23 Kasım 2016 Çarşamba

İki Ruh İzmir’i AB ye Salmaz

2007 yılında bir konferansta AB’nin son kullanma tarihinin yakın olduğunu söylediğimde çok tepki çektim. 9 yıl sonra şu anda AB bir Hasta Adam. Hastalık nedeni bencillik, kendini beğenmişlik, açgözlülük ve küresel güçlerin boyunduğu altında olmak. AB’nin bu cendereden sıyrılması mümkün, ama çok güç.

İzmir’de iki ruh AB’ye karşı çıkar.

9 Eylül ve 15 Temmuz ruhu İzmir’i Haçlı-Siyoniste yem etmez.

İDEAOT

İDEAOT

1 Şubat 2009


Bu deyimi ilk kez 2003 yılında yayımlanan Çözücü adlı kitabımda kullandım. 

  Ahmet, “Haklısın. Çevrene bir bak. Değişim üzerimize kapanıyor. Ödünç aldığım belleğin oyunuymuş Nalan’ın evine döneceğimi sanmak. Nalan falan yok. O ev yok. Hepsi bir film dekoru. İdeaot’uz biz. Biot bile değil.”
  Güven, “Bilincin peki?”
  Ahmet durakladı. “Bir ara bağımsız, kendi kendini kurabilen, kendinden taşarak büyüyen yayılan bir yapının içinde ve tek sahibi olduğumu sanmadım değil. Senin plan dışı, ruh dediğin şeyi hissettim. Yanılsama. Program dışı bir etken yani. Sır falan yok. Tek sır biziz. Bizleriz. Her neysek o olacağız yeniden. Görüyorsun, sen hariç herkes böyle düşünmekte.”
   “Bu mutlak doğru olsaydı, aramızda çocuklar ve yaşlılar olurdu. Günler 1,2,4,8,16,32 şeklinde uzamazdı.”
  “İdeaot’uz başka bir şey değil.”
  “Yanılıyorsun Ahmet. Kofti bir özden harika bir sonuç çıkarma makinesinin içersindeyiz. Figuran kalmamız şart değil. Ruh soyutun güzelliğinin doğurduğu aşktan türemiş olabilir pekala.” 
                                                                 Sadık Yemni, Çözücü, Everest yayınları, 2003
  
İdeaot’u otomatize edilmiş idealar, düşünceler, tasavvurlar ve hatta biraz da soyutun güzelliğinin doğurduğu aşk anlamına türettim. İdeaot’a giden yolun iki öncül basamağı vardı. Robot ve Biot.

Robot: Robot kelimesi ilk kez Çek yazar Karel Čapek tarafından 1920’de yazdığı Rossum’s Universal Robots adlı tiyatro oyununda kullanıldı. Çekçe robota kelimesinden yararlanmıştı. 1933 yılında Karel Čapek bir arkadaşına yolladığı mektupta robot kelimesini kardeşi Josef’in uydurduğunu yazmıştır.
Asimow’un yazdığı öyküden yapılan I Robot, Robocop ve A.I, Artificial Intelligence, Star Wars filmleri en tanınmış robot filmleri olarak tarihe geçti. Ben nedense en çok I Robot’u severim. 
The Alan Parsons Project 1977 yılında I Robot adlı bir albüm (diğer adı da a view of tomorrow through the eyes of today’ di) çıkarmıştı. Bence tüm albümlerinin hâlâ en iyisidir. 
Biot: A.C. Clarke, 1973’de yayımladığı Rama’yla Randevu adlı kitabında biyolojik robot olan biotlardan söz eder. Bunlar organik malzeme dolu bir denizden türüyorlar, tamirat, yedek parça temini, teknik bakım, temizlik vb. gibi görevleri yerine getirdikten sonra bu mini denizde çözülüp gidiyorlardı.
  Oysa bütün sonsuz değişkeleriyle yaşam Rama’ya gelmişti. Eğer bu biyolojik robotlar canlı değillerse, çok iyi birer taklit oldukları ortadaydı.  
  ‘Biot’ kelimesini kimin bulduğunu kimse bilmiyordu. Sanki bir anda kendiliğinden ortaya çıkmış ve herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu duruma göre ana girişte Pieter, şef Biot gözcüsü oluyordu. Ve onları inceledikçe bazı davranışlarını anlamaya başladığına inanıyordu.
                                                   Arthur C. Clarke, Rama’yla Buluşma, İthaki yayınları,1999

İdeaot: Tasavvurlardan yapılmış, düşüncelerden örülmüş robotvari sistemler, simülasyonlar için bir sözcük ararken parmaklarım 2003 şubatında ansızın İdeaot yazdı.  Sezildemliğim, İdeaot’un bir kez kurulduğunda tüm evreni, evrenlerin tümünü birbirine bağlayan mana köprüleriyle eklemlendiğini fısıldıyor. 
Evren denen matrix’in içinde olmak, bu tür bir tasavvurhanenin, düşomatın, hayalmatiğin azası, bileşeni, parça buçuğu kesilmek çok katmerli bir gerçekliğe açılan sayısız eşiklere de yakın durmaktır o halde.

İnanılmaz derecede muhteşem bir bütünün bitmez tükenmez tünelleri, salkım saçaklı kabul salonları ve de en önemlisi sayısız farkındalık düzeyleriyle tanışmaya davetliyiz.

Önce dünyanın şu anda kırılmış ve durmuş olan merhamet zembereğini onarmamız, sonra da yeniden kurmamız gerekiyor.  


NOT: Düşomat ve hayalmatik Stanislaw Lem’in ünlü Phantomat’ı için türettiğim sözcüklerdir. 

17 Kasım 2016 Perşembe

Diriliş, Altın Kelebek ve Çürüme

Diriliş, Altın Kelebek ve Çürüme


Bir yerde derece derece DİRİLİŞ yaşanıyorsa o yerde eski müesses nizam ve onların sanat-medya kolunda da derece derece çökme, zayıflama ve ÇÜRÜME yaşanıyor demektir. Zıtların sırayla galebe çalması muhabbeti.  

Vehmin Distopik Çıkmazı

Vehmin Distopik Çıkmazı

Geçmişi denetleyen geleceği, şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol eder.
                                                                                                             Orwell – 1984

Özgürlük mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir.
                                                                                              Yevgeni Zamyatin - Miy

İnsan gerçekliğe ancak onu yeniden yaratarak tahammül edebilir.

Esaret ve serbestlik çoğu kez hafızanın oyunudur.

Köle ile Kul arasında elmastan yapılmış ve saç teli kalınlığında bir duvar bulunmaktadır.
                                                                                                                  Yazi Meyyın



İkiz Tepeler

 İki tepe ve aralarında yemyeşil ormanlarla kaplı bir vadi hayal edin. Birinci tepenin üstünde yaşayan ahalinin oluşturduğu sistem bireylerin tek tek mutluluğunu inşa etmeye soyunmuş olsun.  Bunu kolektifçi zihniyetle, müksüzleştirerek, mükemmel bir işbölümü, tıkır tıkır çalışan gönüllülük düzeniyle ve herkesi eşit kılmaya çalışarak yapabileceği gibi, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya kitabında olduğu üzere sınıfların varlığını memnuniyetle kabul ettirerek, insanları sanrı verici, kaygılardan uzaklaştırıcı ilaçların yardımıyla bilim ve sanattan azade bir şekilde hayal âleminde yaşattığı bir ortamla yapsın. Sonuç kaçınılmaz olarak er ya da geç aşağı kayıp hızla o vadiden geçip karşı tepenin üstündeki diğer sisteme taşınmaktır. İkinci tepeyi anlatmaya başlamadan önce ünlü Matrix (1999) filminin bir sahnesindeki Ajan Smith’in, Neo’ya söylediği şeyleri hatırlayalım.

‘Birinci Matrix’in, içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel ve insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun?’

Tanınmış İngiliz felsefeci John Gray Matrix filmi üzerine kaleme aldığı denemesinde şunları söyler:

‘Ananevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de MP3.

Aslında gerçekliğin, problemlerimizin çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur. Matrix filminin bir mesajı varsa teknolojinin sihir olmadığıdır. Filmin konusu daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzuların en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı rotadır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez.’

İkinci tepede de Yevgeni Zamyatin’in aşırı ‘Biz’leştirilmiş toplumu ya da George Orwell’ın 1984’ündeki gibi bir ortam yaratılmış olsun. ‘Biz’ de ortak amaçlar ve tek doğru var. Bunun dışına çıkan ve bir gelecek hayali olan hain. Teknoloji ve bürokrasi cenderesi tarafından sıkıştırılmış bir toplum. Cinsellik kararlaştırılmış saatlerde birlikte yaşanıyor. Sözümüze 1984 ile devam edelim. ‘Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Bilgisizlik kuvvettir’ sloganlarıyla kurulmuş bir düzen. Tek partinin mutlak hükümranlığı söz konusu. Çift taraflı televizyonlar. Her saniye gözetlenme. Uykusuzluk. Düşsüzlük. Sürekli savaşma atmosferinin neden olduğu manevi harabiyat. Dağarcıklardaki kelimelerin giderek azalması. Sevgisiz, gammazcı, köle ve sadist birey imalathanesi ortamı. Totaliteryen rejimin her an ve her köşeden bireyin üstüne çullanması. Bitimsizce kuşatılmışlığın uyuşturucu, zihinsel olarak kötürümleştirici etkisi. Ve tabii o anlı şanlı ‘Büyük Birader’.

2011 yılında Roman Kahramanları dergisi için kaleme aldığım bir denemede ‘Büyük Birader’le pek de hayali sayılamayacak! bir söyleşi yaptım. Bu konuya girmeden önce İkiz Tepeler’in yamaçlarına ait film ve kitaplara kısaca değinmek istiyorum.


Distopik Yamaçlar

Yevgeni Zamyatin’in 1920’li yıllarda yayımladığı Biz adlı romanı daha sonra gelecek eserler için örnek teşkil etmiştir.  Ayn Rand’ın 1938 yılında yayımladığı Ben (Anthem) adlı kitabı buna örnek gösterilir. A. Huxley 1932 yılında Cesur Yeni Dünya’yı yayımladığında kendisine yöneltilen aynı eleştiriyi reddetmiş ve ‘Biz’i bu eseri yazdıktan yıllar sonra okuduğunu söylemiştir. G. Orwell’in kırk sonları yayımladığı 1984’ünde kendinden önceki yapıtlardan esinlendiği çok açıktır. Bu son derece normaldir. Bir intihal söz konusu olmadıkça esinlenme zinciri yapıtların tekamülü için çok sıhhatli bir olgudur. 

Fahrenheit 451 ve yıllar sonra yeniden çekilen versiyonu olan Equlibribrium üzerine çok yazıldı. Burada yamaçlarda ışıldayan ve bahsi pek az geçen yapıtlardan bazılarına eğileceğim.

Logan’s Run - Bunlardan biri William Francis Nolan ve George Clayton Johnson’ın aynı adlı kitabından 1976 yılında yapılmış olan Logan’s Run (Türkiye’de Hayal Şehir adıyla gösterildi) adlı filmdir. 23. yüzyılda artan çevre kirliliği kitlesel ölümlere neden olmuş ve sağ kalanlar için yalıtılmış ve steril bir ortam kurulmuştur. Burada yaşayanlar doğumlarından itibaren bu kapalı ortamda tabiri caizse vur patlasın, çal oynasın şeklinde bir hayat sürdürürler. Yaş sınırı otuzdur. Otuz yaşına gelenler bir törenle yok edilir. Herkesin elinde kalan zamanını gösteren sayılar vardır. Bir grup bu yaş sınırına karşı çıkmak için örgütlenmiştir. Polislerden biri bu kimseleri yakalamak ister, ana bilgisayar tarafından bu iş için görevlendirilir, ama dışarıdaki dünyanın çekimine girer ve hayatında ilk kez tabiatı, doğan güneşi, ağaçları görür. Onlar içeride yaşarlarken kirlenen doğa kendini yenilemiş ve yeniden içinde yaşanır hale gelmiştir. Polisin şimdi yapacağı iş bu bilgiyi içeridekilere anlatmak ve herkesi dışarıya çıkarmaktır.

The Long Walk – Stephen King 1979 yılında Richard Bachman müstear adıyla yayımladığı otoriteryen ve distopik bir romandır. 1966 ile 2000 arasında gençler için yayımlanmış en iyi 100 roman içindedir. Yakın gelecekte ABD’de şu andakinden epey farklı bir rejim vardır. Her yıl yüz genç Uzun Yürüyüş denen bir yarışa katılır. Halk tarafından milyarlarca dolar bahislere neden olan çok popüler bir yarıştır. Bu yarışta kurallar çok basittir. Yüz genç bir noktadan yürümeye başlar. Uyumak yoktur. Yemek içmek yürürken yapılmaktadır. Hacet gidermenin ise saniyeler içinde bitirilmesi gereklidir. Gençleri yol boyunca jipli askerler takip etmektedir. Duran, yere yıkılan, yürüyemeyen üç ikazdan sonra infaz edilmektedir. Bu yarışı bir kişi kazanacaktır. Geriye kalan doksan dokuz genç ölüme mahkûmdur. Kazanana ömrü boyunca arzu ettiği her şey sağlanacak ve haliyle çok ünlü olacaktır.

The Running Man -  Stephen King’in 1982 yılında yine Richard Bachman müstear adıyla yayımladığı otoriteryen ve distopik bir romandır. Yakın gelecekte ABD’de çevre epey kirlenmiştir. Rejim şirketokrasi ile idare edilmektedir. Hükümet yerine General Atomics’in adı geçer. Televizyon yayınları halka yalan yanlış haber vermekte ve yarışma programlarıyla milleti uyutmaktadır. Ben Richards adlı kahramanımız bu şirketin aleyhine konuştuğu ve eleştirdiği için iş bulamamaktadır. Küçük kızı hastadır. Ona ilaç alamamaktadır. Bu nedenle adam ‘Zirveye Tırmanış’ adlı ölümcül bir oyunda yer almaya karar verir. Bu oyunda yarışanlar önce halka tanıtılmakta, aleyhinde tanıtım yapılmakta ve şehirde bir yere bırakılmaktadır. Serbest kaldıktan on iki saat sonra av başlayacaktır. Silahlı profesyonel izsürücüler onu takip edecek ve buldukları yerde kameraların önünde işini bitireceklerdir. Sağ kaldığı fazladan her saat ve öldürdüğü her izsürücü için fazladan para kazanacaktır. Otuz gün yakalanmazsa av sona erecektir. Tabii böyle bir şey şimdiye kadar hiç gerçekleşmemiştir. Ben sanılandan güçlü çıkar. Bazı kimseler tarafından gammazlandığı gibi, yardım gördüğü de olur. Zaman zaman yakalanmasına ramak kalır. General Atomics’in halktan sakladığı sırları öğrenir. Bunu faş eder ve öykünün sonunda bir uçağı ele geçirerek bunu televizyon binasına doğru sürer. Bu öykü aynı başlıkla filmleştirildi, ama yapılan ağır distopik ortamı minimalleştirmekten, karikatürleştirmeden başka bir şey değildi. Yetmiş beş kilo ağırlığındaki verem eşiğindeki Ben Richards rolünü yüz on beş kiloluk Arnold Schwarzenegger’in oynamasından bile bu belli olmaktadır. 

Battle RoyalThe Long Walk’un ABD’de filminin çekilmemesi çok ilginçti.  Running Man filminin kitabın okurlarında yarattığı hayalkırıklığından sonra belki o da benzer sonuca ulaşırdı, ama yapılmaması çok ilginçti. Kitabın yayımlanmasından yirmi yıl sonra Japonlar Koushun Takami’nin romanı Battle Royale’i filme çektiler. Yönetmen Kinji Fukasaku’du. Japonya’da otoriteryen rejim iş başındadır. Anarşi kol geziyor. 42 adet öğrenci iradeleri dışında bir adaya götürülüyor. Burada ellerine tuhaf ve alakasız silahlar tutuşturup birbirlerini öldürmeleri söyleniyor. Kırk bir kişi ölecek ve ancak bir kişi adayı canlı olarak terk edebilecektir. Battle Royale, The Long Walk- Uzun Yürüyüş’ün yirmi yıl sonra Japonya’da kendine has kültürel renklerle ortaya çıkışıdır.


Büyük Birader

‘Büyük Birader Sizi Gözlüyor ‘ sloganı artık film ve kitaplarda yer alan bir sözcük değil. Televizyon programlarının yanı sıra kelimenin tam anlamıyla hayatımızın çok önemli bir yanını muştuluyor. 1984’ün yazarının ülkesinin başkentinde dünyanın adam başına en çok gözetleyici kamerası düşmekte. Londralılar sabah akşam her saniye gözetleniyor. Kredi kartlarımız alışveriş topografyasını, telefonlarımız konuşma metinlerimizi ve koordinatlarımızı bildiriyor.

Buna gönüllü olarak katlanıyoruz. Kendi özgür irademizle kredi kartımızı ve telefon markamızı seçmekteyiz.

Peki kimdir bu Büyük Birader? Benle yaptığı hayali söyleşide bir sorum üzerine şöyle demişti:

‘İnsan iradesi komut almayı ve vermeyi özgürlük telakki eder. Çünkü özgür düşünce geçmişi yoktur. Ben bir ütopya özüyüm. Seçilmiş, ince elenmiş bir fikirler yumağı. Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrolü, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden idare edilen, durağan sistemleri özleyen hastalıklı yanlarla  beslenirim. Petrolü, ham maddeyi, gıdayı, suyu ve havayı kontrol araçtır. Esas öz ütopik girdaptır. Ben, biz buyuz. Sizler bunu hayal edersiniz, ben uygularım.’

Bizim hayallerimizi uygulayan ve geniş bir ekrana aksettirerek bize izleten büyük abiler!


Bize ait bir yer

Ünlü distopik film ve romanların belli ülkelerden çıktığı görülmekte. İngiltere, Amerika, Rusya ve Japonya. Endüstri, teknoloji, atom bombası, emperyalizm, turbo kapitalizm, Faustvari Batı medeniyeti ve sosyalizm.

Dünyada doğal kaynaklar azalıyor, nüfus çoğalıyor. Çevre kirliliği giderek artıyor. Tohumlar büyük biraderlerin depolarında korunuyor. Kıymetli metaller, su, petrol vb. savaş nedeni olmaya devam ediyor. Dünya ülkeleri kaynakları bölüşme denklemi merkezli olarak bölgesel bazda yeniden yapılanıyor. Yakın gelecekte bizi gerçek anlamda distopik ortamların beklediğini anlamak için çok efor harcamaya gerek yok. Yolda olanın ayak sesleri şu anda bile duyulmakta.

Bir zirvede uyuşturulmuş, bu nedenle mutlu, kafasını hiçbir şeye takmayan, küçük şeylerin esiri olduğunu farketmeyen, bilime, sanata kapalı bir hayat içinde sadece haz peşinde koşan bir dünya var. Diğer zirvede sürekli bir düşmanın varlığı söylemiyle nefretin, korkunun esiri olmuş, insanlıktan iyice sıyrılmış, totaliter, otoriter bir rejimin kıskacında, her saniye duyguları ve hareketi kontrol altında olan bunalmış insanların dünyası bulunmakta. Yüz gencin uzun yürüyüşe çıktığı, anne ve babalarının bununla gurur duyduğu, üzerlerine bahislerin oynandığı, kırk iki genç kız ve erkeğin bir ıssız adadan canlı çıkabilmek için kırk birini öldürdüğü acımasız ve sarp yamaçlar var. Korku hâlâ dağları bekliyor yani.

Peki o sözünü ettiğim vadi? 

Yakın gelecekte insanları distopik yamaç ve zirvelerden sakındıracak, hakkaniyetli ortamları tesis eden bize ait bir yer olacak mı?

                                                                                                                                                               2014 - Balçova

                                         ------------------------------------

   


Zaman Tozutmak

Zaman Tozutmak

İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik kâinatta zaman atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse, ıssız otlaklarda başka atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum.

Kâinat’ın dili matematiktir. Zamanda yolculuk yapılan bir öykü yazarken, matematik formüllerinin ve kuantum mekaniğinin sarmaladığı bu alanı bir okumakla anlaşılabilir bir öykü düzeyine indirirken, 1001 Gecevari bir masal  düzeyine saplanma tehlikesi daima mevcuttur.

Zaman Tozları(2011) ve Gizemli Evren (Zaman Tozları 2 - 2012) kitaplarımı yazarken bu bilinçle her kelimemi elden geldiğince süzgeçten geçirmekteydim. Zaman Tozları 3 şu anda kurgu aşamasında. Bu alandaki düşüncelerimi yerli malı zaman yolculuğu yazmayı isteyen ya da bu tür öyküleri okumayı sevenlerle paylaşacağım.

H.G. Wells’in Zaman Makinesi adlı kitabından 1960 yılında yapılan filmi görmüştüm yıllar önce. Rod Taylor, H. George Wells rolünü canlandırmaktaydı. Burada George 1900 başlarında her nasılsa bir zaman makinesi inşa etmişti. Çalışma prensibi belli değildi. Bayağı mekanik görünümlüydü çağına uygun olarak. Makinenin takvim kısmına istediğin tarihi yazıyor ve aleti çalıştırarak oraya gidiveriyordun. Alaattin’in sihirli lambasından çok farklı değildi yani. Neredeyse yarım yüzyıl sonra yapılan bir film de benzer yöntem kullanacaktı. Kelebek Etkisi - Butterfly Effect (2004) adlı filmde de genç bir adam tuhaf olaylar yaşadığı çocukluğunda tuttuğu bir defterdeki satırları okuyarak geçmişe gidiyor ve orada bazı şeyleri düzene sokmaya çalışıyordu. Kendi çocukluğu ve yetişkin hali (doubleganger – farklı uzay ikizi) aynı zaman frekansında bir arada bulunuyor ve bu bir sorun yaratmıyordu.  Aynı yolculuğu defalarca yineliyordu.

Peki zamanda yolculuk gelecekte bir şekilde mümkün olacak mıdır? Zamanın kendi akışını korumakta direneceğini varsaydığımızda ne geleceğe, ne de geçmişe yolculuk yapabiliriz. Geçmişteki birini kurtarmak bir yana oraya varlığımızı eklemlememiz bile sorun olacaktır. O halde zamanda yolculuk işi asla başarılamayacaktır. Eğer böyle bir engel yoksa mazide ve geçmişte her şeye müdahale edebileceksek, enerjinin sakımı bir yana sebep sonuç ilişkisi bile yerinden oynar. İnanılmaz bir kaos oluşur. Gerçeklik dediğimiz harmonik akış kendini iptal bile edebilir. O halde paradokslar aşılmazdır.

‘Zamanda yolculuk hoş bir hayaldi, hayal olarak kalacaktır’ diyemiyoruz. Çünkü bu yolculukları hayal etmeye teşneyiz. ‘Allah kuluna başetmeyeceği bir şeyi vehmettirmez’ denir. Sözlü ve yazılı külliyatımızda Tayyi Mekân ve Tayyi Zaman bazlı mesellerimiz bayağı fazladır.  Ben bu alanda zihin parlatan bir teorik fizikçi değilim, fizik formül ve matematik denklemlerin diliyle terennümüm sınırlıdır.  Laf denklem taşımaz ayrıca. Günlük ağızla sözcük parlatınca da yazılanların masala evrilme tehlikesi mevcut. Biz yine de paradoksları paspas yaparak sezgilerimizin yoluna devam edeceğiz. Ana yoldan azıcık sapacak ve ilham ufukları sonsuza odaklı öyküler çatmaya devam edeceğiz.

Zaman Tozları serisinin ilk kitabında zaman hakkında şöyle bir diyalog yazmıştım:

  “Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır. Zaman olayının enerji alanlarına bağlı titreşimsel bir ritmin yansıması olduğunu unutmayalım. Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle eşzamanlı ve hareketli hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum. Dev elektromanyetik düzeneklerce yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler. Philadelphia deneyi böyle bir şeydi sanırım.”
  “Zaman dördüncü boyut olduğu için mi maddeyi, yani üç boyutu böyle etkiliyor?” dedi Osman. Hocanın akıl yürütmesinin sonucundan korkmaya başlamıştı. Metin’in neden olması muhtemel kaosun kaosun sınırları hızla genişlemekteydi.
  “Aslında zamanın dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda sahne gözlerimizin önünde açılıyor.” Dedi Hoca. “Katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız her şey, tüm binalar, bu dükkân, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan,içine alan ‘Geçmiş-Şimdi-Gelecek’ dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.”
  “Rüyalarda ulaştığımız gerçeklik.” Dedi Terra Fuat içini çekerek.

Evrenin belleği, levh-i mahfuz, Akaşik kayıtlar, bu kayıtlara göz atmanın, kayıtları etkilemek anlamına geleceğini kuantum fiziğinin temel ilkelerinden biliyoruz. Yani birinin siciline göz atmak dahi o sicilin içeriğini etkileyecektir. Evren Google’ı sürekli yapılan bozulan, belleğimizin içini bulandıran karmaşık bir yapıda olacaktır sanırım. Azınlık Raporu - Minorty Report (2002) filminin kurgusundaki en arızalı yer de bu noktaydı. Kişiler henüz işlemediği suç nedeniyle tutuklanıyorlardı. Eylemden son anda vazgeçmek ihtimali gözardı edildiği için bu yöntemi kullanımdan kaldırmak gerekiyordu.

Paralel evrenler zaman yolculuğu yapanların geri dönebilmesi için bir garanti gibi görünmekte. Sayısız mazilerden ya da geleceklerden birinde yediğimiz bir halt nedeniyle bir yere hapis kalma, diğer uzay ikizimizle hemhal olma veya iptal edilme sorununu bir nebze çözüyor gibiyiz.

Gene Zaman Tozları kitabıma dönelim.

“Emin değilim tabii, ama…” dedi Keten Hoca. “Bence yarattığı zaman anaforları paralel evrenler arası geçişliliği artırıyor. Buzkırıcı bir gemi gibi. Yüzen birinin hemen ardından yüzmek gibi ya da. Zaman çaldığı falan yok yani. Kulvar değiştirmek için kullanıyor Metin gibileri. Bu bir tahmin. Asla kendi geçmişime gitmemeliyim demek ki. Paralel geçmişlerden birinde bir şeyi değiştirdiğimizde gelecekte bir etkisi olur. Kelebek ya da ejderha etkisi, ama ben kendi değişmemiş geleceğimi yaşarım yolculuktan dönünce. Bu ne işe yarar? Belki his olarak daha çok. Paralel beş ayrı evrende, beş ayrı gelecekte, beş ayrı erkekle evlenmiş ve rengarenk çocuklar doğurmuş bir kadını hayal edin. Bu çocuklardan birini severken dördünü de sezgisel olarak hissedecektir.”

Gizemli Evren (Zaman Tozları 2) ‘de başkahramanlardan biri diğer uzaydaki ikiziyle karşılaşır:

Belga ikizini kapının ağzında görünce dizlerinin kesildiğini hissetti. Bu anın o kadar hayalini o kadar kurmasına rağmen karnında buz küpçüğü üreten minik bir makine çalışmaya başlamıştı. Mesanesi dolu değildi, ama birkaç damla sıvı külodunu ıslatmıştı. Bunun farkında değildi henüz.
  “Euzu billahi mineş şeytanir racim...”
 İkizinin onu görünce şeytan tarafından çarpıldığını sanması komiğine gitmişti. Bu kendini daha hızlı toparlamasına neden oldu. Eğer kız paniğe kapılır kaçarsa bir daha hiç buluşamayabilirlerdi. Sağa sola durumu anlatır ve adresi verirse iş kimbilir nerelere varırdı.
  “Korkma. Gel içeri. Sana her şeyi anlatıcam.”
  “Adresini annem verdi.”
  Belga’nın gözleri doldu ve “Anladım. Gel içeri.”
  Diğer Belga karar veremiyordu. Eğer arada annelerinin manevi varlığı aracı olmasaydı merdivenlerden deli gibi iner giderdi belki. Bir de kıyafetleri farklıydı Allahtan. Pantolonlar benziyordu, ama kazaklar ve ayakkabılar başkaydı. Tıpa tıp aynı şeyleri giymiş olsalardı kız şimdi çoktan dış kapıyı boylamış olurdu. Belga sıfırdan gardrop düzerken eski kıyafetlerini kısmen kopyalamıştı neyse ki.
  “Adın ne senin?”
  Belga o an minik bir yalan söylemeyi akıl etti. “Biz aslında ikizmişiz. Beni doğduktan iki ay sonra evlatlık vermişler. Bizden de saklamışlar.”
  Dramı abartılı, uçuk dizi muhabbeti kızı etkilemişti. Cinler ve şeytan tarafından çarpılmadığını düşünmeye başlayınca rahatlamıştı. “Demek... Adın ne peki?
  “Belgin.”
  “Adımız da benziyor?”
  Tanrı kimseye kolay kolay saftirikliğini böyle yansımalı görme şansı vermezdi. Diğer Belga bu izahata inanmaya ne kadar teşneydi.
  “Orda mı durucan?”
  “Telefonumu nasıl buldun peki?”
  Karşısında duran kendiydi. Bu şok halinde bile kafası hızlı çalışıyordu. Belga şimdi şiştik diye düşünürken aklına bir fikir üflendi adeta. Facebook. Bir ara facebook’a çok takılırdı. Facebook adı Belg Tuncay’dı. Adından A’yı atınca Belçikalı anlamını kazandığını sonradan birisi anlatmıştı.
  “Facebook’tan”

  Ve diğer uzaydaki ikizle karşılaşmanın çok tekinsiz bir bedeli vardır.

 “Tek vücut olacağız. Korkma.” Dedi. Sesi bayağı peltek çıkmıştı.
  İkizinin yüzü sapsarı olmuştu. Belga da midesinin bulandığını hissediyordu. Düşünceleri kıpır kıpır olmasına rağmen dili ağırlaşmıştı. Gözlerini yumdu ve açtı. Görüşü birden inanılmaz derecede bozulmuştu. İkizi biribirine yapışmış olan kolları hariç sanki şeffaflaşmış gibiydi. Ona bakınca hem odayı, hem de başka mekânları görüyordu. Farklı yerler önünden hızla geçen tren vagonları gibiydi. Sırayla görüş alanına giriyor ve çıkıyordu. Çocukluğu, mahalle oyunları, ilk okul sıraları, genç kızlık, annesinin ölümü, sıkıntılı yıllar. Hepsi bildiği tanıdığı şeylerdi. Öyle hızlı değişiyorlardı ki, birine bakıp dalmaya zaman bulamıyordu. Bu arada dudakları kıpır kıpırdı, ama ne söylüyor olabileceği üzerine tek bir fikri bile yoktu. Kulakları katmanlı bir uğultuyla doluydu, ama tek bir kelimesi bile anlamlı değildi. Uğultuda tanıdık bir ses, ya da melodi de hak getireydi. Duyguları da deforme olmuştu. Korku zihninde güç bela ayrımsadığı bir düşünce olarak durmaktaydı...”

Ben şahsen hayal edilebilen hiçbir şeyin imkânsızlığına inanmam. Yapılması zaman alır sadece. İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik evrende zaman atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse ıssız otlaklarda başka atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum. O mutena atların nal sesleri duyulana dek dünya saatlerine ve hayal kurgularına talim edeceğiz.

                                                                                                              Amsterdam 2012

15 Kasım 2016 Salı

Avrupa Hayali

AVRUPA HAYALİ

John Nicholas Gray'in gözünden

Bu metin 10 Nisan 2004 yılında De Groene Amsterdammer’da Aart Brouwer imzasıyla yayımlanmış Hollandaca söyleşi ve çeşitli İngilizce kaynaklar temel alınarak 2006 Ocağında kaleme alınmıştır. Bir derlemedir. Üst ve alt başlıklar, fotoğraflar benim seçimimdir.  11 yıl sonra her şey daha açık seçik görünüyor değil mi?


Jeopolitik bir terim olarak Avrupa diye bir şey mevcut değildir.

Bugünün küreselleşme çılgınlığı yirminci yüzyılda akıl almaz yıkımlara neden olmuş komünizm ve diğer hareketler cinsinden
bir aydınlanma çarpıtmasıdır.

islamik terör (El Kaide'yi kastediyor) ilhamını Avrupa’dan almış tipik modern öncü bir harekettir.

Ülkenin iç güvenliği uğruna hukuki haklarımız ve özgürlüğümüzden feragat etmemeliyiz. Çünkü terörizmin amacı da budur.

Avrupa hukuki haklar ve özgürlüklerden fire vermemelidir. Avrupa’nın olağanüstü gücü belki de terörizme demokratik kalarak dayanabilmesidir.

Yukarıdaki sözlerin sahibi olan İngiliz felsefe profesörü John Nicholas Gray bütün dünyanın yanı sıra Hollanda’daki aydınlar tarafından da yakından takip edilen bir düşünürdür. Aşağıda Avrupa kimliği, aydınlanma, küreselleşme, aşırı sağ ve terör gibi güncel dünya olayları üzerine olan düşüncelerinden bir demeti bulacaksınız.


Avrupa nefsi müdafanın kendi başına bir varlık sürdürmenin ilk koşulu olduğunu unutmamalıdır. Biz şimdi bizi hırpalayan ve istenmeyen bir duruma sürüklendik. Amerikalılarla birlikte dünyaya karşı nüfuz şavaşı açtık, ama işin emeğini ve kârını Irak’ta gördüğümüz gibi parterimiz üstlendi. Avrupa Balkanlardaki sorunları tek başına halledemeyeceğini de göstermişti. Daha da kötüsü, İkinci Dünya savaşı sonrasında Avrupa birlik olarak tek bir başarılı etkinlik sergileyememiştir.


Jeopolitik bir terim olarak Avrupa diye bir şey mevcut değildir. Ortak bir dış politika geliştirmemiz bile işe yaramayacaktır. Savunmasına daha fazla para harcamadığı sürece Avrupa bir sanal terim olarak kalmaya mahkumdur.

Köktenaydınlanmacılık

Aydınlanma köktenciliği Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra neoliberal serbestpazar kılığında fasılasız her yere burnunu sokan tipik bir Avrupa ideolojisidir. Sahte Şafak (False Dawn 1998) adlı kitabında bu ideolojiyi şöyle tanımlar. Bugünün küreselleşme çılgınlığı yirminci yüzyılda akıl almaz yıkımlara neden olmuş komünizim ve diğer hareketler cinsinden bir aydınlanma çarpıtmasıdır. En derinliklerinde hıristiyanlığın laik bir negatifidir. Bilimin bizi evrensel bir medeniyete götürdüğü inancı deneysel sonuçlara dayanmaktan çok monoteizmin bir kalıntısıdır.

Benim aydınlanmaya eleştirim Avrupalı ve Amerikalı düşünürlerin onu ancak tarih tarafından kurtarılabilecek laik bir din haline getirmelerinedir. 18. yüzyılda Condorcet ve Thomas Paine, 19. yüzyılda John Stuart Mill ve Karl Marks ve 20. yüzyılda da Habermas ve Fukuyama. Bunlar bilimin ve teknolojinin gelişmesini ileriye gitmek olarak yorumlamışlardır. Bu mesihvari kurtuluş sürekli suret değiştirerek varlığını sürdürmüştür. Jakobenler, Bolşevikler ve şimdi de neoliberaller. Tabii ki ironik olarak neoconlar da. Yani yeni muhafazakârlar.

Küreselleşme ve Modernite Tusunamisi

Aydınlanma filozofları bizi küreselleşmenin mutlaka demokratikleşme bilinci vermesi gerekmeyen bir şekilde bilimin ve teknolojinin dünya çapında yaygınlık kazanması olduğuna inandırmak istiyorlar. Serbest pazarın yaygınlaşmasıyla ilintili olarak bilginin artması sosyal uyumluluğa, anenevi hasletlere ve sosyal kurumlara indirilen darbe olarak yepyeni yıkımlara ve kararsız dengelere neden olacaktır.  Rusya , Çin ve Arap yarımadasını ele alalım. Bu ülkelerde modernite farklı yollarda gelişmiştir. Ekonomik sistemleri kapitalizmin farklı farklı yorumlarıdır. Demokratik olmayan örgütlenme biçimleri de oluşmuştur. Biz bu olguyu ne kadar inatçılıkla reddedersek o şiddette jeopolitik çatışmalarla cezalandırılacağız. 


Avrupa bu hatadan sıyrılabilir mi?

Avrupa’nın bu hataları yinelememesi mümkündür. Amerikalıların Irak’a liberal demokrasi getirme çabasındaki başarısızlığı örnek alalım. İçinde iki ironi birden saklı. Birincisi Irak’ta Batılı modelle şekillenmiş, merkeziyetçi, Türkiye ve Suriye kadar laik devlet aparatının çökertilmiş olmasıdır.  Irak İngilizler tarafından 1920lerde çeşitli halklar ve mezheplerin suni olarak, tampon işleviyle bir araya getirilmesiyle kurulmuş bir devletti. Şimdilerdeyse Şii çoğunluk nedeniyle ikinci bir İran olma ihtimali var.

Rusları doksanlı yıllarda liberalizme zorlayarak neden olduğumuz zarara bir göz atalım.  Devlet aparatı serbest pazar adına iyice çökertildi. Bunun yerine kleptokrasi(hırsızlık sistemi), mafyanın elinde sözüm ona bir tekelci kapitalizm inşa edildi. Ve Ruslar 1990’larda dünyanın en Batıcı halkıydılar. Son yıllarda bize karşı iyice yabancılaştılar.

Yeni şartlar ve terörizm

Berlin Duvarının yıkılmasından sonra Soğuk Savaş yıllarında baskı altında tutulan güçlerin karşılıklı dirilmesi devri başladı. Tarihin etnik çatışmalar ve dinler arası sürtüşmelerle dolu klasik oyun alanına geri döndük. Çin ve Hindistan endüstrileri Big Game’de, büyük oyunda yer aldılar. Durumu soğukkanlılıkla yeniden değerlendirmeliyiz.

Avrupa Amerika’nın her türlü askeri girişiminde çekingen ve sakıngan davranmalıdır. Böyle yapmalıdır çünkü El Kaide cinsi gruplar her türlü farklılığın yittiği dünya çapında bir silahlı çatışma, din savaşı istemektedirler. Bunun yerine müslüman ülkelerle olan ilişkilerimizde radikal gruplarla müslümanların çoğunluğunu ayrı kefelere koymalıyız. Avrupa hukuki haklar ve özgürlüklerden fire vermemelidir. Avrupa’nın olağanüstü gücü belki de terörizme demokratiklikten fire vermeden dayanabilmesidir.


Postfaşizm

Uzun vadede köktenaydınlanmacılığın Avrupa’da da yıkımlara yol açacağını düşünmekteyim. Eurozone Amerikan milli pazarının bir kopyasını oluşturmak için tasarlanmış pek demokratik olmayan bir projedir. Bu projeye katılan ülkelerin halklarının farklı tradisyonlarıyla, değerleriyle ve milli duygularıyla çatışan bir gelişmedir. Sonucu Avrupa’da  aşırı sağın yükselen bir değer haline gelmesidir. Bu serbest pazar projesi bu tür akımlara ideal bir beslenme alanı vermektedir. Sadece huzursuz, hoşnutsuz gruplar olarak değil, o konuda konuşacak tek kelimeleri bile olmamasına rağmen demokrasinin gerçek temsilcileriymiş gibi de örgütlenebilirler. Hollanda’daki göçmenlik yasası tartışmasındaki sert tonlarıyla kendilerini belli ettiler. Postfaşist tehlike gündemdedir.


AB genişlemesi ve Türkiye

Avrupa birliği bütün halinde zayıf bir kuruluş olduğu için yeni ve potansiyel üyelerini dışlamamalıdır. Bu Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’nin birliğe girmesi Batı Avrupa için kaçınılmaz olarak bir yabancı korkusu(xenofobe) darbesi olacaktır. İslama karşı çoğalan direnç de patlayıcı durumlara yol açabilir. Fakat Türkiye’nin üyeliğe alınmaması en azından bu derece risklidir. Türkiye’nin yirminci yüzyılda geçirdiği modernleşme en iyi örneklerden biridir. Modernleşme Türk halkının gözünde tamamiyle meşrudur. Türkiye’deki orta sınıfta kökleri derindir.

Türkiye’deki islamcı partiler dahi bu üyelik için çaba göstermektedir. Biz Türkleri hıristiyan değiller diye AB dışında tutarsak yüzlerini Orta Doğu’ya çevirmeleri mümkündür. Bu durumda müslümanlar yelkenlerine ekstra rüzgar temin edeceklerdir. Türkiye’nin NATO’ya üyeliği sonlanabilecektir. Bu sonuç Avrupa güvenliğinin köşe taşlarından birisini kaybetmesi demek olacaktır. İki kötü arasından birisi seçilecektir yani. Politikanın özü  budur.
  
                                                                                                                 Amsterdam - Ocak 2006


Hollanda’da Göçmen Bir Dil: Türkçe

Hayatı Zenginleştiren Öyküler
Hollanda’da Göçmen Bir Dil: Türkçe

Türkçenin Kuzey Avrupa’daki evrimi göçmenlerimizin öykülerine sinmiştir. Çağrılı çağrısız sınırlar geçilirken kabasaba bavulların gölgesinde kanlı canlı bir dil kıpırdaşmaktaydı. Bu dil modernitenin göbeğinde kendine benzer canlar arayanların ekosu oldu. Tutunacağı dal oldu. İçinde var kalmayı sürdürebildiğimiz bir fanustur hâlâ.
                                             Sadık Yemni -  Atlantiğe Açılan Dil Kapıları – 2009

  “Bu eşyaları kullanmış kimseler hiçbir zaman bir şey yazmadılar ve hayatlarında bunları yazacak hiç kimseleri olmadı. Onlardan geri kalan tek şey bunlar.” Kollarıyla karanlık depoyu kucaklayan bir işaret yaptı. “Ve bir mezarlıkta bir mezar taşı haliyle.” diye ekledi.
           Bernleff – Buiten is het Maandag – ‘Dışarısı Pazartesi’adlı romanından.           
           Gri Yayınları - 2007


  4 Kasım 1975’te İstanbul’dan kalkan bir uçağa bindim ve Avrupa’da göçmenlik denen serüvene dahil oldum. 24 yaşındaydım. Kimya Mühendisliği öğrencisiydim. Gelecekte romanlar ve öyküler yazacağımdan henüz habersizdim.
  Amsterdam’da şehir merkezindeki eski bir binada dayıma ait olan bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladım.  Bunu demiryollarında köprücülük, sonradan gazetecilik, yazarlık, dergicilik, televizyonculuk, think tank moderatörlüğü gibi çok değişik meslekler takip etti. Böylelikle hem işçilik hayatını tanıdım hem de Türkiye’den gelen göçmenlerin yaşamlarına daha geniş persfektiften bakabilme imkânını buldum. 1980 askerî darbesinden sonra Avrupa’ya gelen ilticacılarla bu portre daha da çeşitlendi. Seksenli yıllarda aile birleşiminin hızlanmasıyla göçmenlik olgusu en yeni mecrasına oturdu ve geçen yıllarda şu andaki konumuna evrildi. 
  Türkçe çok canlı ve dinamik bir dil olduğunu geçirdiği bütün badireleri atlatarak gösterdi. Türk Medyası Hollanda’da yıllar içinde çok gelişti. Başlangıcı ve gelişim süreci tek başına bir yazı konusudur. Ben burada sizlere Hollanda’da Göçmen Edebiyatı’na bizlerin katkısını anlatmak istiyorum. Bu arada ilk çevirmenler, çeviriler ve o zamanların edebiyat atmosferinden de biraz bahsedeceğim. 

Göçmen Edebiyatı – 80’ler ve 90’lar
  1980 başlarında Türklerin bu edebiyata girişi Halil Gür’ün Gekke Mustafa – Deli Mustafa adlı eseriyledir.  O yıllarda Türkiye’de askerî darbe yapılmış, büyük sayıda ilticacı kitlesi Hollanda’ya gelmişti. Türk göçmen işçilerin aile birleşimi süreci başlamıştı. Yabancılar artık kalıcı gibiydiler. Bu nedenle yabancıların kendilerini nasıl ifade ettikleri ve yerliler hakkında ne düşündükleri merak edilen bir konuydu. Yayınevleri harekete geçerek içlerinde ciddi oranda Türk yazarların da bulunduğu eserleri yayımlamaya başladılar.
  Edebiyat değeri az, daha çok içerden bilgiler veren, hissiyat beyan eden eserler ortaya çıktı. Halil Gür seksenli yılların yıldızıydı. 1987 yılında Demirden Gaga- De Ijzeren Snavel  adlı öykü kitabımla ben de bu kervana katıldım. Benim mesleğim demiryollarında köprücülük olduğu için bayağı ilgi gördüm. Bir çeşit pozitif ayrımcılık söz konusuydu. Eserin kalitesi değil, bu alanda meşgul olmak ödüllendirilmekteydi. Şahsen bunun bana yararı çok büyük oldu. Bu itme sayesinde yazar diye etiketlendim. Zamanla işi ciddiye aldım ve kendimi geliştirme çabalarımı arttırdım.
    Bu kervana o yıllarda Fehmi Özgök, Hürrem Efe, Fehmi Eruçar, Haydar Eroğlu, İbrahim Eroğlu, Yavuz Nufel, Kerim Ece, Ali Şerik, Kazım Cumert, sonradan da Murat Tuncel, İsmail Polat, Cengiz Darıdere, Erol Kasırga, Atilla İpek, Tülay Bayrı, Havva Setenay, Şeyda Koç, Can Çelebi ve Hollandaca yazan Sevtap Baycılı, Nilgün Yerli, Funda Müjde ve Ebru Umar katıldı.  2010’dan itibaren eserlerini Hollandaca olarak kaleme alan genç ve yeni isimler de bu listeyi zenginleştirmeye devam ediyor.
  Bu edebiyat seksenlerde ana gemiyle beraber seyreden, kendine has motoru olmayan, iple çekilen, renkli lambalarla etrafına egzotikimsi ışıklar saçan bir tekne gibiydi. Henüz roman türü bir eser verilmemişti. Kısa öyküler ve anılarla temsil edilmekteydi. Bu anılar göçmenlerin ilk yıllarında karşılaştıkları en temel sorunlarla ilgiliydi. Parçalanmış aileler, oturumu olmayan kaçak işçiler, gurbetin acısı, yalnızlık,  modernitenin maddiyatçı ışınımı, memlekete özlem gibi konulardı. İçlerinde yerlilerin, Hollandalıların rolleri azdır. Var olanlar da genellikle stereotiplerdir. Yerlilerin karakter ve yerin ruhu çözümlemeleri zayıftır. Yabancılar kendi dünyalarında kapalı yaşarlar. Dışarısı adeta kalın şeffaf bir camın arkasından izledikleri başka bir hayatı barındırmaktadır. Estetik değeri, yazın kaliteleri düşük de olsa, o zamanların ruh hallerini, yabancılığın anatomisini hissettirmeleri açısından önemlidirler.
  Benim öykülerimde devlet demiryollarında çalışırken tanık olduğum sahneler ve hayalle ambalajlanmış gerçek olaylar vardı. O anların nabzını tutuyordu.  Blueslar da yakınma müziğidir, ama dünyaca çok popülerdir. Birçok ünlü roman değişimlerin insan yaşamını zorladığı, tehdit ettiği ve geri gelmez şekilde değiştirdiği anları anlatmaz mı?
  Aslında bu konular o zaman (ve şimdi) yeterince yetkinlikle işlense daha çok ses getirirdi. Uluslararası okuyucu bulabilirdi. Sözünü ettiğim kısa öyküler daha çok anı nakli gibi, olan olayları yüzeysel olarak vermekteydi.  Böylece ilk yapıtlar bir alt dal olarak kaldı. Pek azı Hollandacaya çevrildi. Bu çeviriler özellikle doksanlı yıllardan itibaren kayda değer bir ilgi görmedi. Hatta öyle ki, doksan sonrası bu kategoriye sımsıkı bağlı kalan yazarların kitapları baskılarda egzotik renkli kapaklar ve desenler kullanılarak okura ‘Ana akım edebiyat değildir’ içerikli görsel bir sinyalle ambalajlı olarak verildi.

  Ben 1993 yılında polisiye türündeki Amsterdam’ın Gülü adlı adlı romanımı yayımladım. O sıralarda bir gazeteci bana ‘Siz Göçmen Yazar değilmişsiniz, değil mi?’ dedi biraz ironiyle.
1994 yılında bir polisiye kitap daha yayımladım. Ardından 1995 yılında yayımladığım De Amulet – Muska adlı romanım Hollanda’da çok prestijli bir edebiyat ödülü olan AKO Literatuurprijs - AKO Edebiyat Ödülü’nün uzun listesine girdi. Bu o yıl yayımlanan 305 yapıttan seçilen elemelerden sonra 26 başlıktan oluşan bir listeydi. Bu göçmen Türk göçmenlerin tarihinde bir ilkti.
  Bu konuya devam etmeden önce o yıllardaki çeviri hareketliliğine kısaca bir göz atmakta yarar var.
 
Çeviri Zamanları
  80 ve 90’larda tanımış Türk yazarlarının eserleri ard arda Hollandacaya çevrilmeye başlanmıştı. Orhan Pamuk, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Nedim Gürsel, Aziz Nesin, Elif Şafak’ın kitapları Hollandacaya kazandırıldı. En baştan beri önde gelen bütün çevirmenleri tanıdım. Bazıları benim kitaplarımı da Hollandacaya çevirdi. Hanneke van der Heijden, Margreet Dorleijn, Thijs Rault, Evert van den Broek, Wim van den Munkhof ve Veronica Dievendal aklıma hemen gelenler.
  Hollanda Edebiyat Fonu'nun 2008 Çeviri Ödülü Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Elif Şafak, Sadık Yemni, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay'ın yapıtlarını Hollandacaya kazandıran Margreet Dorleijn ve Hanneke van der Heijden’a verildi.
  Bu arada tanınmış Hollandalı yazarların kitapları da Türkçeye çevrildi. Bunların sayısının şu anda 100’ü geçtiğini tahmin ediyorum. Örneğin sadece benim üç adet çevirim var. Bernleff’in Buiten is het Maandag adlı romanı 2007 yılında ‘Dışarısı Pazartesi’ başlığıyla Gri Yayınevi tarafından basıldı.  Bunu 2008 ‘de Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili’nin Hollandalı eşi Sandra Roeloff’un ‘Bir İdealistin Anıları’ adlı kitabı ve 5 ünlü Hollandalı öykücüden birer öykü çevirisi takip etti.

İkibinli Yılların Edebiyat faaliyetleri
  İkibinli yılların hemen başında Türkler için hizmet veren çeşitli dernek ve vakıflar bir araya geldi ve 2002 ile 2004 yılları arasında üç yıl boyunca şiir ve öykü yarışması düzenledi. Ben bu yarışmalarda hem jüri üyesiydim hem de Meddah adlı bir edebiyat vakfını temsil ediyordum. Katılım bayağı iyi oldu. Hemen hepsi çok genç olan Mesut Balık, Nazan Bilen, Ezgi Gürçay, Cengiz Darıdere gibi yeni yazarları tanıdık. Birincilik ödülü alanlar için Hollanda Edebiyat Vakfı tanıtma kitapçıkları hazırladı ve bunlar Hollandalı yayımcılara sunuldu.
  İkibinlerin ilk on yılında Hollanda merkezli ve bütün dünyaya açık olan iki dijital ve Türkçe edebiyat dergimiz faaldi. Bunlardan biri Dr. M. Halit Umar’ın kurduğu, yönettiği ve sonradan Murat Tuncel’in de katıldığı Anafilya’dır.
   2007 yılı başında yazar Atilla İpek’le ODA Edebiyat ve Felsefe Dergisini kurduk. İki ayda bir yayınlanan dijital dergimiz bünyesinde özellikle genç yazarları barındırdı. odasanat.org’tan eski sayılara göz atılabilir. Anafilya’nın da olduğu gibi yazarlarımızın aşağı yukarı yüzde 20’si dünyanın dört bucağından katılmaktaydı. Bu dergi çerçevesinde yazı atölyeleri de verdim. Esas amacım Hollanda’da Türkçe olarak icra edilen edebiyatın kalitesini yükseltmek ve bu genç yazarların Türkiye’deki yayıncılarla ilişki kurmasını sağlamaktı. Bir yan amacım daha vardı. Holladacası Türkçesinden çok daha yetkin olan genç yazarları Hollandaca yazmaya özendirmek. Bana ‘Türkçe mi, Hollanca mı yazayım?’ diye sorulduğunda daima, ‘Hangi dili kalbinde daha çok hissediyorsan, hangi dilde rüya görüyorsan onu kullan.’ karşılığını verdim.
  Oda Dergisi’yle eşzamanlı olarak Amsterdam’da Fikir Yongalama adlı bir çeşit think tank kulübü kurdum ve moderatör olarak üç yıl yönettim. Ayda iki kez konulu toplantılar yapıyorduk. Katılım bayağı iyiydi. O sıralarda çok ünlü olan John Gray, John Hobson, S. Jijek, Naomi Klein, Fuat Sezgin ve Hollanda’daki politik değişimleri yorumlayan yazarların kitaplarını inceledik. Bu kulüp daha sonra Amsterdam Tartışmaları adıyla Amsterdam Türkevi çatısı altında faaliyetlerini sürdürmeye başladı. Orada da bir süre moderatörlük yaptıktan sonra adres değiştirdiğim için emaneti ehline devrettim.

  2005’te Hollanda Türk Yazarlar Kulübü başkanı seçilmiştim.  3 Mayıs 2009 tarihinde Amsterdam’da Platform dergisinin katkısıyla Hollanda’da Türkçe eser veren yazarların tümünü bir araya getirdim. Otuz küsur yazar birlikte yemek yedik. İlk eserleri verenleri vefa borcumuzu ödemek için sahneye özel olarak davet ettik.  Bol bol alkışladık. Bu bir ilkti ve bir daha bir araya getirilemeyecek kimseler nedeniyle de bir tekti. 2011 yılındaki bir araya geliş te çok katılımlıydı ve çok güzel geçti, ama belirttiğim nedenlerden ötürü birincisindeki özgün atmosfer bir miktar incelmişti. 

 2004 - Geleceğin Kafka’ları aramızda
  2004 yılının sonbaharında Türkçemiz temalı bir faaliyetteki konuşmamda, ‘Geleceğin Kafka’ları Avrupa’da yaşayan Türklerin arasından çıkacak.’ demiştim. Bu salt moral yükseltme amacıyla sarfedilmiş sözcükler değildir. Bire bir Kafka gibi yazmayı da kastetmiyordum. Giderek Kafkaeskleşen ortamın potansiyeline değinmekteydim.
  11 Eylül 2001 dünyada birçok alanda yeni bir milat oluştururken bu kaçınılmaz olarak edebiyat alanına da yansıdı. İslamofobi salgını başladı.Avrupa’da Türk denince Müslüman, Müslüman denince Türk anlaşıldığı unutulmasın. Özellikle o sıralarda planlı olarak karalanan Müslümanlar buna edebiyatla da karşılık verdiler. Bu çizgide devam edecekler.
Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin eserlerinde de bu konu önemli bir yer tutacak.  Avrupa’da özellikle en yeni ekonomik krizin yarattığı hoşnutsuzluk, yavaşça geri çekilen özgürlük denizi, otoriteryan söylemlerin daha sık duyulur hale gelmesi, kendini kısmakta olan sosyal devletlerin yarattığı huzursuzluğu göz boyayarak örtme çabalarının arasından sıyrılmaları pek kolay olmayacak. Hâkim medyada ses duyurmaları belki biraz müşkülatlı olabilir, ama dijital ortamın da yardımıyla kardelen çiçeği gibi boyunlarını uzatmayı başarabileceklerini tahmin etmekteyim.
  Benim Muhabbet Evi adlı  romanım Türkiye’de 2006 yılında basıldı. Romanın kurgu olması ve yer yer fantastik öğelere pencere açmasına rağmen Hollanda’da yabancıların islamofobi karşısındaki durumlarını anlatan ilk kitap olma özelliğine sahiptir. Yazarlar zamanının tanığıdır.  
Usta yazar Sadık Yemni'nin son romanı Muhabbet Evi, bu kez Amsterdam'da geçiyor. Hollanda'da sinemacı Theo van Gogh'un öldürülmesiyle yükselmeye başlayan yabancı karşıtlığından yola çıkan Muhabbet Evi , Avrupa gerçeğine içeriden bakmayı deniyor. Yabancıları içine almakta zorlanan Avrupa ile Avrupalı olmakla olmamak çizgisinde sıkışmış yabancılar arasındaki gerilim, Hıristiyan dünya ile Müslüman yaşam arasındaki yabancılık bu kitabın ana temaları. Ön planda ise her zamanki gibi Sadık Yemni'nin fantastik dünyası ve kahramanları var.

2008 – Yıllar sonra göçmen edebiyatı raporu
  2008 yılında Amsterdam’da Avrupalı yabancı yazarların katıldığı bir panelde Göçmen Edebiyatı da konu oldu. Göçmen yazarların başlıca özellikleri şuydu:
1 - İki kültür arasına sıkışmışlardı.
2 - Kendi ana dillerinde yazıyorlardı.
3 - Eserlerinde edebiyat dozu azdı.
  Son yirmi beş yılda bu kategoriye dahil olan yazarların yapıtlarını incelediğimizde sadece ilk on yılda çıkanların yapıtlarında edebiyat dozunun sonraki yıllara oranla düşük olduğu görülür. Sonrakilerde bu özellikler söz konusu değildir. Kendi dillerinde yazanlar olduğu gibi Hollandaca yazanlar da mevcuttu. İki kültür arasına sıkışmışlığa gelince, bu çok çiğnenmiş bir uydurtu sakızıdır.  Almanca yazan Feridun Zaimoğlu'nun kahramanları için Christina Nord şu yorumda bulunuyor: ‘Yazar, göçmen yazını klişesini ortadan kaldırır, göçmenlerin altında ezildikleri sözde kültür şoku öykülerine son noktayı koyar. Zaimoğlu'nun kahramanlarının sorunu, iki kültür arasında yaşamak zorunluluğundan değil, Almanya'da karşı karşıya kaldıkları dışlanmadan, toplumun dışına itilmişlikten kaynaklanır.’
  Son cümle atölyenin en can alıcı yerine noktayı koyar. Toplumun dışına itilenler tepkilerini kültür şoku nedeniyle değil, itmenin şiddeti yüzünden verirler. Kısacası eski Avrupalı bakış 21. yüzyılın başında hâlâ kendisini oryantalist şablonla sınırlamaya devam etmektedir.
  Bu çözümlemede gözden kaçan bir nokta daha var. En yeni kuşağın anne ya da babası, çoğu kez ikisi de Avrupa ülkelerinde doğmuş durumda. Bu nedenle genç yazarların iki kültür arasında kalmışlığı hissetmek bir yana, yabancı gibi de yazmayacaklarını düşünüyorum. Bunlar doğduğu büyüdüğü kültürün ve olayların içinden geldiklerinden yerli yazarlarla çok farkları olmayacak. Fark diyebileceğimiz şey ise çok kültürlü bakış, bir kültür füzyonu donanımı olacağından bu kendileri için çok büyük bir artı olacaktır.

Küçük kırılgan mavi kürecik
  Samanyolu galaksisinde kenarlarda bir yerde minicik bir dünyada yaşayan insanlarız sonuçta. Hem güneşimiz hem de gökadamız inanılmaz bir hızla hareket etmekte. Kâinat içinde durduğumuz yerde hiç kımıldamasak bile gezginiz ve göçmeniz. Mars gezegeni ikinci bir yuva olmak için bizi bekliyor. İnsanın insanın kurdu değil, dostu olması gereken bir ortamı soluyoruz. Bunun için güçlü bir hatırlamayla desteklenen bilinçlere ihtiyacımız var. Edebiyat balık hafızalı olmaya karşı çıkan en etkin araçlardan biri olmaya devam ediyor.

  Yazımı tanınmış Hollandalı yazar Bernleff’in  kahramanının sözleriyle bitiriyorum. Bruce ikinci el eşya satan bir dükkânda dokunduğu her eşya için bir öykü uydurur ve bunu üşenmeden bir deftere yazar.
  Çevremizdeki  her şeyin bir öyküsü olsun. Bunlar unutulmasın. Bizi bize bağlayan ilmekler olsun.

  Eski bir masadaki çemberler sürekli olarak kendine yakın duran bir bardağı dolduran gözleri bozuk bir adamın öyküsünü anlatırdı, kenarlardaki yanık lekeleri sigarasını kül tablası yerine masanın üstüne koyma alışkanlığını belli ederdi. Raflardaki şapkalar bu bölgede bunları giymiş modellerin öyküsünü uydurmasına neden olmuştu. Bir şifonyerdeki kopmak üzere bir sap, parmakları altında asla bir daha açılmayan çekmece içinde unutulan mektuplar öyküsüne varmıştı.
Tekrar konusu açıldığında sanki elinde tutuyormuşçasına mektupların içeriklerini okurdu. Bunlar facialar ve insanların başlarını su yüzeyinde tutmak için çırpınmaları hakkındaydılar.
 “Her şey korunmalı.” dedi Bruce hevesle. “Bunlar kaybolmuş gitmiş hayatların son şahitleri.”
  “Ama senin öykülerin yüzde yüz uydurma.” diyerek karşı çıktım.
  “Sen bu şeyleri yarı yolda bırakamazsın.” dedi. “Bunlar hizmet ettiler, sessiz ve sakince ve sonra bir an geldi hiç üzerine düşünmeden yalnız bırakıldılar, atıldılar. Onlar bellekleri olmadığı için bu işi tek başlarına kıvıramazlar. Bunu sen vermelisin.”
  “Sen bir şamansın.” dedim.
  Sırıttı ve başıyla onayladı. Evet, belki de öyleydi.
“Bu dünyayı daha zengin ve başarılı yapar.” dedi.
  Ve şimdi söylemeliyim: Ancak bir şüphe periyodu geçirdikten sonra ne demek istediğini anlamaya başladım. The Collector’un eşyaları için hikâyeler uydurursan hayat gerçekten de daha zengin oluyordu. Ve ben de katılmaya başladım, kullanılmış eşyaların anonimliklerinden kurtulmaları ve kendilerine uyan bir geçmişe sahip olmaları için önerilerde bulundum. 
  “Bu eşyaları kullanmış kimseler hiçbir zaman bir şey yazmadılar ve hayatlarında bunları yazacak hiç kimseleri olmadı. Onlardan geri kalan tek şey bunlar.” Kollarıyla karanlık depoyu kucaklayan bir işaret yaptı. “Ve bir mezarlıkta bir mezar taşı haliyle.” diye ekledi.
  Böylece her evin eşyası kendi özel kitabına sahip oldu. Eşyaların bir kısmı satıldıkları için kaybolmaktaydılar, ama önemli değil diyordu Bruce. Kitaplarımızda hepsi birlikteydi. Bu meşguliyetini bir keresinde arkeolojiyle kıyaslamıştı.
  “Eski kültürler üzerine bilgimizi toprağı kazarak kaybolmuş kültürlere ait bulguları saptayan birkaç arkeoloğa borçluyuz. İnsanlar artık mevcut olmasalar da eşyaları onların adına konuşmaktadırlar.”
  “Ama senin yazdıkların uydurmadan başka bir şey değil.” dedim bir kez daha.
  “Fantastik bir arkeoloji.” dedi. “Hoş değil mi? Ne farkeder ki?”
  “Yani zamanla gerçekten olmuş ya da uydurulmuş hiçbir şey farketmez mi demek istiyorsun?
  Kendim de gerçekten filozoflaşmıştım.
                                          Bernleff – Buiten is het Maandag – ‘Dışarısı Pazartesi’adlı romanından.



                                                              --------------------------