12 Ocak 2020 Pazar

Dilek Çetindaş. Türk Edebiyatında Memoratlar ve Büyü İnançlarının Bir Örneği: Sadık Yemni Romanları.


Dilek Çetindaş. 
Türk Edebiyatında Memoratlar ve Büyü İnançlarının Bir Örneği: Sadık Yemni Romanları





Giriş

Kültürel belleğin önemli bir yanını oluşturan inanç kavramı, (Eren 2013) “belli bir toplumun eski dinlerinden miras alıp kendi çağının şartlarına uygulayarak yaşattığı yeni dininde, yaşam şartlarının gerektirdiğince yeni biçimler, yeni içerikler ve anlatışlarla oluşturduğuinanışlar”dır. (Boratav 1999). Sözlü ve yazılı olarak birey hafızasında depolanan inanç unsurları, kültürün tüm uzuvları gibi zamanla toplumsal kodlara ve kolektif bilinç/altıunsurlarına dönüşür (Assmann 2001). Bellek yitimini durduran ve ikincil sözlü kültür dönemine geçişi (Ong 1995) sağlayan edebî metinler ise kolektif hafızaya dair unsurların, bilinçaltından alınarak ortaya çıkarılması, işlenmesi, dönüştürülmesi, hatta yeniden üretilmesi(Ricoeur 2012) ve folklorun bir işlevini yerine getirerek, modern aktarımını yapması açılarından mühimdir. (Bascom  2007)

Halkın inanç birikimi içerisinde yer almakla birlikte, bilinç dışına itilmek istenen memoratlar ise mitolojik kültüre ve fantastiğe yönelik birikimleri ile dönüştürülme ve yeniden işlenme konusunda önemlidir. Memoratlar, “hatırlama ve hatırlayan” anlamlarına gelir. Halk bilim terimi olarak ise anlatıcının kendi geleneksel inanç pratikleri ekseninde yorumladığı, olağanüstü varlıklar veya paranormal olaylarla karşılaşma deneyimlerini açıklar (Simpson,Roud 2000). Dolayısıyla memoratlar, bünyesinde yer alan tekinsiz durumlar nedeniyle, modern edebiyatın gotik romanları için, halkın gotik hafızasını oluşturan birikimleri taşıması noktasında mühim bir malzeme değeri taşır ve romanın imkânlarını genişletir. Batı edebiyatında, aydınlanma çağına tepki ve romantizmle doğan ilkel kültürlere yatkınlığın sonucu olarak varlık gösteren gotik romanlar, dinsel ve olağanüstüye duyulan ihtiyacın periyodik olarak canlanması sayesinde, edebî geleneğini oluşturmayı başarır (Kilgour, 1994).

Türk edebiyatında romana gelene dek çeşitli anlatılar içerisinde memorat unsurlarının kullanıldığını görürüz. Ancak cinler, periler, devler gibi varlıklar, Arap ve Fars edebiyatının etkileriyle gotik bilinçle değil, fantastik arayışlar noktasında kullanılır. Kahramanın gücünü artırmak için oluşturulan yapay atmosfer inandırıcılık etkisini sarstığı gibi, memoratların hayal unsuru olarak algılanarak fanteziye kaydırılması riskini getirir. Tanzimatçıların, gerçekçi bir edebiyat anlayışıyla yola çıktığı ve yerli romanı örneklediği dönemde, folklora yaslanan ürünleri fantastik kabul ettikleri için küçümsediklerini görürüz  Türkeş 2008).                     
Namık Kemal’in “kocakarı hikâyesi nevinden” (Yetiş 1996) görerek eleştirdiği bu 
metinler,“akla, hayale ve tabiata” uygun metin arayışında, özellikle natüralizmin hakim olduğu devrelerde, “birer hastalık” olarak görünmeye başlanır (Moran 1998). Dolayısıyla ilk devrede Türk romanının tarihi, “edebiyattan cin/peri kovma savaşının tarihi” olarak görülmelidir (İnci 2005).

Gotik roman doğaüstü unsurları, karanlık bir atmosfer ve uygun bir mekan seçimi ile aktaran ve amacı, okuyucu üzerinde tekinsize dayalı bir korku oluşturmak olan romandır. Tarihî ve epik romanlardan sonra en millî roman türüdür. Toplumların korku unsurları, kültürel bir bilincin neticesidir ve değişiklik gösterir. Hıristiyanlarda, bedene giren şeytanlar, 
vampirler,ucube yaratıklar korkuyu sağlarken, Türk okuru, İslâmî kaynaklardan ve hurafe olarak değerlendirilen itikatlardan doğan unsurları korkutucu bulur. Halk inançları ile bu kadar örtüşen gotik roman, halkın korku belleğini ve olağanüstüye dayanan inançlarını işler. Tekinsiz ve ürpertici mekânlar, hayalet ve cinler, lanet, kehanet, batıl inançlardan doğan olaylar, kötü ruhların neden olduğu intikam veya sonsuzluk arzuları Türk gotiğinin kaynağıdır. Ayrıca gotikte millî mitolojilere ve ilkel inanç sistemlerine ait unsurlar da yer alır.Şamanizmin gotik edebiyat üzerinde katkısı, İslâmî pratiklerin katkısı kadar yoğundur.

Bununla birlikte mitolojinin gotik edebiyata kattığı bir diğer özellik, ölümsüz kahraman mitinde ve şaman kültünde gizlidir (Bayat 2015). Özellikle arkaik dönem için, Tanrılardan sonra ilk kez insanın kahraman olması ile birlikte, Tanrıların dünyasında gezen, yer altı ve üstünü dolaşan, çeşitli olağanüstü varlıklarla savaşan, bir tılsım vb sayesinde hayatta kalmak konusunda yardım alan, kötü ruhlar, canavarlar, devlerle savaşan bu kahraman, gotik edebiyatın tipolojisinde önemli bir konumda bulunur (Campbell 2010). Gotik romancı, romanı için “arketipsel imgeler” bulup, “onları bilince” salarken, (Le Guin 2015) memoratları kullanarak, “mitlerin oluşumu hakkında bilgi” de üretir (Çobanoğlu 2003). Anlaşıldığı üzere Batı toplumu gibi “korku kültü oluşturamayan” Türk toplumunun hafızasında, hurafe olarak tanımlanan inançlar ve olağanüstü varlıklarla ilgili büyük bir birikim vardır (Türkeş 2005). 

Modern romancının bu birikimi fantastiğe bulanmamış gotikanlatılarında kullanması, geleneğe dair dönüşümün sağlanması noktasında önem arz eder. Gotik romanın memoratlara yaslanan tarafı, tekinsizliği beslerken, türün asıl amacı olan korku unsurunun, dinî ve millî kabullere en uygun tarzda sunulması anlamında da başarı sağlar. Ömrünün büyük kısmını Hollanda’da geçiren ve orada kaleme aldığı eserlerle, Türk kültürü hakkında tanıtıcı çalışmalar yapan Sadık Yemni, eserlerinde, modern imkânlar içerisinde dönüştürdüğü memorat inançlarını, kültürel asimilasyon riskine karşı koruma altına aldığı gibi kolektif hafızaya dair unsurları birleştirerek, halk hafızasını diri tutmayı başarır. Yemni’nin gotik nehir roman özelliği gösteren romanları, Sarp isimli Şaman kahramanın insanlar ve dünya lehine olağanüstü varlıklarla giriştiği mücadeleleri konu edinir. Sarp, Muska, Yatır, Öte Yer ve Ağrıyan romanlarında cinlerle savaşta veya işbirliğindedir.

Muska romanında bahçeli bir evin yer aldığı mahallede yaşanan ölümlerin kaynağının bulunması ve alt edilmesi meselesi vardır. İzmir’in işgali sırasında, iki düşman askeri bir kız çocuğuna tecavüz eder. Bu askerlerden birisi, daha önce de bir erkek çocuğuna tecavüz etmiştir. Çocuk, askeri öldürerek, intikamını alır ve ölü bedeni de bahçeli evin kuyusuna atar. Bu asker, oldukça yaşlı ve çirkin olmasına rağmen, kendisini o zamanlar büyü ile gençleştirip güzelleştiren Kara Nesne’nin sevgilisidir. Kötücül varlık, sevgilisinin intikamını almak için kuyulu evde yaşayan insanları evden uzaklaştırmak ve öldürmek ister. Bu ev ile ilgilenirken, kuyunun ikincil hayatlara giden eşik olduğunu fark eder ve gücünü kuyunun enerjisinden almaya başlar. Kendisine yardımcı olarak seçtiği süt kızı Ayten, beğendiği erkeklerin eşlerini sabun büyüsü yapmak suretiyle ortadan kaldırmaktadır. İlk kurbanı fizik öğretmeni Halit Bey’in eşidir ve Halit büyü yapılan eşinin ölümünden sonra aklını yitirir. Mahalledeki sonkurban Necla’dır. Necla’ya yapılan sabun büyüsünü fal açarak öğrenen Şaman nineler, bunun arkasında yatan isimlerin mahalledeki bohçacı Zehra ve Ayten olduğunu; yönlendirici ismin ise kuyudaki eşik vasıtasıyla ölümsüzlüğe ve dünyayı yok edecek kadar büyük bir güce erişme amacı taşıyan Kara Nesne olduğunu fark ederler. Büyük bir tehlike içerisinde olan Sarp’ı korumak için ona bir muska hazırlarlar ve gerekli eğitimlerden geçirdikten sonra bahçeli evde yaşanan büyük mücadeleye hazırlarlar. Sarp’tan beklenen büyülü sabunu  ve anahtarı ele geçirmesidir. Sarp, Ayten ve Kara Nesne’yi kuyuya hapsetmeyi başarır. Bu mücadelede Sarp’a yardımcı olacak tekinsiz bazı mahalleli tipler, düşsel dostlar ve aynı evi paylaştığı olağanüstü yetenekleri, şifacılıkları olan şaman nineler Cemile, Ayzıt ve Seher’dir.

Yatır’da, Hızır Arif İzmir’de yaptırmaya başladığı ev tamamlanamadan vefat edince, bahçeye yaptırılan mermer lahde gömülür. On yıl sonra Fuad Bey’in evi satın alması ile yirmi bir yılda bir gerçekleşen ve ailenin erkeklerini hedef alan ölümler başlar. Alınan tedbirlerin 
Hiçbiri ölümleri durdurmaz. Ev, başka ailelere kiralandığında da lanet, hedef değiştirmez. Sarp, aile fertlerinin çocuk ve torunlarından Şahin ve Mustafa ile olayın gizemini çözmeye çalışır. Sarp’ın parlak taşa dokunması ile İzmirella’ya ulaştıklarında burada yaşayanların, yedi bin yıl önce semada beliren bir ışık etkisiyle evrim geçirmiş cinler olduğunu öğrenirler. İzmirella’nın yeniden belirmesi için uzay yaratıklarından kalan bir sondanın izolasyonun kaldırılması gerekmektedir ki bunu Hızır Arif gerçekleştirmiştir. Arif, uzaydan gelen bu enerji sayesinde ölümsüz olmak için aparatı, bodrumdaki taşın altına gömerse de amacına ulaşamaz. Sarp cinleri kendi evrenlerine göndermek için aparatı bodrumdan almayı başarır ancak karşısına Arif çıkar. Sarp’ın zor anında gökyüzünden beliren bir asansör onu alarak      kuyuluevin bahçesine götürür. Böylece Kara Nesne ile Arif’in cinleri anayurtlarına dönmek konusunda engelledikleri anlaşılır. Bir mücadeleden sonra, cinler kendi alemlerine, Sarp da arkadaşları ile birlikte İzmir’e döner. Yatırlı evin bodrumundan kendilerini dışarı atar atmaz, evin yandığını görürler.

Romanlarda Gotik Unsurlar ve Memoratlar
Sadık Yemni romanlarında gotik unsurların başında, karşı güç veya yardımcı güç konumunda
 bulunan cinler bulunur. “İslam teolojisinde tanrının insandan önce siyah ve dumansız ateşten yarattığı varlıklar” (Öztürk 2009) olarak adlandırılan cinler, romanların memorat değerini oluşturur.

 Muska romanında görülen cinler içerisinde ilk sırada Kara Nesne vardır. Henüz çirkinliği nedeniyle dışlanan küçük bir çocukken siluet değiştirebileceğini keşfeden Kara Nesne, gücünün tamamını kullanabilmek için kırk bir yıl boyunca kuluçkaya yatar. Hayatını yaptığı büyüler ve bitkiler satarak kazanan varlık, “hiçbir şeye benzemeyen; yoğun bir zift gibi ağır, akışkan, kapkara bir nesne”dir. Kimi büyüleri insanların çıldırmalarına neden olur. Don değiştirme motifini kullanan bu kötücül varlık, gözleri kor gibi yanan, hemen hemen üç metre boyunda, ürkütücü bir cindir ve erliği anımsatır.

Sarp’a Kara Nesne ile olan mücadelesinde yardım eden Beyaz (parlak) nesne ise, mitik dünyadan gelen ak kara karşıtlığını iyi ve kötü olarak sistemleştirir. Sarp’ın anlattığı papaz hikâyesi sonrasında, anlatıdaki papazı yanında görmesi, ata binen cin anlatısı ile uyuşur. Sarp’ın arkadaşlarıyla top oynarken, topun üç kez yaşlı bir kadına çarpması ve kadının topla birlikte kaybolması bu kadının cin tayfasından olduğunu gösterdiği gibi, cinlerin yakalanabilir olduğu yönündeki inançlarla örtüşür. Sarp’ın arkadaşı Esma, üst tarafı kelebek, alt tarafı insan olan varlıklar görür ve cin olduklarını anlar. Ziya’yı tam da Hıdırellez gününde ölümden kurtaran ve onunla hiç konuşmayarak denizde kaybolan Esrar Dede, Hızır İlyas kültünün yansıması olarak görülebilir. Yeşilimsi gözeneklerden oluşan, bedeni bulunmayan, yüzü ve gözleri olmakla birlikte ağzı olmayan ancak iyi kalpli bir varlık olan Dede, Hızır hizmetkarı bir cin olarak değerlendirilebilir.

Yatır’ın olumsuz gücü Arif, yatır kültünün olumsuz örneğini verir. Yıldırım hızında hareket eden, yüz yılın üzerinde yaşayan, başını çevirmeden arkasını görebilen, insanlara verdiği paralar kırkıncı günün sonunda bakıra dönüşen bir cindir. Sarı bir sandıkta saklanan Cimon ise dışarı sızma yoluyla çıkabilen ancak eşiklerden geçemeyen kötücül bir cindir. Deniz anası benzeri Cimon, yere basan altı ayağı mor tırtıllıkıllarla kaplı, ayaklarının ucunda siyah halkaları olan ucube bir varlıktır. Mor ve sarının anlatı içerisinde cini işaret etmek için kullanılması ölüm ve tekinsizliği, sır kavramını işaret eder (Gabain 1968). Padahto, mor ipekten sade bir maske ile yüzünü kapatan, çıplak ayaklı, bastığı yeri eriten kötücül bir varlıktır. Padahto, roman içerisinde “hayalet, gulyabani, cin anlamlarını barındıran” bir varlık olarak, neredeyse tüm mahallenin anlattığı bir memorat biçiminde sunulur.

İletişim tecrübesi yaşanan olağanüstü varlıklardan biri de İzmirella’yı yöneten ve zeybek kıyafetleriyle donanmış Cevdet Ağa isimli cindir. Sarp, bu mekanın cinlere ait olduğu
Nu yanındaki iyisaatteolsunölçeri ile keşfeder ve oradaki cinlerin yardımıyla tüm sorunları çözer. Sarp’ın arkadaşı olan Şahin’in bir ölüm tehlikesi atlatmasının ardından ona musallat olarak hayatını cehenneme çeviren ve nihayetinde gencin ölmesine neden olan Göz Dede, ölmüş kişilerin kılığına girip, onların gözlerini taklit eden kem varlıktır. Şahin’i öldürdükten sonra gözlerini oyar.

Mustafa, bodrumdaki parlak taşa dokunduktan sonra, tef ve konuşma sesleri duyulan varlıklar
ona musallat olur. Yazarın olumlu cin ve ev sahibi anlamında değerlendirdiği ateş cini ise aileyi korumaktadır. Sahiplerince Huzursuzkaradayı olarak adlandırılan soba içerisinde yaşayan ateş cini, aileyi kiraladıkları yatırlı evden kurtarmak için, sobayı yürüterek, taşınmalarını sağlar.

Hortlak
Hortlaklar, öldükten sonra gömülmüş olan ve çeşitli nedenlerle gömüldükten sonra mezarından çıkarak insanlara göründüğüne inanılan varlıklardır. Muska’da Türkler için önemli bir mevsimlik inanç bayramı olan Hıdırellez gününde daha önce ölmüş kişilerin
giyim kuşamları ile farklı zamanlardan gelerek, dileklerini yazdıkları kağıtları denize attıkları görülür. Bu hortlaklar, geleneğin aksine iyidirler ve mahallenin delisi Çatlak Şadiye’yi, Ziya’nın evinde çıkan yangından kurtarırlar. Fiziksel yaşamını terk etmiş kişilerin, henüz hayatlarını kaybettiklerini bilmeden Cemile’nin yanına gelmeleri, Şamanların ruhları kurtarmak amacıyla seyahatler gerçekleştirmelerini anımsatır (İnan 1986). Bu anlamda en dikkat çekeni gelinliği ile korkulu ve şaşkın vaziyette gelen genç kadın olmak üzere Cemile’ye gelen bu hortlaklar, Şamanist inançlar ile memoratların birleştiği bir saha oluşturur. Romanda kötücül güçlerin kahramanları kışkırtmak ve ele geçirmek için geçmişten gelen öfkeleri, psikolojik baskıları, baba düşmanlığını, küllenmiş suçluluk duygularını harekete geçirişlerine şahit oluruz. Örneğin Sarp ile birlikte limon almaya giderken, araba çarpması sonucu ölen Saniye, yıllar sonra Sarp’ı ölüm eşiğine getirmek için hayallerine dolar, kendisini bodrumdan kurtarmasını ister, ancak Sarp iç görüsü sayesinde bunun Kara Nesne’nin bir oyunu olduğunu anlar. Ayzıt’ın ölmüş olan oğlunun ruhu, Kara Nesne’nin verdiği rahatsızlık sonucu eşiği aşıp, annesinin yanına geldiğinde, Ayzıt onu ikna ederek, yerine gönderir. Yatır romanında ise ölmüş olan Ayzıt’ın ruhu, dualarda destek olmak ve istişarelere katılmak için Cemile ve Seher’in yanlarına gelir.

Büyü
“İyi veya kötü bir sonuç almak için tabiat öğelerini, yasalarını etkilemek ve olayların olağan düzenlerini değiştirmek için girişilen işlem” (Boratav 1999) olan büyü,  Muska’nın temel entrikasıdır ve kötücül güçlerce yapılır. Kara Nesne, yardımcıları eliyle Semra ve Necla’ya sabun büyüsü yaparak ilkinin ölümüne, ikincisinin de ağır biçimde hastalanmasına neden olur.

Ayrıca Sarp’ı öldürebilmek için arkadaşının annesinin gözüne, evdeki limonları soğan olarak gösterir. Kadın kızını ve Sarp’ı limon almaya yollar ve Sarp’ın mucize eseri kurtulduğu kazada, kız ölür. Burada limonun soğan olarak görülmesi de soğan kabuklarını para olarak kullanan cinlerle büyü münasebetini kurması bakımından önemlidir. Büyünün bozulması içinse ateşin sağaltıcı gücünden faydalanan yazar, büyülü sabunun ateşte yakılması gerektiğini Ayzıt ağzından söyletir. Sarp’ı korumak isteyen Cemile, ona bir ateş yaktırır ve Sarp için dualar okur.

Fal
Şamanların kaybolan eşyalardan haber almak için ayna falına baktığı bilinmektedir (Boratav1999). Kahve falı yanında kurşun dökmek de fal misyonuyla değerlendirilmiştir. Necla’yayapılan sabun büyüsü, Ayzıt, Cemile ve Seher hanımlarca kurşun dökmek yoluyla tespit edilir. Sarp’ı kötü güçlerden korumak ve mücadelenin nihayeti hakkında bilgi sahibi olmak için de onun saç tellerini kullanarak, kurşun dökme yoluna gidilir. Ayzıt’ın geleneksel yapıdan farklı olarak, bu ritüelin uygulanımı sırasında “kurşun piri, kurşun cini, suyu al, havayı al, de bize bildiğini” (118) sözleri ile kurşun cini kavramının oluşturulması geleneğe yazarca eklemlenen unsurdur.

Koruyucu Unsurlar
Muska romanında kötü güçlerin saldırısından korunmak için ateşin nihaî göstergesi olan kül kullanılır. Sarp’ın yatağının altına ve çevresine dökülen küller, kötü ruhların erişmesine engel olmak amacını taşır ki burada da geleneğe dair dönüşümler mevcuttur. Muska ise “hastalıkları sağaltma”, “düşmandan gelebilecek kötülükler, görünmez kazalar”gibi “herhangi bir zararı önleme amacıyla üstte taşınan” (Boratav 1999) bir nesne olarak, romana hem adını verir hem de gidişatı değiştirir. Muska, Yatır romanında da evi korumak maksadıyla duvarlara asılmış̧  koruyucu bir nesne konumundadır.

Mekânlar
 Gizli yer altı geçitleri, gotik edebiyatın mekanları içerisinde önemlidir (Hennessy 1978).Romanlarda bahsedilen eşikler, asansör, kuyu, ayna, bodrumlar, özellikle de mahzenler, insanın korkularıyla yüzleşmesi noktasında önemli bir konumdadır (Bachelard 1996).Memoratlara dair anlatılarda, cinlerle karşılaşma alanlarının bu tarz yerler olması da gotik hafızaya vurgudur.

Yemni romanlarında geçitler, şamanların yer altı seyahatlerini, astral gezinmelerini
vurgularken, ikincil alemlere geçiş eşikleri de olurlar. Mitolojik dönemlerden itibaren eşik kutsal kabul edilir. Hayat ile mematı ayıran çizgi olan eşik, kişinin sığınma alanıdır. Bir“adapte sorunu” olarak, kötü varlıklar eşiği aşamamaktadırlar. Romanda kullanılan kuyu motifi modern edebiyat için gotik mekanların tekinsizliğini destekler. Kuyunun Türk-İslam inanç sisteminde, arınma, baht dönümünü sağlama gibi işlevleri vardır. Modern edebiyatta kişinin kendini buluşu ile açıklanabileceği gibi psikanalist ve mitik açıdan da kahramanın yaşadığı ikincil evren maceralarının eşiği veya düşmanların hapsedildiği, kötülüğün yenildiği alan olarak kurgulanır. Yatır romanında psikanalitik bir unsur olarak mağara motifi de dönüştürülmüş olarak yer eder. Jung mağaranın bilinç ile bilinçdışı arasında, kişinin kendisini dönüştürme sürecini görür (Jung 2013). Mustafa, bir eşik kabul edilen parlak taşa dokunduğunda zihninde uyananiki mağara ile konuşmaya başlar ve zamanla olumsuz bir kişiye dönüşür.

Tekinsizlik
Memoratlara dair unsurlar içerisinde, ayna tekinsiz durumu destekleyen bir unsurdur. Bir taraftan fal ve büyü ile ilgili olan cephesi, bir yandan da inanç pratiği olarak gölge varlıklarınyansıma alanlarından biri olarak kabul edilmesi, ayna ile memoratların ilişkisini güçlendirir. Muska’da ayna, uğursuzluk nesnesi olarak kabul edildiği gibi, cinlerin yansıma alanı olarak da kullanılır. Şamanlar, aynaları metafizik alemle ilişki kurmak amacıyla kullanırlar ve bu anlamda ayna daha da önem arz eder. (Çetindağ 2009) Aynanın
Muska romanında yüklendiği konum, Yatır’da da korunur. Burada yine aynaya dair itikatlara bağlı olarak kırılmayan bir ayna söz konusudur. Aynaya yüklenen tekinsiz rol, onun cinlerle olan ilişkisine bilinçaltı noktasında işaret etmesi bakımından mühimdir.

Gotik anlatıda resme dair unsurların kullanılması, tekinsizliği tetikler. Yatır romanında lanetten kaçmaya çalışan kahramanın resim tablosunun içerisine hapsolması bu anlamda manidardır. (Sedgwick 1986)

Sonuç
Sadık Yemni paranormal romanlarında memoratların gücünü kullanır ve geleneğin dönüştürüldüğü sinematografik eserler yazar. Toplumsal kimliği şekillendirmek, çizmek veya korumak için memoratların imkanlarını kullanmak ve sınırları değiştirmek, geliştirmek
gerekebilir. Topluma ait kadim anlatıların ve inanç pratiklerinin romanlarda kullanılması, anlatılara yeni bir güç ve ivme kazandırmak, belki de parlak epik zamanlara yeniden dönmek arayışının bir neticesi olur.

KAYNAKÇA

ASSMANN, Jan, (2001),
 Kültürel
Bellek 
, (Çeviren: Ayşe Tekin), İstanbul: Ayrıntı.
 BACHELARD, (1996),
 Mekânın Poetikası
, (Çeviren: Aykut Derman), İstanbul: Kesit

BASCOM, William R., (2007/4), “Folklorun Dört İşlevi”, (Çeviren: A. Tansel),
Folklor/Edebiyat,
 52: 7-28.BAYAT, Fuzuli, (2015),
Türk Mitolojik Sistemi 
, İstanbul: Ötüken.
 BORATAV, Pertev Naili, (1999),
100 Soruda Türk Folkloru
, İstanbul: Gerçek.
 CAMPBELL, Joseph, (2010),
 Kahramanın Sonsuz Yolculuğu
, (Çeviren: Sabri Gürses),İstanbul: Kabalcı.

ÇETİNDAĞ, Yusuf, (2009),
Ayna Kitabı 
İstanbul: Kitabevi.

ÇOBANOĞLU, Özkul, (2003),
Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları
 ,

Ankara: Akçağ.

GABAİN, Annemarie von, (1968), “Renklerin Sembolik Anlamları”, (Çeviren: Semih
Tezcan),
Türkoloji Dergisi
, III, 1: 101-113.EREN, Metin, (20
13), “Halk İnancı’ Kavramının Sınırları ve Sınırlılıkları Üzerine Birİnceleme”,
Turkish Studies
, 8/13: 857-865.HENNESSY, Brendon, (1978),
The Gothic Novel 
 ,
Harlow: Longman
İNAN, Abdulkadir 
, (1986),
 Tarihte ve Bugün Şamanizm
, Ankara: TTK
İNCİ, Handan, (2005), “Aziz Efendi’nin Reddedilen Mirası Türk Romancısının GerçeklikleSavaşı”,
Kitaplık 
, 80: 73-83.JUNG, Carl Gustav, (2013),
 Dört Arketip
, (Çeviren, Zehra Aksu Yılmazer), İstanbul: Metis

 ,
Harlow: Longman
İNAN, Abdulkadir 
, (1986),
 Tarihte ve Bugün Şamanizm
, Ankara: TTK
İNCİ, Handan, (2005), “Aziz Efendi’nin Reddedilen Mirası Türk Romancısının GerçeklikleSavaşı”,
Kitaplık 
, 80: 73-83.JUNG, Carl Gustav, (2013),
 Dört Arketip
, (Çeviren, Zehra Aksu Yılmazer), İstanbul: Metis


276KILGOUR, Maggie, (1994),
The Rise of the Gothic Novel 
, New York: RouthledgeLE GUIN, Ursula K., (2015),
 Kadınlar Rüyalar Ejderhalar 
, İstanbul: Metis.
 MORAN, Berna, (1998),
Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış
III, İstanbul: İletişim.
 ONG, Walter J., (1995),
 Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi 
 ,
(Çeviren: S.Postacıoğlu Banon), İstanbul: Metis.

ÖZTÜRK, Özhan, (2009),
Folklor ve Mitoloji Sözlüğü
, Ankara: Phoenix.RICOEUR, Paul, (2012),
 Hafıza, Tarih, Unutuş,
(Çeviren: M.E. Özcan), İstanbul: Metis.

SEDGWİCK, Eve K., (1986), “The Structure of Gothic Conventions”,
The Coherence ofGothic Conventions,
 New York: Methuen.SIMPSON, J. ve S. ROUD, (2000)
A Dictionary of English Folklore 
,Oxford UniversityPress. 
TÜRKEŞ, Ömer, (2005), “Korkuyu Çok Sevdik Ama Az Ürettik”,
Radikal Kitap
, 16-17.(200
8), “Korku Türünde İnsan Özgü Çok Şey Bulmak Mümkün”,
HürriyetGösteri
, 292: 118-119.
YEMNİ, Sadık, (2013a),
Muska 
, İstanbul: Nar Kitap
 (2013b),
Yatır 
, İstanbul: Nar Kitap

YETİŞ, Kâzım, (1996),
 Namık Kemal’in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve
Yazıları
, İstanbul: Alfa.


24 Aralık 2019 Salı

Kayıp Kedi - Efnan Atmaca ile Söyleşi

Efnan Atmaca – Sadık Yemni   

1 - Sizinle ‘Yatır’ üzerine konuştuğumuzda romanlarınız türü için trildeme tanımını yapmıştınız. Bu kez mistisizm ile sihiri dışarıda bırakıp sert bir gerçeklik kurgusunu tercih ediyorsunuz. Neden bu kez böyle bir yola başvurdunuz?
Yatır söyleşimizin üzerinden tam on yıl geçti. Ben bu arada Amsterdam’da dergicilik ve kendi kurduğum think tank kulübünün moderatörlüğü yaptım. Kültürel organizasyonların idari kadrosunda yer aldım. Mistisizm, bilimkurgu türlerinin yanısıra gazete ve dergilere siyasi makaleler, denemeler yazdım.  Röportajlar yaptım. Tematik paneller idare ettim. Avrupa’daki göçmenlerin nabzını tuttum. Gerçek dünyanın sesleriydi bunlar. Son polisiyelerimde siyaseti ve küresel tezgâhları konu edindim. Böyle bakınca doğal bir gelişim, yönelim süreci gibi görünüyor.

2- Biraz önce de bahsettiğim gibi kitapta sert bir gerçeklik hakim. Paralel yapı kitabın merkezine oturuyor.  Son dönem Türkiyesi’ni size göre ne kadar şekillendirdi bu siyasi yapı?
Paralel Yapı denilen şey bir Üst Akıl projesi. Paralel derken cemaatın tamamını değil,  bu yapıya ait piramidin üst kısmını, ‘Güdümlü İhanet Departmanını’ kastediyorum. İran’daki Hümeyni devrimi ilham vermiş olmalı bir yanıyla. Vesayet 2.0, Gladyo 2 gibi kod isimleri takıldı malum. Bu yapılanma Cumhuriyet tarihinin en büyük dönüştürme projelerinden biri olmak üzere planlanmıştı. Paralelin başı olan zatın bir ‘Kukla Halife’ olması tasarlanmıştı. Oturacağı saray bile hazırdı. Bürokraside, ticarette, eğitimde girmedikleri, sızmadıkları bir yer olmadığı için toplumsal ölçekte etkin oldular.  Genç beyinleri etkilediler. İnsanları devlete karşı kullandılar. Hayati bilgileri toplayıp malum ülkelere servis ettiler. İslami değerleri yozlaştırdılar. Sulandırdılar. Bulandırdılar hatta. Bunun için bilumum takiye yöntemlerini kullandılar. Balyoz davası gibi örneğin siyasi davaları yozlaştırdılar. Parayla, güçle baştan çıkarak polis-savcı-hâkim üçlemesini kendi şahsi çıkarları için kullananlar oldu.  Dokundukları her şeyi kirlettiler. İnsanlar meyus oldu. Umarsızlığa kapıldı. Bu faaliyetleriyle halkta büyük bir öfke biriktirdiler. Sonra halktaki birikmiş öfkeyle mücadeleci ruh birleşti ve bugünlere geldik. Şu anda cemaat ülke içinde iflasın eşiğindedir. Kredisi çok kötüdür. Bu haliyle belini doğrultması artık imkânsızdır.


3- Siz neden Türkiye’nin son yıllarının en büyük hesaplaşmalarından birini kitabınıza konu etmek istediniz?
Son on yılda Türkiye’ye dışarıdan bakarken, yabancı gazete ve televizyonlardan Türkiye’yi okurken yavaş yavaş meseleye uyandım. Büyük resim denen şeyi görebildim sonunda.  Ben 2005-2012 yılları arasında Hollanda Türk Yazarlar Kulübü başkanıydım. Gazetecilik dergicilik yaparken diğer siyası ve toplum kuruluşlarının yanı sıra cemaati de tanıdım. Tanıdığım insanların saflığından, samimiliğinden ve çalışkanlığından olumlu etkilendim. Türkçe Olimpiyatları’nı matah bir şey sandım bir ara. Bir üçgenden söz edilir malum. Alt tarafı ibadet, orta tarafı ticaret, üst tarafı hiyanet şeklinde bölmelenmiştir. Ben alttan iki bölümü görebildim haliyle. İhanetin ölçeği, kumpasın yıkıcı inceliği beni şoke etti sonradan. Bu şok gördüğünüz gibi hemen bir kitaba dönüştü. Kayıp Kedi roman türünde ilk ‘Paralel’ konulu kitap oluyor. Paralelcilerin zihninden onların iç dünyalarını gösteriyor. Behti Ülger karakteri kayda değer bir iç çatışma yaşıyor örneğin. İmanını geri kazanmaya çabalıyor. Kendi sistemlerini içeriden irdeliyor.


4- Kitabın sürprizini kaçırmak istemem ama konu içinde ‘dış mihraklar’ oldukça etkin. Siz politik tüm günahların suçunu dış mihraklara mı yüklüyorsunuz ya da ne kadarını yüklüyorsunuz?
Dış Mihrak sözü zamanımızda biraz anlamsızlaştı. Küreselleşen dünyada içiçeyiz; dış halkaları kesişen, sürtüşen, yer yer füzyonlar oluşturan hayatları sürdürüyoruz. Ben kendim de dış öğeyim bir yanıyla. Bir Avrupa ülkesinin pasaportuna sahibim. Ama adım soyadım yerli. Bir ülkede aksaklıklar, mazlumlar yoksa ve ahali birlikse dış mihrak hiçbir halt edemez. Her şey içle ilgilidir aslında. Dışı anlatmam içerisinin tasavvur edebilmesini kolaylaştırmak içindir. İçeride algı yamukluğu, mukallitlikte mutasyon, tektipleşme tsunamisi, analitik olmayan eğitim, tarih bilinci zafiyeti, dil yetersizliği, değerler erozyonu vb. gibi arızalar var. Atılan siyasi adımlar çok şeyi belirliyor. Şu anda Türkiye’de kapsamlı bir Alevi açılımı bekleniyor örneğin. Bu yapılmazsa, Das Vierte Reich Amca ya da başka bir merci Alevi-Sünni sürtüşmesinden medet umabilir. Rakibiniz niye zayıf noktamdan vuruyor diye şikâyet edemezsiniz ki. Tedbir alınması gerekiyor.  


5 - Kitapta Türkiye’ye karşı kurulmuş büyük kumpasları ortaya çıkarmak için görevlendirilmiş bir ekip var. Siz yurtdışında yaşayan biri olarak daha objektif bir bakış açısına sahipsiniz. Dışarıdan bir gözle baktığınızda kurban gibi mi görünüyor Türkiye yoksa bu kumpaslara gönüllü bir hali de var mı?
Emre Tuğrul yeni James Bond’umuz. Emperyal (emperyalist değil) bakış ve donatımla mücehhez. Ben de böyle bakarım dünyaya. 40 yıl oturduğum coğrafyadan etkilendim tabii ki bir ölçüde. Dünyaya geniş bakan, her yeri gören, uzun vadeli plan yapan bir zihniyet bu. Türkiye dışarıdan bakıldığında dünyanın çok mutena bir yerinde bulunduğu, bu değerin (gaz boruları, bor ve toryum değil sadece) bir başka ülkeyle kıyaslanamayacak kadar özel olduğu açıkça görülüyor. Bunun ne olduğunu anlayabilmek için dinler tarihini, paranın hikâyesini iyi bilmek, kendi yakın tarihini hatmetmiş olmak ve yabancı medyayı okuma becerisini edinmek gerekiyor. Bunları ortalama bilmeyen dünyada ne olup bittiğini kolay kolay çözümleyemez. Böyle baktığımızda kumpaslara açıklık ve gönüllülük az önce değindiğim zaafiyet alanlarının varlığından oluşuyor. Bu bölgede rekabet çok sert ve gaddar. Dünya yeniden yapılanıyor. Güç paylaşımı mücadelesi çok acımasız ve kuralsız. Ayakta durabilmek için kodları doğru okumayı becermek gerekiyor. Devletin bütün kurumlarına olduğu gibi MİT’e de düşen görev bayağı çetin.


6 - Mesela siz Gezi Olayları’nı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Durum 429 (2007 – Everest Yayınları)  kitabının yazarıyım. Şimdi edeceğim ilk birkaç cümlemin gerçekliği ispatlı durumda yani. Anarşist damarı çok önemserim. Bu olmazsa toplumun yaratıcı asabiyeti bitmiş tükenmiş demektir. Ben sıradan bir üniversite öğrencisi olsaydım hem meraktan hem de özel hayata baskı varmış algısına kapılarak öfkeyle Gezi’deki yerimi alırdım. Ağaç, Topçu Kışlası, AVM, gaz ve tazyikli su bunun için yeterli olurdu. 31 Mart Vakası’nın arka planını ve Topçu Kışlası’nın neyi sembolize ettiği okulda öğretilmediği için bilmezdim haliyle. Daha iyi ve keyifli yaşayacağım bir şehir hayali için meydana çıkardım. Damarlarımdaki deli kanın sürüklemesine bırakırdım kendimi. Yani doğru bildiğim şeyler, tasavvur ettiğim portre gerçek olmasa da bu böyle olurdu.

Gezi’de başlangıç buydu. Daha doğrusu koçbaşı şeklinde sürüklenen kesim buydu. Hissiyatları, çoşkuları, öfkeleri, enerjileriyle toplumun has bir damarıydı. Ama asıl kumpas Turuncu Devrimimsi dış-iç ortak vesayet hamlesiydi. Ortaya çıkanların kim olduğu, ne yaptıklarına bakınca hemen belli oluyor. CNN ve Das Spiegel ve Batı medyasının heyecanı falan da artık kaymağı bunun. Şu anda her şey çok ortada. Ukrayna’nın hali malum. Sokakta ortalığı kırıp dökenler ne kadar pişmandır. Kullanıldılar. Ülke ikiye bölündü. IMF borç vermezse açlar. Gezi’nin arkasında da böyle bir plan vardı. Filanca şunu dedi, şöyle yapılsa böyle olurdu gibi laflar ayrıntı kabilinden fikir kıymıkları. Kıymeti harbiyesi yok. Önemli olan dev koçbaşı ve onu kullanmak için plan yapmış kesim. Bunu görmek lazım.


7 - Kitapta yüksek teknolojiye de oldukça yer veriyorsunuz. Size göre günümüzün ve geleceğin en büyük savaş makineleri teknolojik ilerleme mi olacak? İnsanlara ihtiyaç giderek azalacak mı?
İnsanlara ihtiyaç azalacak. Azaltılma yönüne gidilecek. Şu anda yapılıyor zaten. Afrika tenhalaştırıldı. Maden yatakları ve tarım alanları olarak Batılı elitler için bekletiliyor. Orta Doğu’nun hali malum. Diğer yandan ilerleyen teknoloji namahrem bir hayata itikledi bizi. Giderek alışmaya da başladık. Kitapta teknoloji kullanımı çok doğal. Zamanımızda gruplar arasındaki kapışmada azami teknoloji kullanılıyor. En ilginci de ‘Her şeyi gören ve duyan’ olmaya talepteki yoğun istektir. Adeta dinsel bir yönelim. Böylelikle rakibi dinlemek, hamlelerini tahminin yanı sıra izlemek hayati bir önemi haiz. Kayıp Kedi’de bu çabalara sıkça tanık oluyoruz.

8 - Yine sürprizi kaçırmak istemem ama kitap sanki biraz ucu açık bitiyor. Bu yarattığınız Seksek Ekibi’nin maceraları devam edeceği anlamına mı geliyor? Yoksa Türkiye’nin paralelcilerle daha çok uğraşacağı anlamına mı?
Emre Tuğrul gelecek serüvenlerde küresel siyasetin dümen suyunda serüvenler yaşayacak. Bugünün en sıcak konularının göbeğinde duracak. Eskiden yazarlar Batılı ajan gözüyle romanlarda bizi anlatırdı.  Örneğin Ian Fleming’in Rusya’dan Sevgilerle adlı kitabında James Bond ilk kez müşerref olduğu Türkleri şöyle  tasvir eder:
Demek ki modern Türkler şu gördüğü esmer, çirkin, mütevazı duruşlu memurlardı. Bir müddet Bond onların kalın sesli harflerin ve U seslerinin bol olarak kullanıldığı konuşmalarını dinledi, uysal, terbiyeli duruşlarını yalanlayan canlı, kara gözlerini seyretti. Dağlardan henüz inmiş kızgın parlak, vahşi gözlerdi bunlar. Asırlardan beri davar sürülerini gözlemeye, tozlu bozkır ufuklarındaki en küçük hareketleri dahi sezmeye alışmış gözler. Bunlar eldeki bıçağı görmeden sezen, yiyecek kırıntılarını ve kuruşları santimine kadar sayan, satıcının titreyen parmaklarını farkeden gözlerdi. Sert, itimatsız, kıskanç gözler.
                                                                                             Başak yayınları. 1965. Sayfa 83.

Şimdi sıra bizde. Biz de onları yazacağız.

Cemaatın ‘Güdümlü İhanet Departmanı’na  gelince, bu bir süreç. Tsunami vurdu toplumumuza. Artçı depremler olacak ve esas hasarın onarımı uzun sürecek. Bir nokta daha var. Paraleli, ‘Protestan Müslüman’ ve yurtdışındaki okullarda beyni yıkanmış öğrenci yetiştirme makinesi gibi tasavvur ederseniz belli ölçüde başarı kazandığını düşünebilir ve bu şartlarda misyonunu tamamladığını söyleyebiliriz.  

Bir anekdot anlatayım. Yıl 2004. Hollandalı alt kat komşumla bir sohbette bana ‘Ilımlı Müslüman’ terimini kullanınca tepki vermiştim. Post Modernizmde eşcinsellik aşırı vurgulanır malum. İtirazıma şaşınca ona buradan yaklaştım. ‘Ilımlı eşcinsel deniyor mu?’ dedim. Telaffuzundan bile korktu. ‘Tabii ki demeyiz.’ dedi. ‘Cinsel tercihi böyle sınıflandırmıyorken, bin beş yüzyıllık bir dinin mensubunu nasıl kategorize edebilirsin?’ deyince terimin abesliğini kavradı. Dinler Arası Diyalog da böyle bir fesatlıktır. Neyse ki itibarı iyice söndü.

Yanı lafın kısası Vesayet 2.0’ın kalıntıları ve yapımdaki Vesayet 3.0 kahramanımızın konusu olabilir ileride.

9 - Kitapta sinematografik bir kurgu dikkat çekiyor. Böyle bir kurguyu neden tercih ettiniz?
Ben iflah olmaz bir film âşığı olarak sinematografik anlatımı otomatik olarak yaparım. Bütün romanlarımda böyledir. Bazen daha yoğunlaşır. Bölümlerin kesimi sırasında kendimi bazen film montaj aparatının arkasında oturur gibi hissederim. Kayıp Kedi’nin bir gün film yapılmasını isterim tabii. O ünlü romanı ve filmini hatırlayın. ‘Kim korkar hain kurttan?’

10 – Kitaptaki kahramanlardan biri Borges çevirmeni. Borges de konu ediliyor kitapta. Buna da biraz değinseniz.
Borges’in özellikle Alef adlı öyküsünü kitabın içinde bir deneme gibi işliyorum. Alef’le kurguya bir katman daha ekleniyor. Merkezi her yerde, çevresi hiçbiryerde olan bir küreyi hayal etmeye çalışın. Ana konuya bayağı uygun. Bir de sert, acımasız dünyada edebiyatın teskin ediciliğine sığınan kadın izleği oluşuyor. Daha başka noktalar da mevcut haliyle. Tlönlüler gibi. Bunu keşfetmeyi Borgessever okura bırakalım.


11 - Son olarak kitabınızı kediniz Fıkır’a ithaf ediyorsunuz. İlginç bir hikayesi var bunun. Bundan da bahseder misiniz?
Bu kitabın kurgusunu hazırlarken adını Kayıp Kedi olarak kararlaştırmamdan bir hafta sonra çok sevdiğimiz ve güç bela yaşatarak büyüttüğümüz kedimiz Fıkır kayboldu. Aradan neredeyse bir yıl geçti. Bu nedenle kitabı ona ithaf ettim. Başlık Kayıp Kedi, yayınevi Kırmızı Kedi, ithaf kediye. 3 kedi bir araya geldi.
x
     

1 Aralık 2019 Pazar

Sherlock Holmes Notları



Edgar Allan Poe’nun büyük hayranı olan, onun ünlü dedektifi Auguste Dupin’den etkilenmiş
Olan Sir Arthur Ignatius Conan Doyle’un ünlü kahramanı Sherlock Holmes üzerine yazmaya başlarken aklıma üşüşen fikirlerin bir kısmını ard arda sıralıyorum.

Sherlok Holmes’i 8-10 yaşından beri tanıyorum. Türkçeye çevrilmiş ve o sıralarda tek tek öyküler halinde saman yapraklı kitapçıklar şeklinde basılmış bütün öykü ve romanlarını okudum. Bazılarını defalarca. Aradan elli yıl geçti. Bir daha elime almadım. Tıpkı kırk yıldır Agatha Christie okumamam gibi. Bu yazıyı yazmaya başlarken kafamda imajlar karışık. Çünkü daha sonraki yıllarda en az üç Sherlock Holmes filmi gördüm. Dizisi de vardı. İzlemedim. Ben çocuklukta , ilk gençliğimde gördüğüm ilginç rüyaların çoğunu hâlâ hatırlayabilen biriyim. Elli yıl önceki okumalarımdan kalan imajları de biraz seçebiliyorum. Uzun boylu Holmes’in dimdik durması, elinde hem baston hem de müdafa silahı gibi kullandığı sopası, pelerini, piposu, şapkasının tepesindeki düğme ve keman çalarkenki dalgın pozu. Ama kapağa konmuş olan o korkunç kırmızı gözlü köpek en baskın bellek görselim. Asla mümkün değil unutamam. Tüylerine gece parlasın diye fosfor sürülmüş olan Baskerville’nin köpeğinden söz ediyorum. Köpekleri çok seven biri olmama rağmen o sıralardaki kâbus senaryolarıma katkıda bulunmuş bir figürdür.

Daha on altı yaşındayken evde kimya laboratuvarım vardı. Lisede kimya şakalarım ve roketlerimle ünlüydüm. Bu nedenle A Study in Scarlet romanında üniversitede kimya öğrencisi olduğunu anladığım Holmes’e ayrı bir sempatim vardır. Onun dedüktif, tümdengelim tarzı düşünce kapasitesini bir şekilde hissediyordum. Sonraki yıllarda Ege Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği öğrencisiyken laboratuvarda hocamız bir tüpün içinde bize renksiz bir sıvı verir ve içinde ne olduğu bulmamızı isterdi. Holmes’in yaptığı da aynen buydu aslında. Bir dizi olay bir arada vuku bulur ve Holmes bunların aslında görünenin ve sanılanın aksine ne olduğunu keşfederdi.

1976 yılında Amsterdam’da Leidseplein Theater sinemasında Seven Procent Solution adlı bir film afişi görmüştüm. Resimden Sherlock Holmes’le ilgili olduğu belliydi. Bu filmi birkaç yıl sonra yine sinemada izledim. İyi yapmışım. Konuşulanları İngilizce dinleyip Hollandaca altyazı okuyarak zorlukla anlayabildim. Anlamaktan diyaloglardaki söz oyunlarını, imaları, esprileri kastediyorum. Yine yıllar sonra videosunu kiralayıp, bu kez dura kalka, geriye sarıp tekrar izlediğimde filmi hâlâ anlamaya devam ettiğimi gördüm J Holmes Viyana’ya Freud’u ziyarete gidiyordu. Konulardan biri ünlü dedektifin kokain kullanmasıydı. Bu arada iki iddialı zekâ usul usul çatışıyordu. Holmes bu ortamda bile bir meseyi çözüme kavuşturma ferasetini gösteriyordu. Alan Arkin Freud rolünde müthişti. Robert Duval, Watson rolündeydi. Holmes’ı de Nicol Williamson canlandırıyordu.

Watson anlatmasa Holmes diye birini tanımazdık. Onsuz Sherlock Holmes varolamazdı hatta. Watson bana nedense biraz Luka, Matta, Markos, Yuhannavari biri gibi görünür.

Stephen King’in Doktor Vakası – The Doctor Case adlı öyküsünde Watson grift bir sırrı çözerek alışılageldik imajının dışına çıkar. Ustanın Watson’a kıyağıdır. Filme de çekilmiştir.

Doyle’un birinci hikâyesi olan A Study in Scarlet’te Watson’un gözünden Holmes’i tanırken bazı ayrıntıları yeniden hatırlamak çok eğlenceli. Bir mantık adamı, güçlü, gözlemci ve tümdengelimci düşünce tarzına sahip olan Holmes’in Kopernik’in on altıncı yüzyılda kanıtladığı güneş merkezli sistem teorisinden bihaber olduğuna Watson çok şaşar. Watson sonradan dedektifimiz hakkında bir çeşit karne düzenler. Bu karneye bir göz atalım:
Literatür: Üstünkörü.
Filozofi: Sıfır.
Astronomi: Sıfır.
Politika: Hafif.
Botanik: Güzel avrat otu, afyon ve zehirli maddeler dışında hiçe yakın.
Jeoloji:Sınırlı bir ilgi.
Kimya: Derin bilgi.
Anatomi: Biraz, ama sistematik değil.
Müzik: Keman çalıyor.
Dövüş sanatı: Boks ve sopa kullanımı.
Hukuk: İngiliz kanunları üzerine pratik bilgi mevcut.

Borges’in de Sherlock Holmes başlıklı bir çalışması vardır. ‘O bir kadından doğmamıştı. Soyu sopu da yoktu. Raslantılardan oluşmuştu’ şeklinde başlar. ‘Ne aşkı ne de öpüşmeyi bilir. Baker sokağında tek başına oturur. Hiç arkadaşı yoktur.’ şeklinde devam eder. Okumanızı hassasiyetle öneririm.

Aklımıza şu anda gelen en temel izmler on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’den çıktı. İngiltere dedüktif akıl yürütmeyle Doğuyu kolonileştirdi. Ruhsuz, yarı robot gibi salt akıldan muzdarip, kokainman, kadın düşmanı olan Sherlock Holmes bu izmleri ve kolonyalizmi yaratan aklın ürünüdür. Unutulmasın Watson, Holmes’le yeni tanıştığı sırada Afganistan’daki savaştan dönmüştü. Bu idol bir imparatorluk mamuludur. İngiliz aklının alameti farikasıdır. Bu akıl endüstri devrimini de başlattığı için hikâyelerde kimyanın başat rol oynaması çok normaldir.

Paul Feyerabend Batının dünya hakimiyetini Reklam ve Silaha borçludur der.  Holmes Reklamdır. Üstün aklın kredisiyle hâlâ canlılığını koruyor. James Bond ise reklam + silahtır.

Osmanlıca-İngilizce Redhouse basıldığı sıralarda Bond ve Holmeslerin bize has benzerleri, fıtratları farklı olan muadilleri vardı. A Study in Scarlet 1887’de basıldı. O yıllarda İstanbul’da zekice işlenen cinayetleri çözebilmek için yine dedüktif akıl yürütmeye gereksinim duyuluyordu. Sonradan ülke olarak içeri kapanınca imparatorluk aklından mahrum kaldık. Altmışlarda Avrupa’ya işçi göçü ile başlayan açılma küreselleşmenin de etkisiyle bugün bütün hızıyla sürüyor.

                                                                                                                                            Balçova – Aralık 2017

8 Kasım 2019 Cuma

Külliyen Efemera


Tordemir Yazıları
Külliyen Efemera



Besili Atlar
Ellili yılların sonu ve altmışların başlarında nüfusu üç yüz elli bin civarında olan İzmir’de idrar, dışkı, saman ve at kokulu yerler vardı. At ahırları mahallelerin içersindeydi. İki katlı bir evin alt katının bu işe tahsis edilmesi olağan bir durumdu. Çarşıda pazarda önünden geçiliyordu. At arabalı gezici manavların geçtiği, yük taşımacılığının yapıldığı yerlerde bolca raslanan dışkılara basmamak için dikkatli olmamız sıkça öğütleniyordu. Bu kokuyu seviyordum. Hele uzaktan geldiğinde yaşama dair önemli bir öğe gibi algılıyordum.  Yağan yağmurun tam temizlemediği yerlerdeki rahiya da duyu skalasında bir başka dokunuştu. Şu anda bütün bunlar bir nostalji losyonu artık. Atın kas gücüne olan talep çoktan bitmiş durumda.

Basılı Kitaplar
Birinci Beyler Sokağındaki eski kitapçı vardı. Kemeraltı’na girer girmez kitaplarla haşır neşir olurdum.  Kitapçıyı önce bir tanıdığımızın babası, sonra da torunu çalıştırdı. Ben yaşamımın ilk yirmi dört yılında bu çok tanınmış eski kitapçıdan sayısız kitabı satın ve ödünç aldım.  Pardayanlar, Jules Verne ve Kemalettin Tuğcu romanları, Arsen Lüpen, Fantoma, Sherlock Holmes, Cingöz Recai ve Mayk Hammerlar, Tommiks, Teksas, Kinovalar, Çapkın Hırsız çizgi romanları çocukluğumun hayal örgüsünü teşkil etmekte ciddi bir rol oynadı. O eski kitapçı çoktandır yok. Sahafların çoğu da öyle. İnternet üzerinden satış ve AVMlere taşınan marka kitapçılar küçük işletmelere olan talebi azaltmış durumda. Ayrıca ilgi hızla okumadan dinleme ve izlemeye kayıyor.

Babıali
İkibin başlarından itibaren yolum sık sık Cağaloğlu’na düştü. Son yirmi senede kitapçıların, yayınevlerinin giderek azaldığını bizzat gözlemledim. Yerlerini turistik tesisler, butik oteller aldı. Küçük yayınevleri birer birer kepenk kapadı. Yayın dünyası yeni talep şekline göre konum aldı. Ünlü Babıali Yokuşu’nun yaptığı kültürel çağrışım sönükleşti ve giderek eski anıları süsleyen geçmiş haline dönüşmeye başladı. 

Kâğıt ve At Kokusuna Veda mı?
Çağrılan – KarsH (Nisan - 2019)  adlı romanımdaki başkarakterlerden Sabri Yadigar bu konuyu şöyle dillendirir:

Eski dünyanın bavulunu toplayıp gitmeye hazırlandığını görüyordu. Kâğıt üzerine kayıt giderek azalacak, bilinen türdeki yayınevlerine de zamanla ihtiyaç azalacaktı. Allah ömür verdiyse gazetelerin kâğıt üzerinde çıkmadığı, sadece bir avuç abone için basılıp postayla yollandığı, sadece dijital ortamda var olduğu anları da belki bizzat görecekti. Anlı şanlı havalı, yazdıkları bir şeye benzemeyen, dünyanın gidişatına ama kalmış köşe yazarlarının çoğu şimdiden dinozorlaşmıştı.

Yıllarca televizyonculuk yapmıştı. Şimdi televizyonun siber uzay tarafından yutulmakta olduğunu görüyordu. Kocaman, pahalı ve ağır aparatlar, ışıklar, kameralar kısacası bir servete mal olan stüdyolar sanıldığından daha hızla değişime uğrayacaktı. Çocukluğunda şehirde atlı eşekli satıcılar vardı. At arabalarıya yük taşıtanlar çoktan kamyona geçmişti. Medya artık kendilerine ihtiyaç kalmamış olan atlara yapılan kötü muamele haberleriyle doluydu. Neredeyse şehirlerde başı boş gezen sokak atları günlerini göreceklerdi. İç sızlatıcı bir durumdu. Artık kas güçlerine ihtiyaç kalmamış olan atlar için halkın yardımıyla At Huzur Çiftlikleri açılmalıydı. Atlar misali devasa stüdyolar da değişime ayak uyduracaktı.

  Eskinin bavulunu toplamakta oluşu o kadar açık emarelere sahipti ki, reddi mümkün değildi artık. Yayınevlerinde ve sahaflarda kitap kokuları arasında yazar okur dostlarla icra ettikleri binlerce saatlik sohbetleri düşündü. Bu nadide sohbet ocakları daha şimdiden birer birer sönen lamba misali yerini karanlığa bırakmaya başlamıştı. Kapanmış yayınevlerinin önünden geçerken bazen gözleri dolardı. Okuma artık ekranlarla yapılacaktı. Kâğıt üzerine basılı kitap zamanla giderek sayıları azalan okuma elitlerinin hobisi olacağa benziyordu. Bir gün Fahreneit 451 düzeni kurulmazsa tabii.

Ekrana Yıvışan Alüvyon
Zamanımızda bilgi edinmek için ekrandan okumamak mümkün değil. Ben okumayı mümkün olduğu kadar kâğıt üzerinden yapmayı sürdürüyorum. Bu benim tutkum. Ekran üzerindeki harfleri kâğıt nehrinin çekilirken yüzeye yıvıştırdığı, ardında bıraktığı alüvyon gibi algılıyorum. Okuma sevgisi ve alışkanlığı yani.

Külliyen Efemera
Kâğıt üzerine basılmış her şeyin, romanların, felsefi eserlerin vb. gün gelip külliyen efemeralaşmasının kaçınılmaz olduğunu açıkça hissedebildiğimiz zamanları yaşıyoruz. Ekrana yıvışan alüvyonlar bizi teselli edecek. O da bir süre. Bir gün onun da modası geçecek ve yerini bir başka algımetrik akıya terkederek tarihin koynundaki kuytu müzeye çekilecek.
Asıl harflerin neyin üstüne kayıtlı olduğunun sezgisiyle bu yolda yürümeye devam edeceğiz.
                                                          -------------------