27 Ekim 2016 Perşembe

Morgenland’ın James Bond’u

Morgenland’ın James Bond’u



Dupin’den Holmes’e ve Bond’a
Okuduğum ilk polisiyeler A.C.Doyle’un Sherlock Holmes’ü, Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı Cingöz Recai’leri, Arsen Lüpen’ler, Fantoma’lar ve de bazıları yerli yazarlarımızın eseri olan Mike Hammer’lardı. Piyasa aynı zamanda Agatha Christie ve Carter Dickson çevirileri kaynıyordu. Zekâlarının yanı sıra bol bol silah ve yumruk kullanan Murat Davman’lar, Shell Scot’lar, James Bond’lar kitapçılarda ve filmlerde boy göstermekteydi. 

Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti öyküsündeki Dupin karakteri ve Altın Böcek öyküsü 11-12 yaşlarımın unutulmazlarıdır. Yazım üslubumdaki polisiye damarın oluşmasında çok ciddi katkıları olmuştur. Poe bu iki öyküsüyle beni çok derinden etkilemiştir. Yarattığı Dupin karakteri modern polisiyenin babası olarak görülür. Polisiyenin iyisinin olmazsa olmazları, yetkin kurgu, akıcı dil ve gizem kurmadaki özgünlüktür. Altın Böcek bir definenin bulunuş bilmecesi üzerine kurulmuştur. Bana 13 yaşındayken gizli bir yazı yaratma ilhamını vermiştir. Hâlâ zaman zaman kullanmaktayım.

Sherlock Holmes’ün  ipuçlarını topladıktan sonra evine çekilerek icra ettiği kokainli ve kemanlı düşünce seansları, Arsen Lüpen’in 813’ündeki teknik düzenekler, usta hırsızlığının yanı sıra hızlı bir Fransız olarak Alsas-Loren meselesine sahip çıkması, Cingöz Recai’nin İstanbul’da çevirdiği fırıldaklar, Fantoma’nın ele geçirdiği kruvazörün toplarını Monaco sarayına çevirmesi belleğime unutulmaz izler kazımıştır. James Bond ise bütün diğer mesajlarının yanı sıra televizyonsuz bir âlemde dünyaya açılan pencereydi. Karayipler, Güney Amerika, İsviçre, Afrika, Monako, Tayland’ı 007’yle gezer dururdum.

Ian Fleming İstanbul’da
James Bond’un yazarı Ian Fleming 1956 enterpol konferansına katılmak üzere İstanbul’a geldi. Tam o sırada patlayan 6-7 Eylül olaylarına tanık oldu. Sonrasında ünlü iş adamı Oxford mezunu Nazım Kalkavan’ın Beylerbeyi’ndeki yalısında kaldı. Nazım Bey ona Türk misafirperverliğini gösterdi. Çok iyi ağırladı. O kadar ki, Ian geldiği heyetle geri dönmedi; Nazım’la birlikte şehrin altını üstüne getirdiler. Ian Fleming’in biyografisini yazan John Pearson, Rusya’dan Sevgilerle kitabındaki önemli karakterlerden biri olan Türk Darko Kerim ile Nazım Bey’in benzerliğine değinir. Darko karakterinin Fleming’in en çok önemsediği kahramanlarından biri olduğuna ve ikili arasında dostluktan öte bir ilişki olabileceğine dikkati çeker.  

Biz gelelim Darko Kerim karakterine. Darko Kerim, Bay Bond İstanbul’a gelince onun baş yardımcısı olur. Kendisi İngiliz gizli servisi MI6’in en güvendiği adamlarından biridir. İstasyon T’nin başıdır. Bir konuşmasında ‘Önce Allaha, sonra Kraliçeye bağlı olduğunu’ söyler.

Sayfalar ilerledikçe James Bond, Kerim’in hantallığından, oyun kurma yetisindeki kusurlarından sık sık yakınır. Bir keresinde kritik bir çatışmada Kerim’in hayatını kurtarır. Darko Kerim sonunda Bulgaristan’a giden trende kendi tedbirsizliği nedeniyle öldürülür. Darko, Slav dilinde hediye anlamına geliyor. O sıralarda Avrupa’ya işçi göçü başlamamış olsa da kara kafa çağrışımı da mevcut haliyle. Kerim de cömert, ikram edici, vaadini yerine getiren vb. demek malum. Bay Fleming besbelli isim seçerken sözlük kullanmış.

Modern Türkler!
Ian Fleming bu kadar samimi ve içten ağırlanmalar, İstanbul’da gezip tozmalardan sonra yazdığı Rusya’dan Sevgilerle adlı kitabında James Bond ilk kez müşerref olduğu Türkleri şöyle  tasvir eder:
Demek ki modern Türkler şu gördüğü esmer, çirkin, mütevazı duruşlu memurlardı. Bir müddet Bond onların kalın sesli harflerin ve U seslerinin bol olarak kullanıldığı konuşmalarını dinledi, uysal, terbiyeli duruşlarını yalanlayan canlı, kara gözlerini seyretti. Dağlardan henüz inmiş kızgın parlak, vahşi gözlerdi bunlar. Asırlardan beri davar sürülerini gözlemeye, tozlu bozkır ufuklarındaki en küçük hareketleri dahi sezmeye alışmış gözler. Bunlar eldeki bıçağı görmeden sezen, yiyecek kırıntılarını ve kuruşları santimine kadar sayan, satıcının titreyen parmaklarını farkeden gözlerdi. Sert, itimatsız, kıskanç gözler.
                                                                                             Başak yayınları. 1965. Sayfa 83.

Boğaz’da sefa sürmüş, sofrasından kuş sütü eksik edilmemiş bir İngiliz bunu niye yapar? Bizzat tanık olduğu 6-7 Eylül olayları tek başına neden olabilir mi? Darko’ya niye haşin davranır peki? Bond’un egosunu zirvede tutmak için mi? Oryantalist ruh mu?

Bir Not: 1963 yılında gösterime giren Rusya’dan Sevgilerle filminde Darko Ali Kerim Bey rolünü Meksika kökenli aktör Pedro Armendáriz oynadı. O sırada kanserdi. Ölümcül olduğunu biliyordu. Sette morfin kullanamadığı için çok acılara katlanarak filmi tamamladı. Bunu sırf ailesinden arkasında kalacaklara biraz para bırakmak için yaptı. Film çekimleri bitince de intihar ederek hayatına kıydı.

Len Deighton’ın Harry Palmer’ı
Bir gün elime The Ipcress File  adlı bir kitap geçti. 1962’de basılmıştı. Gülten Suveren’in çevirisiydi.  Kitap filminin gösterime girdiği yıl olan 1965’te filmin adıyla, Ani Tehlike başlığıyla basılmıştı. Romanda kahramanın bir adı yoktu. Birinci tekil şahıs yazıldığı ve zaman zaman sahte pasaport kullandığı için kitaplarda baş kahramanın adı geçmiyordu. Film uyarlamasında ona Harry Palmer adı verilmişti.

Harry Palmer silah taşımayan, yumruk kullanmayan, yemek pişirmeyi seven, mali sıkıntı içinde yüzen bir İngiliz gizli servis ajanıydı. Kitapta bilginleri kaçırıp beyinlerini yıkayan bir şebeke anlatılmaktaydı. Harry Palmer, soğuk nane Holmes, Viktoryen koket bayan Marple, kendi gri hücrelerine kara sevdalı Poirot, yumruğuna tükürmüş kaslı, aşırı testosteron yüklü hafiyeler ve Üçüncü Dünya’yı çok aşağı gören ve sımsıkı bir soğuk savaş sembolü olan James Bond’dan çok farklıydı.

Daha altmışlı yılların başında, dünya Küba kriziyle sarsılırken Harry Palmer üstlerinin iradesi dışında Sovyet albayı Stok’la ortak menfaat alanlarında işbirliği yapabiliyordu. Harika bir mizah yeteneği, özeleştiri ve ince alay yüklü diyaloglar, ilerici politik görüşlerin yumaklandığı çözümlemeler, vuruşma ve dövüşsüz yaratılan gerilim sanatıyla bezeli metinleri okumak  bana yepyeni bir bakış açısı kazandırmıştı.

Harry Palmer dizisinde yer alan ikinci kitap 1966’da gene Başak yayınları tarafından Canavar Dişi başlığıyla basılan  Horse Under Water (1963)’dı.  Harry Palmer Portekiz’de batık bir denizaltıda bulunan ünlü Weiss listesini, Avrupa’da Nazilerle işbirliği yapmaya hazır kimselerin listesini bulmaya yollanır ve çok daha karmaşık bir oyunun içine gömülür. Onu Berlin’deki Cenaze- Funeral in Berlin (1964), Milyarlık Beyin - A Billion Dolar Brain (1966),  Casus Hikâyesi -  Spy Story (1974), Dünkü Casus - Yesterday Spy (1975) Güneş Yayınları tarafından 1990 yılında basıldı.  Pırıl Pırıl Küçük Casus - Twinkle Twinkle Little Spy (1976) gibi polisiye-casusluk türünün klasiği denebilecek kitaplar izledi. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının politik ve ideolojik satranç oyunlarını derin araştırmalarıyla geniş bir yelpazeden okurlarına sunan yazarın Pırıl Pırıl Küçük Casus’u bildiğim kadarıyla Türkiye’de basılmadı.

Harry Palmer dizisinden The Ipcress File, Funural in Berlin ve A Billion Dollar Brain filme çekildi ve genç aktör Michael Caine’in parlamasında çok ciddi bir rolü oldu. O yılların süper bir dedektif-casus  filmi olarak damgalandı. James Bond kadar ünlüydü.

Entelektüellerin James Bond’u 
1995 yılında, The Ipcress File’dan tam otuz yıl sonra artık Sir ünvanlı olan Michael Caine, St. Petersburg Gecesi - Midnight in St. Petersburg  ve Bu Kurşun Pekin’e - Bullet to Beijing filmleriyle iki kez daha Harry Palmer rolüne çıktı. Aradan zaman geçmiş, Berlin duvarı yıkılmıştı. İlgi Orta Doğu’ya ve Pasifik’e yönelmişti. Piyasaya yeni hasımın (Müslümanlar) sürümü yapılıyordu. Avrupa dergileri ve  gazetelerinin bazıları Entelektüellerin James Bond’u başlığını kullandı, ama esas revaçta olan ‘diğer Bond’tu.


Cezmi Band 007,5 Zamanları
İlk James Bond kitabı olan Royal Gazinosu – Casino Royal 1953 yılında basıldı. Aradan altmış küsur yıl geçti. Dünya değişti. Türkiye de bundan nasibini aldı. Ian Fleming 1964’te İnsan İki kere Yaşar – You Only Live Twice romanını yayımladığı sıralarda Anadolu insanının dış dünyaya açılarak ikinci hayatını yaşamaya başlaması çok önemli bir aşama. Bu benzetmeyi sıkça yaparım, benim gözümde Türklerin Avrupa’ya göçü Mars’a insanlı araç indirmek kadar önemli bir gelişmeydi. Sonuçları muazzam oldu.

Türkiye halkı altmış ortalarında ruh ve beden olarak sımsıkı içine kapalıydı. Avrupa’ya misafir işçi olarak gitmesiyle bu cenderede sıkışmışlık hali sona ermiş ve halk makus talihinden sıyrılmaya başlamıştı. Ressurrection denebilir, bir dirilişti. Göçmenlik Türkiyeliler için harika bir açılış oldu.

Yetmişlerde yurt dışına sınırlı ölçüde ve acayip kısıtlamalarla çıkılabiliniyordu. Bankalardan kişi başına güç bela yüz dolar alınabiliyor, geri kalan miktar için herkes kendi dövizini aracı bürolar kanalıyla kayıt dışı, ilegal yoldan buluyordu. Türk lirası henüz konvertibilite edilmemişti. Yurt dışına telefon edebilmek için bazen günlerce bekleniyordu. Yetmişli yılların sonunda Amsterdam’dan İzmir’e telefon edebilmek için büyük postahanede ortalama üç-dört saat bekliyor, bazen boş hat bulunmadığı için kös kös eve dönüyordum. Sosyal medya araçları henüz mevcut olmadığı için Türkiye dışında ne olup bittiği bilinmiyordu.  Dilimiz takatsizdi, tarih bilincimiz kısıktı. Moderniteyi tanıma kodlarımız eksikliydi. İdeoloji markalı deli gömlekleri kapış kapış gidiyordu.

Bu satırları yazarken 1965 yılında gösterime giren Cezmi Band 007,5 filmi geldi aklıma. Öztürk Serengil başrolü oynuyordu. Ajandı. Selma Güneri ve Sevda Ferdağ da bizim iyi kız ve art niyetli şuh kadın rollerini bölüşmüşlerdi.  Dünya harıl harıl heyecan ve konjonktür yüklü casus filmleri çekerken biz ancak karikatürüyle avunabiliyorduk.

Morgenland’ın James Bond’ları
Morgenland, Almanca Güneş Ülkesi, Şark Dünyası, Doğu ülkeleri anlamına geliyor. Şark Dünyası eskisi gibi pasif ve yönetilen durumda değil. Dünyanın ekonomik ve siyasi ağırlığı doğuya doğru kayıyor. Morgenland’ın istihbarat servisleri şu anda örneğin Orta Doğu’da ve Afrika’da harıl harıl çalışıyor.

Dünya yeni bir oluşumun eşiğinde. Arap baharları başka bir düzene evrildi. Türkiye’de Gezi olayları meydana geldi. Mısır’da seçilmiş hükümet darbeyle yıkıldı. Ukrayna bölündü. Suriye’de iç savaş sürüyor. DEAŞ namı diğer IŞİD, El Kaide, Boko Haram, PKK, PYD, DHKP-C tanıdık gizli istihbarat kuruluşlarının taşeronları olarak sahnede. Ocak 2015’te Charlie Hebdo karikatüristleri gizli servis planlarıyla hunharca katledildi ve sonuç müslümanlara fatura edildi. Dünya çapında işgören bir İslamofobi tezgâhı kurulmuş durumda. Asimetrik savaşlar zamanı. Başta ülkemizde olmak üzere bölgede enformasyon ve gizli servis faaliyetleri gırla gidiyor. Ekonomik darbeciler de boş durmuyor.

FETÖ denen suç örgütü Batı’nın gizli emellerine hizmet veriyor. Bu suç örgütü 15 Temmuz gecesi askeri bir darbeye kalkışarak tanımı çok zor olan bir ihanet sergiledi. Yaptığı hasarın tamiri uzun sürecek. Kriptoların tümden faş edilmesi de öyle.


Böyle bir hengâmenin tam göbeğindeyiz.  Bitmez tükenmez bir yazı malzemesi. Şu anda Türkiye’de sergilenen kumpasların ıcığını cıcığını ortaya seren kitaplar yazılıyor. Bunların sayısı giderek artacak. Filmleri ve dizileri çekilecek. Gelecek kuşaklar için çok ilginç bir heyecan kaynağı ve ders malzemesi olacak. 

2004 yılında bir konuşmamda ‘Yeni Kafka’lar Avrupa’da yaşayan Türkler arasından çıkacak’ demiştim. Bundan kastım Avrupa’da giderek belirginleşen Yeni Kafkaesk Ortamdı. Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin bu kasvetli atmosferi eserlerinde yansıtmalarını kastetmiştim. Meleklerin önünde eğildiği kimseler Kafkalaşamaz. Düşkünleşebilir, bedbinleşebilir, inancı zayıflayabilir, ahlaktan fire verebilir; ama fıtratındaki muhkem yapı onu kolay kolay böcekleşme aşamasına sürüklemez.

2016’da, on yıl sonra  bir sözüm daha var: MIT’in giderek millileşmesi nedeniyle önümüzdeki on yılda dünyaca ünlü casus romanları, Morgenland’ın James Bond hikâyelerinin en heyecanlıları Türkiye’de yazılacak.  Hatta yabancı yazarlar Türkiye merkezli gerilim romanları yazmaya başlayacak.

İkinci Abdülhamit de 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında yüksek sayıda memur ve ajan kullanıyordu. İstihbarat ağı emperyal bir devletin olmazsa olmazıydı. Şimdi yine aynı düzene geri dönülecek. Önümüzdeki on yıl Türkiyeli James Bondların altın yıllarına hazırlık yılları olacak. MIT teşkilatı ikibinli yıllara kadar sadece yurt içinde etkinliği olan içe dönük bir kurumdu. Kendi insanını fişlemekle iştigal ediyordu. Bu nedenle bizim uluslararası bir ajanımızın olması mümkün değildi. Yeni MİT bu sıkışmışlık ve ataletten sıyrılıyor yavaş yavaş. Namı parlıyor. Çevre ülkelerde ve giderek dünya ölçeğinde operasyonel güce kavuşması çok sürmeyecek.

John le Carre, Len Deighton, Graham Green gibi yazarların İngiliz gizli servisi MI6 ile ilişkisi üzerine çok yazılıp çiziliyor. Casusluk türündeki ünlerini biraz da bu tarafa borçludurlar. Yakın gelecekte MİT kaynaklarından beslenen Türk yazarlarını okuyacağımızı söyleyebilirim.

Dünyaya geniş açıyla bakan, tarih bilinciyle hareket eden ve hinterland avantajının farkında olan bir Türkiye’nin, sıfırıncı meridyenin esas sahibinin kendi James Bond’larını çıkarması yakındır.

                                                                                                          Sadık Yemni – 2015 -2016

Neo'suz Matrix'ten Çıkış


Matrix filmi üzerine alternatif bir yorum


Neo’suz Matrix’ten Çıkış


Matrix’i kuranlar Neo’yu, ajan Smith’i türettikleri kazandan döktüler. Neo oyunun içinde herkesin içindeki mücadeleci potansiyeli aşan yapısıyla ajan Smith’ten daha işlevsel değildir. Tek farkı daha eğlenceli ve kahraman olarak sunulmasıdır. Keanu’nun canlandırdığı karakter bir misyonun lideri gibi görünen, ama aslında tek kaleli maçın amigosu olmaktan öteye geçmeyen bir kimliktir.

Slavoj Zizek ‘Matrix filmi felsefecilerin mürekkep lekesi testidir. Felsefeciler orada kendi gözde felsefelerini görüyorlar.’ Diyor. Kırmızı hapa, kehanetlere, Noe’nun süpermenliğine (son sahne unutulmasın) vb. kanıt bizim bu lekeye bakış şeklimizle belirlenmekte. Baktırılma şekli de denebilir. Bu dayatma sezgilerimizi, idrakimizi, algılarımızı yoğa sayar ve neyin gerçek olduğuna aslında bizim karar veremeyeceğimizi fısıldar kulağımıza.

Godot ya da mehdi bekleme hali bazı hallerde yanıltıcı olabilecek bir süreçtir. Morpheus’un Neo’ya sunduğu iki hapta da morfin bulunmaktadır. Kırmızı ya da mavi hapı seçmek bir fark yaratmıyor. Filmde Trinity, Teslis adlı kızımız da morfinin oluşturduğu sanrı, senaryodaki Tanrılar ve Rablar A.Ş’de çalışan cazibeli bir memuredir. Filmdeki işlevi Neo’nun beklenen kimse olduğuna değin inancını kaybetmemesidir. Bunun için kiraz dudaklar ve gül memeler kartını kullanır bol bol. Başaramazsa kurulu Matrix düzeni bize sunulan şekliyle gözlerimizin önünde iskambil kağıdından örülme bir bina gibi yıkılacaktır.

Mehdi tek tek herkeste tükenmeye yüz tutmuş ya da herkeste bitmiş o umut ışığını taşıyan son kimse addedilir bir yoruma göre. Düşünce olarak umarsızlık düzlemindeki ilk yükselti, ilk basamaktır. Neo bize Matrix filminde böyle biriymiş gibi takdim edilir. Sanal hayattan gerçek denen hayata adım atması bu vehmi güçlendirir. Bir seri kabulden en birincisidir. Bana vampir filmlerini hatırlatıyor. Bu filmler bir kabul dayatır seyircilere. Farzet ki, kan emen, çok güçlü, ölümsüz bir yaratık var. Böyle der. Bunu kabul etmeden kendinizi bir vampir filmine kaptırmanız mümkün değildir.

Böyle bakıldığında Cypher’in aslında hain olmadığı iddia edilebilir pekâlâ. Reset elemanıdır daha çok. İhaneti sayesinde heyecan yaratılmakta, kurtarıcı beklemek eylemi ancak bu heyecan sayesinde dirilmektedir. Aslında mavi hap yitmiş gitmiş dünyadaki hayatın bir benzerinde, kurtarılmış bir kopyasında yaşamak içindir. Belki de sonsuz bir yaşamın beşiğidir.  

Kısacası Matrix düzeni de, Neo’nun misyonu da  Cypher’ın o ünlü sahnede yediği bifteğin lezzeti kadar gerçektir.

                                                                                                                   Amsterdam - 2009

Ah! Öyküleri:1 Son Kahvaltı

Ah! Öyküleri: 1
SON KAHVALTI

 








“Achtung!”
Ernst Walfried Kirchhoff uykunun bağlarından sıyrılınca gördüğü rüyanın son sahnesi bir süre bilincinin ekranında asılı kaldı. Bir otel odasının kapısının kilit tokmağına ‘Achtung!’ yazılı bir ipli kartı asıp kırmızı halılı holde yürüyüp gidiyordu. Krem rengi karttaki harfler de kırmızıydı.
  Ernst bir süre holde yürüyen ikizinin sırtını izledi ve sonra bir başka algı her şeye hâkim oldu. Holden sıyrıldı ve yatak odasına döndü. Koku. Evde bir koku vardı. Mutfak tarafından geliyordu. Evdeki her değişiklik tehlike işaretiydi. Çünkü sabık ajan Ernst bir süredir bu dünyada bir başınaydı. Yıldırım hızıyla elini diğer yastığın altına attı ve oradan aldığı tabancayı kontrol etti. Glock 17’nin ağırlığı, dokuz adet kurşunun varlığı içini bir nebze olsun rahatlatmıştı. Akşamdan kalma olmasına rağmen çevik bir hamleyle yataktan kalktı. Üzerinde eski sevgilisi Dodo’nun bir buçuk yıl önce aldığı gri boxer şort vardı sadece. Yatak odasının kapısı aralıktı.
Ayak uçlarında yürüdü. Her an tetikteydi. Bir atak bekliyordu, ama tehlike bu tür kokular çıkartarak gelmezdi. Durumun soyutluğu kendisine  ’Rüya mı görüyorum acaba?’ sorusunu yöneltmesine neden oldu. Tam o sırada halının üstünde duran 25 euro sentin üstüne bastı. Ayak tabanının tepkisi hiç de rüya dilinde değildi. Somut ve metalik bir algı vermişti. Koku çağrışım köprüleri kurmuştu. Annesi harika kekler yapardı. Muzlu, çilekli, çikolatalı, portakallı. Anıları çocukluk zamanındaki bir an’a eğilmişken bunu durdurdu. Acil durum modunda kaldı. Ona öğretildiği gibi sol eliyle kapıyı açtı ve silahını salona doğrulttu.
“Günaydın Bay Kirchhoff. Neredeyse hazırız.”
   Ernst kalan zamanda kendine birkaç kez, ‘Neden tabancadaki kurşunları boşaltmadım?’ diye soracaktı. Oturma odasında onunla konuşan, otuz ortalarında siyah saçlı, buğday tenli bir adamdı. Sağ elinde bir toz bezi tutmaktaydı. Uçuk mavi gömlek ve siyah pantolon giymişti. Dalgalı gür saçlarının altında orta genişlikte bir alın ve iri gözler vardı. Bıyığı daha yeni büyümekteydi. Kahverengi gözler kendisine dostça bakmaktaydı. Silahsızdı da üstelik. Buna rağmen Ernst’in tetiğe baskı yapan parmağı kritik noktada duruyordu. Her an 9 milimetrelik kurşunlar muhatabının bıyık uzatma sürecine ket vurabilirdi. Bunu yapmadı. Tam tersine silahı tutan eli aşağıya indi. Ve namlunun ucu yerdeki bej rengi kirli halıya yöneldi. Mutfak tarafından gelen konuşma sesleri Ernst’in akıl yürütme zembereğini dağıtmıştı. Evde en az üç kişi vardı. Ona belli etmeden içeriye nasıl girmiş olabilirlerdi?
  “Kahvaltınız hazır olmak üzere. Son Kahvaltı.”
  Adamın yüzünde hiçbir hinoğluhinlik emaresi yoktu. Ses tonu alaycı değildi. Tam tersine, bakışları empati ve gam diyebileceği duygu ışımasına sahipti.
  “Son mu?”
  Kara kafalı adam başıyla olumladı. Ellerini ‘Ne yapalım’ anlamına iki yana açmıştı. Ernst özellikle son haftalarda her dakika bir infaz beklentisi içindeydi. Şaşkınlığı ortamın uçukluğu nedeniyleydi. Ernst iki ay öncesine kadar Alman gizli servisi Anayasayı Koruma Teşkilatı – BND hesabına çalışan orta dereceli bir memurdu. Görevi gizli servisin Nasyonal Sosyalist Yeraltı – Nationalsozialistischer Untergrund-NSU örgütüyle birlikte icra ettiği eylemleri denetlemekti. Ernst 37. yaşgününde aldığı bir kararla örgütten firar etmiş ve elindeki gizli servis ve NSU bağlantısı delillerini gazetecilerle paylaşmak için fırsat kollamıştı. Vicdanı Neo Nazi maskesi altında icra edilen şeyleri daha fazla kaldıramıyordu. Dürüstlüğüne çok güvendiği bir gazeteci arkadaşı, Ronald Weiss, elindeki malzemeyle ilgilenmiş, ama randevusuna gelmemişti. Bu on iki gün önceydi. Bir daha ondan haber alamamıştı. Weiss Bulletin adlı bloğunda yayınladığı haberler durmuştu. Ronald bekârdı. Aradan geçen zamanda geceleri evinin ışığı hiç yanmamıştı. Cep telefonu meşgul çalıyordu. Yolladığı şifreli maillere de cevap vermemişti. Ajanlar arası popüler jargonla hayattan soğumuştu büyük bir ihtimalle. Bu nedenle bir diğer gazeteci dostuyla ilişki kurmamıştı. Hem yakayı ele verebilirdi hem de adamın başını belaya sokardı. İki çocuk babasıydı. Aklından bunlar geçerken ‘Akbaba’nın Üç Günü - Three Days of the Condor’ adlı filmi hatırladı. 1975 yapımıydı. Bir gizli servis skandalını gazetelere duyurmak isteyen ajana iş arkadaşı ‘Sence basarlar mı?’ diye soruyordu. Ernst her şeye rağmen Almanya’nın bu en yeni ve kalıcı skandalını onun göbekten aktaracağı bilgileri haber yapabilecek birilerinin varlığına inanmaktaydı. Eski ajanların yuvarlak hesap değerlendirmelerini basanlar çıkmıştı. Bilt örneğin. Kendisi kaçıp iz kaybetmeyle çok zaman ve enerji harcamıştı. Aslında yurtdışına kaçmalı ve oradan hamle etmeliydi, ama çok geçti artık. Güvendiği dağlara kar yağmıştı.
  “Size tekmil vereyim Bay Kirshhoff. Adım Mehmet. Şu anda mutfakta iki kişi kahvaltınızı hazırlıyor. Bir kişi tuvaleti ve banyoyu temizliyor. Ben oturma odanıza çeki düzen verdim ve sofrayı kurdum. Geri kalan beş kişi de yakındaki markette. Malzeme apartıyorlar.”
  Ernst daha çok genç olduğu için ani bir bunama haline girdiğine ihtimal vermiyordu. Gece sadece bira ve votka içmişti. Heineken bira ve Imperia votkası. Evde kalanlar bunlardı. Bir ara Stella Artois birası içerdi. Sonradan bulabilirse sadece Paulaner’i yeğler olmuştu. Hâlâ kafası biraz iyiydi, ama nöronları bu sahneyi izah edebilecek kadar dağıtmış değildi.
  “Siz kimsiniz yahu?”
Siyah saçlı adam mahçupça gülümsedi ve “Biz bu dönerci cinayetleri denilen vakanın kurbanlarıyız. Mutfakta Yunan anahtarcı ve dönerci kardeşlerim birlikte kahvaltınızı hazırlıyor. Ben dönerci değildim. Sebzecilik yapıyordum. Tuvaleti temizleyen kardeşim de çiçekçiydi. Markette olanlar arasında 2007 yılında NSU tarafından öldürülen polis memuru hanımefendi de var. Adı neydi?”
  “Adını duymak istemiyorum.” dedi Ernst. Farkında olmadan silahı yine kara kafalıya doğrultmuştu. “Bir kelime bile duymak istemiyorum.”
  “Ateş etmeyeceksiniz değil mi? Biz zaten ölüyüz. Bu gördüğünüz yüksek frekanslı fotonlardan yapılma bir beden. Dokunun bana isterseniz.”
  Ernst ilk kez çok gerçek bir yapıyla karşı karşıya olduğunun bilincinde adama doğru yürüdü ve serbest eliyle sol omuzuna dokundu. Aldığı duyum içi su dolu bir balona dokunmaya benziyordu. Et ve kemikten yapılmadığı çok açıktı.
  “Bir de şuraya bakın.”
  Ernst adamın işaret ettiği yere bakınca içi üşüdü. Kafasının sol tarafında uzun favorilerinin bittiği yerdeki deliği gördü. Iki euroluk madeni para büyüklüğündeydi. Kurumuş kanda kemik ve beyin parçacıkları vardı.
  “Bir kurşunla kafamı patlattılar. Çok tuhaf bir deneyimdi. Kalan hayatım oradan uçtu gitti adeta. En sonuncu düşüncelerim bir balkon pervazı gibiydi. Oraya tutunan parmaklarım çözülüp gidiverdi. Boşluk neyim varsa hepsini emiverdi. Neyse, bu konularla sizi meşgul etmeyeyim. Son kahvaltınızı şuradaki sehpada mı, yoksa yemek masasında mı yemek istersiniz?”
  Ernst tabancayı tutan eliyle masayı işaret etti ve yatak odasına geri döndü. Hızla giyindi. Sahte kimliğini, elinde kalan son parası olan 34 adet yüz euroluk desteyi pantolonunun arka cebine yerleştirdi. Takım elbise, V yaka petrol mavisi tişört vardı üzerinde. Gerekirse rahatça koşabileceği mokasen ayakkabılarını giymişti.  Yedek şarjör sol cebini birazcık çökertiyordu. Tabanca kemerine arkadan takılı, odaya döndü. Mehmet bıraktığı yerde duruyordu. Yüzündeki ifade aynıydı. Adama karşı bir dostluk duygusu hissetti. Ernst katolik bir ailenin çocuğuydu. İma edilen çok tanıdık şeyin anlamını sormadan duramazdı. 
  “Niye durmadan son kahvaltı deyip duruyorsun?”
  “Peki, siz benim etten kemikten bir mamul olmadığımı bizzat tecrübe ettiniz. Neden panikle dışarıya kaçmıyorsunuz?”
  “Siz nesiniz tam olarak? Hortlak mı?”
  “Ruh değiliz. Bizden kalan ‘Ah’ enerjisiyle bir araya gelmiş fotonlardan yapılmayız. ‘HALT!’ tayifesiyiz. Bunu bize bu sabah marketteyken yaşlı bir fizikçi söyledi. Gönül gözü açık bir beyefendiydi. Bu dağınık dokuyla tek tek malzeme apartmak zor oluyordu. Bir salatalık aşırmak için ne kadar uğraştık sorma. Adam durup bizi seyretti. Ona durumu izah ettik. Bu açıklamayı yaptı. Bizden ayrılırken gözleri yaşlıydı. Bakışları ‘Ah yerde kalmamalı’ diyordu sanki.”
  “Anlıyorum.”
  Ernst, Neo Nazi kılıflı cinayetleri ve tezgâhları ortaya çıkartmak için elinden geleni yapmıştı. Üstleri kurnaz insanlardı. Bu niyetini sezmiş olmalıydılar. Ernst’in son umudu Beate Zschape’nin yakalanmasıyla basına sızan NSU-Gizli servis ilişkisinin ayyuka çıkmış olmasıydı. Kadın her çarşamba AH (Adolf Hitler) 41 plakalı bir arabada buluşmalarını anlatmıştı sorgulamasında. Ernst’in mahkemede tanıklık yapması dışında o tarafa sunabileceği ek bir bilgi yoktu. Böylelikle kendisini sadece postunu kurtarmaya konsantre edebilirdi. Zira onu mahkemenin  kapısından bile geçirtmezlerdi. Hücresinde ya kalp krizi geçirir ya da NSU üyeleri Mundlos ve Böhnhard gibi intihar eder giderdi. İşin bu tarafının lamı cimi yoktu. Planı çok basitti. Evinde para bulunduran, uyuşturucu mafyasına çalışan eski bir ajana baskın yapacak ve kapitaliyle yurtdışına kaçacak, en az on yıl geri gelmeyecekti. Başka türlü postu kurtaramazdı. Bu sabaha kadarki planı buydu, ama fotondan yapılma maktuller dengesini altüst etmişti.
  “Siz şöyle oturun lütfen kahvaltı hazırmış.”
  Ernst otomatik olarak denileni yaptı. Mehmet mutfağa doğru yürüdü. Bu evi altı olasılık içinden birinci olarak seçmişti. Kalabalık bir semtteydi. Bina on dört katlıydı. Kat başına dörderden toplam elli altı daire mevcuttu. Dairenin sahibi Hans Terbout şu anda İspanya’da Rosas diye bir yerdeydi. Adamın facebook hesabından hergün ne yaptığını okuyordu. Dün akşam duvarına ‘Gerçeklere ancak onları yamultarak tahammül edebiliriz. Bu nedenle tüm dostlarımı sangria içmeye davet ediyorum’ yazmıştı. Ernst, uzun süre Terbout’u izlemişti. Mailleri, telefon konuşmaları, kredi kartı harcamaları falan. Adam eşcinseldi. Milan adlı bir Makedonyalı sevgilisi vardı. Milan eski bir gazeteciydi. NSU hakkında birkaç yazısı yayımlanmıştı memleketinde. Gizli servis bu tür kimseleri mercek altına alıyordu. Hans Terbout bir gönüllü enformasyon verme gurusuydu. Zamanla Milan’ın Alman devlet politikaları için zararsız bir tip olduğu anlaşılmıştı. Ernst bu arada adamın bir yıl Rosas’ta kalacağını, yedek anahtarın durduğu yeri ve daha birçok ayrıntıyı öğrenmişti. Şimdi iki haftadır burada kalıyordu. Bir kez büyük bir alışveriş yapıp bir daha dışarı çıkmamıştı. Ernst sıradan bir tipti. Ayırıcı hususiyetleri çok azdı. Bu nedenle bıyık bırakma, farklı giyinme, ortalıkta pek az görünme, gözetleyici kameralardan kaçınma önlemleriyle iki ayı yakalanmadan geçirebilmişti.
Mehmet yanında biri esmer iki adamla geldi. Diğerleri de onun gibi sakin ve rahat tavırlıydı. Hiç konuşmadan hürmetli bir tavırla masaya krem rengi tertemiz bir örtü serdiler. Tabaklarla donattılar ve ‘Hoşçakalın’ diyerek gittiler. Onlara o sırada ilk kez gördüğü bir üçüncü de katılmıştı. Biraz aceleleri vardı sanki. Ernst ve Mehmet yalnız kalmışlardı.
  “Marketteki yaşlı fizikçi bey bize pek sarih izah etti.” dedi Mehmet. “Bu yapılar kararsız. Şansına ben sağlam çıktım. Diğerleri o yüzden biraz apar topar gittiler. Size karşı bozuk suretli görünmemek için Bay Kirchhoff.”
  Ernst’in bu alanda şaşacağı pek az şey kalmıştı, ama onları yapıbozuma uğramış durumda görmek istemezdi.
  “Buyrun kahvaltınızı yapın lütfen.”
  Ernst, “Teşekkür ederim.” dedi ve masanın üstündeki tabaklara baktı.  Beyaz peynir, söğüş domates, kokusu tuhaf bir salamla yapılmış omlet, siyah zeytin, tereyağı, kızarmış ekmek ve ince belli bardakta çay. Masanın bu hali Ernst’e üç yıl önce yazın gittiği Alanya’daki otelde yaptığı kahvaltıları hatırlatmıştı.
  “Omlete pastırma koyduk. Tadı belki tuhaf gelebilir önce, ama çemenin insanı saran bir yanı vardır.”
  Ernst başını salladı ve kızarmış ekmeklerden birini alıp tereyağı sürdü. Koku nefisti. Bir ısırık aldı. Tadı da öyleydi. Sonra da omletten bir parça kopardı ve ağzına götürdü. Çemen denen şey garipti, ama saklı bir cazibeye sahipti gerçekten.
  “Beğendiniz mi Bay Kirchhoff?”
  “Harika.”
  Mehmet’in iri gözleri memnuniyetle ışıdı. “Çok iyi. Şimdi… Şimdi benim de gitmem gerekiyor. Bilinen nedenden ötürü. Sizle tanıştığıma memnun oldum.”
  “Ben de öyle.”
  Ernst ayağa kalkıp elini uzatınca Mehmet hafif bir tereddüt geçirdi ve elini onunkine değdirdi. Bu defa dokunma hissi biraz daha normale yakındı, ama sabık ajan bütün ömründe asla böyle bir şeye dokunmamıştı. Çocukken ilk kez pamuk şekerine dokunmaya benziyordu biraz.
  “Pişmanım. Çok. Bunu nasıl izah edeceğimi bilmiyorum.”
  Mehmet anlayışla gülümsedi. “O yüzden geldik. Haydi, Allaha emanet ol. Tschüss.”
  Ernst minnetle başını salladı.  “Güle güle. İyi dedim mi?”
“Telaffuzunuz çok iyi Bay Kirchhoff.”
  Ernst bir yıl boyunca Türkçe dersi almış bir ajandı. Rusça, Fransızca ve Yunanca da bilirdi. Lisedeyken Fransızca şiir yazdığı zamanların ne kadar geride kaldığını düşündü. Kendinden çeyrek yüzyıl yaşlı öğretmenine âşıktı. Matilda Molendraft. Çilli yüzlü, pileli etekler giyen, saçları kafasına yapışık gibi duran yarı Fransız , yarı Alman bir kadındı. Beş yıl sonra bir sokakta karşılaştığında gözüne anneannesi kadar yaşlı görünmüştü.  Bunda artık çiçeği burnunda bir ajan olmasının da rolü vardı.
 Mehmet kapıyı aralayınca içeriye bir koku doluştu. Bir şeyler yanmıştı sanki. Organik, plastik karışımı bir şeyler. İştahı kaçmıştı birden.
  “Koku.” dedi. “Kokuyu alıyor musun sen de?”
Mehmet içini çekti ve biraz utangaçça ona baktı. “Bir ara Ludwigshafen’dan gelen bir arkadaş da uğramıştı yanımıza.  Şubat 2008’de beşi çocuk dokuz kişi yandılar. Derin kundaklamaydı malum. Arkadaş orada yanarak ölenlerden biriydi. Şimdi çözülüp gitmediyse hâlâ markette domates avuçlamaya talim ediyordur. Bir ara burdaydı. Siz uyurken. Ondan arta kalan koku olmalı. Böyle şeyler… Neyse. Ben kaçtım.”
  Kapı kapanınca Ernst bu candan hayaletten başka bir şey duymak istemediğini farketti. Karnı aç olmasına rağmen iştahı kapanmıştı. Bu arada işlek zekâsı en yeni planını yapıvermişti bile. Sonu ne olursa olsun buradan çıkacak, basınla ilişki kuracak ve mahkemede konuşacağını söyleyecekti. Çok riskliydi, ama artık kaçmayacaktı.
  Masadan kalktı. Banyoda ellerini yıkadı. İçerisi gıcır gıcır olmuştu. Dişlerini fırçaladı. İçinde ‘Kaçmaya devam et’ diyen ses çok zayıflamıştı. Yatak odasına gitti. Yanına pek bir şey almasına gerek yoktu. Küçük evrak çantası yeterliydi. Çantayı aldı. İçini kontrol etti. Bu belgelerin bir kısmı bilinen şeylerdi şu anda, ama yine de ses getirecekti.
  Oturma odasına gidince masanın üstündeki mükellef kahvaltı görünümü gözüne olağan üstü bir manzara gibi göründü. Da Vinci’nin ünlü tablosunu düşündü. Bütün hayaletler masa başında oturuyor olsaydı şimdi. Bu hayal içini sızlatmasına rağmen gülümsetmişti. Tam kapıya doğru yürürken kilitte bir anahtar döndü. Hans Terbout. O mu gelmişti. Ansızın. O kadar sangrianın ardından. Gelen Hans değildi. İki genç adamdı. Biri kahverengi ceket ve mavi kot pantolon giymişti. Tişörtü siyahtı. Diğeri bordo eşofmanlıydı. İkisi de tanıdık değildi. İkisinin de elinde susturuculu tabancalar vardı. Kendi silahını çekmesi için vakti kalmamıştı.
  Hans pek az korkmuştu. Sonuçta iki aydır her dakika hayal ettiği bir şeydi bu. Hayaletler boşuna gelmemişti. Şimdi olacak ve bitecekti. O sofra buna delaletti. 
  “Geç kaldınız. Çay soğudu.” dedi.
  İlk kurşun kalbine girdiğinde arkaya doğru sarsıldı, ama yere düşmemeyi başardı. İkinci kurşunda da öyle. Üçüncü kurşunla yere yıkıldığında sağ eli hâlâ sımsıkı çantayı kavramaktaydı, ama Ernst artık buna aldıracak durumda değildi. Su testisi su yolunda kırılmıştı. İnşallah onun da içinde yeterince ‘Ah’ enerjisi mevcuttu.
                                                                                                                                                                                  Balçova – Mayıs 2013


Arafor - Number One

Arafor - Number One

Arafor (2012) adlı öykü seçkisinde 15 öykü bulunuyor. Paranormal – Gizem – Bilimkurgu türündeki öykülerde 15 farklı başkahraman var ve bunların hepsi de kadın.

Bu öykülerin bazılarını o tarihten birkaç yıl önce Buzul Dünya adlı sitede de dijital olarak yayınlamıştık.  

Yazdığım önsözlerde şunları söylüyordum. Böyle bir çalışma Türk edebiyatında bir ilktir. Belki bu şekliyle, her öyküde farklı kadın kahramanların bulunduğu bir öykü seçkisi olarak dünya çapında bir ilk olması da muhtemeldir.  Muhtemeldir diyordum. Çünkü o ana kadar bir örneğini görmemiştik, duymamıştık ama belli olmazdı. İhtiyatlı olmak her zaman iyiydi.

Tekrar ediyorum: 15 öykü, 15 farklı kadın başkahraman ve korku – gizem – bilimkurgu türleri. Önsözde roman sözcüğü geçmiyor. Kadın kahramanlı kitap sözcüğü de geçmiyor. Bunlardan yüzlercesi, belki de binlercesi mevcut. Herkes biliyor.

Ardından Gökçe Mehmet Ay bloğunda aşağıdaki sözleri yazıyor. Kitaba önsözü ben yazmadım. Yalnız metinde öykü, farklı kadın kahramanlar niteliği açıkça vurgulanıyor. Kitabı eline alıp baksa, okumasa bile böyle yazmayabilirdi. Çünkü farkı hemen görecekti. Haksız bir eleştiriye imza atttı kısacası. 

Şimdi düzeltiyoruz. 

Aradan dört yıl geçti; Arafor is still number one.
*
Gökçe Ay’ın yazısı:
Fabisad reklam yaparken abartmış
Sadık Yemni'nin yeni kitabını anlatırken, "Türkiye’de belki de dünyada yapılmamış bir şeyi deniyor" demiş. Bu yazılar kitap tanıtımı için güzel de bari dünya bilim kurgu fantastik edebiyatını bilenler yazsalar. Sanırım Sadık Yemni'de yazıdaki bu lafa bozulmuştur. Dünyayı takip etmeden böyle yorumlar yapmak çok riskli. Örneğin, bu sene Nebula'yı Jo Walton kazanmıştı. 
http://www.sfwa.org/2012/05/2011-nebula-awards-announced/

İki örnek daha vereyim kadın kahramanlı kitap arayanlara:
bilim kurgu: Diving into the Wreck yazar: Kristine Kathyrn Rusch 
http://turkcebkf.wordpress.com/2011/11/21/uzay-batiklarina-dalmak/
fantastik: Kitty Goes to Washington yazar: Carrie Vaughn 
http://turkcebkf.wordpress.com/2011/05/23/amerikan-senatosunda-bir-kurtadam/

Gene de Sadık Yemni'nin kitaplarının haberini verdiği için Fabisad'a teşekkürler.



Bilimkurgu ve Kadın

Bilimkurgu ve Kadın


Hayalgücünün Tekno-İmkân Kredisi olarak Bilim Kurgu
Bilim kurgu denince benim aklıma öncelikle Jules Verne’nin eserleri gelir önce. Denizler Altında 20.000 fersah, Ay’a Seyahat , 500 Milyonluk Miras, Arzın Merkezine Seyahat, çocukluğumun unutulmaz bilim kurgu kitaplarıdır. Geriye doğru bakıldığında Homeros’un İlyada’sında anlatılan topuğundaki bir nokta hariç kılıç ve ok işlemeyen Aşil bir androidi, Gülliver’in seyahatlerinde minik insanlar ve devler genetik manüpilasyonu, boyutlar arası yolculuğu ve 1001 Gece masalları’ndaki uçan halılar anti-gravity, yerçekimini yenmiş bir  teknolojiyi çağrıştırmaz mı? Alaattin’in sihirli lambasının marifetlerine kuantum fiziği gözüyle bakarsak hiç yadırgamayız. Ali Baba ve Kırk Haramiler öyküsünde ‘Açıl susam açıl’ komutuyla açılan sihirli kapı bugünün en yeni teknolojisi gözüyle çok sıradan bir çalışma sistemine sahiptir.
  Hayal gücü böyle bir şeydir. İleriye doğru hareket eder gelecekten doneler toplar ve zihnimizde öykü şeklinde tortulanır. Teknolojik gelişmelere tanık olmak bu süreci tetikler ve uyarlar.
Örneğin Jules Verne, Denizler Altında 20.000 Fersah’ adlı eserininin ilhamını Amerika ile Avrupa arasında okyanusa telefon kablosu döşeyen dalgıçlardan, 1800 yılında Robert Fulton’un icat ettiği Natilius adlı denizaltıdan almış ve romanının kahramanı Kaptan Nemo’nun denizaltısına aynı ismi vermiştir.
  19. Yüzyılda Jules Verne, Frankenstein’ın yaratıcısı Mary Shelley, bu türe giren öyküleri olan E. A. Poe, Zaman Makinesi ve Dünyalar Savaşı romanlarının yazarı H. G. Wells bu türün temelini attı.


  Amazing Stories ve Astounding Science Fiction Dergileri
  20. Yüzyıl başında Lüksemburg kökenli ABD’li mucit ve yazar Hugo Gernsback Amazing Stories adlı bir dergi çıkardı. Bu dergi bir yazar kuşağı doğurdu. Astounding Science Fiction Dergisi, 1930 sonlarında özellikle John W. Campbell’in editörlüğe gelmesiyle dergi çevresindeki aralarında İsaac Asimow, Damon Knight, Frederik Pohl’un bulunduğu yazar kitlesi oluştu. Bu çok bereketli dönemin diğer yazarları arasında Robert A. Heinlein, Arthur C. Clarke, A. E. van Voght ve Stanislaw Lem bulunmaktadır. Bilim kurgunun altın çağına damgalarını basmışlardır.  Ray Bradbury, Ursula K. le Guin, Frank Herbert,  Larry Niven, Philip K. Dick de bu altın çağın gözde yazarlarıdır.


Bilim Kurgu edebiyatı eril karakterli midir?

Genel olarak dünya edebiyatında okuru ve yazarı olarak kadınların çok ciddi bir ağırlığı vardır. Bilim Kurgu tarzında yazılmış öykü ve romanlara bir göz atıldığında ise erkek yazarların  yine erkek ağırlıklı okura hitap ettiği açıkça görülür. Bu öykülerden hareketle yapılmış film ve dizilerde de hedeflenen kitle aynıdır. Çünkü ister öykü, ister film olsun hemen hepsi çizgi roman geleneğinin uzantısıdır. Çizgi romanlar genelde erkek çocuklar ve delikanlıların hayallerine serüven tozları dolduran medyum işlevi görmektedir. Bu romanların çoğunda yer alan kadın figürleri aşırı seksilikleri ve fiziklerinin abartılı güzelliğiyle görsel ikon olurlar. Zeki, baskın karakterli, kurgunun temel zembereği olana, anaç kadına bu tür kurgularda nadiren rastlanır. Son otuz yılda roman ve filmlerde kadının ağırlığı belli bir ölçüde artmıştır. Dünyayı kurtaran kahraman kadınlarımız vardır artık. Bunlar bir ölçüde erkek gibi davransalar da hemcinslerine rol modeli oluşturmaktadır.

Kadının ve erkeğin hassasiyet alanları değişiktir. Kadın örneğin; isterse yapabileceği halde tercih etmediği için genellikle matematikçi ve şair olmaz. Bilim kurgu yazarı da olmaz. Bu metinde ismi geçen ünlü kadın bilim kurgu yazarlarının sayısı  bir elin parmak sayısını geçmez. Bu durum yakın gelecekte değişecek ve sanıyorum kadın bilim kurgu yazarlarının sayısı artacaktır.  Distopik kurgu alanında özellikle.

Bilim kurguda baskın eril eğilimi ve bunun istisnalarını göstermek için şu ana kadar kitleleri etkilemiş bazı filmleri örnek olarak alacağım. Kitap yerine filmleri seçmemin nedeni görsel bilgiyi tercih eden en genç kesime de seslenebilmektedir. Kaldı ki, bahsini edeceğim filmler ünlü bilim kurgu yazarlarının çok tanınmış eserlerinden sahneye aktarılmıştır.

2001 A Space Odyssey – Uzay Macerası (1968)
Ünlü bilim kurgu yazarı A. C. Clarke’ın Sentinel- Nöbetçi adlı öyküsünden hareketle ünlü yönetmen Stanley Kubrick tarafından yapılmış bir filmdir. Uzay Macerası adıyla memleketimizde gösterilmiştir. 2001 Uzay Macerası şu anda dünya çapında kült statüsüne sahip bir filmdir. Görsel oskar alan film 1991 yılında ABD kongre kütüphanesi tarafından Ulusal Film Kayıtdefteri’ne eklendi.

Dünyadışı zeki varlıklar çok eski zamanda Ay yüzeyine bir verici bırakmışlardır. İnsanlık teknolojik gelişmesinin sonucunda Ay’a seyahat edebilince bu verici tetiklenir ve Jüpiter gezegeninin arka tarafına bir sinyal yollar. Bu sinyalin nereye gönderildiğini araştırmak için on sekiz ay sonra dünyadan Discovery One adlı bir uzay gemisi yola çıkar. Süper bilgisayar HAL 9000 gemiye kumanda etmektedir. Bu yapay zeka hedef yaklaşılırken programlanan plandan saparak astronotları öldürmeye başlar. Kurtulan yegane astronot Dave, HAL 9000’i devre dışı bırakır ve geminin kontrolünü ele geçirir. Sonunda Dave, Jüpiter’in yakınlarında bu dünyadışı zeka ile karşılaşacak ve esaslı bir değişime uğrayacaktır. Film boyunca gördüğümüz kadın oyuncuların rolleri birkaç dakikadan uzun değildir. Film baştan aşağıya bir erkek astronotun macerasıdır.

Solyaris - 1972
Solaris, Polonyalı ünlü bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem’in 1961’de basılmış çok tanınmış romanından Andrei Tarkovski tarafından 1972’de filme çekilmiştir. 1968’de ve 2002’de iki kez daha filme çekilmiştir. En iyisi Tarkovski yapımıdır.

Filmde dünyadan ulaşılabilecek yakınlıkta olan bir gezegen olan Solyaris’den söz edilir. Bu gezegenin okyanusu çok büyük, gelişkin dev bir zekadır. Oraya yollanan ve yörüngedeki istasyonda kalan astronotlar bu zeka ile iletişim halindedirler. Solaris bir bilimdir artık dünyada. Üzerine ciltler dolusu eser yazılmıştır. Film psikolog Chris Kelvin’in son zamanlarda beliren bazı gariplikleri araştırması için Solaris’e yollanmasıyla başlar. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar, testler zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi on yıl önce intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya, Chris Kelvin’in ziyaretine gelir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fiziki zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Bedeni nötronlardan yapılmıştır. Dahası kadın kendinle ilgili her şeyi her şeyi Kelvin’in kadını hatırladığı kadar hatırlamaktadır. Kelvin kendisiyle ilgili neyi hatırlıyorsa o kadarını bilmektedir.

Filmin sonlarına doğru Rheya kendi isteğiyle yapıbozuma uğratılmayı kabul eder. Bunu Kelvin’e belli etmeden yapar. Kadının son intiharını gerçekleştikten sonra Kelvin okyanusun yetkin olmayışı özsel niteliği olan süper bir güç olabileceğini düşünür. Tümü kavramada  ve zihin gücünde sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yapan, saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir yaratıcı hayal eder. Son sahnede bir helikopter yardımıyla Chris Kelvin okyanusun üzerindeki adacıklardan birine iner. Şimdi ne olacaktır? Ölü karısı  Rheya geri mi gelecektir? Onu neler beklemektedir? İnandığı bir şey vardır. Satranç ustaları düzeninin sarsıldığı çağdır hâla. Mucizeler çağı henüz geçmemiştir.

Usta yazar Stanislaw  Lem’in başta Solaris olmak üzere bütün romanlarını okumanızı hararetle tavsiye ediyorum.


Stalker – İz Sürücü (1979)

 “Dünya çok sıkıcı bir yer oldu. Telepati yok. UFO yok. Orta Çağ daha ilginçti. Her evde ruh vardı, kilisede de tanrı.”
Stalker filminin hemen başında ünlü bir yazarı canlandıran oyuncu (Anatoli Solonitsyn) böyle der. Ünlü yazar ve bir fizik profesörü (Nikolai Grinko) ile birlikte girilmesi yasak olan ‘Zone’ bölgesini görmek istemektedir. Onları bu yasak bölgeye gizlice sokacak olan kimse Stalker’dır(Alexander Kaidanovski). Film bu üç erkek karakter etrafında şekillenir.
Stalker, Arkadi ve Boris Strugatski‘nin 1972 tarihli Roadside Picnic adlı kitabından Stalker başlığıyla Andrei Tarkovski tarafından 1979’da filme uyarlandı. Kitap 90′larda Türkiye’de Uzayda Piknik adıyla Sarmal Yayınevi tarafından yayınlanmıştı.
Askerlerin sınırını koruduğu Yasak Bölge’ye ulaştıktan sonra Oda’ya yolculuk en kısa yoldan değil, Stalker’in gösterdiği dolambaçlı yollardan olur. Sorun geometrik değildir. Düz ve en kısa görünen yol en doğru ve tehlikesiz olan yol değildir. Çeşitli zorluklardan geçildikten sonra Oda’nın önüne kadar gelinir. Yol boyunca bir sürü ahkam kesmiş olan Yazar ve Profesör odaya girme cesaretlerini kendilerinde bulamazlar. Çünkü Oda’da sözle dile getirilen değil, gönlün derinlerinde duran, acılarlarla serpilen, en güçlü istekler gerçek olmaktadır. Oda’nın hemen önünde iki ziyaretçinin ahlâki zaafları ortaya çıkar. Profesör, Oda’yı, kötü niyetliler girmesin diye yok etmek üzere gelmiştir. Yazar ise kendisiyle karşılaşma, en derin acılarıyla yüzleşme cesaretine sahip değildir. Biri tanınmış yazar, diğeri de ünlü bir fizikçi olmasına rağmen ne entelektüel donanımları, ne kendilerine güvenleri, ne de fıtri kapasiteleri buna yeterli değildir. Kemale erme yeri, fenafillah aşaması bir adım ötelerinde bulunduğu halde içeri girmeye cesaret edememişlerdir.

Yasak Bölge ve Oda tutunacak ancak şu dünyada tutunacak dalını yitirmiş kimseler için bir umuttur. Bölge denilen yer insanın kurtuluşu sevgi ve özveride gördüğü bir bölgedir. İnsan burası dışında her yerde hapistir. Zone denilen yer yamultulmuş kodlarla şekillenmiş sahte hayatla çevrilmiş minicik bir adadır. Bencillikten diğerkâmlığa yolculuğu başaramayan birinin Oda’da onu mutlu edecek bir dilekte bulunması mümkün değildir.

Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman adlı kitabında Stalker filmiyle ilgili şunları söyler:
Bu filmde Bölge’ye giren insanların hedefinin aslında en gizli isteklerinin yerine getirildiği bir oda olduğunu hatırlatmak isterim. Stalker bir ara bölgenin garip topraklarından geçerken yazara ve bilgine bir zamanlar gerçekten yaşamış efsanevi Dikoobras’ın öyküsünü anlatır. Dikoobras, bu özlem diyarına ölümüne neden olduğu kardeşinin yeniden hayata döndürülmesi ricasıyla gelmiş, o odadan çıkıp evine döndüğünde zenginlikten başka hiçbir şey bulamamıştır. Zira Bölge onun gerçek, en gizli isteğini yerine getirmiştir. İstemesinin iyi olacağını düşündüğü şeyi değil.
Stalker’da belki de ilk defa, insanın ve ruhunun beslendiği o çok önemli olumlu değeri açık ve net bir biçimde ele alma zorunluluğunu duydum. Stalker’ın karısı üçünün mola verdiği meyhaneye geldiğinde yazar ve bilim adamı gizemli ve anlaşılmaz bir fenomenle karşı karşıya kalırlar. Karşılarında kocasının sürdüğü hayat ve doğruduğu sakat çocuk yüzünden çok acı çekmiş olmasına rağmen kocasını ilk gençlik günlerinin aşkı ve fedakarlığıyla seven bir kadın durmaktadır. Bu aşk ve bağlılık çağdaş dünyanın inançsızlığına, sinikliğine ve boşluğuna karşı çıkartılabilecek son mucizedir. Ve sonunda yazar ve bilim adamı da modern dünyanın bir kurbanı olurlar.

Her birimizin içinde olan o özgün insanilik ve ebedilik üzerine düşünmeyi teşvik etmeyi görevim sayıyorum. Ne yazık ki, bu sonsuzluk ve öz, insanın kendi yazgısını kendi elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Bir takım aldatıcı idealler peşinde koşulması yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın varlığını inşa ettiği ufacık bir kırıntı kalıyor; Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı insan ruhunda, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam katabilir.
              Andrey Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman – AFA yayınları – 1986

İz Sürücü karakter için Bölge insanlığın son umududur. Onu yok etmek insanlığı da uçurumunda yalnız ve umutsuz bırakmak demektir. “Artık kimse oraya gitmek istemeyecek, artık kimse inanmıyor” diyerek ağlayan Stalker’a, kendisini aşkla seven karısı “Götürecek kimse bulamazsan beni götür” diye şevkatle ve sevgiyle cevap verir. Stalker, karısına ” Ya sende de işe yaramazsa?” diye cevap verir. Safiyane sevgiden yoksun, sıkıcı, tekdüze ve merhametsiz insan yaşamına eklemlenmiş olan en harika sanal gerçekliğini sonlandıracağından endişe etmektedir.

Film Stalker’ın mutant kız çocuğunun telekinetik yeteneğini kullanarak masanın üzerindeki nesneleri zihin gücüyle hareket ettirmesiyle son bulur. Eduard Artemyev’in filmin tinsel dokusunu yoğunlaştıran müziği sona ermiş, Beethoven’in 9. Senfonisi çalmaya başlamıştır. Mucize sergileyen en son sahnede acaba niye bu müzik kullanıldı diye düşünürken aklıma Mikhail Bakunin’in ‘Everything will pass, and the world will perish but the Ninth Symphony will remain’ * sözleri geldi. Kelvin’in Solaris filminin en son sahnesinde babasının dizlerine kapanma sahnesini düşündüm. Her şey yıkılıp gidecek, ama sevme yeteneği denen mucize baki kalacaktı.
                    *Her şey geçip gidecek, dünya mahvolacak, ama 9. Senfoni baki kalacak.


The Thing – Şey (1982)
Şey filmi John Carpenter’ın bir başyapıtıdır. Christian Nyby’ın 1951 yapımı olan The Thing From Another World’un yeniden yapımıdır. John W. Cambell’in ‘Who goes there’ adlı romanından filme çekilmiştir.

Antartika’daki bir araştırma üssündeki kimseler binlerce yıl önce dünyaya gelmiş, buzların altında kalmış ve sonra tekrar hayata dönmüş, şekil değiştirerek istediği her kılığa girebilen  uzaylı bir yaratık bulurlar. Artık herkes bir diğerinden şüphe etmektedir. Film benzeri çok az bulunan bir gerilim harikasıdır.

Filmdeki tek kadın oyuncu satranç bilgisayarını seslendiren yönetmen Carpenter’ın sonradan karısı olan Adrienne Barbeau’dur.


Blade Runner – Bıçak Sırtı (1982)
Bıçak Sırtı adlı film bilim kurgu türünün en önde gelen filmlerinden biridir. Philip K. Dick’in ‘Androidler elektrikli koyun düşler mi?’ adlı romanından ünlü yönetmen Ridley Scott tarafından filme çekilmiştir.

Hikaye 2019 yılında Los Angeles’de geçer. Blade Runner adlı polis biriminin üyesi olan başkahramanımız Rick Deckard’a dünya dışındaki kolonilerden birinden kaçarak dünyaya gelmiş olan androidleri, insan benzeri robotları öldürme görevi verilir. İnsandan ayırd edilmesi çok zor olan üç kadın iki erkek robotla cebelleşen kahramanız güç bela bunları safdışı eder, ama sonunda bir robot kadına aşık olur ve onunla yeni bir geleceğe doğru yola çıkar.

Bu filmde kadın androidler de erkek androidler kadar dişli ve kolay altedilmezlerdir. Yalnız enerjisi bitip tükenmeden önce; ‘Siz insanların aklının almayacağı şeyler gördüm. Orion’un yamaçlarında yanan savaş gemileri, Tannhauser geçidinin yakınında parıldayan C-ışınlarını seyrettim. Tüm o anlar kaybolacaklar. Tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölmek zamanı.’ diyen yine de bir erkek androidtir. 



Contact – Mesaj (1997)
Bilim kurgu kitabı okumayan ve filmlerine de pek rağbet etmeyen bir kadına sıklıkla 1997 yapımı Contact filmini izlemesini tavsiye ederim. Gökbilimci, astrobiyolog Carl Sagan’ın Türkiye’de Temas başlığıyla romanından hareketle yapılmış kaliteli bir bilim kurgu filmidir. Mesaj’da ne acımasız terminatörler, ne ışın tabancalı astronotlar, ne de Alien’deki türden canavarlar vardır. Dünya yabancı bir zeka tarafından işgal edilmez. Labirentlerinden çıkılamayan sanal bir dünya, insanın içine daraltı veren distopik bir ortam söz konusu değildir.

Dr. Ellie Arroway, SETI - Search for Extra Terrestrial Inteligence -  araştırmaları yapan bir gökbilimci kadındır. Amacı radyo teleskopları kullanarak evrendeki yabancı zekalarla iletişime geçmektir. Bir gece Vega yıldızından gelen bir mesaj alır. Daha da ilginci bu mesajın içinde bir araç yapım planı bulunmaktadır. Bütün dünyada heyecan yükselir.

Filmde ilahiyatçı kahraman olan Palmer Joss bilimin yanı sıra inancın bu meseleye bakış açısını dile getirir. Arroway ve Joss aynı gerçeğe giden yolda iki ayrı yöntemle çalışan karakterdir. İnsanın bilmeye ve hakikata olan açlığı, mutluluğu araması, doksan ortaları dünyasının temel sorunları aralarındaki diyaloglara malzeme olur. En güzeli, filmde bilim ve inanç, yani Arroway ve Joss sevgilidirler. 


Dünyayı kurtaran kadınlar:Alien - Yaratık’tan Prometheus’a – 1979-2012
Ridley Scott’un çektiği bazı bilimkurgu filmlerinin bir özelliği var. Alien- Yaratık (1979) filmiyle bize 20 yıl hüküm sürecek bir kadın kahraman hediye etti. Sigourney Weaver’ın canlandırdığı Ripley, Alien ve onu takip eden üç filmde de zekası ve cesaretiyle dünyayı canavar görünümlü yaratıkların işgalinden kurtardı. On yılı aşkın uzun bir aradan sonra 2012 filminde gösterime giren Prometheus adlı bilim kurgu filminde,  Ejderha Dövmeli Kız serisinden tanıdığımız Noomi Repace’in canlandırdığı Elizabeth Shaw dünyayı kurtaran kadın tacını başına geçirdi. Yeni kurtarıcımız bayan Shaw’ın hayran kitlesi Prometheus filminin devamını sabırsızlıkla beklemektedir.

TÖHAF yeteneğimiz hep baki kalsın
Filmler hayalgücümüzü, hislerimizi etkiliyor. Rüyalarımıza nüfuz ediyor. Moda anlayışımızı değiştiriyor. Bazı sahneleri bazen ömür boyu gözlerimizin önünden gitmiyor. Bize ekranda gördüğümüz kadın ve erkeklerin tiplerini beğenmeyi dayatıyor. Politik tercihlerimizi manipüle ediyor. Film böyle bir şey. On yıl içinde belki de interaktif sinemalara adım atacağız.

Ama… Esas film yapımcıları hâlâ biziz. En yetkin filmleri beynimiz çekiyor. Çekiyor, montajını yapıyor ve gösteriyor. Tam Özerk HAyal Film, yani TÖHAF yetimizle. Bir olayı dinlerken, bir roman okurken beynimiz kendi filmini çeker. Kendi hayal gücümüzle bir anlatıya ya da okuduğumuz öyküyü filme çeviririz. Bir kitabı tutkuyla okuyan birinin o kitaptan yapılan filmi beğendiğini nadiren duyarsınız. Ben şu ana kadar okuduğum kitaplardan yapılmış filmlerden hiçbirini kendi TÖHAF yetimle çektiğimden daha iyi bulmadım.

Bizler işitsel kültürden hızla görsel kültüre doğru evrilmekteyiz. Bir gün gelir bu yetimiz körelebilir belki. Umudum TÖHAF’ın bir şekilde varkalacağı ve insanın algıya kendi damgasını vurmayı istemeye devam edeceğidir.


K2rik ve Gece – Kadınca Bilim Kurgu Öyküleri
2009 yılında genç yazar arkadaşlarımın, Ozancan ve Gökcan’ın teşvikiyle sitelerinde başkahramanları kadın olan ve yaşanan serüvenin merkezinde  kadınların durduğu altı kısa bilim kurgu öykümü yayınladık. Edebiyatımızda bir ilkti. Öykülerde kadınlar baş rol oynasa da metnin  bir erkek tarafından ele alındığı bellidir. Burada amaç kadın okurlara bilim kurgu türünü sevdirmek, okur ve yazar olarak bu türe katkılarını sağlamak ve erkek yazarlara kadın merkezli öyküleri model olarak sunmaktı.

Değişik sitelerde yayınlanan bu dijital seçki aradan geçen zaman ciddi bir okunma sayısına erişti. Özellikle kadın okurlar tarafından gönderilen yorumlardan amacımıza bir derece ulaşmış olduğumuzu görmenin mutluluğunu yaşadık. Sonradan buradaki öyküleri de ekleyerek bir yayımcı arkadaşımla on beş öykülük Arafor adlı bir kitap oluşturduk. Kitap 2012 yazında okurların beğenisine sunuldu.


Bilim kurgu türleri
Bilim kurgu eserlerinde katı ve esnek teknik yaklaşımlar vardır. Hard SF/Katı BK, katı bilim kurgu eserleri bilimsel verilere sımsıkı bağlı kalır ve gelecek öngörülerini bunun üzerine inşa ederler. Böylelikle gelecekte meydana gelen olaylar bir kısım öngörüleri, bilimsel tahminleri doğrularken,  yanıldığı yerler de açıklıkla ortaya çıkar.  Larry Niven, A. C. Clarke bu tür yazarlardır. Aslında bilim insanıdırlar. Metinde teknik verilere, astronomi, fizik ve kimya formüllerine dayanırlar. Yapıtlarında edebi bir tat mevcut değildir. Bu nedenle hem bir teknik ayrıntı deposu olmaları hem de edebi bir lezzete sahip olmamaları nedeniyle kadın okurların pek rağbet etmediği yazarlar oldular.

Ursula K. LeGuin, Philip K. Dick ve Ray Bradbury  eserlerinde sosyal bilimleri ve politik bilimleri önde tutan bilim kurgu yazarlarıdır.  Öncekilerine oranla çok daha büyük bir kadın okur kitlesine sahip olmuşlardır.

George Orwell’in 1984’ü, Aldoux Huxley’in Brave New World -  Cesur Yeni Dünyası, Yevgeni İvanoviç Zamyatin’in Mıy-Biz’i, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i ve Margraret Atwood’un The Handmaids Tale - Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanı distopik ortam romanlarının en tanınmışlarıdır. Atwood’un kitabı seksen ortalarında basılmıştır. Distopik ortamı feminist bir gözle eleştirdiği eserinde kadın haklarının tümden elden gittiği bir felaket ortamını tasvir etmiştir.

King-Takami-Collins basamakları.
En yeni popüler distopik ortam filmlerinden biri Açlık Oyunları.  Amerikalı yazar Suzanne Collins tarafından 2008 yılında yazılan bir gençlik romanından alınmadır. Uzak bir gelecekteki distopik ortam on altı yaşındaki Katniss Everdeen adlı kızın gözünden anlatılır. Halk gelişmiş bir şehir olan Capitol tarafından yönetilmektedir. Her yıl dünyanın on iki mıntıkasından seçilen 12-18 yaş arası bir kız ve erkeğin tek kişi kalana kadar savaşmaları ve bunun televizyon tarafından yayınlanması anlatılır. 

Hunger Game - Açlık Oyunları yayınlandığında Japon yazar Koushun Takami’nin 1999’da yayımlanan Battle Royale kitabından esinlendiği iddia edilişti. Kitapta ve sonradan yapılan filminde her yıl bir lise sınıfı öğrencileri, kızlı erkekli, ıssız bir adada içlerinden bir kişi sağ kalana kadar savaşmaları anlatılmaktaydı.

Benziyor değil mi gerçekten? Bir ilginç nokta daha mevcut. Ölüm Oyunu - Battle Royale kitabı da bana Stephen King’in The long Walk-Uzun Yürüyüş adlı novellasını hatırlatmaktadır. King’in Richard Bachman müstear adıyla 1979’da yayımladığı kitaptaki konu şöyledir: Amerika Birleşik Devletlerinde belirsiz bir gelecekteki bir distopik ortamda, her yıl 100 adet genç delikanlı milli spor olan Uzun Yürüyüş’e katılmaktadır. Yarışın bir galibi olacaktır. Bu kimse ömrü boyunca bir eli yağda, bir eli balda, müreffeh bin hayat sürecektir. Yalnız kurallar çok katıdır. Yürüme hızı saatte altı kilometrenin altına düşmeyecek, belirli ihtiyaç molalarının süresi otuz saniyeyi geçmeyecektir. Buna uymayanlar, bikin düşenler yürüyüşçüler onlara refakat eden askerler tarafından vulup öldürülmektedir. On altı yaşındaki Raymond Garraty romanın başkahramanıdır. Bu kanlı yarışı o kazanacaktır.

Bence bu üç kitap bir esin merdivenin üç basamağıdır. King-Takami-Collins basamakları. Çok ilginçtir. Garraty, Shuya-Noriko ve Katniss, üç öykünün başkahramanları on altı yaşındadır.



Bilim kurgunun en gözde konusu: Zamanda Yolculuk
H.G. Wells’in Zaman Makinesi adlı kitabından 1960 yılında yapılan filmi görmüştüm yıllar önce. Rod Taylor, H. George Wells rolünü canlandırmaktaydı. Burada George 1900 başlarında her nasılsa bir zaman makinesi inşa etmişti. Çalışma prensibi belli değildi. Bayağı mekanik görünümlüydü çağına uygun olarak. Makinenin takvim kısmına istediğin tarihi yazıyor ve aleti çalıştırarak oraya gidiveriyordun. Alaattin’in sihirli lambasından çok farklı değildi yani. Neredeyse yarım yüzyıl sonra yapılan bir film de benzer yöntem kullanacaktı. Kelebek Etkisi - Butterfly Effect (2004) adlı filmde de genç bir adam tuhaf olaylar yaşadığı çocukluğunda tuttuğu bir defterdeki satırları okuyarak geçmişe gidiyor ve orada bazı şeyleri düzene sokmaya çalışıyordu. Kendi çocukluğu ve yetişkin hali (doubleganger – farklı uzay ikizi) aynı zaman frekansında bir arada bulunuyor ve bu bir sorun yaratmıyordu.  Aynı yolculuğu defalarca yineliyordu. Masalvarilik aşılamıyordu.

Zamanda yolculuk temalarını işleyen Zaman Tozları (2011) ve Gizemli Evren - Zaman Tozları 2 (2012) kitaplarımı yazarken bu bilinçle her kelimemi elden geldiğince süzgeçten geçirmekteydim.

Peki zamanda yolculuk gelecekte bir şekilde mümkün olacak mıdır? Zamanın kendi akışını korumakta direneceğini varsaydığımızda ne geleceğe, ne de geçmişe yolculuk yapabiliriz. Geçmişteki birini kurtarmak bir yana oraya varlığımızı eklemlememiz bile sorun olacaktır. O halde zamanda yolculuk işi asla başarılamayacaktır. Eğer böyle bir engel yoksa mazide ve geçmişte her şeye müdahale edebileceksek, enerjinin sakımı bir yana sebep sonuç ilişkisi bile yerinden oynar. İnanılmaz bir kaos oluşur. Gerçeklik dediğimiz harmonik akış kendini iptal bile edebilir. O halde paradokslar aşılmazdır.

‘Zamanda yolculuk hoş bir hayaldi, hayal olarak kalacaktır’ diyemiyoruz. Çünkü bu yolculukları hayal etmeye teşneyiz. ‘Allah kuluna nasip etmeyeceği bir şeyi vehmettirmez’ denir. Sözlü ve yazılı külliyatımızda Tayyi Mekân ve Tayyi Zaman bazlı mesellerimiz bayağı fazladır.  Aynı anda çeşitli yerlerde görünen kutlu kişilerin kerametlerinden söz edilir. Ben bu alanda zihin parlatan bir teorik fizikçi değilim, fizik formül ve matematik denklemlerin diliyle terennümüm sınırlıdır.  Laf denklem taşımaz ayrıca. Günlük ağızla sözcük parlatınca da yazılanların masala evrilme tehlikesi mevcut. Biz bilim kurgu yazarları yine de paradoksları paspas yaparak sezgilerimizin yoluna devam edeceğiz. Ana yoldan azıcık sapacak ve ilham ufukları sonsuza odaklı öyküler çatmaya devam edeceğiz.

Zaman Tozları serisinin ilk kitabında zaman hakkında şöyle bir diyalog yazmıştım. İlk paragraf katı teknik anlatım için çok uygun bir örnektir :

  “Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır. Zaman olayının enerji alanlarına bağlı titreşimsel bir ritmin yansıması olduğunu unutmayalım. Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle eşzamanlı ve hareketli hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum. Dev elektromanyetik düzeneklerce yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler. Philadelphia deneyi böyle bir şeydi sanırım.”
  “Zaman dördüncü boyut olduğu için mi maddeyi, yani üç boyutu böyle etkiliyor?” dedi Osman. Hocanın akıl yürütmesinin sonucundan korkmaya başlamıştı. Metin’in neden olması muhtemel kaosun kaosun sınırları hızla genişlemekteydi.
  “Aslında zamanın dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda sahne gözlerimizin önünde açılıyor.” Dedi Hoca. “Katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız her şey, tüm binalar, bu dükkân, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan,içine alan ‘Geçmiş-Şimdi-Gelecek’ dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.”
  “Rüyalarda ulaştığımız gerçeklik.” Dedi Terra Fuat içini çekerek.

Evrenin belleği, levh-i mahfuz, Akaşik kayıtlar, bu kayıtlara göz atmanın, kayıtları etkilemek anlamına geleceğini kuantum fiziğinin temel ilkelerinden biliyoruz. Yani birinin siciline göz atmak dahi o sicilin içeriğini etkileyecektir. Evren Google’ı sürekli yapılan bozulan, belleğimizin içini bulandıran karmaşık bir yapıda olacaktır sanırım. Azınlık Raporu - Minorty Report (2002) filminin kurgusundaki en arızalı yer de bu noktaydı. Kişiler henüz işlemediği suç nedeniyle tutuklanıyorlardı. Eylemden son anda vazgeçmek ihtimali gözardı edildiği için bu yöntemi kullanımdan kaldırmak gerekiyordu.

Paralel evrenler zaman yolculuğu yapanların geri dönebilmesi için bir garanti gibi görünmekte. Sayısız mazilerden ya da geleceklerden birinde yediğimiz bir halt nedeniyle bir yere hapis kalma, diğer uzay ikizimizle hemhal olma veya iptal edilme sorununu bir nebze çözüyor gibiyiz.

Gene Zaman Tozları kitabıma dönelim.

“Emin değilim tabii, ama…” dedi Keten Hoca. “Bence yarattığı zaman anaforları paralel evrenler arası geçişliliği artırıyor. Buzkırıcı bir gemi gibi. Yüzen birinin hemen ardından yüzmek gibi ya da. Zaman çaldığı falan yok yani. Kulvar değiştirmek için kullanıyor Metin gibileri. Bu bir tahmin. Asla kendi geçmişime gitmemeliyim demek ki. Paralel geçmişlerden birinde bir şeyi değiştirdiğimizde gelecekte bir etkisi olur. Kelebek ya da ejderha etkisi, ama ben kendi değişmemiş geleceğimi yaşarım yolculuktan dönünce. Bu ne işe yarar? Belki his olarak daha çok. Paralel beş ayrı evrende, beş ayrı gelecekte, beş ayrı erkekle evlenmiş ve rengarenk çocuklar doğurmuş bir kadını hayal edin. Bu çocuklardan birini severken dördünü de sezgisel olarak hissedecektir.”

Gizemli Evren (Zaman Tozları 2) ‘de kadın başkahraman diğer uzaydaki ikiziyle karşılaşır:

Belga ikizini kapının ağzında görünce dizlerinin kesildiğini hissetti. Bu anın o kadar hayalini o kadar kurmasına rağmen karnında buz küpçüğü üreten minik bir makine çalışmaya başlamıştı.
  “Euzu billahi mineş şeytanir racim...”
 İkizinin onu görünce şeytan tarafından çarpıldığını sanması komiğine gitmişti. Bu kendini daha hızlı toparlamasına neden oldu. Eğer kız paniğe kapılır kaçarsa bir daha hiç buluşamayabilirlerdi. Sağa sola durumu anlatır ve adresi verirse iş kimbilir nerelere varırdı.
  “Korkma. Gel içeri. Sana her şeyi anlatıcam.”
  “Adresini annem verdi.”
  Belga’nın gözleri doldu ve “Anladım. Gel içeri.”
  Diğer Belga karar veremiyordu. Eğer arada annelerinin manevi varlığı aracı olmasaydı merdivenlerden deli gibi iner giderdi belki. Bir de kıyafetleri farklıydı Allahtan. Pantolonlar benziyordu, ama kazaklar ve ayakkabılar başkaydı. Tıpa tıp aynı şeyleri giymiş olsalardı kız şimdi çoktan dış kapıyı boylamış olurdu. Belga sıfırdan gardrop düzerken eski kıyafetlerini kısmen kopyalamıştı neyse ki.
  “Adın ne senin?”
  Belga o an minik bir yalan söylemeyi akıl etti. “Biz aslında ikizmişiz. Beni doğduktan iki ay sonra evlatlık vermişler. Bizden de saklamışlar.”
  Dramı abartılı, uçuk dizi muhabbeti kızı etkilemişti. Cinler ve şeytan tarafından çarpılmadığını düşünmeye başlayınca rahatlamıştı. “Demek... Adın ne peki?
  “Belgin.”
  “Adımız da benziyor?”
  Tanrı kimseye kolay kolay saftirikliğini böyle yansımalı görme şansı vermezdi. Diğer Belga bu izahata inanmaya ne kadar teşneydi.
  “Orda mı durucan?”
  “Telefonumu nasıl buldun peki?”
  Karşısında duran kendiydi. Bu şok halinde bile kafası hızlı çalışıyordu. Belga şimdi şiştik diye düşünürken aklına bir fikir üflendi adeta. Facebook. Bir ara facebook’a çok takılırdı. Facebook adı Belg Tuncay’dı. Adından A’yı atınca Belçikalı anlamını kazandığını sonradan birisi anlatmıştı.
  “Facebook’tan”

  Ve diğer uzaydaki ikizle karşılaşmanın çok tekinsiz bir bedeli vardır.

 “Tek vücut olacağız. Korkma.” Dedi. Sesi bayağı peltek çıkmıştı.
  İkizinin yüzü sapsarı olmuştu. Belga da midesinin bulandığını hissediyordu. Düşünceleri kıpır kıpır olmasına rağmen dili ağırlaşmıştı. Gözlerini yumdu ve açtı. Görüşü birden inanılmaz derecede bozulmuştu. İkizi biribirine yapışmış olan kolları hariç sanki şeffaflaşmış gibiydi. Ona bakınca hem odayı, hem de başka mekânları görüyordu. Farklı yerler önünden hızla geçen tren vagonları gibiydi. Sırayla görüş alanına giriyor ve çıkıyordu. Çocukluğu, mahalle oyunları, ilk okul sıraları, genç kızlık, annesinin ölümü, sıkıntılı yıllar. Hepsi bildiği tanıdığı şeylerdi. Öyle hızlı değişiyorlardı ki, birine bakıp dalmaya zaman bulamıyordu. Bu arada dudakları kıpır kıpırdı, ama ne söylüyor olabileceği üzerine tek bir fikri bile yoktu. Kulakları katmanlı bir uğultuyla doluydu, ama tek bir kelimesi bile anlamlı değildi. Uğultuda tanıdık bir ses, ya da melodi de hak getireydi. Duyguları da deforme olmuştu. Korku zihninde güç bela ayrımsadığı bir düşünce olarak durmaktaydı...”

Ben şahsen hayal edilebilen hiçbir şeyin imkânsızlığına inanmam. Yapılması zaman alır sadece. İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik evrende zaman atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse ıssız otlaklarda başka atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum. O mutena atların nal sesleri duyulana dek dünya saatlerine ve hayal kurgularına talim edeceğiz.

Yakın geleceğin ekoları
Zamanımızda küreselleşen dünyada teknoloji giderek hayatlarımıza daha derinden nüfuz ediyor. Kadınlar eskisine nazaran bu etkiye daha açıklar. Ellili yıllarda yapılan bilim kurgu filmlerindeki füturistik aparatları bugün günlük hayatımızda beraberce kullanıyoruz. Gıdalardaki GDO, cep telefonlarının radyasyon, balıktaki, duş jellerindeki ağır metaller, tavuktaki antibiyotik, etteki hormon günlük konular arasında. Kuantum fiziğinin temel taşları 1900 başlarında döşendi. Aradan geçen zamanda her yerde kullandığımız bir teknolojiye dönüştü. Nanoteknoloji şu anda 3. Devresinde. 2020lerden itibaren 4. Devreye gireceğiz.

Dahası var. Transhuman kapımızı çalıyor. Beyinlerimizin dijitalleştirilmesi çok ciddi bir proje olarak şu anda yürütülüyor. Google firması da bu tür çalışmaları destekliyor. Terminatör filmlerindeki metal gövdeli andoroid bedenler pekâlâ elli yıl kadar yakınımızda olabilir. Tüm anılarımızı hard disklere yüklemeyi başarabileceğimiz anlar da öyle.

Üçüncü milenyuma girerken kayda değer dört bilim kurgu filmi yapıldı. Bunlar adeta birbirleriyle yarışırcasına aynı temayı işlemekteydi: Algıların farkı belirlemede yaya kaldığı alternatif gerçeklik. The Dark City- Karanlık Şehir (1998), The Thirteenth Floor – 13. Kat(1999), ExistenZ – Varoluş (1999) ve Matrix(1999). Beyinlerimiz bir kez dijitalleştiğinde medeniyet telakkimiz, yaşamlarımız yoluna bu aşamadan devam edecek. Şu anda medya aracılığıyla yaratılan genel algı oluşturulması, programlanmış gerçekliğe dönüşecek. Neyin gerçek, neyin sanal olduğunun fazla önemi kalmayacak. Kadın ya da erkek olmak da fark etmeyecek. Bir varoluş şeklini tercih etmemiz bile sıradan bir seçim haline gelecek.

Hangi teknolojik seviyede olursak olalım bazı şeyler değişmeyecek. İnsanlar ve ondan türeyen tekno-türler merhametli olanı, İz Sürücü filmindeki o eşsiz Oda’yı, vicdan hassasiyetini, hakikati ve hakkaniyeti tercih etmeye devam edecek. Çatışma, ‘Güneşin altında değişik bir şey yoktur’ sözünü doğrularcasına binlerce yıl önce ve şimdi olduğu gibi bunu istiyenlerle  karşıtları arasında olacak.


                                                 -----------------------------------