Zamanda yolculuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zamanda yolculuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Haziran 2023 Cumartesi

Öte Yer Fotoğrafçısı

 


Öte Yer Fotoğrafçısı

 

                                                     Öte Yer Fotoğraf Arşivi

1902 ile 2010 arasındaki zaman dilimine ait fotoğraflar. Tanesi sadece 10 TL.  Bu dünyadan göçmüş sevdiklerinizin, çocukluğunuzun artık mevcut olmayan mekânları ve geçmişte merak ettiğiniz daha nice kimselerin fotoğrafları için bize başvurun. Milyarlarca fotoğraflık arşivimizden çok memnun kalacaksınız.

 

  Parmağım kapıya dokunduğunda her an dağılıp gidiverecek ortam beklentim sönüverdi. Kapı yüzeyindeki grimsi mavi boyanın pürtüklü yüzeyi buram buram gerçeklik soluyordu.  Sıcak bir yaz sabahında yatakta ter içinde uyanıp bölük pörçük hatırlayacağım bir rüyanın içinde değildim. İşgünüydü. Bankadan öğlene kadar izin almıştım. Sol ayakkabımın burnu hafifçe sıkmaktaydı. Hava sıcaktı. Tansonu iş hanının üçüncü katında kilima milima hak getireydi. Gömleğimin koltukaltında şimdilik ping pong topu büyüklüğünde olan ter lekeciklerinin belirdiğini hissediyordum.

  “Hoşgeldiniz. Kendinizi tanıtır mısınız lütfen.”

  Sıradan bir iş hanından beklemediğim içdüzen nedeniyle şaşırmıştım. Bir sekreter bölmesi, gelenlerin oturması için sandalyeler, dolaplar ve diğer büro aksesuvarlarının hiçbiri mevcut değildi. Altı metreye sekiz metre ebatlarındaki uçuk sarı badanalı bomboş odayı görünce yanlış adrese geldim ya da rüyaya dönüyorum beklentisi oluşmamıştı içimde. İliklerime kadar hissettiğim şey profesyonelce bir ciddiyet ve organize erkin çığlığıydı. Bankada kredi araştırmaları yapan bölümün başı olarak bunu kolayca kestirebilecek biriyim.

  “Adım Kenan. Kenan Kovan. Şeyde çalışıyorum. Biliyor musunuz, burayı çok başka türlü hayal etmiştim.”

  Siyah pantolon, uçuk mavi gömlekli, orta yaşlı adam gülümsedi. “Haklısınız Kenan bey. Arşivimiz yan bölümde. Burayı sadece alımlama ve arzu edilen görsel malzemeyi sergileme yeri olarak kullanıyoruz. Tek kişilik bir müesseseyiz aslında.”

  Kısa kır saçlı, etkileyici yüzlü adamın sözleri ve boş mekândan çok olumlu etkilenmiştim. Asansörle üçüncü kata çıkarkenki umutsuzluğumdan hızla sıyrılmaktaydım. Karşımda işinin erbabı biri durumaktaydı. Eğer şansım varsa kalbimin en harlı isteğine karşılık bulabilecektim.

  “Sizi dinliyorum Kenan bey”

  “Ben… Şey… Çok sevdiğim, bana otuz beş yıl bakmış olan halam geçenlerde öldü. Kendisini çok severdim. İlanınızı görünce, onunla ilgili…”

  “Anlıyorum Kenan bey. En çok bunun için gelinir buraya. Özel bir anı var mı aklınızda?

  Orta boylu, narin yapılı olmasına rağmen vekar ve güç ışıyan adama düşüncelerimi dürüstçe açmaya karar verdim ve “Bu ilanı ilk kez gördüğümde önce şaka sandım. Karıma bile bahsini etmedim, ama telefonla aradım ve sanırım sizle konuştum.”

  “Bendim.”

  “Sonra iş hanında gerçekten bir yeriniz olduğunu görünce hayal kırıklığı yaratacak bir arşiv ya da şarlatanca bir girişimden şüphelendim.”

  “Şu anda peki?”

  “Beklenti çitam çok daha yüksek, ama… Ama sabah akşam sayılarla, para hareketliliğiyle meşgul olan aklım milyarlık materyal kaynağınızı realize edemiyor.”

  “Anlıyorum Kenan bey. Halanız. Oradan başlayalım. Adı soyadı, doğum tarihi ve en son nerede oturduğunu söyleyin lütfen.”

  Bir çırpıda istenileni yaptım.

  Adam pantolonunun cebinden çıkardığı çakmak büyüklüğündeki siyah bir nesneyi kapının tam karşısındaki duvara yöneltti ve “Şu kimse mi?” dedi.

  Halamı yirmi yaşlarında o sırada ikamet ettiği evin oturma odasında gördüm. Elinde çay bardağı vardı. Ne kadar gençti. Onu bu yaşta hatırlamam mümkün değildi. Daha doğmama yirmi yıl falan vardı. Birkaç eski fotoğrafta gördüklerimden aklımda kalandan çok farklıydı. Kadını böyle genç, kocaman ve inanılmaz netlikte görmek nedeniyle kalbim huşu ile meteroloji balonu gibi genişlemişti. Sözcükler ağzımdan güçlükle dökülüverdi.

  “Evet, ama bu… Bu… Nasıl erişebiliyorsunuz bu fotoğraflara?”

  “Açıklayacağım. Özel bir an talebiniz var mı?”

  Olmaz mıydı? Halamı düşündüm.  Okuldan üşümüş, acıkmış, titrer bir şekilde yolda eve gelirken kafamdan geçen güzel dolmanın yaprak sarmanın, gününe mevsimine göre fasulye veya bezelyenin kokusu karşılardı beni. İstediğim tatlı yokluklar içinde bulunup buluşturulmuş yapılmış olur, tüm dertlerim ayakkabılarımla beraber kapının önünde kalırdı.

  “Dokuz ya da on yaşındaydım. Bir gün… Çok acıkmıştım. Canım bezelye çekmişti. Son derslerde hep bunu düşünmekteydim. Konuşmaya gerek kalmayan bir insandı halam. Lisanlar üstüydü diyaloğumuz. Beden dili dersleri veren psikologlar yanında halt etmişti. Kadın dudağımın kıvrılmasından ne olduğunu hemen anlardı. Beni hissetmiş. Düşüncelerimi yani. O gün pırasa pişirecekmiş. Hatta kesmiş iki tanesi. Sonra vazgeçip bezelye yapmış. İçeri girdiğimde ve o kokuyu duyduğumda neredeyse ağlayacaktım. O gün nedense…”

  “Anlıyorum Kenan bey. Şu olmalı.”

  Elimdeki hiçbir fotoğrafta bulamadığım bir derinlikten bakmaktaydım geçmişe. On yaşındaki Kenan masada oturmuştu. Önündeki Bezelye tabağı boştu. Yüzü gülüyordu. Halamı profilden görüyordum. Sol yanımda ayakta duruyordu. Yüzünün çevrik olduğu yerde kendi boyunda iki şeffaf yaratık durmaktaydı. Kaşları, gözleri, yüz hatları falan mevcut değildi, ama insan suretliydiler. Halamın çocukluğunun yarısı İstanbul’da, yarısı Eskişehir’de geçmişti İstanbul’da tanıştığı görünmez arkadaşları, ışık insanlar Eskişehir’e kadar onunla gelmiş yerleşmiş bir koloni kurmuşlardı. Bir çoğuyla buluğ çağıma dek ben de oynadım. Hiç yaşlanmadılar. Uzun zamandır seslerini duymuyor yaptıkları küçük şakaları hissetmiyor, geceleri kalkıp onlarla anne ve babamdan gizlice oynamıyordum. Halamın ölümünden sonra yine seslerini duyar gibi oluyordum. İşin garibi onları çoktan unutmuştum. Güncel hayatın, ailemin, bankanın içinde spritüel kimliğimi kaybetmiştim. Ama ölümün şokuyla silkinip hepsini tekrar hatırlar olmuştum. 9 aylık oğlum da bazen sağımdaki solumdaki boşluğa bakıp gülümsediğinde, odasında biz yokken uyanıp kendi başına kahkahalar atıp oynadığında yakınımda olduklarını hissediyordum. Gözlerim dolmuştu. Uyanıp bütün bunların rüya olduğunu anlamaktan korkuyordum.

  “Bunu nasıl..?” dedim. “Nereden buluyorsunuz bu fotoğrafları?”

  “Tek bir fotoğraf satın alabilirsiniz. Buna talip misiniz?”

  “Evet.”

  “On lira.”

  Cüzdanımı çıkartıp onluk bir banknotu adama uzattım. Parayı alıp pantolonunun cebine tıktı. “Bu sahne belleğinizde canlı duracak.” Dedi.

“Aşağı yukarı altı ay kadar. Sonra yavaştan yapıbozum başlayacak. Bu süreç uzun sürer merak etmeyin. Şu anki netlik biraz kaybolur, ama son nefesinize kadar baki kalacak bir alım gerçekleştirdiniz.”

  “Nereden buluyorsunuz bunları? O şeffaf varlıklar? Halamın ışıktan dostlarıydı.”

  “Ata ruhları der bazılarınız. Çevrenizde kıpır kıpırdırlar.”

  “Peki bütün bu görüntüleri nasıl temin ediyorsunuz”

  “Size bir izah borçluyum. Ben bu gerçekliğe çok benzeyen komşu bir evrenden geliyorum. Genetik açıdan pek yabancınız sayılmam, ama kendimizin gerçekleştirdiği değişimler nedeniyle aramızdaki makas epey açıldı. Şöyle izah edeyim. Yan yana duran yüzlerce tünel hayal edin. Ben üç yüzdeyim. Siz birde. Buralarda zaman değişik hızla akıyor. Biz sizden iki yüz yıl kadar ilerideyiz. Size komşu ikinci tüneldekiler şu anda bir iki ay ilerinizi yaşıyorlar. Ben ikinci tünele geçip 1902 ile 2010 yılı arasındaki her ana ve yere gidebilecek bir teknolojiye sahibim. Buraya kadar açık mı?”

  “Ama görünüşünüz pek şey değil.”

  “Tebdil-i suret Kenan bey. Bizim artık tek ve sabit bir görünüşümüz kalmadı. Değişken bir yumağız.”

  Kandırıldığım hissine sahip değildim. Muhatabım doğru söylüyordu. Bu arada sabah akşam bir şeyleri hizaya sokan aklım bir noktayı yakalamıştı.

  “Neden bizim tünelden değil de komşudan alıyorsunuz bu malzemeyi?”

  “Fizik zorunluluk. Sizin tüneldeki geçmişten alınan bir malzemeyi yine size sunmak mümkün, ama çok enerji gerektiren bir iş. Masraflı yani. Bu nedenle en yakındakini tercih ediyorum.”

  Kredi isteyenlere sorduğumuz ilk soruyu düşündüm ve “Peki bunu niçin yapıyorsunuz?”

  “Ben bir girişimciyim.”

  “Kendi dünyanızda bizim onlukların geçeceğini sanmıyorum.”

  Adam gülümsedi. “Öyle tabii. Gelirimi üzerine rakamlar basılı kağıtlardan  değil, izlenen fotoğraflardan temin ediyorum.”

  “Nasıl yani?”

  “Komşu gerçekliğe ait malzeme sizler tarafından izlenince kıvam değiştiriyorlar. Değerleri artıyor. Geleceğin kıymetli antikaları oluyor. Ben bunları depoluyorum. Siz gözleyince malzeme bir çeşit anlam derinliği kazanıyor.”

  Söylediklerini kavramakta zorlanmaya başlamıştım. Adam bunu sezmiş olmalıydı. Sağ eliyle karşı duvarı işaret etti. “Resme dikkatli bakın. Bir şeyler farklı mı?”

  Birden az önce bilinçsizce fark ettiğim bir noktayı keşfedince hayretten dona kaldım. Belleğimde iyice eprimiş bir sahne olmasına rağmen bir şeyi fark etmiştim. Okul üniformamın yakasında beyaz bir kurdela vardı. Yirmi beş yıl önce bazı okullarda çalışkan öğrencilere kurdela takılırdı. Ben iyi bir öğrenciydim, ama hiçbir zaman kurdela takmamıştım. Bitirdiğim ilkokulda böyle bir adet yoktu.

  “Kurdela.” Dedim.

  “Örneğin.”

  “Başka bir fark göremiyorum.” Dedim.

  “Eski bir anı bu. Çok normal. Gülümsemeniz de farklı. Burada kendi dünyanızdakinden çok daha içten, esrikçe bir hazla gülümsemektesiniz. Bu gülümseme siz izledikten sonra iyice değerlendi. Bir iç içe geçmişlik, yavaş çekimli, sırlı bir devinim kazandı. Dünya zamanıyla 209 yıl sonra bayağı kâr getiren bir sahne olacak. Bizim dünyamız çok değişti. Eskiye özlem var haliyle. Bu tür malzemelere talep giderek artıyor.”

  Bir sessizlik anı oluşunca içimi çekerek bezelye yiyen çocuğa, halama, o şeffaf şeylere baktım. Ayrılma zamanının yakın olduğunu sezmekteydim.

Adam elini uzatınca otomatik olarak aynısını yaptım. Derisi, dokunuşu bilinen insan eli gibiydi.

  “Nasıl diyorsunuz halk dilinde, hakkınızı helal ediyor musunuz? Sizden bir şey aldım ve bir şey verdim. ”

  Başımla onayladım. “Bir şey daha sorucam. Her şeyi açıkça anlattınız. Yakalanmaktan korkmuyor musunuz?”

  Adam ona yakışan bir şekilde gülümsedi yine. İri kahverengi gözleri neşeyle yanmaktaydı. “Masalvari ya da aşırı dünyevi yapılan bilimkurgu filmlerinin etkisindesiniz.” Dedi. “Her zihni bir gemi kabul etsek, her istekli için ayrı bir liman mevcut.”

  Minareyi çalan kılıfını hazırlardı. Elde tek bir kanıt bile mevcut değildi. Tansonu iş hanının üçüncü katında yan yana duran kimbilir kaç liman vardı.

  “Tekrar gelmek mümkün mü?”

  “Maalesef. Polaroid bir fotoğraf gibi. Tek kullanımlık bir hat söz konusu.”

  “Ne yapalım. İyi günler.”

  “Hoşçakalın.”

  Kapıya doğru yürüdüm. Eşikte durup arkama baktım. Karşı duvardaki görüntü silinmişti. Adını sormayı ancak şimdi akıl ettiğim adam bıraktığım yerde duruyordu. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Hol hatırladığım gibiydi. Tekrar sıcağı ve tozu hissetmeye başlamıştım. Asansöre doğru giderken şişmanca bir kadının dışarı çıktığını gördüm.

  “10 liraya eski fotoğraflar.” Dedi. “Eski fotoğrafçı. Bu kat mı?”

  Alacalı bulacalı bir kumaştan şalvarımsı bir pantolon giymiş, takmış takıştırmıştı. Yüzünde iki milimetre kalınlığında fondöten sürülüydü. Esmer tenine iyi giden siklamen rengi ruj sürmüştü. Kırk ortalarında falan olmalıydı. Kilosuna rağmen sıcaktan rahatsız bir hali yoktu.

  “Bu kat. Şu mavi kapı.”

  Kadının ela gözleri hızla ciddi pantolonumu, gömleğimi, saç traşımı ve bunlara uygun yüz ifademi süzüp beni kategorize etti.

  “Reklamda denilen şeyler doğru mu? Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm. Milyarlarca fotoğraf. Arşivleri o kadar büyük mü gerçekten?”

  Yüzünde ağzımdan çıkacak söze göre hareket edeceğini belli eden bir ifade belirmişti.

  “Tek kelimeyle muhteşem.” Deyip 209 yıl sonra çok kıymetlenecek olan gülüşüme benzediğini sandığım bir ağız hali takındım.

  Kadının gözlerinin içi gülmüştü. “Tahmin etmiştim.” Dedi. “İyi günler.”

  “İyi günler” deyip asansörün kapısını araladım. Eve gidince burada olup bitenlerden tek kelime bile etmeyecektim. Karım beni iyi tanırdı. Çok ısrarla yinelesem söylediklerimin her kelimesine inanırdı. Ama bu sırrı kendime saklayacaktım. Belki oğlum on beş yaşına geldiğinde ikisine birden anlatırdım. Uçsuz bucaksız zaman tünellerinden birinde kıpırtısız duran bir kompartıman kiralamıştım. On liraya üstelik.

  Dışarıdaki günlük hayat denen yere varınca biraz durup debelenen kalabalığı seyrettim. İnsanlar üçüncü kattaki muhteşem şeyden bihaber koşuşturmaktaydılar. Güneş gökyüzünde iyice dik konuma geldiği için sıcak artmıştı. Ensemde boza piştiğini hissederek arabamı park ettiğim yere doğru yürüdüm. Siyah bir opel geriye çıkışımı çok zorlaştıracak bir şekilde tam dibime park etmişti. Sahibini görmek için boşuna etrafıma bakındım. Dilimin ucunda galiz bir küfür şekillenirken birden kafamda bir şimşek çaktı. Şu anki esrikliğim, aşkın ruh düzeyim, hayatımı kökünden değiştirme arzumun şiddeti altı ay bile sürmeyecek, eski düzenimin çarkında çakılı kalmaya devam edecektim. Hayat böyle bir şeydi. Devinim merkezine yakın duranları taze kavrulmuş kahve çekirdeği gibi öğütürdü.

  Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm.

  Arabamın kapısını açarken aklım bir kez daha vites büyülttü. Öte Yer Fotoğrafçısının reklamını internette sörf yaparken bulmuştum. O şişman kadın  büyük bir ihtimalle gazetede görmüştü. Reklamın rüyalar da dahil her yerde, soluk aldığımız havada bile bulunduğunu düşündüm. Herkes biliyordu o halde. Herkes. Kimse ayrıcalıklı değildi. Herkesin geçmişinde böyle bir anı kompartımanı, bazen çok acımasız, bunaltıcı, tekdüze ve dayanılmaz olan hayata katlanmasını sağlayacak kıymetli bir tebessümü vardı.

                                                                                 Temmuz 2009 Çeşme

 

                              -----------------------------

 

 

 

 

17 Kasım 2016 Perşembe

Zaman Tozutmak

Zaman Tozutmak

İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik kâinatta zaman atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse, ıssız otlaklarda başka atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum.

Kâinat’ın dili matematiktir. Zamanda yolculuk yapılan bir öykü yazarken, matematik formüllerinin ve kuantum mekaniğinin sarmaladığı bu alanı bir okumakla anlaşılabilir bir öykü düzeyine indirirken, 1001 Gecevari bir masal  düzeyine saplanma tehlikesi daima mevcuttur.

Zaman Tozları(2011) ve Gizemli Evren (Zaman Tozları 2 - 2012) kitaplarımı yazarken bu bilinçle her kelimemi elden geldiğince süzgeçten geçirmekteydim. Zaman Tozları 3 şu anda kurgu aşamasında. Bu alandaki düşüncelerimi yerli malı zaman yolculuğu yazmayı isteyen ya da bu tür öyküleri okumayı sevenlerle paylaşacağım.

H.G. Wells’in Zaman Makinesi adlı kitabından 1960 yılında yapılan filmi görmüştüm yıllar önce. Rod Taylor, H. George Wells rolünü canlandırmaktaydı. Burada George 1900 başlarında her nasılsa bir zaman makinesi inşa etmişti. Çalışma prensibi belli değildi. Bayağı mekanik görünümlüydü çağına uygun olarak. Makinenin takvim kısmına istediğin tarihi yazıyor ve aleti çalıştırarak oraya gidiveriyordun. Alaattin’in sihirli lambasından çok farklı değildi yani. Neredeyse yarım yüzyıl sonra yapılan bir film de benzer yöntem kullanacaktı. Kelebek Etkisi - Butterfly Effect (2004) adlı filmde de genç bir adam tuhaf olaylar yaşadığı çocukluğunda tuttuğu bir defterdeki satırları okuyarak geçmişe gidiyor ve orada bazı şeyleri düzene sokmaya çalışıyordu. Kendi çocukluğu ve yetişkin hali (doubleganger – farklı uzay ikizi) aynı zaman frekansında bir arada bulunuyor ve bu bir sorun yaratmıyordu.  Aynı yolculuğu defalarca yineliyordu.

Peki zamanda yolculuk gelecekte bir şekilde mümkün olacak mıdır? Zamanın kendi akışını korumakta direneceğini varsaydığımızda ne geleceğe, ne de geçmişe yolculuk yapabiliriz. Geçmişteki birini kurtarmak bir yana oraya varlığımızı eklemlememiz bile sorun olacaktır. O halde zamanda yolculuk işi asla başarılamayacaktır. Eğer böyle bir engel yoksa mazide ve geçmişte her şeye müdahale edebileceksek, enerjinin sakımı bir yana sebep sonuç ilişkisi bile yerinden oynar. İnanılmaz bir kaos oluşur. Gerçeklik dediğimiz harmonik akış kendini iptal bile edebilir. O halde paradokslar aşılmazdır.

‘Zamanda yolculuk hoş bir hayaldi, hayal olarak kalacaktır’ diyemiyoruz. Çünkü bu yolculukları hayal etmeye teşneyiz. ‘Allah kuluna başetmeyeceği bir şeyi vehmettirmez’ denir. Sözlü ve yazılı külliyatımızda Tayyi Mekân ve Tayyi Zaman bazlı mesellerimiz bayağı fazladır.  Ben bu alanda zihin parlatan bir teorik fizikçi değilim, fizik formül ve matematik denklemlerin diliyle terennümüm sınırlıdır.  Laf denklem taşımaz ayrıca. Günlük ağızla sözcük parlatınca da yazılanların masala evrilme tehlikesi mevcut. Biz yine de paradoksları paspas yaparak sezgilerimizin yoluna devam edeceğiz. Ana yoldan azıcık sapacak ve ilham ufukları sonsuza odaklı öyküler çatmaya devam edeceğiz.

Zaman Tozları serisinin ilk kitabında zaman hakkında şöyle bir diyalog yazmıştım:

  “Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır. Zaman olayının enerji alanlarına bağlı titreşimsel bir ritmin yansıması olduğunu unutmayalım. Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle eşzamanlı ve hareketli hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum. Dev elektromanyetik düzeneklerce yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler. Philadelphia deneyi böyle bir şeydi sanırım.”
  “Zaman dördüncü boyut olduğu için mi maddeyi, yani üç boyutu böyle etkiliyor?” dedi Osman. Hocanın akıl yürütmesinin sonucundan korkmaya başlamıştı. Metin’in neden olması muhtemel kaosun kaosun sınırları hızla genişlemekteydi.
  “Aslında zamanın dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda sahne gözlerimizin önünde açılıyor.” Dedi Hoca. “Katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız her şey, tüm binalar, bu dükkân, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan,içine alan ‘Geçmiş-Şimdi-Gelecek’ dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.”
  “Rüyalarda ulaştığımız gerçeklik.” Dedi Terra Fuat içini çekerek.

Evrenin belleği, levh-i mahfuz, Akaşik kayıtlar, bu kayıtlara göz atmanın, kayıtları etkilemek anlamına geleceğini kuantum fiziğinin temel ilkelerinden biliyoruz. Yani birinin siciline göz atmak dahi o sicilin içeriğini etkileyecektir. Evren Google’ı sürekli yapılan bozulan, belleğimizin içini bulandıran karmaşık bir yapıda olacaktır sanırım. Azınlık Raporu - Minorty Report (2002) filminin kurgusundaki en arızalı yer de bu noktaydı. Kişiler henüz işlemediği suç nedeniyle tutuklanıyorlardı. Eylemden son anda vazgeçmek ihtimali gözardı edildiği için bu yöntemi kullanımdan kaldırmak gerekiyordu.

Paralel evrenler zaman yolculuğu yapanların geri dönebilmesi için bir garanti gibi görünmekte. Sayısız mazilerden ya da geleceklerden birinde yediğimiz bir halt nedeniyle bir yere hapis kalma, diğer uzay ikizimizle hemhal olma veya iptal edilme sorununu bir nebze çözüyor gibiyiz.

Gene Zaman Tozları kitabıma dönelim.

“Emin değilim tabii, ama…” dedi Keten Hoca. “Bence yarattığı zaman anaforları paralel evrenler arası geçişliliği artırıyor. Buzkırıcı bir gemi gibi. Yüzen birinin hemen ardından yüzmek gibi ya da. Zaman çaldığı falan yok yani. Kulvar değiştirmek için kullanıyor Metin gibileri. Bu bir tahmin. Asla kendi geçmişime gitmemeliyim demek ki. Paralel geçmişlerden birinde bir şeyi değiştirdiğimizde gelecekte bir etkisi olur. Kelebek ya da ejderha etkisi, ama ben kendi değişmemiş geleceğimi yaşarım yolculuktan dönünce. Bu ne işe yarar? Belki his olarak daha çok. Paralel beş ayrı evrende, beş ayrı gelecekte, beş ayrı erkekle evlenmiş ve rengarenk çocuklar doğurmuş bir kadını hayal edin. Bu çocuklardan birini severken dördünü de sezgisel olarak hissedecektir.”

Gizemli Evren (Zaman Tozları 2) ‘de başkahramanlardan biri diğer uzaydaki ikiziyle karşılaşır:

Belga ikizini kapının ağzında görünce dizlerinin kesildiğini hissetti. Bu anın o kadar hayalini o kadar kurmasına rağmen karnında buz küpçüğü üreten minik bir makine çalışmaya başlamıştı. Mesanesi dolu değildi, ama birkaç damla sıvı külodunu ıslatmıştı. Bunun farkında değildi henüz.
  “Euzu billahi mineş şeytanir racim...”
 İkizinin onu görünce şeytan tarafından çarpıldığını sanması komiğine gitmişti. Bu kendini daha hızlı toparlamasına neden oldu. Eğer kız paniğe kapılır kaçarsa bir daha hiç buluşamayabilirlerdi. Sağa sola durumu anlatır ve adresi verirse iş kimbilir nerelere varırdı.
  “Korkma. Gel içeri. Sana her şeyi anlatıcam.”
  “Adresini annem verdi.”
  Belga’nın gözleri doldu ve “Anladım. Gel içeri.”
  Diğer Belga karar veremiyordu. Eğer arada annelerinin manevi varlığı aracı olmasaydı merdivenlerden deli gibi iner giderdi belki. Bir de kıyafetleri farklıydı Allahtan. Pantolonlar benziyordu, ama kazaklar ve ayakkabılar başkaydı. Tıpa tıp aynı şeyleri giymiş olsalardı kız şimdi çoktan dış kapıyı boylamış olurdu. Belga sıfırdan gardrop düzerken eski kıyafetlerini kısmen kopyalamıştı neyse ki.
  “Adın ne senin?”
  Belga o an minik bir yalan söylemeyi akıl etti. “Biz aslında ikizmişiz. Beni doğduktan iki ay sonra evlatlık vermişler. Bizden de saklamışlar.”
  Dramı abartılı, uçuk dizi muhabbeti kızı etkilemişti. Cinler ve şeytan tarafından çarpılmadığını düşünmeye başlayınca rahatlamıştı. “Demek... Adın ne peki?
  “Belgin.”
  “Adımız da benziyor?”
  Tanrı kimseye kolay kolay saftirikliğini böyle yansımalı görme şansı vermezdi. Diğer Belga bu izahata inanmaya ne kadar teşneydi.
  “Orda mı durucan?”
  “Telefonumu nasıl buldun peki?”
  Karşısında duran kendiydi. Bu şok halinde bile kafası hızlı çalışıyordu. Belga şimdi şiştik diye düşünürken aklına bir fikir üflendi adeta. Facebook. Bir ara facebook’a çok takılırdı. Facebook adı Belg Tuncay’dı. Adından A’yı atınca Belçikalı anlamını kazandığını sonradan birisi anlatmıştı.
  “Facebook’tan”

  Ve diğer uzaydaki ikizle karşılaşmanın çok tekinsiz bir bedeli vardır.

 “Tek vücut olacağız. Korkma.” Dedi. Sesi bayağı peltek çıkmıştı.
  İkizinin yüzü sapsarı olmuştu. Belga da midesinin bulandığını hissediyordu. Düşünceleri kıpır kıpır olmasına rağmen dili ağırlaşmıştı. Gözlerini yumdu ve açtı. Görüşü birden inanılmaz derecede bozulmuştu. İkizi biribirine yapışmış olan kolları hariç sanki şeffaflaşmış gibiydi. Ona bakınca hem odayı, hem de başka mekânları görüyordu. Farklı yerler önünden hızla geçen tren vagonları gibiydi. Sırayla görüş alanına giriyor ve çıkıyordu. Çocukluğu, mahalle oyunları, ilk okul sıraları, genç kızlık, annesinin ölümü, sıkıntılı yıllar. Hepsi bildiği tanıdığı şeylerdi. Öyle hızlı değişiyorlardı ki, birine bakıp dalmaya zaman bulamıyordu. Bu arada dudakları kıpır kıpırdı, ama ne söylüyor olabileceği üzerine tek bir fikri bile yoktu. Kulakları katmanlı bir uğultuyla doluydu, ama tek bir kelimesi bile anlamlı değildi. Uğultuda tanıdık bir ses, ya da melodi de hak getireydi. Duyguları da deforme olmuştu. Korku zihninde güç bela ayrımsadığı bir düşünce olarak durmaktaydı...”

Ben şahsen hayal edilebilen hiçbir şeyin imkânsızlığına inanmam. Yapılması zaman alır sadece. İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik evrende zaman atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse ıssız otlaklarda başka atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum. O mutena atların nal sesleri duyulana dek dünya saatlerine ve hayal kurgularına talim edeceğiz.

                                                                                                              Amsterdam 2012