diğer gerçeklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
diğer gerçeklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mayıs 2021 Perşembe

İdeal Küreselleşme - Hrönir Gerçekliği

 



 

Tlönleşen Dünya Öyküsü

 

J.L.Borges’e

 

Kasım sonunda Rotterdam’da, bir gazete binasının çatı katında, küçük bir grup Borges’in dünyaca ünlü Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius adlı öyküsünü okuduk. Geçici olarak bir Borges okuma grubu oluşturmuştuk. Bitiminde kartonlara hazırlanmış Borgestanırlık sertifikalarını bölüştük. Hoş entelektüel bir esinti anı şimdi arkada kalan. Tlön’ü üçüncü kez okumaya hazırlanırken yaptığım bir keşfi (daha sonra araştırınca başkalarının da aynı keşfi yaptığını görerek sevindim) o gece arkadaşlarıma da açtım.

Stanislaw Lem, Solaris adlı ünlü bilimkurgu yapıtına Borges’in bu öyküsünden esinlenmiş olabilir.

Solaris gezegenindeki araştırma gemisine gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçeği düşünün. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya ziyaretine gelmiştir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Ama fena halde o değildir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fizik zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Rheya bir çeşit hrönirdir. Chris’in zihninin ürünüdür. Solaris gezegenindeki zeka taşıyan okyanus ise bir Tlön gerçekliğidir. Bu nedenle insanın düz mantığa şartlanmış aklıyla anlaşılamaz.

1940’larda yazılmış öyküyü okuyanlar Tlön gezegeninin tartışma kışkırtıcı kurgusunun Berkeleyci idealizmin üzerine kurulduğunu biliyorlar. Tlön gezegenine ait bilgiler önce dünyada basılan ansiklopedilerde arzı endam ederler. Yirminci yüzyılın başlarındaki basım şartlarında klişeleri hazırlanmamış, dizilmemiş olmalarına rağmen basılmış bazı ansiklopedilerde yer almışlardır. İki arkadaş bunların peşine düşerler ve sonunda bir tanesini ele geçirirler. Ansiklopedinin sözdizininde Tlön bahsi geçmez ama onlarca sayfa bilgi olarak bazı ciltlerde mevcutturlar. Giderek bu kaçak sayfalara daha sık raslanmaktadır. Tlön gerçekliği kendini bizim bilinen dünya gerçekliğine sinsice eklemlemiştir. İdealist sızıntıdır bir çeşit yani.

Borges’in öykülerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’un da özetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle bazı pasajlardan örnek vererek hrönire değinmek istiyorum.

 


Yüzyıllar ve yüzyıllarca süren idealizm, sonuçta gerçekliği de etkilemekten geri durmamıştır. Tlön’ün en eski yörelerinde, kaybolan eşyaların tıpkısının ortaya çıkması sıkça raslanan bir olaydır. İki kişi bir kurşunkalemi ararlar, birincisi kalemi bulur ve sesini çıkarmaz;ikincisi bundan daha az gerçek olmayan, ama kendi beklentilerine daha uygun olan ikinci bir kalem bulur. Bu ikincil nesnelere hrönir denir ve azıcık biçimsiz olmakla birlikte birincilerden biraz daha uzun olurlar. Son zamanlara kadar, hrönirler dalgınlıkla unutkanlığın raslantısal ürünleriydi. Bunların düzenli bir biçimde üretilmesinin yüzyılı bile bulmayan bir geçmişe dayalı oluşu inanılmaz bir şey gibi görünmektedir, ama XI. Cilt bize bunun böyle olduğunu söylemektedir.İlk girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ne var ki, modus operandi (çalışma yöntemleri) anlatılmaya değer. Devlet hapisanelerinin yöneticilerinden biri, tutuklulara tarih öncesinden kalma bir ırmak yatağında bazı mezarlar bulunduğunu ve önemli bir şeyler bulana özgürlüğünü bağışlayacağını söylemişti. Kazı öncesi aylarda tutuklulara bulacakları şeylerin fotoğrafları gösterilmişti. Bu ilk girişim, beklentiyle gerilimin kişiyi engelleyici olabileceğini kanıtladı.,kazma kürekle yapılan bir haftalık çalışma sonucunda hrön olarak, hemen kazı öncesi devre ait paslı bir tekerlekten başka bir şey çıkmadı topraktan. Ama bu gizli tutuldu ve aynı işlem sonradan dört okulda tekrarlandı. Bunlardan üçünde hemen kesin başarısızlıkla karşılaşıldı; dördüncüsünda (ki bunun yöneticisi ilk kazılar sırasında kaza sonucu öldü) öğrenciler altın bir maske, tarihöncesi bir kılıç, iki üç seramik vazo ve göğsünde bugüne kadar çözülemeyen bir yazı bulunan, belden aşağısı kopuk bir kral bedeni çıkardılar – ya da tıpkısını ürettiler. Böylece kazının deneysel niteliğinden haberli olanlara da güvenilemeyeceği ortaya çıktı. Geniş kitlelerce yapılan araştırmalar. Birbirleriyle çelişen eşyalar da çıkardı ortaya; şimdilerde bireysel ve daha hazırlıksız girişimler yeğleniyor. Hrönirlerin düzenli olarak üretilmesi (diyor XI. Cilt) arkeologlara müthiş yararlar sağladı. Bu, günümüzde gelecekten daha az esnek ve yumuşakbaşlı olmayan geçmişin sorgulanmasını ve hatta dönüştürülmesini mümkün kıldı.
……

Tlön’deki eşyaların tıpkısı ortaya çıkıyor dedik; eşyalar aynı zamanda siliniyor bozulma eğilimi de gösteriyor ve unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. En iyi bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.

Uzun öykü ironik ve her kafadan şaşkolozvari itiraz hışırtıları fışırdatan şu cümlelerle sona erer.

İngilizler, Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak. Ben bütün bunlara hiç aldırış etmeden Adrogue’deki otelde geçen günlerimin tüm sessizliği içinde, Browne’un Urn Burial’ının Quevedo tarzı bir çevirisini yapmakla uğraşıyorum – çeviriye pek güvenim yok, yayımlamayı düşünmüyorum.
Fatih Özgüven’in çevirisiyle:Yolları çatallaşan bahçe,
Can yayınları, 1985

Totalitarizme ürkek bir eleştiri içeren dedektifvari kurgu, edebi kritikler, dil ve dilkökenbilim değinmeleriyle tıka basa yüklü öyküyü henüz basılmamış en yeni Tlön ansiklopedisinde bir eğretileme olarak bırakıp hrönirleri ele alalım.


İdeal Küreselleşme – Hrönir Gerçekliği

 

Dünya Tlönleşirken diller, bilim, sanat ve daha da önemlisi ruh hallerimiz yeniden şekillenecek. Şu anda bizleri tanımlayan ve aramıza sınırlar çeken her şey hızla kağşayıp, değişip yenilenecek. Ve yüz ciltlik muhteşem Tlön ansiklopedisi her kitapçıda, her kütüphanede bulunur hale gelecek. O günlerde hayatımız baştan aşağı bir hrönir gerçekliğiyle yüklü olacak.

Bu değişim yavaş yavaş ivmelenecek, ama sonucun içine nano tepkimeleri bile aşan bir hızla dalacağız. Masallardaki göz açıp kapamayla ulaşılan beldelerde yaşanankilere benzer bir değişme olmayacak bu. O diyarlara gidenler eski bilinçlerini kuşanmış olduklarından gördükleri şeylere şaşıp kalırlar. Tlön gerçekliğine tamamen geçildiğinde şaşkınlığın yerini huşu soslu hafif, ama sürekli bir merak beklentisi alacak.

Hrönirleşme en ütopik ve kurnaz bakışın bile hayal edemediği mükemmelikte bir küreselleşme yaratacak. Şu anlarda can çekiştiği için iyice vahşileşen kapitalizm en ilkel sınırlarına çekilecek ve sonlanacak. Lüks tüketimi duracak. Çünkü en lüks maddelerin anında üretim gerektirmeyen kopyalarıyla dolacak ortalık. Hiçbir nesne, son moda giyim eşyası, hatta sofistike aparatlar bile kimseye züppelik yapma ve ayrıcalık yaşama fırsatı vermeyecek. Sol devrim denemelerinin başaramadığı şeyi hrönirleştirebildiklerimiz başaracak. Lüks tüketimi durunca kapitalizm de duracak.

Hrönirleşme gerçekliğinde seçim yapılmayacak, ama ideal demokrasi altın devrini yaşayacak. Çünkü oylamalar, aday tespitleri, idareciler, bakanlar ve küresel cumhurbaşkanı belli güçlerin bürolarında tespit edilemeyecek artık. Hergün güneş doğarken raslantısal bir piyangonun, zihinler arası etkileşimin fırdöndüsü ya da, etkisiyle idareci kadro yenilenecek. Hiçbir makam, iktidar, mevki, birkaç haftadan uzun süremeyecek. Kimse çocuklarına iktidar ve kapital devredemeyecek. Kraliyetler, cemaatler, esoterik kurumların hepsi dağılıp bu fırdöndüsel piyangonun etkisine tabi olacaklar. Meslekler, uzmanlıklar herkesin malı olacak. Kalifiye olmayan işler herkesin elini öpecek. Bir sabah masanızın üzerinde kendi kendine beliren bir zarfta o gün, bir hafta ya da en fazla iki üç hafta boyunca yaş, cinsiyet ve zihin kalibrenize uygun olarak kasaplık, terzilik, hamallık, çiftçilik, öğrencilik, laborantlık, aylaklık ya da küresel dünyanın cumhurbaşkanlığını yapacaksınız. Bir anda eski işinizin belleğinizdeki kayıtları gevşeyecek ve yeni işinize uyarlanacaksınız.

Süpermarketler yerini mahalle bakkallarına, bakkallar da şahsi üretime bırakacaklar. Giyecekler, makamlar, para ve tahviller gibi yiyecekler de hrönirleşecekler. Mahalle bakkalları birer birer ortadan kalktığında tarım üretimi kendini epey sınırlamak zorunda kalacak, ama tamamen sonlanmayacak. Pırasa ekip pancar biçmek, pancarları eve götürürken bazılarının patlıcana dönüşmesine alışılacak. Hergün beliren yeni bir maydanoz çeşidine ad vermekte direnenler çıkacak. Kapkalın defterlere yazdıkları adlar sayfalardan taşıp sokaklara dökülecekler. İnsanlar yeniden sebze meyve toplayıcı çağlarına geri dönecekler. Çocuklar ve yaşlılar çıtır çıtır taze ekmeği, peyniri, domatesi bakkaldan almaktansa ağaç tepelerinden toplamayı yeğleyecekler. Tüfekle, okla yayla yapılan avcılık bitecek. Geyiğin zihni de hrönir tuttuğundan avcıya kaya parçası gibi görünecek. Son tüfek te değişip başka bir şeye dönüşene kadar avcılar geyik sanıp kayalara, kuş sanıp ağaç dallarında yetişen muz kokulu karpuzlara ateş edip duracaklar. Balıkçılık da bitecek. Oltalar sarmaşıklaşmadan önce teknelere mercan parçaları çekip duracaklar.

Hayvansal protein kaynağı hayvanlar olmaktan çıkacak. Bütün gerekli aminoasitleri kendimiz ağaç dallarında, yastıklarımızn altında, bazı günlerde yarı şaka olarak boş ayakkabılarımızın içinde çeşitli renklerde lezzetli nohutçuklar olarak bulacağız.

Enerji sorunu denen şey kökünden yokolacak. Herkes kendi ışığı ve ısısıyla haşır neşir olacak. Bir zamanlar benzin, gaz yakarak, atomun çekirdeğini parçalayarak enerji elde edildiğini hatırlayan tek bir kişi bile kalmayacak. Zihnimiz şişe, hrönirleşme cin olacak ve istekten türeyen çevre kirletmeyen enerji çeşitlerine gark olacağız.

Psikoanaliz, antidepresan, yoga, meditasyon, alkollu içki tüketimi, eroin, kokain ve esrar kullanımı tarihe karışacak. Hrönir gerçekliğinde kafa sürekli bu aşamalar ve işlem zenginliği üzerine kurulduğundan hep yüksek durumda kalacak. Kimse kendini uzun süreli meyus, depresif, gamlı ve kederli durumda tutamayacak. Bu tür arızalar maziden ekolanmış uyuzluklar olarak kısa süreli ziyaretlerde bulunabilecekler sadece.

Zaman da hröniroidsel bir kıvamda akacak. Takvimler, saatli radyolar falan anlamsızlaşacaklar. Kimse bugün günlerden ne diye sormayacak. Saat taşımak anlamsızlaşacak. Randevu diye bir şey kalmayacak. Görüşmek istediğiniz kimseye inşallah, umarım, yakında kelimelerinden birini kullanmanız yetecek. O kimseyi anı gelip gördüğünüzde bunun rasgele meydana geldiğini, ama ikinizin de hoşunuza giden bir tesadüf olduğunu düşüneceksiniz.

Gelecek tasası tamamen ortadan kalkacak. Yaşlılık bir sürü engellerle kuşatılma hali olmayacak artık. Ölüm baki kalacak. Bir an gelip diğerleri için arkada bıraktığı izlerle hatırlanan biri olacaksınız. Eskiden ölümsüz ruh denen şey bu izlerin direnginliği, aynı şeyi isteyenlerin şevkli bellek desteği olacak. Siz hatırladığınız için varkalan malzeme başkaları tarafından özenle belleklerine kazınacak. Kayıtları tutulacak. Bu kayıtlardan dev arşivler peydahlanacak. Rüyalarda bu arşivleri ziyaret ederek ölülerle sohbet etmek mümkün olacak. Arşiv tozu kıpır kıpırlığı diye bir laf sık sık kullanılacak.

Mükemmelüstü, nirvana ötesi demeli belki, küreselleşmede tek bir gezegen ailesi mevcut olacak. Bu nedenle savaşlar, seri cinayetler, boks maçları, kavgalar ve intiharlar mazinin baskısıyla zar zor hatırlanabilen eski marifetler olarak kalacaklar. Ordu, rütbe, tank, tüfek, biyolojik, kimyasal ve nükleer silah kelimeleri yavaş yavaş unutulacak. En zor çapraz bulmacalarda alın kırıştıran kelimelere dönüşecekler.

Orospuluk ve buna dayalı olarak pezevenklik, randevu evleri, kerhaneler falan tarihe karışacak. Mastürbasyon yapmak da. Çünkü hrönir gerçekliğinde cinselliğin çağrısı anında en ehven karşılığını bulacak.

İyilikler, yapılmaya fırsat bulunan kabahatler, kötücül şakalar falan hep toplumsal belleğin parçası olarak kalacak. Bu nedenle hrönir hareketililğinin en hızlı etkileşim sürecine tabi olacaklar. Birinin kafasına taş indirmek isteyen biri son saniyede taşın bir demet kurumuş papatyaya dönüştüğünü görerek sevinecek. Bir diğerine takılan çelme onu düşürmek yerine ünlü bir baleden hoş ve kısa bir alıntı yaptırtacak. Seyredenler, eşek şakasını icra eden de dahil alkışlayacaklar.

Restoranlarda mönü kartları bulunmayacak. Aralarındaki fark da bitecek. Önünüze gelen yemek aklın sınır berisiyle güç bela sezilen bir sistematiğin seçimi sonucu zaten ağız tadınıza uygun olacak.

Para, çek, kredi kartı uygulamaları sıfırlanacak. Emek ve takasın doğru orantılı mevcudiyeti bankaları gereksiz kılacak. Ve şehirlerin en iyi yerlerini ele geçirmiş olan banka binaları kütüphanelere dönüştürülecek.

İnsanların önemli bir kısmı evden çıkıp işe falan gitmeyecek. İşler, güçler ve idare evlerden, mahallelerden de yönetilebilecek. Şehirlere doluşmuş nüfus yavaşça kırsala çekilecek. Şehirlerin vaadedebileceği tek bir üstünlük kalmayınca, iletişimin zihinle yapılması nedeniyle mobil telefonların, internetin, uyduların, kablolu telefonun işlevi de bitecek. Televizyon şirketleriyse çoktan tarihe karışmış olacak.

Artık küçük çocuklar için ne kreş, ne de oyun bahçesi inşa etmeye gerek kalmayacak. Oyun beklenmedik belirmelerle her yaşta ve aldığınız her solukta zaten var olacak. Pedagoji denen bilim dalı kendini bu gerçekliğe uyarlayıp iptal edecek.

Bilimler de tümden değişikliğe uğrayacak haliyle. Sosyoloji, felsefe ve psikolojinin yanı sıra en başta tarih bilimi tarihe karışacak. Mazi geleceğe basınç yapamadığında, kayda kuyda da gerek kalmayacağından tarih kitapları tarihe karışacak. Bir zamanlar tarih bilinci denen şey anın yetkin tasavvuru formatına dönüşecek. Fizik manyetik alanlar arası ilişkilerin farfaralı trafiği konularını işleyecek. Matematik denklemleri ilk kez herkese hitap edebilmenin hazzıyla kağıt yüzeylerden, kara tahtalardan sıyrılıp üç küsur boyut kazanacaklar. Kimya deneyleri bil bakalım tüpten bu defa ne çıkacak oyununa dönüşecek. C + O2 = H2S denklemi bazı tişörtlerin ön yüzlerinde zaman zaman belirip yokolacak.

Birbirinden berbat ve kötücül ruhlu filmlerden de kurtulacağız. Ücretli, havalı, afurlu tafurlu aktörlük, yönetmenlik falan bitecek. Bütün videotekler kapanacak. Bazı sinema salonları kalacak, bazıları yok olup gidecek. Kalanlar her an, her dakika başka başka, nabza, isteğe göre filmlere beşik olacaklar. Kar kristallerinin, parmak izlerinin tekinin bile diğeriyle aynı olmadığı gibi, diğeriyle tamamen aynı tek bir film mevcut olmayacak. Film sayısı gezegende yaşayan zihin sayısının onlarca, yüzlerce katına ulaşacak.

Sayısız kulüpler ve cemiyetler kurulup bozulacaklar. Hiçbir üye diğerinden daha kıdemli olmayacak. Herkes potansiyel kurucu üye sıfatıyla doğacak. Birisi herkes, herkes birisi ya da birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için sözleri bu gerçeklikte hiçbir mana ifade etmeyecek.

Daha da ilginci belki, bazı kimseler gökte akıllı yıldızların göz kırptığını, ışığın mana taşıdığını görmenin mahçup şaşkınlığını yaşayacaklar.

Bir dakika... Bunları yazarken masamın üzerinde beyaz bir zarf belirdi. Açıyorum. Yarın sabahtan itibaren hrönir gerçekliğinin yeni cumhurbaşkanı ben olacakmışım. Bugün mahallenin çöplerini toplayan takımdaydım. Dün ne iş yaptığımı ise hatırlamıyorum.
                                                                           Aralık 2007 Amsterdam

 

 


21 Ekim 2020 Çarşamba

DÜŞ ÖKSESİ

 


 

DÜŞ ÖKSESİ

 

  Ayak tabanlarımın kumsala teması, hemen önümde suya doğru kaçışan şu minik yengeç kadar asılsız. Bulutsuz gökyüzü, yeşilin mavinin karışımı kıpırtısız deniz yüzeyi, asabi bebek viyaklamalı martılar, tam tepeden ufka varan yayın yarısında duran güneş de dahil hepsi zihnimin ürünü. Az ilerimde duran şu garip kayalık nedeniyle.

  Kumsal boyunca mevcut olan yegane kayalık bir eşik. Çocukluğumdan beri sayısız defalar yolunu çiğnedim. Denizin içinden tatlı bir eğimle çıkan ve sonra tam kumsala vardığında dikleşerek üç metre boya varan ve sonra beyaz kumlara doğru benzer bir eğimle alçalarak adeta solucan gibi altına dalan dana karaciğeri rengindeki bir yükselti.

  Bu parlak yüzeyli kayalığı ilginç yapan en baskın özelliği içindeki bir buçuk metre enindeki yürüme alanıydı. Ayaklarım ıslak kumlara basarak yürürken iki yanımda dimdik yükselen kahverengi taş kütleyi hissetmek sarsıcı bir deneyimdi. Daha da ilginci bu sekiz metrelik koridorda benim gibi yürüyüşe çıkmış diğer kıyı sakinleriyle karşılaşmamdı. Beş altı kişiden az olmazdı. Herkes yüzünde ciddi bir ifadeyle, birbirine değmemeye çalışarak, selamlaşmadan, hatta göz kontağı da kurmadan geçer giderdi. Çocukluğumda buna tanık olduğumda kendimi yetişkin olarak görürdüm. Kayalık geçitten geçenlerin tamamı kadın ya da erkek yaşlarını fazla belli etmeyen yetişkin kimseler olurdu.

  Geçide gelene kadar kumsalda göz alabildiğine kimseyi görmezdim. Kumluk alan daima boş olurdu. Deniz de teknesiz, yelkensiz ve dalgasız. Diğer yanına hiçbir zaman geçmemiştim.Görünmeyen bir sürü kumsalın kesişme noktası gibiydi bu kayalık geçit. İnterdüşsel merkez ya da rüya viadükü diyeceğim geliyor. Kayalığın içinde attığım son adım beni çoğunlukla bir başka rüyanın mekânına bağlardı. Bu geçitten en son ne zaman geçtiğimi unutmuştum. En az on yıl demekteydi içimden bir ses.

  Taş geçide girdiğimde her zamankinin aksine bir kalabalıkla karşılaşmadım. Bu ilk kez oluyordu. Merakson motorum iyice tur arttırmış durumda yürüdüm ve geçidi tamamlayıp diğer tarafa çıktım. Birkaç metre ötemde beyaz pantolonlu, hasır şapkalı bir adam durmaktaydı. Otuz yaşlarındaydı. Belden yukarısı ve ayakları çıplaktı. Pantolonunun paçalarını kıvırmıştı.

  “Tam vaktinde geldiniz.”

  “Siz de öyle.”

  Çocukluktan beri bu tür kimselerle karşılaştığım için fazladan heyecanlı değildim. Bunlar ister bilinç altımızın ürünü, isterse başka gerçekliklere ait girişimler olsun asla kötücül değillerdi. Çocukken anlattığımda rahmetli anneannem iyi saatte olsunlar şeklinde yorumlardı. Paralel evrenler, kuantum fiziği gibi kavramların ışığında saatler zamanımızda iyice başkalaşmıştı haliyle.

  “Beni taş geçidin diğer ucuna çektiniz.” Diyerek hızla konuya girdim. Her an bu gerçeklikten teyellerim sökülebilirdi. Muhatabımın ağzından laf kopartmak istiyordum. Artık on iki yaşında bir çocuk değildim. Ağzım bir karış açık aval aval bakınma lüksüm yoktu.

  “Çok iyi gördünüz. Şöyle yürüyelim mi biraz?”

  Benim boyumda, buğday tenli sırım yapılı bir adamdı. Adımlarımız birbirine eş yürümeye başladık.

  “Sizi dinliyorum.” Dedim.

  “Ömrünüz boyunca içinde birden fazla seyrettiğiniz rüyalarınızı tasnif edip durdunuz. Bunlardan öykü kalıpladınız. Romanlarınızın sayfalarına kelebek tozu olarak yapıştırdınız. Dahası, bazı duyarlı okurlarınız bunları aynen görebildiler. Görsel miras da bıraktınız sayfalarda yani.”

  Ben süslü anlatıma kurban edilmeyen bazı betimlemelerin yazarın zihnindeki görüntüleri aynen, bir film gibi nakledebildiğini biliyorum. Benle ilişki kurmuş onlarca okurum sayesinde artık bundan yüzde yüz emindim.

  “Rüyalar sadece bilinçaltının, beynin günlük deneyimleri işleyip yorumlamasından ibaret değildir.”

  “Sadede gelin lütfen.” Dedim.

  “Haklısınız. Dünyanızdan değilim. Galaksimizin bu taraflarını epeyce gezmiş tozmuş biri gibi düşünün beni. Şu andaki suretim uyarlanmış halimdir. İntibak sorunu yaratmamak için takdir edersiniz.”

  Korkup altınıza doldurmamanız yerine intibak sorunu demesi komiğime gitmişti.

  “Sonra?”

  Alpha Centauri’denim. Biz sizden farklı bir şekilde evrildik ve şu anda teknolojik olarak yıldızlar arası yolculuk yapabilecek durumdayız. Ben… Nasıl söylesem, sizin serbest girişimci dediğiniz türden bir mesleğe sahibim. Buraya kadar ne diyorsunuz?”

  Alpha Centauri 4,3 ışık yılı mesafede bizimki büyüklüğünde iki güneşli bir gezegenler sistemiydi. Üzerine çok spekülasyon yapılmış bir yerdi. Bütün bunlar pekâlâ zihnimin düş makamındaki bir ürünü olabilirdi.

  “Gelecek vaadediyor öykünüz.”

  “Siz konuştukça burada boşuna bulunmadığımı anlayarak seviniyorum. Devam edeyim. Benim girişimciliğim nedeniyle bu taraflara yolum sıkça düşer. Bazı kalıntıları araştırıyorum. Bunların içinde çok ilginç malzemeler bulunuyor. Dünya yılı cinsinden söylersek 1200 yıl kadar önce bir sistem keşfettik. Bizim bulunduğumuz yeri de kapsayan çok geniş bir alan. Galaksi boyutlarını aştığını düşünmekteyiz. Sonradan bu sistemin bir çeşit posta ağı olduğunu bulguladık. Çok sofistike bir ağ.”

  “Siz kurmadınız yani?”

  “Bizi çok aşan bir yapı. Kuranlar galaksi ölçeğinde bir hat sistemi oluşturmuş. Şifrelenmiş bir kayıt sistemi var. Şu ana kadar çözmeyi başaramadık. Bunu kimler yaptıysa ya çekip başka yerlere gitmişler, ya da bir şekilde tükenip bitmişler. Bizim bilimcilerimiz birinci tezi benimsiyorlar. Arkalarında muhteşem bir ağ bırakıp gitmişler. Bu ağ sayesinde uzay gemileri filan yapmaya gerek kalmadan yolculuk yapmayı başardık. Siz bu düzeyden birkaç yüzyıl geridesiniz sadece. 24. yüzyılda bu ağı keşfedeceğinizi tahmin etmekteyiz.”

  Sıradan bir bilimkurgu-masal karışımı bir şeyler dinliyor gibiydim, ama bir yanım hepsi doğru bunların demekte direnmekteydi. Kumsalın diğer yanını ilk kez görmem üzerimde etkili olmuştu.

  “Bu ağ zihin faaliyetleri gelişkin varlıkların alanlarını taradığında onların düşüncelerini etkiliyor. En başta rüyalarını. Bir köpeğin döllenme zamanı doğada ağaçlara işeyerek ardında kimyasal izler bırakması gibi. Rüyalarda da izler bırakıyor. Ve biz… Ben bu izlerle ilgilenmekteyim.”

  “Yani?”

  “Pul, böcek, kelebek koleksiyoncuları gibi bu düş izlerini de biriktirenler var. Bulması zor. Yerinden çıkartılması başka bir zorluk. Bayağı kıymetli bir meta bizim o taraflarda. Ben bu izleri toplayıp satıyorum. Çok meşakkatli, ama getirisi muazzam.”

  İçimde ilk kez bütün duyduklarımın harfi harfine doğru olmasa bile, gerçeği dile getirdiği duygusu oluşmuştu. “Benden bir şey isteyeceksiniz galiba?” dedim.

  “Evet. Çok yerinde tahmin ettiniz.”

  “Nedir?”

  “Karşılığında size bu cinsten bir kıyak yapacağım. Çok merak ettiğiniz bir şeyi vereceğim.”

  Heyecanlanmıştım. “Önce söyleyin. Mesele nedir?” dedim.

  “Bu sistemi kuranların şifrelerini çözemediğimiz gibi, başka şeyleri de öngöremedik. Posta hattında tuzaklar varmış. Telgrafın tellerine konan kuşlar için. Ökse gibi. Çok berbat bir durum. Eskiden kalma bir önlem. Ev sahipleri çekmiş gitmiş. Evin kapısı aralık duruyor, ama geçerken alarm çalıyor. Bunun gibi bir şey. Sizden ricam beni ökseden kurtarmanız. Neden ben diye düşünüyorsunuz. Sizin gibi düşleri yardımıyla bu hatlarda kısa menzilli de olsa gezinen cinsten biri yapabilir bunu. Formatı uygun 1028 kişi var şu anda dünyanızda yaşayan. Ben sizi seçtim. Size güveniyorum. Karşılığında ben de istediğiniz servisi vereceğim.”

  Neymiş o servis diyeceğim sırada kendimi kırlık bir alanda buldum. Seyrek şekilde bodur ağaçlar bulunan bir yerdi. Yanımda dört kişi vardı. On ile on iki arası çocuklardı benim gibi. İki kız, iki oğlan. Onları sadece bu rüyadan tanımaktaydım. Mahalleden ya da okuldan arkadaşım falan değillerdi. Minik bir tepecikten tahtası iyice koyu kahverengi odunlardan yapılmış bir kulubeye bakmaktaydık. Kapısı sımsıkı örtülü penceresiz bir yapıydı. Tanımıştım haliyle.  Çocukluğumda belki yüz kere kendimi orada bulmuş, ama tepecikten inip kulübeye yaklaşamamıştım. Oysa çocukları oraya getiren ben olmalıydım. Çünkü elimde kendi çizdiğim bir harita vardı. Bir şey rüyayı o aşamada kopartıyor. Asla yokuşu inerek kulubeye yaklaşamıyorduk. Oraya varmak için tırmandığımız yarlar, çamurlara saplanmamız, defalarca yolumuzu kaybetmemiz ve bulmamız boşa gidiyordu. Alfavarlık gerçekti. Bu rüyamı en büyük sırdaşım karım dahil hiç kimseye anlatmamıştım.  

  “Tamam kabul.” Dedim. “Ne yapacağımı söyleyin.”

  “İş basit, ama sorun o değil. Nasıl desem. Kısmen de olsa beni görmek zorunda kalacaksınız. Yoksa neremin yapıştığını asla bulamazsınız.”

  Alfavarlık haliyle insan benzeri bir yapıya sahip  değildi. Aklıma ilk olarak Alien filmindeki yaratık geldi.Tüylerim diken diken olmuştu. Bir örümcekten, yılandan, böceklerden ölesiye korkan insanları düşündüm. Hepsi de dünyevi varlıklardı oysa. Korku midemdeki bir arı kovanı gibiydi şimdi. Vazgeçmek isteyen yanım yeterince güçlü değildi yine de. Ganimet yağmacısı dostum sinir sistemime müdahale etmekteydi sanırım.

  “Ne… Ne zaman başlayacağız?”

  “Hemen şimdi. Eğer isterseniz tabii. Sakinleşin lütfen. Aşırı korkarsanız başarılı olamazsınız. Sonuçta hepimiz tanıdığımız bildiğimiz atomlardan yapılmayız. Siz karbon bazlısınız, biz kükürt. Bir romanınızda elektrona protona büründüm, atom diye göründüm yazmıştınız. Bunu hatırlayın. Yapacak mısınız?”

  “Evet.”

  Sesim çok uzaklardan yankılanır gibi duyulmaktaydı. İşlem başlamıştı bile.

  “Mor ışıltı olan noktalara müdahale edeceksiniz. İki adet. Göreceksiniz şişeden tirbuşonla mantar çekip çıkarmak gibi kolay olacak.”

  Ayaklarımı bastığım kumsal parçası hızla bir başka yapı tarafından kapsanıverdi. Güneş dışarıda kalmıştı. Bir yazar olarak lacivert, kirli sarı ve nefti yeşilin tonlarında oluşan dış zarfı tanımlamak için yeterli sıfata sahip değildim. Organik bir makine dairesindeydim sanki. Bu izahat çok zayıf. Stadyum büyüklüğünde bir hamam böceğinin içinde gibi hissetmekteydim kendimi. Ayaklarım rüyadaki gibi çıplaktı ve organik zemin tarafından çeşitli muamelelere tabii tutulmaktaydı. Yapışma, gıdıklanma, çeşitli noktalardan mini sülüklerin emmesi gibi duyumlar alıyordum. Duyduğum kokuyu betimlemem mümkün değildi. Koku keskinden çok nüfuz ediciydi. Midem bulantı sonatı çalmaktaydı. Öğürmeye başladım ve ne varsa çıkardım. Karnım boştu neyse ki. Çok fazla uzun sürmedi. Öğürtüler bitince ilk adımımı attım. Ayağım sandığım gibi yapışmamıştı. İkinci adımı da atabildim. Her taraftan bir uzantı bedenime değiyordu. Bunlar canlıydı. Derimden etkileniyor gibiydiler. Bazıları hemen geri çekiliyor. Bazıları da hiç tepki vermiyordu. İçeride kaynağı belirsiz ışık da vardı. Üzerinde adım attığım hareketli, titreyen, uzayan, kısalan, eklemlenip, sökülen, geri çekilen; hem biraz kaygan, hem de ağdalı olan zeminde adım atmaya devam ettim. Tavandan sarkan, sağdan soldan üzerime gelip çekilen sayısız çatallı dal gibi şeyler arasında yürüdüm.

  Gördüğüm şeyleri dünyamdan tanıdığım nesnelere pek az benzettiğimi kavradım birden. Daire şeklinde bir uzay gemisi görsem bunu seyrettiğim filmlerdekilere benzetebilirdim. Gördüğüm şeyler beynimin kısmen araladığı bir çözünürlük alanına sızanlardan ibaretti. Diğer duyularımla hissettiklerim de öyleydi. Beynimin çağrışım fonksiyonu çok kifayetsiz çalışmaktaydı.

  Birden ilk hedefimi saptadım. Mor parıltı iki metre ötemdeydi. Yanına vardım Eğilip baktım. İki farklı dalın kaynak noktası gibiydi. Hangi tarafın ökse zemini, hangisinin ganimetçi olduğunu hiçbir şekilde kestiremiyordum. Alt ya da üst konumda olmak çok göreceli bir durumdu. Mor parıltıya dokunmamaya çalışarak iki dal parçasını kavradım. Benim kuvvetim bunu sökmeğe nasıl yeter diye düşünürken mor parıltı azaldı ve sönüverdi. Bu arada güçten de kesilmeye başladığımı hissetmekteydim. Kaslarım seğirmeye başlamıştı. Kesik kesik nefes alarak etrafıma bakındım. İkinci mor ışıltıyı görünce çok sevindim. İşi bitirmek üzereydim. Sonra oraya gidebilmek için nefti yeşilin hakim olduğu kıvamlı bir sıvı birikintisini geçmem gerektiğini anladım. Derinliği ne kadar acaba derken kendimi sıvının içinde buldum. Bütün vücudumun karıncalanması korkunç bir duyguydu. Ağzımı açıp bu iğrenç sıvıyı yutmamak için aşırı gayret göstermekteydim. Ayağım tekrar sert bir şeye değdiğinde gözlerimi yumduğumu farkettim. Karşı kıyıya çıkmıştım bile çoktan.

  İkinci morluğun işini halledip bir an önce bu yabancı cehennemden çıkmak için eğildim ve morluğu söndürdüm. Bu arada harcadığım eforiden başım dönmeye başlamıştı. Şimdi burada bayılırsam halim ne olur diye düşünürken kendimi tekrar kumsalda buldum. Alfavarlık görünürlerde yoktu. Dönüp geriye baktım. Kayalık alan öylesine durmaktaydı. Aramızdaki on metrelik sahil şeritinde sadece benim ayak izlerim vardı.

  Ani bir dürtüyle geriye doğru yürüdüm. O korkunç şey arkamdan gelecekmiş duygusuyla kayalık alana girdim. Yine her zamankinin aksine karşıdan kimse gelmedi. Diğer uç bu defa başka bir yere açılmaktaydı. İşimi başarmıştım ve düş ganimetçisi sözünü tutmuştu.

  İkisi kız, ikisi oğlan ekibim beni bekliyordu. Sol elimle bir kağıt tutmaktaydım. Saman yapraklı bir defterden kopartılmış kağıtta bir harita çiziliydi. X işaretiyle belirtilen yer tatlı bir eğimle alçalan tepeciğin hemen bitimindeydi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güneş tam tepeyi azıcık geçmişti. Etrafın bitki örtüsünden o tanıdık Akdeniz kentinin dış semtlerine yakın olduğumuz belliydi. Çocukların ve benim ayakkabılarımızdan, kıyafetimizden altmış başlarında olduğumuzu hemen anlayabiliyordum. O eski rüyaya ait bütün belirtiler doğruydu.

  Aceleci adımlarla yamacı inip kulübenin önüne geldik. Üç metre yüksekliğinde, beş metre eninde, ham tahtadan yapılmış kaba bir yapıydı. Çatısı bazıları ısı farkı nedeniyle kırılmış olan kiremitlerle kaplıydı. Kiremitlerin rengi güneş ışınları nedeniyle solmuştu. Az önce zor şartlar altında yaptığım şeylerin ayrıntılı bilgisi önplandan çekilmişti. Uzaktaki tekinsiz bir soğukluk olarak algılamaktaydım. Kulubeyi bu kadar yakından görmenin heyecanını yaşamaktaydım.

  Kimse davranmayınca grup lideri olarak yapmam gerekli olan şeyi yaptım ve  kilitsiz ve kulpsuz olan kapıyı iktirdim. Kapının tahtasına parmaklarım değdiğinde Borges’in El libro de arena, Kum kitabı adlı kitabındaki Başka Şeyler Daha Var adlı öyküsünü hatırladım. Bu yazarın Howard P. Lovecraft’a ithaf ettiği bir öyküydü. Arjantin taşrasında Casa Colorada adlı bir evin yeni sahibinin bizon başlı, insan vücutlu bir yaratıkla karşılaşmasını konu ediyordu. Bu kapının ardında olan neyse böyle müthiş bir şey değildi belki, ama alâlâde de olamazdı asla. Kapıyı olanca gücümle ittirdim. İyice abandım. Bana mısın bile demedi. Bunu beklemeliydim. Hemen arkamda duran arkadaşlarıma döndüm.

  “Ne yapıcaz?”

  “Bekleyelim burda. Belki biri gelir açar.”

  Bunun diyen saçlarını atkuyruğu yapmış ve iki beyaz kurdela takmış kumral bir kızdı. Küçük kızım bu kızların yaşındaydı iki yıl önce. Çocukları yetişkin gözüyle görmek, ama karşılarında çocuk şeklinde durmak garip bir duyguydu. Deminden beri aklımda olan şeyi sonunda lafa döktüm.

  “Beni nereden tanıyorsunuz?”

  Çocuklar birbirlerine baktılar. Olumsuz anlamda başlarını salladılar.

  “Birbirinizi tanıyor musunuz peki?”

  Dördü de birbirine yabancıydı. Anladığım kadarıyla siyah saçlı oğlan hariç hiçbiri bu şehirde oturmuyordu. Bu hesapça karma bir takımdık. Harita benim elimdeydi, ama tanımadığım bir grubu buraya nasıl sürüklerdim? Demek birbirimizin rüyasında misafir sanatçıydık. Rüya füzyonu diye bir şey vardı o halde. Rüyalar arası geçişkenliğin mümkün olabileceğinin açık seçik bir kanıtıydı.

  “Ben burada beklicem biraz. Siz isterseniz gidebilirsiniz.”

  Çocuklar aralarında bakıştılar ve hızla karar verdiler. Kumral kız sözcüydü. “Biz de kalıcaz. Biraz.” Dedi.

  Biraz sözcüğünün üzerine özellikle basması diğerlerini tebessüm ettirmişti. İçimi çekerek papatya bezeli tepeciğe baktım. Arkasında bir iki kilometre kadar ileride, evim, hayatım ve şu anda çoğu ölmüş olan sevdiklerim vardı. 1963 ya da 1964 yılındaydık. Kendimi çocuk halimde görmek için neler vermezdim.

  Bunları düşünürken bir başka sahneye aktarıldım. Geçiş bayağı yavaş olmuştu. Çıplak ayağım sahile bastığında hâlâ arkadaşlarımı görebilmekteydim. Sonra iyice seyrelip gözden yitip gittiler. On metre ileride duran kayalığa baktım. Deniz solumda olduğuna göre başlangıç noktasındaydım yine.

  Geriye dönersem içinde seyrettiğim düşten kopacak ve yatağımda uyanacaktım. Devam edersem olaylar devam edecekti. Tereddütümü hızla yendim ve kayalığın içinden geçtim. O hasır şapkalı Alfavarlık ilk gördüğüm yerde beni bekliyordu.

  “Geldiniz.” Dedi beni görünce. Yüzü memnuniyetle aydınlanmıştı.

  “Birden fazlasınız. Ökseye yakalanan.”

  “Çok iyi tahmin ettiniz.”

  “Hazırım.” Dedim.

  Alfavarlık gülümsedi. “İlki kadar zor olmayacak.”

  “Küçük arkadaşlarıma söz verdim. O kulübe kapısının arkasında ne varsa birlikte göreceğiz. Merakımızın kurbanıyız.”

  “Sizi bekleyecekler orada.” Dedi.

  “Onlar kaç sefer yaptılar buraya?”

  Ansızın o lanet olası dev böcekimsi makinenin içine girdiğim için Alfavarlığın verdiği cevabı duyamadım. Merak böyle bir şeydi işte. Kediyi öldürürdü belki, ama çocukları ve yazarları ihya ederdi.

                                                                                  Amsterdam - Şubat - 2010