göreceli azdır. Yenikapı Ruhu tarafından sarmalanmış kanser hücresi gibiler. Metastas yapma şansları yok. Onlara bu fırsatı vermeyeceğiz.  


NOTLAR
Noel Baba ve Noel Ağacına sempatim vardır. Anneler, babalar ve sevgililer günü gibi kapitalizmin endüstri haline getirdiği sembollerdir.

Diyanetin Yılbaşı Kutlamalarıyla ilgili hutbesi son elli yıldır her yıl söylenen şeylerin tekrarıdır.

Eğer Reina katliamında ölenlere ‘Allah cezalarını verdi’ diye sevinenler varsa; sahte medya atağı, profesyonel provokatör işi değilse, Allah hepsini ıslah etsin. Apaçık yazanlar hakkında da hukuki işlem  başlatılmalıdır.


Biri sosyal medya aracılığıyla ne denli ağır aşağılama ve kin beyanında bulunursa bulunsun kimsenin kimseyi linç etmeye, tartaklamaya hakkı yoktur. Bu sadece ülke düşmanlarının işine yarar. 

1 Ocak 2017 Pazar

Sadık Yemni'nin Hayat Hikâyesi

Sadık Yemni’nin Hayat Hikâyesi


  

Sadık Yemni 1951 yılında İstanbul, Kurtuluş’ta (Tatavla), Sopalı Hüsnü (şu andaki adı Eşref Meriç) sokakta doğdu. İki buçuk yaşında ailesi İzmir’e taşındı. Böylece 1954 yılında kaldırılan tramvaylara son demlerinde binme şansını elde etti. İlkokulu Sadık Bey troleybüs durağındaki Hâkimiyeti Milliye İlkokulu’nda okudu. Öğretmeni Muzaffer Öniz bey beş yıllık süreyi ‘Sadık yıldızlar gibi bir parlıyor, bir sönüyor; ama varlığı her an hissedilir durumda’ cümlesiyle özetledi.

  Daha on yaşına gelmeden üç şeyde marifetli olduğu anlaşılmıştı ayrıca: Yaramazlık, Matematik ve Edebiyat.

  Ünlü hamamın yakınındaki Karataş Ortaokulu’nu bitirdi. O yıl devlet liselerinin belki de tarihinde tek bir kez sınavlı olacağı tutmaz mı? Neyse, Salah Birsel’in, Samim Kocagöz’ün ve Atilla İlhan’ın da okulu olan Atatürk Lisesine girmeyi başardı. Altı yıl sürecek olan olan lise yılları hem kendi, hem arkadaşları ve de okurları için unutulmaz olacaktı.

  Lisede kimyaya merak saldı. Hibeler ve düşeşlerin yardımıyla evinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Kendisine kısa zamanda nam kazandıran roketlerinin yanı sıra kimya şakalarına da başladı. Kendi kendine tutuşan mendiller, suda yanan taşlarla falan kimya sihirbazı lakabına layık görüldü.

  Lise sıralarında bu yaşa kadar sürdüreceği birkaç işe birden bulaştı. Muntazam idman yapmak, fizik, kimya, matematik dersi vermek ve alengirli düş kurmak.

  1969 yılında 18 yaşındayken Kimya hocasının yokluğunda üç sınıfa kimya dersleri vererek okulun tarihindeki en genç öğretmen olma sıfat ve şerefine erişti.

  1972-1975 yılları arasında Alsancak’ta Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki dairesinde namı şehrin sınırlarını zorlayan olaylar yaşandı. Bütün bunlar da inşallah Emanet Apartmanı adlı bir romanla okurlara yansıtılacaktır.

  4 Kasım 1975 tarihinde Ege Üniversitesinde Kimya Mühendisliği’nde 3. sınıf öğrencisiyken kısa bir hava değişimi için Amsterdam’a gitti. Gidiş o gidiş.

  Amsterdam’da ilk olarak dayısının konfeksiyon atölyesinde çalıştı. Ağır kot kumaş toplarını sırtında üçüncü kata çıkarmak, beş yüz buruşuk yeleği bir saatte ütülemek, polis baskına geldiğinde oturumu olmayan terzilerin arka taraftan iple sarkılarak kaçabilmeleri için adamları oyalamak gibi yeni beceriler edindi.

  1977’de eskiden butik olan dükkân börekçiye çevrildi. Adı Alsancak Börekçisi’ydi.  Sabahın ilk müşterileri Türk kumarbazlardı. Bütün gece oyundan sonra böreklerini yiyip, ayranlarını içip yatmaya giderlerdi. Onlarda Türk yeraltı dünyasının özet haberlerini bulmak mümkündü. Sabah on-onbir civarında Amsterdam’ın ilk kuşak Türk restoran sahipleri düşer, palavracılık sanatından seçme eserler saatleri yaşanırdı. Adam öldürmüş kabadayılar, jigololar, daha o yıllarda kaşarlanmış işsizler, iş arayan kaçaklar, hırsızlık malı satan bitirimler, o biçimler, örtülü parlakçılar, acemi dolandırıcılar ve daha bin çeşit müşteri dükkâna arzı endam eyleyerek günü renklendirirdi.

  Yetmiş sonlarında Amsterdam hâlâ hippi devrini yaşamaktaydı. Yazarımız ünü yurt dışına taşan The Festival of the Fools gösterilerini asla kaçırmazdı. O yılların Melkweg’ini, orada iş tutan Türkleri, George (Cüneyt) Arkın’ın Kara Murat filmlerini oynatan Rex sinemasını 2013 yılının Kasım’ında yayımladığı Alsancak Börekçisi adlı anı-romanda ayrıntılarıyla anlattı.

  1978 –1981 yılları arasında Rozengracht’taki belediyeye ait spor mekânının ünlü siması oldu. Gönüllülük bazında bu yıllarda yeni başlayanlara antrenörlük yaptı. Sonra gözde bir idman yeri olan Splash’e kapılandı. Burada yıllarca yarışmalarda jürilik yaptı. Sonunda bir ara 1985’te fitnıstan bıktı ve Wushu’ya (kung fu) başladı. Beş yıl sonra yeniden fitnıs idmanlarına döndü.
  Sadık Yemni 1978 –1980 yıllarında pazarlarda döner satma, mobilya taşımacılığı, temizlik işleriyle iştigal ettikten sonra nihayet bir baltaya sap oldu. Bulduğu iş demir yollarında köprücülüktü.

  Gene o yıllarda babasının eskiden verdiği iki altın öğütü de dinlemeyerek hem memur oldu hem de evlendi.  1980 – 1989 yılları arasında demiryollarında çalıştı. Yazları bikinili kızların bolluğu nedeniyle pek keyifli bir iş olan köprücülük sonbahardan itibaren kesintisiz bir kimsesizlik pelerinine bürünmekteydi. Yemni bu kimsesizlik saatlerini okuma, yoğun düşünme ve yazmayla doldurdu.

  1984 yılında Amsterdam’da kurulan Haber Gazetesi’nde aylık makaleler yazmaya başladı.
Aynı yıl Amsterdam’da Türkçe yayın yapan MTV’de, Migranten TV- Göçmenler Televizyonu’nda çalışmaya başladı. Söyleşiler ve sanatçı portreleri yapıyordu. İki işi de gönüllü olarak icra ediyordu.

  1985 yılında Utrecht şehrinde kurulmuş olan İlke Dergisi’nde yazmaya başladı. Söyleşiler ve makaleleler, arada da öyküler yayımlıyordu. 1986 yılında Hollanda çapında yapılan belediye meclisi seçimlerine Türkler de katıldı. Çeşitli bölgelerden 14 kişi seçildi. Yemni o sırada Hollanda Devlet Demiryolları’nda çalışıyordu. Trenler bedavaydı. Bu nedenle iş ona havale edildi. Böylece belediye meclisine seçilen üyelerin 14’üyle de yaşadıkları yerlerde teke tek söyleşi yapma şansına erişti. Yıllarca Türkçe medyanın önemli bir direği olan İlke Dergisi o yıllarda kapandı.

  Bu arada iki kez Amsterdam’dan temelli kaçma girişiminde bulunmayı ihmal etmedi. Bu tebdili mekân harekatının ilki Avusturalya’ya, Sydney’ye icra edildi. Yemni bir seri serüvenin ardından gözü arkada kalarak Amsterdam’a geri döndü.

  1984’te Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde karnavaldan fena halde etkilenerek sürekli kalmak için bir deneme daha yaptı. Neredeyse başarıyordu. Gene olmadı. Kıl payıyla Amsterdam kazandı.

  1985’te ilk kez baba olma saadetine erdi. Bunu 1987’de basılan ilk kitabı olan Demirden Gaga (De ijzeren snavel) izledi. Çoğu demiryolu işçilerinin hayatlarını anlatan sekiz öyküyle edebiyat arenasına çıktı.

  1987 yılında İlke Dergisi bir öykü yarışması düzenledi. Bu yarışmayla beraber Yemni (1987-2012) Hollanda’da Türkiyeli göçmenler için yapılan yapılan bütün yarışmalarda jüri üyesi ya da jüri başkanı oldu. Çeyrek yüzyılda yapılan bütün yarışmaların kara kutusudur.

  1993’te Amsterdam’ın Gülü (De Roos van Amsterdam) ve 1994’te Amsterdam’ın Şövalyeleri (De Ridders van Amsterdam) başlıklı polisiye kitapları yayımlandı. Bu kitaplar Euro-Türk’ün göçmenlik tarihindeki ilk dedektifi olan Orhan Demir’i yarattı. Bu kitaplar vesilesiyle umuma sunduğu görünür ve görünmez Türkler - zichbaar, onzichbaar Turken, kasıtlı cahillik - opzettelijke onwetendheid vb. terimleri göçmenlik tarihinde yerini almıştır.
  Hollanda Sağlık Bakanlığının inisiyatifiyle yazdığı on skeç, filme çekilip TRT-INT tarafından defalarca yayınlandı.

  Gene o yıllarda şu anda artık mevcut olmayan Opstap projesi kapsamında 4-6 yaşları arası çocuklar için öyküler yazdı. Bu öyküler Türkçe ve Hollandaca olarak yayımlandılar.
  Bunu takip eden yıllarda Yemni’nin Hollanda’da ikisi Şaban Ol, biri Nahit Güvendi tarafından sahneye konmuş Karagöz Hollanda’da, Gece Vardiyası ve Paradigma adlı üç tiyatro oyunu vardır.

  1995’te yayımlanan De Amulet (Muska) adlı kitabı göçmen Türkiyelilere bir ilki yaşattı. Bu kitap 305 kitap arasından seçilerek çok prestijli edebiyat ödülü olan AKO Edebiyat Ödülü’nün aday listesine girdi.

  Muska 1996 yılında Metis Yayınları tarafından basıldı ve Türk edebiyatında fantastik edebiyatı okura edebiyat değeri olarak kabul ettiren ilk kitap oldu. Bu türün kapılarını ciddi okura açtı. Tanınmış yazarları bu alanda eser vermeye teşvik etti.

  1996-97 yıllarında Türkiye’nin X Files’ı denebilecek olan bir dizi için Sır Dosyası senaryoları yazdı. Elinde kullanılmamış 26 öykü bulunduğu için bunları bir gün Türkiye’de dizi yapma hayalini hâlâ muhafaza etmektedir.

  2000 yılında Hollandaca olarak yayımlanan De Vierde Ster - Dördüncü Yıldız adlı romanı zamanın ruhunu faş eden ve En Yeni Dünya Düzeni’nin habercisi bir yapıt olarak değerlendirildi.     
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              
  2001-2004 yılları arasında lise öğrencilerine fizik ve kimya dersleri vererek eski mesleğini yad etti. İkinci kuşak göçmen gençlere Türkçe dersleri verdi.

  2002, 2003 – 2004 yıllarında birçok derneğin bir araya gelmesiyle oluşan ortak panellerin organize ettiği öykü ve Şiir yarışmalarında jüri üyesiydi.

  Türkiye’de 2002 yılında Metros, 2003’te Çözücü, 2004’te Ölümsüz ve 2005’te Yatır adlı romanları (Everest Yayınları) yayımlandı.

  2005 Şubat’ında Türkiye’de ilk kez yayımlanan (Metis yayınları) 1002. Gece Masalları adlı fantastik öykü derlemesinde Bekleme Odası adlı öyküsüyle katıldı.

  2005 yılında UETD-Avrupa Türk Demokratlar Birliği çerçevesinde Hollanda Türk Yazarlar Birliği Başkanı oldu.

Bu süre içinde çeşitli etkinliklerinin içinde en kayda değenleri şunlardır:
2006’da Hollanda’daki ilk Türk think tank’i olan Fikir Yongalama Kulübü’nü kurdu. Yıllarca moderatörlüğünü üstlendi. Avrupa’da benzeri çok az olan bu kulüp şu 2011’de Amsterdam Tartışmaları adını aldı ve şu anda faaliyetlerine devam etmektedir.

2005 yılında Kopenhag Kriterleri’nin yanı sıra Konya Kriterleri’nin de konuşulması gerektiğini savunan bir yazı yayımladı. Arama motorlarından bu konu hakkında kolaylıkla bilgi edinebilirsiniz.

2007 yılı başında yazar Atilla İpek’in teknik yardımıyla ODA Edebiyat ve Felsefe Dergisi’ni kurdu. İki ayda bir yayınlanan dijital dergi bünyesinde özellikle genç yazarları barındırdı. www.odasanat.org’tan eski sayılara göz atılabilir.

2009 yılında Platform Dergisi’nin katkısıyla Hollanda’da Türkçe yazan yazarlar tarihinde ilk kez buluştular. Birinci Türkçe Yazarlar Platformu 30 küsur Türkçe yazan yazarı bir araya getirdi.

  İki politik cinayetin ardından 2002-2006 yılları Hollanda’sının gerilimli havasını, yabancı düşmanlığının körüklenmesini anlatan Muhabbet Evi adlı romanı 2006 yılında Everest Yayınları tarafından basıldı.

  2006 yılında Yemni köşe yazarlığına döndü. Ayda bir kere yayımlanan Hollanda Zaman Gazetesi’nde profesyonel saikle aylık makaleler yazdı. Zamanın ruhunu, Avrupa’da hortlayan ırkçılığı ve suni olarak yaratılmış olan İslamofobi ortamını yansıtan 14 makale yazdı. Daha sonra Yemni’nin yazılarına son verildi. 

  2007 yılında Yemni lise anılarını baz aldığı Durum 429 (Everest Yayınları) kitabını yayımladı.

  2009 yılında Hayal Tozu Gölgecisi (Everest Yayınları) adlı öykü kitabı yayınlandı.  
  O yıllarda çeviri yapmaya başladı. Bernleff’in Buiten is het Maandag- Dışarısı Pazartesi adlı kitabını Türkçeye kazandırdı. Bunu Sandra Roeloff’un Bir İdealistin Anıları adlı kitabı ve 5 ünlü Hollandalı öykücüden birer öykü çevirisi takip etti.

  Yine 2009’da dijital olarak ayda bir yayınlanan Gölge Dergisi’de kısa öyküler yazmaya başladı. Hâlâ devam ediyor. Özellikle Gölge Dergisi sayesinde yazdığı öykülerinin sayısı 100’e ulaşmak üzere. 

  2009 -2011 yıllarında yine eski mesleğine döndü. Hollanda’da Türkçe olarak yayımlanan Platform Dergisi’nde dosya yazıları, denemeler yazdı. Dergi için söyleşiler yaptı. Mizah yazıları döktürdü.

  Bunca değişik iş deneyimi ve medya geçmişi Yemni’ye Avrupa’nın, Türkiyeli göçmen toplumunun nabzını tutma şansını verdi. Batı’nın İslamofobi Tezgâhı, Çokkültürlülük Mavalı, Dinler Arası Diyalog Fesadı, yabancıların temel sorunları, Türk girişimcilerin dinamizmi, yeniden canlanan İpek Yolu, Türkçe icra edilen medyanın gücü, üçüncü ve hatta dördüncü kuşağın vizyonu, Türkiye imajının grafiği, Neo-Oryantalizm, Yeni Haçlı Seferleri, 1. Gladyo ve 2. Gladyo( FETÖ) faaliyetleri gibi meselelere daha derinlemesine bakabildi.

  Yemni 4 Kasım 2012 tarihinde Amsterdam’a ayak bastıktan tam tamına 37 yıl sonra Ha gayret-cumburlop yöntemini kullanarak İzmir’e döndü. 40. yılına girdiğinde Amsterdam’da otuz yıl ikamet ettiği evini boşalttı. Malının mülkünün bir kısmını hibe etti. Kalanını doğaya teslim ederek 6 Kasım 2014 yılında bu hayatta sahip olduğu fiziki nesneleri 1m3’lük bir hacme sığar hale getirdi. Böylece yeni bir mahlas kullanmaya hak kazandı. ‘Bir Metreküplük Adam.’   

  2012 yılında Arafor, Ağrıyan, Zihin İşgalcileri, Sınav Hortlağı, Korkulobin, Zaman Tozları-2 ve Kuşadası’ndan Sevgilerle başlıklı 7 kitap yayımlayarak eski rekorunu aşarak kendini bile şaşırttı.

  2013 yılında ise Nar Kitap’tan 5 kitap yayımladı. Muska, Yatır ve Çözücü’ye yeni baskılar yapıldı. Yazarın listesine iki yeni kitap katılmıştı. 20. kitap İfrit 18.19 ve 21. kitap olan Alsancak Börekçisi.

  2014 yılı yazarın en verimli yıllarından biri oldu. İki roman döktürdü. 2014 yazında yazar Gezi Olayları ve özellikle 17-25 Aralık 2013 tarihindeki Hukuk Darbesi’nin etkisiyle MİT ile FETÖ arasındaki mücadeleyi konu alan Kayıp Kedi adlı bir roman yazdı. Türk edebiyatında roman tarzında bir ilktir. Kayıp Kedi Nisan 2015’te  Kırmızı Kedi Yayınları tarafından basıldı. Yeni Dünya Düzeni’nin müslümanlığı, aile düzenini ve ulus devletleri  yıkmaya yönelik en yeni tezgâhlarını anlattığı Nazarzede Kliniği de Ekim 2015’te  Erdem Yayınları’ndan çıktı.  

 2015’te eski kitaplarından bazıları da yayımlandı. Bunlar: Amsterdam’ın Gülü (2015 – Palto Yayınları) ve Durum 429’dur.

  2016 Martında Ela adlı yapay zekâ romanını bitirdi. Şu anda raflarda. Mart ayında İtibar Dergisi’nin 54. sayısında Üçüncü Kapı adlı medeniyet telakkisi muhteviyatlı makalesi yayımlandı. Aynı derginin Haziran sayısında yine bu bağlamda Balonlu Vadi adlı makalesi yayımlandı.

  Yemni yazı TekinsizX  serisi için kaleme aldığı kısa metrajlı novellaları kaleme almakla geçirdi. Yüzümün Son Kitabı, Fotonella ve Arama Motoru başlıklı üç kitabı yayınevine teslim etti. Arada 15 Temmuz gecesini konu alan 93. Yıl Marşı adlı bir öykü yazdı.  Bu öykü Erdem Yayınları’nın Yekpare Demokrasi adlı kitabında yer aldı.



Kısacası hayat yazı makamında devam ediyor.

                                                                                                                                                                                                     1 Ocak 2017


  Müzmin Bağlantısız biri olarak kısa bir Sadık Yemni Portresi
 Yemni kendini müzmin bağlantısız biri olarak görüyor ve bunun bağımsızlığa düşkün yapısına uygun olduğunu düşünüyor. Kendisinin tuttuğu bir futbol takımı yok. Hiç olmadı. Ülkemizde eğitimle atılan standart format dışında bir ideolojiye kapılanmadı. O bahsi geçen formattan da sıyrılalı, yani Kemalist Matrix’ten çıkalı bir hayli oluyor.

Yazar üst kimliğini ‘Yerli ve Milli’ olarak nitelendiriyor. Bu serbestiyet sayesinde zaman zaman onurlu asgari müştereklerde farklı görüş ve mensubiyetten insanlarla işbirliği yapabildi. Bunlardan en öğündüğü güzel Türkçemizin gurbette yaşatılması ve zengin kullanım kazandırılması amacıyla içinde yer aldığı organizasyonlardır.

Yemni şu anda 2. Kurtuluş Savaşı verildiğini görüyor ve Türkiye’nin bu savaşı mutlaka kazanacağını düşünüyor. Yazar, Anadolu’nun medeniyet telakkisi bağlamında dünyaya edecek sözü olduğuna ve  Yeni Türkiye davasına inanıyor.  Türkiye’nin, Anadolu’nun yepyeni bir paradigmanın beşiği olması ihtimalinden büyük bir heyecan duyuyor. 
                                                    -----------------------------





30 Aralık 2016 Cuma

KEDİMİNİCİ - Fantastik bir kedileme öyküsü

KEDİMİNİCİ


İki gözü doğuştan kör olan Badem adlı kediye…


  Sonunda cesaretimi topladım ve renkli basıcıdan çıkardığım on bir fotoğrafın durduğu zarfla birlikte alt kat komşumun zilini çaldım. Cumartesi öğleden sonrasıydı. Dışarıda cehennemi bir yaz sıcağı hüküm sürdüğü için in cin top oynamaktaydı. Komşumun az önce arabasıyla geldiğini görmüştüm.Tam zamanıydı. Bütün hazırlıklarım tamamdı. Araştırmalarımda ilerledikçe, elimdeki kanıtlar arttıkça hevesim kırılmaktaydı. Son günlerde tuhaf rüyalar görüyordum. Biraz daha beklesem belki de şimdi yapmak üzere olduğum şeyden vazgeçebilirdim.
  Bu an için bir ayı aşkındır hazırlanmaktaydım, ama kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başlamıştı. Benden on beş santim kısa, kırk kilo hafif bir kadından korkuyordum. Bu nedenle bir yanım sürekli, ‘Zili çaldın artık kaçabilirsin’ diyordu. Açıkça pişmandım. Yanlış bir iş yapmıştım. Zile dokunan parmağım bir çuval inciri berbat etmişti.
 “Buyrun.”
  Genç kadının üzerinde krem rengi yazlık bir elbise vardı. Ayakları
çıplaktı. Biraz çekikçe olan kahverengi gözleri muzipçe denebilecek parıltılara sahipti. Yüzünde gelişime şaşırmış bir ifade yoktu. Bu bana çok beklenen bir hamleyi yapıyorum duygusu vermekteydi.
  “Bu şerefi neye borçluyum Sedat bey?”
  “Sizle, biraz… Biraz konuşsak Deniz hanım.”
Kadın bir buçuk yıldır sokakta karşılaştığında tek tük iki kelime ettiği komşusunun ilk ziyaretinde yanında kocaman bir zarf getirmesi çok normal bir şeymiş gibi davranmış ve buna fazladan dikkat sarfetmemişti.
  “Vaktiniz müsaitse tabii.”
  Kadının kaşlarını çatarak ne hakkında diye sormasını boşuna beklemiştim. Belki konuyu beğenmez beni kapıdan defederdi. Şu anda böyle bir şeyi ne kadar istediğimi anlatmam mümkün değildi. Bu buğday tenli, orta boylu, genç kadından açıkça tırsmaktaydım. Yüzyüze gelince bunu daha derinden fark etmiştim.
  “Gelin içeri.”
  Kapıdan oturma odası görünmekteydi. Kirli beyaz iki divan. Bir masa ve üzerinde tembel tembel yalanan yaşı geçkince bir tekir kedi. Kedi bütün duygularımın özeti gibiydi. Buraya gelmeme neden olan şey de kedilerdi zaten. Kediler ve Leyla hanım.
 “Şöyle oturun lütfen.”
Kadının işaret ettiği koltuğa oturdum. Bana hâlâ ne istediğimi sormaması rahatsızlık veriyordu. Zarfı sağ yanımdaki sehpanın üstüne bıraktım. Az sonra kadına yapmayı düşündüğüm fotoğraf kanıtlı şov gözümde bayağı değersizleşmişti birden. Evin halini gördükten sonra umutsuzluğa kapılmıştım. Bütün kapıları salona açılan bir evde saklanabilecek pek az delik olabilirdi.
  “Şey için geldim Deniz hanım. Kediler. Kediler ve …”
  Ve karşı apartmandaki komşumuz Leyla hanım diyecektim, ama kadının aşırı rahat tavırları kendime güvenimi sarsmıştı.
  “Anlıyorum. Öncesinde bir demirhindi içmek ister miydiniz? Kendim hazırlıyorum. Sıcaklarda buzlu içecek olarak çok iyi gidiyor.”
  Demirhindi çok sevdiğim bir içecekti. Başımla olumladım. Kadın oturma odasına açılan mutfağa gitti. Kapı olmadığı için onu görebilmekteydim. Buzdolabını açtı ve büyük bir şişe aldı. Oradan iki uzun bardağa içkileri koydu. Bana doğru geldi. Otuz başlarında hoş bir kadındı. Serbest muhasebeci olduğunu duymuştum. Davranışları çok normaldi. Ona isnat edeceğim suçlamayı çelen hususlardı bunlar.
  “Buyrun. Afiyet olsun.”
  “Sağolun.”
  Buz gibi içkimden bir yudum aldım. Tadı nefisti. Deniz hanım karşımdaki divana oturdu. Masanın üzerinde yatan tekir kedi bize aldırışsızca yalanmayı sürdürmekteydi.
  “Buraya şey için geldim Deniz hanım,” dedim. “Bazı şeyler garip. Çok garip. Ben belki biliyorsunuz üç aydır işsizim. Vaktim vardı yani. Dikkatimi çeken şeyler oldu.”
  Kadın en rahat tavrıyla içkisini yudumladı ve bardağını kedinin yattığı masanın üzerine koydu. “Ne gibi?” Yüzünde hinoğlu hinliğin zerresi bile yoktu. Kendinden emin ve huzur içindeki görünümü nedeniyle giderek cesaretsizleşmekteydim.
  “Sizi dinliyorum.”
  Sehpanın üzerinde duran zarfı alıp içindeki renkli fotoğrafları çıkardım.
  “Ben bir bankada çalışıyordum. Sistem analizcisiydim. İşim grafiklerledir. Boş kalınca… Daha önce fark ettiğim, ama pek şey yapamadığım doneleri bir araya getirdim ve bir sonuca vardım. Bunu sizinle paylaşmak istiyorum.”
  Kadın yüzüyle ‘olur’ anlamına bir işaret yapınca “Kedilerden başlayalım Deniz hanım, “ dedim. “Herkes sizi bu mahallede kedi hamisi olarak tanıyor. Ve… Şu anda kaç kediniz var evde?”
  “Sadece bu, Ezo var şu anda?”
  “Diğerleri nerede peki?”
  Kadının yüzündeki ‘Hangi diğerleri?’ bakışı ne kadar hakikiydi. En üstteki fotoğrafı gösterdim. Kadının ön balkonu görünmekteydi. Balkonda tam dört kedi vardı. Bir sürü de su ve yemek kabı.
  “Bu fotoğrafı iki hafta önce çektim Deniz hanım. Balkonunuzda beslediğiniz dört kedi vardı. Şimdi aradan günler geçti. Yoklar. Ansızın kayboldular. Daha önceki fotoğrafa bir göz atalım. Bu sekiz dokuz gün önce. Bahçede balkondaki beyaz patili tekir kedi hariç biri kırmızımsı olan iki başka kedi daha var. Şimdi onlar da yok meydanda. Elimde kedi maması kabı her tarafı dolandım. Gözüme ilişmedi. Biri dişiydi ve beş yavru yapmıştı. Seslerini duyuyordum. Sonra birden sessizleştiler.”
  Kadın hiç istifini bozmadan beni dinliyordu. “Yani?” dedi ben sözlerime ara verince. Diğer fotoğrafları göstermeye başladım ve “Kedileri besliyor, bazılarını hadımlaştırıyor ve evsiz kedilere yuva buluyorsunuz, ama döngü çok hızlı,” dedim.
  “Birçok kedi ansızın yok olmuş durumda. Fotoğraflarla sabit. Bir gün önce balkonda, bahçede olan kediler ertesi gün yoklar. Bunlar mahalle kedileri. Civardaki evleri gezerler. Her tarafa baktım, o kırmızı tüylü kediyi hiçbir yerde göremedim örneğin. Beş yavrunun miyavları da ansızın kesiliverdi. Önce en üst kattaki avukattan şüphelendim, ama adam tatildeydi o sırada. Kedileri hiç sevmez malum.”
  Kadın gösterdiğim fotoğrafları merakla izliyordu. “Hepsi bu mu?” dedi sonuncuya sıra gelince.
  “Bir şey daha var.” dedim kararlı bir sesle.
  Kadının rahat tavırlarında bir patron algılamıştım sanki. İnce bir hesaplılığın adım adımlığı desem abartma olmaz. Halleri ‘Peki ne kadarını biliyorsun’ ışımaktaydı. Kadın belki soğukkanlı bir psikopattı. Biraz sonra elinde bir bıçakla gelecek ve…
  “Leyla hanım. Karşı apartmanın ikinci katında oturuyordu. Bir kez sizi konuşurken gördüm. Sokak kapısının önünde. Kadın ertesi gün kayboldu. Biliyorsunuz. Polis araştırması yapıldı. Boşandığı kocasından şüphelendiler. Cep telefonu dahil evinden hiçbir şey almadan çıkmış gitmişti. 29 Nisan günü. Pazardı. Ertesi gün işine de gitmemiş.”
  “Sonra?”
  “Kendisiyle birkaç kez karşılaştık. Kedi konusunu o açtı. O da kedileri çok seviyordu ve sizin kedileri himaye etmenizi çok taktir ediyordu. Yalnız en son gördüğümde fikrini değiştirmişti. Kaybolan kedilere dikkatimi çeken o oldu. Yeni kediler geliyordu. Doğanlar falan, ama sizin çevrenizde olan kediler bir an gelip… Bir an gelip sırra kadem basıyordu. Leyla hanım bunu çok garip bulmaktaydı. Sizle konuşacağını söylemişti bana. 28 Nisan günü. Akşamı sizi konuşurken gördüm. Ertesi gün Leyla hanım yeryüzünden silindi adeta.”
  “Tam olarak ne demek istiyorsunuz Sedat bey? Kedilerin ve Leyla hanımın gaybından ben mi sorumluyum yani?”
  “Evet. Muhtemelen öyle.”
  Kadın gülümseyince esmer yüzünde yumuşak ve bağışlayıcı bir ifade oluştu. Bütün beklentilerime rağmen kadın azılı bir psikopatın iç hesaplılığının zerresini dahi ışımamaktaydı. Bana karşı kızgın da değildi sanki. Anlayışla sözlerimi dinlemekteydi.
  “Ayağa kalkın lütfen.”
  Kadının dediğini yaptım.
  “Ben burada oturacağım. Bütün odalar salona açılıyor. Bir bakın etrafa. Burada böyle şeyleri saklayacak ne çatı katı odaları, ne de derin mahzenler var.”
  Kadın sözlerinde haklıydı. Bakmadan da öyle olduğunu görüyordum, ama kayıp yirmi kadar kedi ve hatta Leyla hanım bir yerlerde saklı önsezimi engelleyemiyordum.
  “Bir şekilde…” dedim ve sözlerimi tamamlamadım.
  “Leyla hanım hoş bir kadındı. Bekardı. Onu beğeniyordunuz değil mi?”
  Deniz hanımın mahallenin doksanlık ninesi gibi bilmiş bilmiş konuşması çok rahatsız edici değildi. Haklıydı çünkü. Leyla hanımı çok beğeniyordum ve sırra kadem basmasaydı, ona birlikte çıkmayı teklif edecektim.
  “Öyle de… Nerede o şu anda Deniz hanım?”
  Kadın yine gülümsedi.
  “Siz Leyla hanıma abayı yakmışsınız belli. Kendisiyle 28 nisan akşamı konuştuğumuzda pek lafını etmedi. Ama ertesi gün geldiğinde dilini yokladığımda onun da size karşı benzer duygular hissettiğini gördüm. Bana sorarsanız bayağı iyi bir çift olabilirdiniz.”
  Hâlâ ayakta duruyordum. Yerime oturdum. Birden halsizleşmiştim. Kadının Pazar günü buraya gelmesi, gayb âlemine buradan geçtiğini ispat etmez miydi? Deniz hanımı bu kadar rahat yapan şey neydi? Delilik mi? Yoksa sakinleştirici ilaç falan mı kullanmaktaydı? Kadını kedileri ve bir insanı parça parça doğrayan ve azar azar çöpe atan bir sapık olarak hayal edemiyordum artık. Bu algım konuşmamızın seyri nedeniyle bozulmuştu. Daha karmaşık bir aracın dümenindeydi Deniz hanım. Ben böyle bir şeyi duymaya, daha da kötüsü deneyimlemeye hazır mıydım? Hayır. Değildim. Hemen buradan gitmeli ve sonra ne yapacağıma karar vermeliydim. Belki polise başvururdum. Elimdeki deliller işe yaramazdı biliyordum. Susardım o zaman. Susar ve en kısa zamanda bu lanet sokaktan taşınırdım.
  “İkiniz de kedileri seviyorsunuz üstelik.”
Kendimi engelleyemedim ve “Leyla nerede biliyor musunuz?” dedim.
Kadının kahverengi gözleri hafifçe irileşti. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu.     
  “Sokak kedilerinin hallerine çok üzülüyorum,” dedi.
 “Arabaların altında eziliyorlar. Susuzluktan ve açlıktan ölüyorlar. Kötü muamelelere maruz kalıyorlar. Bu nedenle bazılarına olsun daha güvenli bir ortam ve iyi niyetli bakıcılar sunmak lazım. Leyla da böyle düşünüyordu. Pazar sabahı erkenden buraya kaybolan kediler için geldi. Ona durumu izah ettim. Anlayışlı kadın. Ne demek istediğimi fevkalade iyi idrak etti.”
Hissettiğim halsizliğin olağanüstü bir gerçeği duymak üzere olmamdan kaynaklanmadığını keşfetmiştim bu arada. Demirhindi ilaçlıydı. İçine beni kaderimle buluşturacak bir uyuşturucu madde konmuştu.
  “Kendisi sağ ve afiyette şu anda, merak etmeyin.”
Kadının arkasında üç kapı vardı. Onlardan birinden çıkacak ve “Sana nasıl oyun oynadık.” diyecek bir kadını hayal ettim.
  “Ayağa kalkın tekrar.”
  “Halim yok. İçeceğe ne koyduysanız.”
  “Sandığınız gibi değil. Sizi uyuşturmadım. Siz kendinizi uyarlıyorsunuz.”
  “Nasıl yani?”
Deniz hanım yerinden doğruldu ve yanıma geldi. “Göreceksiniz.” Uzattığı elini tutarak doğruldum. Eli ne kadar sıcaktı. Sıcak ve bir şey daha. Sıcak ve yabancı. Evet. Evet. Alışılmadık bir ünite. Dokunmakla geçen yabancı bir bilgi. Neyse ki, korkum abartılı değildi. Uysalca yüzüne baktım. Direnecek halim yoktu. Hipnozda gibiydim.
  “Kediyi alın.”
  “Ne?”
  “Kediyi kucağınıza alın. Ezo kaç gündür sizin gelmenizi bekliyor. Arkadaşlarını özledi. Ancak kapıyı bir kedi açabilir size. Onun için hayvanı beklettim burada.”
Beynimin içinde soğuk nefesli soru işaretleri uçuşmaktaydı. Dediğini yaptım. Koca hayvanı kucağıma aldım. Kedi memnuniyetle mırlamaya başlamıştı.
  “Gelin şimdi.”
  Sessiz bir ‘nereye?’ sözcüğü salarak arkasından yürüdüm. Aralık duran kapılardan birinden odaya girdik. Odadaki tek eşya uzun bacaklı bir sehpa ve üzerindeki cam kavanozdu. Bir litre hacmindeki kavanozun metal kapağı vardı. İçi boş gibiydi. Dibinde yosun benzeri yeşil bir şeyler vardı.
  “İşte orada. Aradığın her şey.”
  Kavanoza bakarken bir değişiklik oldu, etrafımdaki perspektif yamuldu, gözlerim karardı. Bir şey kucağımdaki kediyi ve beni tuttu kaldırdı. “Dinle.”
Gördüğüm şeyin ne olduğunu kavramam saniyeler aldı. İki metre eninde, bir metre boyunda bir göze bakmaktaydım. O’ydu. Deniz hanımın gözüydü. Kadın devleşmişti birden. Eve nasıl sığardı o zaman. Kavanozu düşündüm. Başka bir şey olmuştu. Ben küçülmüştüm.
  “Kavanoz bir âlem. Göreceli olarak 100,7 kilometre kareye tekabül eden bir alana sahip. İki katlı bir ev, ekilebilecek bir arazi, korular, göller, çimenleriyle çok hoş bir habitattır. Minileştirdiğim bütün kediler orada. Kendilerine sınırsız gibi gelen arazide gönülleri istediği gibi yaşıyorlar. Dişilerin yüzde doksan sekizi kısır. Böylelikle aşırı üreme gibi bir sorun söz konusu değil. Fare ve diğer av hayvanları da bol. Sizi de oraya ekleyeceğim. Leyla hanım gelmenizi bekliyordu. Sevinecek. Eviniz hazır. Bütün konfora sahip. Kileriniz tıka basa yiyecek dolu. Tavuğunuz horozunuz var. Bahçenizde de envai çeşit sebze. Kitap, dergi, dvd oynatıcı vb. gibi vakit geçirmenize yardımcı olacak her şey düşünülmüştür. Diğer yandan hava temiz. GDO yok. Savaş yok. Terör yok. Yeni Dünya Düzenin tehditkârlığı yok. Kitlelerin nasıl kurnazca imha edildiğini görmeyeceksiniz. Fitne, fesat, Ateş ve kan sizden ırak kalacak. Asla işsiz ve aşsız da kalmayacaksınız. Dünyanızda ne görüştüğünüz yakın akrabalarınız, ne de arkadaşlarınız var. Leyla hanım da çocuksuz ve yalnız biriydi. Bu sayede beni keşfettiniz. Orada ise sevgiliniz ve kedilerinizle mutlu ve mesut olacaksınız.”
  “Siz kimsiniz? Dünya dışı bir zeka mısın?”
  “Ben mi? Bunun ne önemi var.”
  İşin bu tarafını bilmemenin psikolojim için daha hayırlı olacağını hemen hissettim. Israr etmeyecektim.
  “Şimdi ne olacak peki?”
  “Siz de ansızın sırra kadem basacağınız için bu etrafın dikkatini çekecek. Böylece artık bu mahalleden ayrılma zamanı geldi demektir. Kavanozumu alıp yeni bir mahalleye gideceğim. Merak etmeyin habitatınız garantide. Haydi gidin ve yeni yaşamınızın tadını çıkartın.”
Ayağım çimenlere değince korkum azaldı. Kaslarıma yeniden takat yüklenmişti. Tertemiz havayı içime çekerek etrafıma bakındım. Ezo bir yerlere doğru koşmaktaydı. Gözümle onu takip ederken Leyla’yı gördüm. Bana doğru yürüyordu. Üzerinde en son gördüğümdeki çiçekli yazlık elbisesi vardı. Ne kadar güzeldi.
  Adımlarım irademin dışında hızlandı. Kadın da aynı şeyi yapmaktaydı. İlk buluşmamızın böyle bir ortamda gerçekleşecek olması akıl almaz bir şeydi. Az sonra kadın bana sımsıkı sarıldığında iyi ki az önce kapıyı çalmışım diye düşünmekteydim. Aşk asla pişman olmamaktır demiyorlar boşuna.
                                                                                                                                                                    Balçova - 2013

27 Aralık 2016 Salı

Kadir'in kaderi mi, kaçınılmaz seçimi mi? - Nazarzede Kliniği İncelemesi

Kadir'in kaderi mi, kaçınılmaz seçimi mi?
Kadir Torun

SADIK YEMNİ’NİN NAZARZEDE KLİNİĞİ ADLI ROMANI POSTMODERN BİR ZAMANA ÖZGÜ, YERLİ BİR FAUST GİBİ YAŞAYAN BÜYÜK VE ZENGİN REKLAMCI KADİR’İN SEÇİMLERİ ÜZERİNDEN YOL ALIYOR.

Hızın, hazzın ve başarının, metropollerin en yükseğinde ve en görünür yerinde parlatılıp tek yol ve tek yön olarak gösterildiği bir zamanda başarılı bir reklamcının köşedeki kestaneciden aldığı beş liralık yedi kestanenin yedisinin de çürük çıkması sadece bu çağın kesin hazcılığına özgü bir felakettir. Öyle bir şeydir ki bu, gözünüze görünen tek şey bu yedi adet çürük kestanenin sadece ve basit bir biçimde çürük olduğudur. Oysa Sadık Yemni’nin son romanı Nazarzede Kliniği’nin kahramanı Ahmed Kadir’in asıl düşünmesi gereken şey bu beş liralık yedi kestanenin tam da onun ellerinde çürümüş olduğu gerçeğidir.

Aynı zamanda çürümeye yönelik bir nedenselliğin de unutulduğu bir başka gerçeklik vardır bu gerçeğin içinde. Değil mi ki, her saniyesine kadar hesaplanmış bir gün içinde her saniyeyi paraya tahvil ederek yaşayan bir adam için bu yedi çürük kestane hiçte hak edilmiş bir şey değildir. Hatta böylesine başarılı bir adam için büyük bir haksızlıktır bu…

Hele hele bütünüyle kazanmaya ve başarmaya yazgılı olduğu vesvesesi ile yaşayan bir adamın kırk tilkiyi birden dolaştırdığı yedi delikli başından aşan işleri arasında ağzının tadını bozan yedi adet çürük kestaneyse bu, bu felaket aynı zamanda deccaliyet zamanlarına özgü toplumsal bir felaket anlamına gelmek zorundadır. Zira böylesine değerli zamanları tüketen ve habire kazanan bir adamın ağzının tadını bozan bu yedi çürük kestanenin alınıp satılabildiği bir dünya baştan başa anlamını yitirmiştir. İşin daha da vahimi bu anlamsız dünyada bu gerçekliği bu başarılı reklamcıdan ve onu gibi ışıltılı hayatı yaşayabilen bir avuç insandan başkası fark etmemiştir.

BAŞARMAYA MECBUR İNSAN
Hızın, başarının ve sınırsızca kazanımın arsızca büyüttüğü bu deccaliyet zamanında ezberlenen algıya göre çürümenin insanın hem de kendi içindeki sebeplerini düşünmek ve kendisini sigaya çekmek gibi bir lüksü de yoktur. Zira bu deccal algısına göre her şeyin temizi, büyüğü, parlak ve özel olanı sadece ve sadece bu zamanda hız sahibi olanın, başaranın ve her ne pahasına olursa olsun kazananın hakkı olarak nitelendirip öylece belirlenmiş durumdadır.
Başarmaya yazgılı ve mecbur edilmiş insana kalan tek şey bu tescillenmiş ve belirlenmiş durum dışında her şeyi unutmak, geleceğe ve daha fazlasına kilitlenmek üzere yoluna çıkan anne, baba, aile, arkadaş, dost, sevgili gibi ayak bağı olacak her şeyden azade biçimde yaşamaktır. Bu anlamda geçmiş, her şeyiyle unutulması gereken bir geri zamandan başka bir şey değildir. Ve bu unutulması gereken geri zamanda bütün yapılanlar ve yapılmayanlar da sanki büyülü bir el tarafından sürekli biçimde silinip temizlenerek ileri zamanlardaki kazanımlar için güdüleyiciler olarak transfer edilmiş durumdadır.
Bu esnada isterse adını ‘Hız…Hızhız, Hazhız…’ diye yanlışça ezberlemiş olsun Ahmet Kadir’in Hızır Aleyhisselam’dan duyduğu şu değerli ikazı duyup işitse de bu ikazın gereğini yapacak ne zamanı ne de buna yönelik bir yeteneği de olmayacaktır.
Çünkü o Ahmed olmaktan çok Ahmet’tir. Hatta bunu da kimseye söylemeyecek kadar derin bir gizem içinde ilk adını hep saklayarak yaşadığı gibi gözbebeği şirketi ‘Modus Vivendi’nin yenilmez, yıkılmaz büyük patronu Kadir Bey’dir. Az biraz çalkantılı duygular içinde, samimi olduğu tek bir arkadaşı bile olmasa da, hâlâ telefonu çalmakta, konuşmakta, en azından yardımcısı Cem, şoförü ya da ne kadar çabalasa da eski nişanlısı Nehir’in hayatında bıraktığı boşluğa yerleştiremediği güzel kadın Suzan’la zoraki ve kısa sohbetler edebilmekte ve kendini yeni seviyesine her geçen gün daha da uyarladıkça daha bir güçlenmekte, eskiye dair ne varsa tümünü alt düzeylerde kalmış şeyler olarak sürekli biçimde ötelemekte ve iki yanından güle konuşa gelip geçen insan kalabalığını daha bir güçle yarıp geçebilmektedir. Hayat onun için bir bilgisayar oyunudur ve bütün oyunlar da son tahlilde kazanabilmek için oynanacaktır. Sürekli olarak yükselmek gereken mertebeler vardır bu oyunun her aşamasında. Yön yukarıya doğrudur ve tektir. Yukarıya hep daha yukarıya çıkmak şarttır. Çünkü bu zaman öyle bir zamandır ki, yükselmeyen muhakkak düşecektir.

İYİ OLMAK TERCİH MESELESİ
Büyük ve zengin reklamcı Kadir’in kaderi midir bu yoksa bile isteye seçip anlamlandırmaya çalıştığı ama bir türlü anlamsızlıktan kurtaramayıp giderek bütün varlığını esir alan bu anlamsızlığı anlam haline getirmeye doğru onu alıp götüren yeteneksiz yeteneğinin kaçınılmaz sonucu mudur?
Evet sevgili okur; Sadık Yemni’nin Nazarzede Kliniğiadlı romanında böylesine postmodern bir zamana özgü, yerli bir Faust gibi yaşayan bir kahramandır Kadir.
Hep göstermeye odaklanan ve son tahlilde herkesi görmeye ve görülmeye- nazar edilmeye, ama ne pahasına olursa olsun nazar edilmeye- hazırlayan bir zamanın başarılı kahramanıdır o. Bir inancın şeksiz şüphesiz mümini olmaktan zor bir şey yoktur bu zamanda. Zira bu zaman akıp geçtiği her bulvarda nice mega tuzakla dolu, her şeyi bir tık öteye kadar yakınlaştıran bir hipergerçekliğin zamanı olarak hakikatin kaybedildiği bir devirdir artık. Ve Kadir gibi başarılı insanlar da dahil herkes sürekli olarak izlenen noktacanlardır. Bu zamanın hâkimleri başarılı olmak isteyen bütün Kadir’leri işte böylesine acımasızca ödüllendirerek keyfe ve hazza boğmaktadırlar. Öylesine kaçınılmaz bir ruh çölleşmesi yaşanmaktadır ki, tıpkı bir zamanlar Nietzsche’nin söylediği gibi; ‘Vay haline, içinde çöl taşıyanın…’ diye ince ince yağan bir hüznü taşıyacak birkaç iyi kalpten başka yer de kalmamıştır artık.

Oysa iyi olmak, iyi olanı sevmek, hakkın ve hakikatin yanında olmak iyiyi, hakikati ve hakkı güya sevmek değil, direşken bir biçimde yanında durduracak kesinlikte içsel bir yetenek ve tercih meselesidir. İnsanın böyle bir tercihi yapacak yeteneği yoksa eğer, kısmetine devrin güzel kadını Suzan’lardan biri mutlaka düşecek lâkin, içinde çöl taşımayan Nehir’ler ellerinin arasından su gibi akıp geçecektir.

Nazarzede Kliniği
Sadık Yemni
Erdem Yayınları