15 Kasım 2016 Salı

Hollanda’da Göçmen Bir Dil: Türkçe

Hayatı Zenginleştiren Öyküler
Hollanda’da Göçmen Bir Dil: Türkçe

Türkçenin Kuzey Avrupa’daki evrimi göçmenlerimizin öykülerine sinmiştir. Çağrılı çağrısız sınırlar geçilirken kabasaba bavulların gölgesinde kanlı canlı bir dil kıpırdaşmaktaydı. Bu dil modernitenin göbeğinde kendine benzer canlar arayanların ekosu oldu. Tutunacağı dal oldu. İçinde var kalmayı sürdürebildiğimiz bir fanustur hâlâ.
                                             Sadık Yemni -  Atlantiğe Açılan Dil Kapıları – 2009

  “Bu eşyaları kullanmış kimseler hiçbir zaman bir şey yazmadılar ve hayatlarında bunları yazacak hiç kimseleri olmadı. Onlardan geri kalan tek şey bunlar.” Kollarıyla karanlık depoyu kucaklayan bir işaret yaptı. “Ve bir mezarlıkta bir mezar taşı haliyle.” diye ekledi.
           Bernleff – Buiten is het Maandag – ‘Dışarısı Pazartesi’adlı romanından.           
           Gri Yayınları - 2007


  4 Kasım 1975’te İstanbul’dan kalkan bir uçağa bindim ve Avrupa’da göçmenlik denen serüvene dahil oldum. 24 yaşındaydım. Kimya Mühendisliği öğrencisiydim. Gelecekte romanlar ve öyküler yazacağımdan henüz habersizdim.
  Amsterdam’da şehir merkezindeki eski bir binada dayıma ait olan bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladım.  Bunu demiryollarında köprücülük, sonradan gazetecilik, yazarlık, dergicilik, televizyonculuk, think tank moderatörlüğü gibi çok değişik meslekler takip etti. Böylelikle hem işçilik hayatını tanıdım hem de Türkiye’den gelen göçmenlerin yaşamlarına daha geniş persfektiften bakabilme imkânını buldum. 1980 askerî darbesinden sonra Avrupa’ya gelen ilticacılarla bu portre daha da çeşitlendi. Seksenli yıllarda aile birleşiminin hızlanmasıyla göçmenlik olgusu en yeni mecrasına oturdu ve geçen yıllarda şu andaki konumuna evrildi. 
  Türkçe çok canlı ve dinamik bir dil olduğunu geçirdiği bütün badireleri atlatarak gösterdi. Türk Medyası Hollanda’da yıllar içinde çok gelişti. Başlangıcı ve gelişim süreci tek başına bir yazı konusudur. Ben burada sizlere Hollanda’da Göçmen Edebiyatı’na bizlerin katkısını anlatmak istiyorum. Bu arada ilk çevirmenler, çeviriler ve o zamanların edebiyat atmosferinden de biraz bahsedeceğim. 

Göçmen Edebiyatı – 80’ler ve 90’lar
  1980 başlarında Türklerin bu edebiyata girişi Halil Gür’ün Gekke Mustafa – Deli Mustafa adlı eseriyledir.  O yıllarda Türkiye’de askerî darbe yapılmış, büyük sayıda ilticacı kitlesi Hollanda’ya gelmişti. Türk göçmen işçilerin aile birleşimi süreci başlamıştı. Yabancılar artık kalıcı gibiydiler. Bu nedenle yabancıların kendilerini nasıl ifade ettikleri ve yerliler hakkında ne düşündükleri merak edilen bir konuydu. Yayınevleri harekete geçerek içlerinde ciddi oranda Türk yazarların da bulunduğu eserleri yayımlamaya başladılar.
  Edebiyat değeri az, daha çok içerden bilgiler veren, hissiyat beyan eden eserler ortaya çıktı. Halil Gür seksenli yılların yıldızıydı. 1987 yılında Demirden Gaga- De Ijzeren Snavel  adlı öykü kitabımla ben de bu kervana katıldım. Benim mesleğim demiryollarında köprücülük olduğu için bayağı ilgi gördüm. Bir çeşit pozitif ayrımcılık söz konusuydu. Eserin kalitesi değil, bu alanda meşgul olmak ödüllendirilmekteydi. Şahsen bunun bana yararı çok büyük oldu. Bu itme sayesinde yazar diye etiketlendim. Zamanla işi ciddiye aldım ve kendimi geliştirme çabalarımı arttırdım.
    Bu kervana o yıllarda Fehmi Özgök, Hürrem Efe, Fehmi Eruçar, Haydar Eroğlu, İbrahim Eroğlu, Yavuz Nufel, Kerim Ece, Ali Şerik, Kazım Cumert, sonradan da Murat Tuncel, İsmail Polat, Cengiz Darıdere, Erol Kasırga, Atilla İpek, Tülay Bayrı, Havva Setenay, Şeyda Koç, Can Çelebi ve Hollandaca yazan Sevtap Baycılı, Nilgün Yerli, Funda Müjde ve Ebru Umar katıldı.  2010’dan itibaren eserlerini Hollandaca olarak kaleme alan genç ve yeni isimler de bu listeyi zenginleştirmeye devam ediyor.
  Bu edebiyat seksenlerde ana gemiyle beraber seyreden, kendine has motoru olmayan, iple çekilen, renkli lambalarla etrafına egzotikimsi ışıklar saçan bir tekne gibiydi. Henüz roman türü bir eser verilmemişti. Kısa öyküler ve anılarla temsil edilmekteydi. Bu anılar göçmenlerin ilk yıllarında karşılaştıkları en temel sorunlarla ilgiliydi. Parçalanmış aileler, oturumu olmayan kaçak işçiler, gurbetin acısı, yalnızlık,  modernitenin maddiyatçı ışınımı, memlekete özlem gibi konulardı. İçlerinde yerlilerin, Hollandalıların rolleri azdır. Var olanlar da genellikle stereotiplerdir. Yerlilerin karakter ve yerin ruhu çözümlemeleri zayıftır. Yabancılar kendi dünyalarında kapalı yaşarlar. Dışarısı adeta kalın şeffaf bir camın arkasından izledikleri başka bir hayatı barındırmaktadır. Estetik değeri, yazın kaliteleri düşük de olsa, o zamanların ruh hallerini, yabancılığın anatomisini hissettirmeleri açısından önemlidirler.
  Benim öykülerimde devlet demiryollarında çalışırken tanık olduğum sahneler ve hayalle ambalajlanmış gerçek olaylar vardı. O anların nabzını tutuyordu.  Blueslar da yakınma müziğidir, ama dünyaca çok popülerdir. Birçok ünlü roman değişimlerin insan yaşamını zorladığı, tehdit ettiği ve geri gelmez şekilde değiştirdiği anları anlatmaz mı?
  Aslında bu konular o zaman (ve şimdi) yeterince yetkinlikle işlense daha çok ses getirirdi. Uluslararası okuyucu bulabilirdi. Sözünü ettiğim kısa öyküler daha çok anı nakli gibi, olan olayları yüzeysel olarak vermekteydi.  Böylece ilk yapıtlar bir alt dal olarak kaldı. Pek azı Hollandacaya çevrildi. Bu çeviriler özellikle doksanlı yıllardan itibaren kayda değer bir ilgi görmedi. Hatta öyle ki, doksan sonrası bu kategoriye sımsıkı bağlı kalan yazarların kitapları baskılarda egzotik renkli kapaklar ve desenler kullanılarak okura ‘Ana akım edebiyat değildir’ içerikli görsel bir sinyalle ambalajlı olarak verildi.

  Ben 1993 yılında polisiye türündeki Amsterdam’ın Gülü adlı adlı romanımı yayımladım. O sıralarda bir gazeteci bana ‘Siz Göçmen Yazar değilmişsiniz, değil mi?’ dedi biraz ironiyle.
1994 yılında bir polisiye kitap daha yayımladım. Ardından 1995 yılında yayımladığım De Amulet – Muska adlı romanım Hollanda’da çok prestijli bir edebiyat ödülü olan AKO Literatuurprijs - AKO Edebiyat Ödülü’nün uzun listesine girdi. Bu o yıl yayımlanan 305 yapıttan seçilen elemelerden sonra 26 başlıktan oluşan bir listeydi. Bu göçmen Türk göçmenlerin tarihinde bir ilkti.
  Bu konuya devam etmeden önce o yıllardaki çeviri hareketliliğine kısaca bir göz atmakta yarar var.
 
Çeviri Zamanları
  80 ve 90’larda tanımış Türk yazarlarının eserleri ard arda Hollandacaya çevrilmeye başlanmıştı. Orhan Pamuk, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Nedim Gürsel, Aziz Nesin, Elif Şafak’ın kitapları Hollandacaya kazandırıldı. En baştan beri önde gelen bütün çevirmenleri tanıdım. Bazıları benim kitaplarımı da Hollandacaya çevirdi. Hanneke van der Heijden, Margreet Dorleijn, Thijs Rault, Evert van den Broek, Wim van den Munkhof ve Veronica Dievendal aklıma hemen gelenler.
  Hollanda Edebiyat Fonu'nun 2008 Çeviri Ödülü Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Elif Şafak, Sadık Yemni, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay'ın yapıtlarını Hollandacaya kazandıran Margreet Dorleijn ve Hanneke van der Heijden’a verildi.
  Bu arada tanınmış Hollandalı yazarların kitapları da Türkçeye çevrildi. Bunların sayısının şu anda 100’ü geçtiğini tahmin ediyorum. Örneğin sadece benim üç adet çevirim var. Bernleff’in Buiten is het Maandag adlı romanı 2007 yılında ‘Dışarısı Pazartesi’ başlığıyla Gri Yayınevi tarafından basıldı.  Bunu 2008 ‘de Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili’nin Hollandalı eşi Sandra Roeloff’un ‘Bir İdealistin Anıları’ adlı kitabı ve 5 ünlü Hollandalı öykücüden birer öykü çevirisi takip etti.

İkibinli Yılların Edebiyat faaliyetleri
  İkibinli yılların hemen başında Türkler için hizmet veren çeşitli dernek ve vakıflar bir araya geldi ve 2002 ile 2004 yılları arasında üç yıl boyunca şiir ve öykü yarışması düzenledi. Ben bu yarışmalarda hem jüri üyesiydim hem de Meddah adlı bir edebiyat vakfını temsil ediyordum. Katılım bayağı iyi oldu. Hemen hepsi çok genç olan Mesut Balık, Nazan Bilen, Ezgi Gürçay, Cengiz Darıdere gibi yeni yazarları tanıdık. Birincilik ödülü alanlar için Hollanda Edebiyat Vakfı tanıtma kitapçıkları hazırladı ve bunlar Hollandalı yayımcılara sunuldu.
  İkibinlerin ilk on yılında Hollanda merkezli ve bütün dünyaya açık olan iki dijital ve Türkçe edebiyat dergimiz faaldi. Bunlardan biri Dr. M. Halit Umar’ın kurduğu, yönettiği ve sonradan Murat Tuncel’in de katıldığı Anafilya’dır.
   2007 yılı başında yazar Atilla İpek’le ODA Edebiyat ve Felsefe Dergisini kurduk. İki ayda bir yayınlanan dijital dergimiz bünyesinde özellikle genç yazarları barındırdı. odasanat.org’tan eski sayılara göz atılabilir. Anafilya’nın da olduğu gibi yazarlarımızın aşağı yukarı yüzde 20’si dünyanın dört bucağından katılmaktaydı. Bu dergi çerçevesinde yazı atölyeleri de verdim. Esas amacım Hollanda’da Türkçe olarak icra edilen edebiyatın kalitesini yükseltmek ve bu genç yazarların Türkiye’deki yayıncılarla ilişki kurmasını sağlamaktı. Bir yan amacım daha vardı. Holladacası Türkçesinden çok daha yetkin olan genç yazarları Hollandaca yazmaya özendirmek. Bana ‘Türkçe mi, Hollanca mı yazayım?’ diye sorulduğunda daima, ‘Hangi dili kalbinde daha çok hissediyorsan, hangi dilde rüya görüyorsan onu kullan.’ karşılığını verdim.
  Oda Dergisi’yle eşzamanlı olarak Amsterdam’da Fikir Yongalama adlı bir çeşit think tank kulübü kurdum ve moderatör olarak üç yıl yönettim. Ayda iki kez konulu toplantılar yapıyorduk. Katılım bayağı iyiydi. O sıralarda çok ünlü olan John Gray, John Hobson, S. Jijek, Naomi Klein, Fuat Sezgin ve Hollanda’daki politik değişimleri yorumlayan yazarların kitaplarını inceledik. Bu kulüp daha sonra Amsterdam Tartışmaları adıyla Amsterdam Türkevi çatısı altında faaliyetlerini sürdürmeye başladı. Orada da bir süre moderatörlük yaptıktan sonra adres değiştirdiğim için emaneti ehline devrettim.

  2005’te Hollanda Türk Yazarlar Kulübü başkanı seçilmiştim.  3 Mayıs 2009 tarihinde Amsterdam’da Platform dergisinin katkısıyla Hollanda’da Türkçe eser veren yazarların tümünü bir araya getirdim. Otuz küsur yazar birlikte yemek yedik. İlk eserleri verenleri vefa borcumuzu ödemek için sahneye özel olarak davet ettik.  Bol bol alkışladık. Bu bir ilkti ve bir daha bir araya getirilemeyecek kimseler nedeniyle de bir tekti. 2011 yılındaki bir araya geliş te çok katılımlıydı ve çok güzel geçti, ama belirttiğim nedenlerden ötürü birincisindeki özgün atmosfer bir miktar incelmişti. 

 2004 - Geleceğin Kafka’ları aramızda
  2004 yılının sonbaharında Türkçemiz temalı bir faaliyetteki konuşmamda, ‘Geleceğin Kafka’ları Avrupa’da yaşayan Türklerin arasından çıkacak.’ demiştim. Bu salt moral yükseltme amacıyla sarfedilmiş sözcükler değildir. Bire bir Kafka gibi yazmayı da kastetmiyordum. Giderek Kafkaeskleşen ortamın potansiyeline değinmekteydim.
  11 Eylül 2001 dünyada birçok alanda yeni bir milat oluştururken bu kaçınılmaz olarak edebiyat alanına da yansıdı. İslamofobi salgını başladı.Avrupa’da Türk denince Müslüman, Müslüman denince Türk anlaşıldığı unutulmasın. Özellikle o sıralarda planlı olarak karalanan Müslümanlar buna edebiyatla da karşılık verdiler. Bu çizgide devam edecekler.
Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin eserlerinde de bu konu önemli bir yer tutacak.  Avrupa’da özellikle en yeni ekonomik krizin yarattığı hoşnutsuzluk, yavaşça geri çekilen özgürlük denizi, otoriteryan söylemlerin daha sık duyulur hale gelmesi, kendini kısmakta olan sosyal devletlerin yarattığı huzursuzluğu göz boyayarak örtme çabalarının arasından sıyrılmaları pek kolay olmayacak. Hâkim medyada ses duyurmaları belki biraz müşkülatlı olabilir, ama dijital ortamın da yardımıyla kardelen çiçeği gibi boyunlarını uzatmayı başarabileceklerini tahmin etmekteyim.
  Benim Muhabbet Evi adlı  romanım Türkiye’de 2006 yılında basıldı. Romanın kurgu olması ve yer yer fantastik öğelere pencere açmasına rağmen Hollanda’da yabancıların islamofobi karşısındaki durumlarını anlatan ilk kitap olma özelliğine sahiptir. Yazarlar zamanının tanığıdır.  
Usta yazar Sadık Yemni'nin son romanı Muhabbet Evi, bu kez Amsterdam'da geçiyor. Hollanda'da sinemacı Theo van Gogh'un öldürülmesiyle yükselmeye başlayan yabancı karşıtlığından yola çıkan Muhabbet Evi , Avrupa gerçeğine içeriden bakmayı deniyor. Yabancıları içine almakta zorlanan Avrupa ile Avrupalı olmakla olmamak çizgisinde sıkışmış yabancılar arasındaki gerilim, Hıristiyan dünya ile Müslüman yaşam arasındaki yabancılık bu kitabın ana temaları. Ön planda ise her zamanki gibi Sadık Yemni'nin fantastik dünyası ve kahramanları var.

2008 – Yıllar sonra göçmen edebiyatı raporu
  2008 yılında Amsterdam’da Avrupalı yabancı yazarların katıldığı bir panelde Göçmen Edebiyatı da konu oldu. Göçmen yazarların başlıca özellikleri şuydu:
1 - İki kültür arasına sıkışmışlardı.
2 - Kendi ana dillerinde yazıyorlardı.
3 - Eserlerinde edebiyat dozu azdı.
  Son yirmi beş yılda bu kategoriye dahil olan yazarların yapıtlarını incelediğimizde sadece ilk on yılda çıkanların yapıtlarında edebiyat dozunun sonraki yıllara oranla düşük olduğu görülür. Sonrakilerde bu özellikler söz konusu değildir. Kendi dillerinde yazanlar olduğu gibi Hollandaca yazanlar da mevcuttu. İki kültür arasına sıkışmışlığa gelince, bu çok çiğnenmiş bir uydurtu sakızıdır.  Almanca yazan Feridun Zaimoğlu'nun kahramanları için Christina Nord şu yorumda bulunuyor: ‘Yazar, göçmen yazını klişesini ortadan kaldırır, göçmenlerin altında ezildikleri sözde kültür şoku öykülerine son noktayı koyar. Zaimoğlu'nun kahramanlarının sorunu, iki kültür arasında yaşamak zorunluluğundan değil, Almanya'da karşı karşıya kaldıkları dışlanmadan, toplumun dışına itilmişlikten kaynaklanır.’
  Son cümle atölyenin en can alıcı yerine noktayı koyar. Toplumun dışına itilenler tepkilerini kültür şoku nedeniyle değil, itmenin şiddeti yüzünden verirler. Kısacası eski Avrupalı bakış 21. yüzyılın başında hâlâ kendisini oryantalist şablonla sınırlamaya devam etmektedir.
  Bu çözümlemede gözden kaçan bir nokta daha var. En yeni kuşağın anne ya da babası, çoğu kez ikisi de Avrupa ülkelerinde doğmuş durumda. Bu nedenle genç yazarların iki kültür arasında kalmışlığı hissetmek bir yana, yabancı gibi de yazmayacaklarını düşünüyorum. Bunlar doğduğu büyüdüğü kültürün ve olayların içinden geldiklerinden yerli yazarlarla çok farkları olmayacak. Fark diyebileceğimiz şey ise çok kültürlü bakış, bir kültür füzyonu donanımı olacağından bu kendileri için çok büyük bir artı olacaktır.

Küçük kırılgan mavi kürecik
  Samanyolu galaksisinde kenarlarda bir yerde minicik bir dünyada yaşayan insanlarız sonuçta. Hem güneşimiz hem de gökadamız inanılmaz bir hızla hareket etmekte. Kâinat içinde durduğumuz yerde hiç kımıldamasak bile gezginiz ve göçmeniz. Mars gezegeni ikinci bir yuva olmak için bizi bekliyor. İnsanın insanın kurdu değil, dostu olması gereken bir ortamı soluyoruz. Bunun için güçlü bir hatırlamayla desteklenen bilinçlere ihtiyacımız var. Edebiyat balık hafızalı olmaya karşı çıkan en etkin araçlardan biri olmaya devam ediyor.

  Yazımı tanınmış Hollandalı yazar Bernleff’in  kahramanının sözleriyle bitiriyorum. Bruce ikinci el eşya satan bir dükkânda dokunduğu her eşya için bir öykü uydurur ve bunu üşenmeden bir deftere yazar.
  Çevremizdeki  her şeyin bir öyküsü olsun. Bunlar unutulmasın. Bizi bize bağlayan ilmekler olsun.

  Eski bir masadaki çemberler sürekli olarak kendine yakın duran bir bardağı dolduran gözleri bozuk bir adamın öyküsünü anlatırdı, kenarlardaki yanık lekeleri sigarasını kül tablası yerine masanın üstüne koyma alışkanlığını belli ederdi. Raflardaki şapkalar bu bölgede bunları giymiş modellerin öyküsünü uydurmasına neden olmuştu. Bir şifonyerdeki kopmak üzere bir sap, parmakları altında asla bir daha açılmayan çekmece içinde unutulan mektuplar öyküsüne varmıştı.
Tekrar konusu açıldığında sanki elinde tutuyormuşçasına mektupların içeriklerini okurdu. Bunlar facialar ve insanların başlarını su yüzeyinde tutmak için çırpınmaları hakkındaydılar.
 “Her şey korunmalı.” dedi Bruce hevesle. “Bunlar kaybolmuş gitmiş hayatların son şahitleri.”
  “Ama senin öykülerin yüzde yüz uydurma.” diyerek karşı çıktım.
  “Sen bu şeyleri yarı yolda bırakamazsın.” dedi. “Bunlar hizmet ettiler, sessiz ve sakince ve sonra bir an geldi hiç üzerine düşünmeden yalnız bırakıldılar, atıldılar. Onlar bellekleri olmadığı için bu işi tek başlarına kıvıramazlar. Bunu sen vermelisin.”
  “Sen bir şamansın.” dedim.
  Sırıttı ve başıyla onayladı. Evet, belki de öyleydi.
“Bu dünyayı daha zengin ve başarılı yapar.” dedi.
  Ve şimdi söylemeliyim: Ancak bir şüphe periyodu geçirdikten sonra ne demek istediğini anlamaya başladım. The Collector’un eşyaları için hikâyeler uydurursan hayat gerçekten de daha zengin oluyordu. Ve ben de katılmaya başladım, kullanılmış eşyaların anonimliklerinden kurtulmaları ve kendilerine uyan bir geçmişe sahip olmaları için önerilerde bulundum. 
  “Bu eşyaları kullanmış kimseler hiçbir zaman bir şey yazmadılar ve hayatlarında bunları yazacak hiç kimseleri olmadı. Onlardan geri kalan tek şey bunlar.” Kollarıyla karanlık depoyu kucaklayan bir işaret yaptı. “Ve bir mezarlıkta bir mezar taşı haliyle.” diye ekledi.
  Böylece her evin eşyası kendi özel kitabına sahip oldu. Eşyaların bir kısmı satıldıkları için kaybolmaktaydılar, ama önemli değil diyordu Bruce. Kitaplarımızda hepsi birlikteydi. Bu meşguliyetini bir keresinde arkeolojiyle kıyaslamıştı.
  “Eski kültürler üzerine bilgimizi toprağı kazarak kaybolmuş kültürlere ait bulguları saptayan birkaç arkeoloğa borçluyuz. İnsanlar artık mevcut olmasalar da eşyaları onların adına konuşmaktadırlar.”
  “Ama senin yazdıkların uydurmadan başka bir şey değil.” dedim bir kez daha.
  “Fantastik bir arkeoloji.” dedi. “Hoş değil mi? Ne farkeder ki?”
  “Yani zamanla gerçekten olmuş ya da uydurulmuş hiçbir şey farketmez mi demek istiyorsun?
  Kendim de gerçekten filozoflaşmıştım.
                                          Bernleff – Buiten is het Maandag – ‘Dışarısı Pazartesi’adlı romanından.



                                                              --------------------------


STALKER (Сталкер) filmi üzerinden Tarkovski, Lem ve Borges’e anlık bakış

STALKER (Сталкер) filmi üzerinden Tarkovski, Lem ve Borges’e anlık bakış
“Dünya çok sıkıcı bir yer oldu. Telepati yok, UFO yok. Orta Çağ daha ilginçti. Her evde ruh vardı, kilisede de tanrı.”


 Stalker filminin hemen başında yazar (Anatoli Solonitsyn) böyle der. Yazar ve fizik profesörü (Nikolai Grinko) ile birlikte girilmesi yasak olan ‘Zone’ bölgesini görmek istemektedir. Onları bu yasak bölgeye gizlice sokacak olan kimse Stalker’dır(Alexander Kaidanovski).

Stalker, Arkadi ve Boris Strugatski‘nin 1972 tarihli Roadside Picnic adlı kitabından 90′larda Türkiye’de Uzayda Piknik adıyla Sarmal Yayınevi tarafından yayınlanmıştı) Stalker başlığıyla Andrei Tarkovski tarafından 1979’da filme uyarlandı.

Aşağıdaki tarihsel sıralamayı ilk kez bir araya getirdiğimde Stalker’a varan yolun temelinin 1940 yılında Arjantin’de atılmış olabileceğini düşündüm ciddi ciddi. Verilere birlikte bir göz atalım.

1940 – Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius – Öykü – J.L.Borges
1961 – Solaris – roman – S. Lem
1972 – Solaris (film) – Tarkovski
1972 – Roadside picnic – Roman – Arkadi ve Boris Strugatski
1979 – Stalker (film) – Tarkovski

Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius
2007 yılının kasım sonunda Rotterdam’da, bir gazete binasının çatı katında, küçük bir grup dünyaca ünlü Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius adlı öyküsünü okuduk. Geçici olarak bir Borges okuma grubu oluşturmuştuk. Okumaların bitiminde kartonlara hazırlanmış Borgestanırlık sertifikalarını bölüştük. Hoş bir entelektüel esinti şimdi arkada kalan.

Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’u üçüncü kez okumaya hazırlanırken yaptığım bir keşfi (daha sonra araştırınca başkalarının da aynı keşfi yaptığını görerek sevindim) o gece arkadaşlarıma da açtım.

Tez şu: Stanislaw Lem, Solaris (1961) adlı ünlü bilimkurgu yapıtına Borges’in bu öyküsünden esinlenmiş olabilir.

1940’larda yazılmış öyküyü okuyanlar Tlön gezegeninin tartışma kışkırtıcı kurgusunun Berkeleyci idealizmin üzerine kurulduğunu biliyorlar. Tlön gezegenine ait bilgiler önce dünyada basılan ansiklopedilerde arzı endam ederler. Yirminci yüzyılın başlarındaki basım şartlarında klişeleri hazırlanmamış, dizilmemiş olmalarına rağmen basılmış bazı ansiklopedilerde yer almışlardır. İki arkadaş bunların peşine düşerler ve sonunda bir tanesini ele geçirirler. Ansiklopedinin sözdizininde Tlön bahsi geçmez ama onlarca sayfa bilgi olarak bazı ciltlerde mevcutturlar. Giderek bu kaçak sayfalara daha sık raslanmaktadır. Tlön gerçekliği kendini bizim bilinen dünya gerçekliğine sinsice eklemlemiştir. İdealist sızıntıdır bir çeşit yani.

Borges’in öykülerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’un da özetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle bazı pasajlardan örnek vererek hrönire değinmek istiyorum.
Yüzyıllar ve yüzyıllarca süren idealizm, sonuçta gerçekliği de etkilemekten geri durmamıştır. Tlön’ün en eski yörelerinde, kaybolan eşyaların tıpkısının ortaya çıkması sıkça raslanan bir olaydır. İki kişi bir kurşunkalemi ararlar, birincisi kalemi bulur ve sesini çıkarmaz; ikincisi bundan daha az gerçek olmayan, ama kendi beklentilerine daha uygun olan ikinci bir kalem bulur. Bu ikincil nesnelere hrönir denir ve azıcık biçimsiz olmakla birlikte birincilerden biraz daha uzun olurlar. Son zamanlara kadar, hrönirler dalgınlıkla unutkanlığın raslantısal ürünleriydi. Bunların düzenli bir biçimde üretilmesinin yüzyılı bile bulmayan bir geçmişe dayalı oluşu inanılmaz bir şey gibi görünmektedir, ama XI. Cilt bize bunun böyle olduğunu söylemektedir. İlk girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ne var ki, modus operandi (çalışma yöntemleri) anlatılmaya değer. Devlet hapisanelerinin yöneticilerinden biri, tutuklulara tarih öncesinden kalma bir ırmak yatağında bazı mezarlar bulunduğunu ve önemli bir şeyler bulana özgürlüğünü bağışlayacağını söylemişti. Kazı öncesi aylarda tutuklulara bulacakları şeylerin fotoğrafları gösterilmişti. Bu ilk girişim, beklentiyle gerilimin kişiyi engelleyici olabileceğini kanıtladı. Kazma kürekle yapılan bir haftalık çalışma sonucunda hrön olarak, hemen kazı öncesi devre ait paslı bir tekerlekten başka bir şey çıkmadı topraktan. Ama bu gizli tutuldu ve aynı işlem sonradan dört okulda tekrarlandı. Bunlardan üçünde hemen kesin başarısızlıkla karşılaşıldı; dördüncüsünde (ki bunun yöneticisi ilk kazılar sırasında kaza sonucu öldü) öğrenciler altın bir maske, tarihöncesi bir kılıç, iki üç seramik vazo ve göğsünde bugüne kadar çözülemeyen bir yazı bulunan, belden aşağısı kopuk bir kral bedeni çıkardılar – ya da tıpkısını ürettiler. Böylece kazının deneysel niteliğinden haberli olanlara da güvenilemeyeceği ortaya çıktı. Geniş kitlelerce yapılan araştırmalar. Birbirleriyle çelişen eşyalar da çıkardı ortaya; şimdilerde bireysel ve daha hazırlıksız girişimler yeğleniyor. Hrönirlerin düzenli olarak üretilmesi(diyor XI. Cilt) arkeologlara müthiş yararlar sağladı. Bu, günümüzde gelecekten daha az esnek ve yumuşakbaşlı olmayan geçmişin sorgulanmasını ve hatta dönüştürülmesini mümkün kıldı.
Tlön’le kurulan yakınlık ve Tlön alışkanlığı dünyamızı çözülmeye götürdü. Onun sarsılmaz kesinliğinden gözleri kamaşan insanlık, bunun meleklerin değil satranç ustalarının sarsılmazlığı olduğunu hep unutuyor.

Tlön’deki eşyaların tıpkısı ortaya çıkıyor dedik; eşyalar aynı zamanda siliniyor bozulma eğilimi de gösteriyor ve unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. En iyi bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.

Uzun öykü şu cümlelerle sona erer:
İngilizler, Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak. Ben bütün bunlara hiç aldırış etmeden Adrogue’deki otelde geçen günlerimin tüm sessizliği içinde, Browne’un Urn Burial’ının Quevedo tarzı bir çevirisini yapmakla uğraşıyorum – çeviriye pek güvenim yok, yayımlamayı düşünmüyorum.
                             Fatih Özgüven’in çevirisiyle: Yolları Çatallanan        
                                                             Bahçe, Can Yayınları, 1985
Totalitarizme ürkek bir eleştiri içeren dedektifvari kurgu, edebi kritikler, dil ve dilkökenbilim değinmeleriyle tıka basa yüklü öyküyü henüz basılmamış en yeni Tlön ansiklopedisinde bir eğretileme olarak bırakıp evrenin uzak bir köşesindeki hrönirleri ele alalım.

Solaris
Solaris gezegenindeki araştırma gemisine gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçeği düşünün. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar, testler zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya ziyaretine gelir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fiziki zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Rheya bir çeşit hrönirdir. Chris’in zihninin ürünüdür. Solaris gezegenindeki zeka taşıyan okyanus ise bir Tlön gerçekliği jeneratörü gibidir. Henüz yetkin olmayan yaratıcılık süreci devam etmektedir. Atomaltı yapısı farklı olsa da Kelvin’nin yıllar önce intihar etmiş karısının tıpatıpını, anılarıyla birlikte yaratmayı başarmıştır.

Kitabın sonlarına doğru Rheya kendi isteğiyle yapıbozuma uğratılmayı kabul eder. Bunu Kelvin’e belli etmeden yapar. Kadının son intiharı gerçekleştikten sonra Kelvin okyanusun yetkin olmayışı özsel niteliği olan bir tanrı olabileceğini düşünür. Tüm bilirliğinde ve gücünde sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yapan, saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir yaratıcı hayal eder. Bu okyanus bir tanrının beşiğidir. Uzay istasyonunda bulunan sibernitik uzmanı Snow’la bunları tartışırlarken bunca yıldır zeki okyanusla iletişimi başaramamalarını bu büyük gücün henüz bebeklik aşamasında olmasıyla izah ettikleri bir an gelir. Bu pasajlar Tlön gerçekliğinin ansiklopedilerde ilk kez belirdiği anı çağrıştırıyor bende. Kitabın son sayfalarıdır. Bu konuşmaların ardından bir helikopter yardımıyla Kelvin okyanusun üzerindeki adacıklardan birine iner. Şimdi ne olacaktır? Rheya geri mi gelecektir? Onu neler beklemektedir. İnandığı bir şey vardır. Satranç ustaları düzeninin sarsıldığı çağdır hâla. Mucizeler çağı henüz geçmemiştir.

Filmde Tarkovski bayağı ileri bir adım atar ve dünyaya dönmeyi, yeniden aile kurmayı çok büyük bir istekle düşünmeyen Kelvin’e içinde ölü babasının sağ olduğu, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği çiftlik evini verir. Daha yetkinleşmiş olan okyanusta çocukluğunun nostaljik ortamını taşıyan yepyeni bir ada belirmiştir. Bu daha başlangıçtır. Sırayla ölü annesi, sevgilisi Rheya da geri geleceklerdir. Böylece dünyada geçip gitmiş hayatlar, sevilen nesneler okyanus sayesinde zihninden türeyerek yeniden varolur. Kelvin son sahnede babasının dizlerine kapanır. Kalbindeki en güçlü arzusu gerçekleşmiştir. Mucizeler arka arkaya sökün edecektir. Kelvin şükranlarını sunmaktadır.

Filmdeki yorumun S. Lem’i rahatsız ettiği ve bir otel odasında Tarkovski ile tartıştıkları söylenir.
 
Stalker
Askerlerin sınırını koruduğu Yasak Bölge’ye ulaştıktan sonra Oda’ya yolculuk en kısa yoldan değil, Stalker’in gösterdiği dolambaçlı yollardan olur. Sorun geometrik değildir. Düz ve en kısa görünen yol en doğru ve tehlikesiz olan yol değildir. Çeşitli zorluklardan geçildikten sonra Oda’nın önüne kadar gelinir. Yol boyunca bir sürü ahkam kesmiş olan Yazar ve Profesör odaya girme cesaretlerini kendilerinde bulamazlar. Çünkü Oda’da sözle dile getirilen değil, en derinlerde duran, acılarlarla serpilen, en büyük istekler gerçek olmaktadır. Oda’nın hemen önünde ahlâki zaafları ortaya çıkar. Profesör, Oda’yı, kötü niyetliler girmesin diye yok etmek üzere gelmiştir. Yazar ise kendisiyle karşılaşma, en derin acılarıyla yüzleşme cesaretine sahip değildir. Ne entelektüel donanımları, ne kendilerine güvenleri, ne de fıtri kapasiteleri buna yeterli değildir. Fenafillah aşaması; huzur yeri bir adım ötelerinde bulunduğu halde içeri girmeye cesaret edememişlerdir.
Yasak Bölge ve Oda tutunacak dalını yitirmiş kimseler için bir umuttur. Bölge denilen yer insanın kurtuluşu sevgi ve özveride gördüğü bir bölgedir. İnsan burası dışında her yerde hapistir. Sahte hayatla çevrilmiş minicik bir adadır. Bencillikten özveriye yolculuğu başaramayan birinin Oda’da onu mutlu edecek bir dilekte bulunması mümkün değildir.

Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman* adlı kitabında Stalker filmiyle ilgili şunları söyler:
Bu filmde Bölge’ye giren insanların hedefinin aslında en gizli isteklerinin yerine getirildiği bir oda olduğunu hatırlatmak isterim. Stalker bir ara bölgenin garip topraklarından geçerken yazara ve bilgine bir zamanlar gerçekten yaşamış efsanevi Dikoobras’ın öyküsünü anlatır. Dikoobras, bu özlem diyarına ölümüne neden olduğu kardeşinin yeniden hayata döndürülmesi ricasıyla gelmiş, o odadan çıkıp evine döndüğünde zenginlikten başka hiçbir şey bulamamıştır. Zira Bölge onun gerçek, en gizli isteğini yerine getirmiştir. İstemesinin iyi olacağını düşündüğü şeyi değil.
Stalker’da belki de ilk defa, insanın ve ruhunun beslendiği o çok önemli olumlu değeri açık ve net bir biçimde ele alma zorunluluğunu duydum. Stalker’ın karısı üçünün mola verdiği meyhaneye geldiğinde yazar ve bilim adamı gizemli ve anlaşılmaz bir fenomenle karşı karşıya kalırlar. Karşılarında kocasının sürdüğü hayat ve doğruduğu sakat çocuk yüzünden çok acı çekmiş olmasına rağmen kocasını ilk gençlik günlerinin aşkı ve fedakarlığıyla seven bir kadın durmaktadır. Bu aşk ve bağlılık çağdaş dünyanın inançsızlığına, sinikliğine ve boşluğuna karşı çıkartılabilecek son mucizedir. Ve sonunda yazar ve bilim adamı da modern dünyanın bir kurbanı olurlar.

Sıksık Bölge’nin neyin simgesi olduğu sorulur, olağanüstü saçma tahminler yapılır. Bu tür sorular karşısında korkunç bir çaresizliğe kapılıyor, adeta deli oluyorum. Hiçbir filmimde simge kullanmadım. Bölge, bir Bölge işte. İnsanın katetmek zorunda olduğu hayat, hepsi bu kadar. İnsanın yok olduğu ya da dayandığı bu yerde ayakta kalmayı başarıp başaramayacağı kendine olan saygısıyla, önemliyi önemsizden ayırma yeteneğiyle belirlenir.
Her birimizin içinde olan o özgün insanilik ve ebedilik üzerine düşünmeyi teşvik etmeyi görevim sayıyorum. Ne yazık ki, bu sonsuzluk ve öz, insanın kendi yazgısını kendi elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Bir takım aldatıcı idealler peşinde koşulması yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın varlığını inşa ettiği ufacık bir kırıntı kalıyor; Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı insan ruhunda, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam katabilir.
Andrey Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman – AFA yayınları – 1986

Stalker filmini anlatmak kolay değil. Çoktandır varlığını unuttuğumuz uzun tutulmuş sahneleri, oyuncuların yüzlerinin yakın plan çekimleri ve Bölge gerçekliğinin çeşitli yönlerini deneyimlememize imkân veren çeşitli kamera açılarının kullanımı ile Stalker tinsel alana ulaşma becerisini, sinema dilinin mükemmelliğiyle bütünleyen gerçek bir başyapıttır.
Stalker için Bölge insanlığın son umududur. Onu yok etmek insanlığı da uçurumunda yalnız ve umutsuz bırakmak demektir. “Artık kimse oraya gitmek istemeyecek, artık kimse inanmıyor” diyerek ağlayan Stalker’a, kendisini aşkla seven karısı “Götürecek kimse bulamazsan beni götür” diye şevkatle ve sevgiyle cevap verir. Stalker, karısına ” Ya sende de işe yaramazsa?” diye cevap verir. Saf aşksızlığın sıkıcı, tekdüze ve acımasız insan yaşamına eklemlenmiş olan en harika Tlön gerçekliğini sonlandıracağından endişe etmektedir.
Film Stalker’ın mutant çocuğunun telekinetik yeteneğini kullanarak masanın üzerindeki nesneleri zihin gücüyle hareket ettirmesiyle son bulur. Eduard Artemyev’in filmin tinsel dokusunu yoğunlaştıran müziği sona ermiş, Beethoven’in 9. Senfonisi çalmaya başlamıştır. Mucize sergileyen en son sahnede acaba niye bu müzik kullanıldı diye düşünürken aklıma Mikhail Bakunin’in ‘Everything will pass, and the world will perish but the Ninth Symphony will remain’ sözleri geldi. Kelvin’in Solaris filminin en son sahnesinde babasının dizlerine kapanma sahnesini düşündüm. Her şey yıkılıp gidecek, ama sevme yeteneği denen mucize baki kalacaktı.
                                                                                                                Amsterdam 2009


                                          

13 Kasım 2016 Pazar

Kuzey Agarta Kutbu

Kuzey Agarta Kutbu


Son zamanlarda Kutuplar dendiğinde akla gelen çok konu var. Inferno, Agarta Uygarlığı, gizemli âlemlere açılan kapılar, yeraltı mağaraları, UFO’lar, Naziler’in ‘İçi Oyuk Dünya’ araştırmaları, bakir enerji kaynakları, ekonomik ulaşım ve yepyeni ticaret yolları. Kısacası bir ara ulaşılmaz, soğuk, işe yaramaz ve uzak bir yer gibi görünen Kutuplar zamanımızda giderek büyük bir önem kazanmakta. Bu gelişmeleri ele alıp yakın gelecek tasavvurlarına geçmeden önce dikkatimizi o buz katmanlarının iyice altına yöneltelim. Çünkü Kutuplar’ın altı ayrı bir gizemli âlem, üstü ise jeostratejik önemi her geçen gün artan değerli bir alan.


Karanlıklar Âlemi Olarak Yeraltı
Çocukken büyükler bazen çok kızdıkları birisi için ‘Yeri Gayya Kuyusu olasıca’ diye ilenirdi. Sonradan araştırınca bunun yedi katlı cehennem tasavvurunun en alt katı olduğunu öğrendim. Her kat belli bir ümmete ve kategori suçu işlemiş kimselere aitti. Bu derin yapının en alt katı Gayya’ydı. Gayya’nın aslında derin bir vadi olduğu görüşü de sık sık dillendirilmiştir.
Toplumların geçmişinde yeraltı kavramının önemli bir yeri vardır. Haksız da değillerdi. Yeri sarsan, binaları yıkan korkunç depremler ve şehirleri yakarak yok eden, insanları taştan cesetlere çeviren volkan püskürmeleri oluyordu. Bazı yerlerden sıcak sular ve zehirli gazlar püskürüyordu.

Eski zamanlarda Yeraltı ve Gök şeklinde iki kategoride, aydınlık, rahman, ilahi olan göklere izafe ediliyordu. Yeraltı ise, karanlık, kötülük, ceza çekme yeri,  bedensiz ruhların dolandığı karanlık mekânlar olarak tanımlanıyordu.

Sümer mitolojisinde günahkâr ruhların düşeceği yerin adı Kur’du. Tanrıça İnanna ölüler âleminin de kraliçesi olmayı arzular ve bu yeraltı âlemine yedi kapıdan geçerek inerdi. Kur çok katı ve sert uygulamaları ile meşhur ölüm ve karanlıklar tanrıçası Ereşkigal tarafından yönetilirdi.

Helen uygarlığında Kur’un karşılığı Hades olmuştur. Hades aynı zamanda yeraltının ve cehennemin tanrısıdır. Hades, Tartaros ve Erabos olarak ikiye ayrılıyordu. Ölen insanlar ilk önce Erabos’a daha sonra dipsiz kuyu Tartaros’a geçerlerdi.

Orta Asya’da, Şamanizm’de ise dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılmaktaydı. İnanışa göre karanlık âlemi olan yeraltında genellikle korkunç ve kötü ruhlar, örneğin Tümengi Töz yaşardı. Bu kötü ruhların başında Türk ve Altay mitolojisinde Erlik Han bulunurdu. Erlik Han insanın canını alıp yeraltına götürür ve sorguya çektikten sonra kendi emrinde kullanırdı.

Inferno
Hıristiyan inancında günahkârlar öldükten hemen sonra bir uçurum olan cehenneme iner ve hem ruh hem de  bedenleriyle azap çekerler. Ünlü Dante Alighieri İlahi Komedya’sındaki cehenneminde, yani Inferno’da böyle katmanlar mevcuttur. Hıristiyanlıkta cehennem için Hell, Hölle, İnferno ve sıfatları kullanılır. Hölle ‘çukur’, Inferno ‘aşağıda olan’ anlamına gelir. 

İslam inancına göre Allah’ın varlığını inkâr edenlerin, iman etmeyenlerin günahları ölçüsünde kalacakları yer Cehennem’dir. Cehennem kelimesi Arapça kökenli olup ismini Kudüs’ün güneyinde bulunan Hinnom Vadisi’nden, Ge-Hinnom’dan alır.
Dan Brown 2013 yılında yayımladığı Inferno adlı romanında Dante’nin Inferno’su, İstanbul, Yerebatan Sarayı ve Ayasofya’dan esinlendi. Yıl 2013 ve başlık Cehennem. Yeni Dünya Düzeni’ndeki cehennemin kapısı İstanbul’da! Aynı Dan Brown daha önce de Melekler ve Şeytanlar kitabında Vatikan’a anti madde bombası yerleştirmişti. Bunu da hatırlayalım.

Görüldüğü gibi binlerce yıllık mitler, efsaneler ve masallardaki semboller ve kavramlar zamanımızda hâlâ kullanımda. Bu kullanımın politik referansları ve gönderimleri daha önplanda haliyle.


Yeraltı Uygarlıkları
Yeraltına izafe edilen kötülüğün ve ceza mekânı vasfının tarihi insan tarihiyle yaşıttır. Peki ya yeraltında bambaşka âlemler varsa? Bunlar ceza çekme yerleri değil de sefa mekânlarıysa? Büyük ve kadim uygarlıklar yeraltında gizleniyor olabilir mi? Uzayın derinliklerine sonda yollayan yeryüzü insanları yeraltından bihaber olabilir miydi? Çok iyi saklanan bir sır da değildi üstelik. Yeraltı uygarlıkları hakkında sayısız söylenti, makale, düzmece olması pek muhtemel fotoğraf, film ve kitap mevcuttu.

Ünlü yazar Erich von Däniken 1968 yılında ilk insan kültürleri üzerindeki dünyadışı iddalarını dillendirdiği Tanrıların Arabaları adlı eserle adını bütün dünyaya duyurdu. Daha sonra kaleme aldığı kitabında yetmiş başlarında Güney Amerika’daki ucu bucağı belirsiz yeraltı mağaralarını ziyaret ettiği kitabı okuduğumda kafamda dağınık duran bir çok şey birleşmişti. Masallarda ve efsanelerde sürekli konu edilen kavramdı yeraltı uygarlıkları.

Dünya dört küsur milyar önce bir ateş topuydu. Zamanla soğudu. Kabuk bağladı. Bu kabuk okyanus tabanında 5-10 kilometre, kıtalarda ise 30-70 kilometre kalınlığındadır. Dünyanın çekirdeğinde de demir ve nikel ağırlıklı ergimiş bir kütle var. Göbek sıcaklığı beş bin santigrat derece. Volkanlardan püsküren mağma yeraltı ısısının kesin kanıtı. Klasik bilgimiz bu.

Naziler ve Oyuk Dünya Teorisi
1930 ve 40’larda Naziler yukarıda belirtilenden farklı olarak Oyuk Dünya’ya inanıyordu. Bu nedenle kutuplara seferler düzenlemişler, oralarda ölçümler ve kazılar yapmışlardı. Theory of Hollow World. Bir inanışa göre dünyanın içi bize anlatılanların aksine boştu. Birbirlerine tünellerle bağlı birçok kent ve hatta ırklar mevcuttu. Bu medeniyetlerden biri Agarta’ydı. Battığı rivayet edilen Mu ve Atlantis medeniyetlerinden göçen bilim insanları tarafından kurulmuştu. Başkenti Şambala adlı bir şehirdi.

Bilimkurgu yazınında özellikle 1960’ların sonuna kadar sıklıkla vurgulanan konu günümüzde kayda değer bir popülerlik kazanmış ve Oyuk Dünya Teorisi ile ilişkilendirilmiştir. Dünyamızın çekirdeğinde binlerce derecede ergimiş nikel ve demir çekirdek yerine küçük bir güneş ve iç çeperlerde bu güneşin yeşerttiği kırları, ormanları olan bir yaşam mekânı hayal edin.

Bizim güneşe uzaklığımız 150 milyon kilometre. Bu güneş ise azami altı küsur bin kilometre uzakta olabilir. Demek ki mini bir güneş. Termonükleer enerjiyi kullanarak yapay bir güneş oluşturabilecek teknolojiden, insan ya da dünya dışı zekâ taşıyan bir ahaliden söz ediliyor. Bir iddiaya göre UFO’lar uzaydan değil, yerin merkezinden geliyor. Kutuplar’daki deliklerden, kapılardan geçerek atmosfere ulaşıyorlar. Oradan da uzaydaki yolculuklarını gerçekleştiriyorlar.

Böyle bir tasavvura ‘hayal gücünün şeffaf kanatlarının hışırtısı’ der geçerdik; ama aklımızı, mantığımızı ters köşe yaptıracak bazı kanıt ve olaylar mevcut. Örneğin Naziler, Oyuk Dünya tezine de inanmışlardı. Kutuplarda yıllarca araştırmalar yaptılar. Bazı bölgelerde delme eyleminde bulundular. V1, V2 roketlerini yapan, Von Braun’ları yetiştiren, soğukta çalışan motorları icat eden, endüstride, fizikte, kimyada o sıralardaki en yüksek bilgiye sahip olan bir ülkenin bilim insanları boş bir hayalin peşinde niye koşar? Büyük bir savaşın hemen öncesinde ve sırasında enerjisini niye boş şeylere harcar? Kült yaratma peşindelik, ezoterik çılgınlık gibi açıklamalar bana yeterli izahat olarak görünmüyor. O yılların dünyadaki en yüksek teknolojiye sahip ülkesi Kutuplar ve Himalayalar’da bir şey arıyordu. Bu şey bir kapıydı. Yüksek bir teknolojiye, ‘Dünyanın Kalbi- Bilgeler Ülkesi’ diye nitelendirilen Agarta’ya açılan bir kapı.

Kapılar
Eğer yerin altında yapay bir mini güneşle organik hayat tesis edebilecek bir medeniyet mevcutsa kendi isteği dışında teknolojisini niye bizle paylaşsın? Bu silahça, teknolojice zayıf Afrikalı bir ahali değil. Vurup kırıp sömürülebilecek bir durum yok yani. Popomuzun altından fişeği çaktı mı kendimizi cümbür cemaat anında Ay’da buluruz alimallah.

Zorla değil ricayla olabilir tabii, ama esas meselenin bir zamanlar orada yaşamış ve çoktan çekmiş gitmiş bir uygarlık beklentisi olduğunu düşünüyorum. Ardında kalan yüksek teknoloji ürünü malzeme İkinci Dünya Savaşı sırasında onu ele geçirenlere büyük bir üstünlük sağlardı. Ana hedef buydu muhtemelen. Naziler çeşitli kapıları yokladılar. Başaramadılar.   

Ayrıca bu üstün medeniyet kalıntısının dünyamızın sadece kabuk bölgesinde mesken tutmuş olması da muhtemel görülüyordu. O dev ve yekpare kayaları oyabilecek teknoloji de azbuz bir şey değildi. Bugün bütün dünyayı saran mağaralar sistemine sıcak bakanların sayısı bayağı çoktur. Anadolu bu bakımdan da zengin bir yapıya sahiptir. Kapadokya bölgesi, Nevşehir’in Kaymaklı ve Derinkuyu kasabalarının altındaki yeraltı kentleri ilk aklıma gelenler.

Dünya ölçeğinde birbiriyle bağlantılı, dev bir mağaralar ve yeraltı şehirleri sistemi öngörülüyor. Bu mağaraların önemli bir bölümü Sibirya’da ve Türklerin ağırlıklı olarak yaşadığı Orta Asya'da görülmektedir. Kimi yazarlara göre, Göktürk, Uygur ve Hun masallarındaki, ‘Ataların kutsal mağaraları’ ve bir mağaradan geçilerek ulaşılan ‘Gizli Ülke’ inanışında Agarta'nın simgeleri de bulunmaktadır. Tibetliler bu yeraltındaki mağaralarda gizlenen bilge kimselerin bir gün yeryüzüne çıkarak etrafı güllük gülistanlık yapacağına inanıyor. Bugün bile yeraltından gelecek ihya ve hidayeti bekleyenlerin sayısı hiç de az değildir.  

Agarta'nın yeryüzüne açılan kapılarının sayısı söylencelerde farklı.  Birle yedi arasında değişiyor. Bu kapıların adresi söz konusu olduğunda listenin başında Kuzey Kutbu’nu görüyoruz. Bu kapılara henüz ulaşılamamış durumda. Yüksek teknolojiye sahip ülkeler bu eşsiz yerleri bulabilmek için bütün güçleriyle çabalamakta. Bu konuda Ruslar önde gibi görünüyor.


‘Dünyanın son sömürge yarışının başlangıç atışı’
2007 yılının Ağustos başında Mir 1 adlı mini denizaltı Kuzey Kutbu’nun 4261 metre derinliğindeki tabanına titanyumdan yapılmış Rus bayrağını dikti. Ruslar ‘insanlığın tarihinde ilk kez Kuzey Kutbu’nun altındaki deniz tabanına ulaştığını ve bunun Ay’a ilk kez insan indirmek derecesinde önemli olduğunu’ belirtti. ‘İnsanlık için muhteşem bir adım’ hali ikinci kez yaşandı. 

Ruslar pratik olarak kapılardan en çok bahsi geçene bayağı yakın durumda. Nazi rüyasını onların rakibi Ruslar devralmış görünüyor. Batı medyasında çıkan çeşitli yorumlardan en ilginci Ruslar’ın bu başarısını ‘Dünyanın son sömürge yarışının başlangıç atışı’ olarak değerlendireni olmalı. Bu çok doğal. Çünkü Rus bayrağının dikildiği bölge muazzam bir enerji deposu ve şu ana kadar hiç dokunulmadı.

Bilimsel araştırmalar, dünyanın keşfedilmemiş petrol rezervlerinin yüzde 13’ünün, yine keşfedilmemiş doğalgaz rezervlerinin ise yüzde 30’unun bayrak dikilen bölgede olduğunu gösteriyor. 2010 rakamlarına göre dünyada keşfedilen yeni petrol-doğalgaz sahalarının yüzde 60’tan fazlası da burada. Önümüzdeki on yılda alt yapı olarak buraya harcanacak paranın çeyrek trilyon dolar olacağı tahmin ediliyor. Çok büyük ticari fırsatlardan söz ediliyor.


Kutuplardaki Türk Üsleri
Türkiye 2015 yılında Kuzey Kutbu’nda üs kuran ülkeler arasına katıldı. Güney kutbu için de çalışmalar sürüyor. Neyse ki, ‘Ta oralarda ne işimiz var?’ diyen sesler duyulmuyor.  İnsanoğlunun elinin uzanabildiği uzay da dâhil her yerin parsellendiği zamanlarda böylesine stratejik bir bölgenin haricinde durmak akıl kârı değil çünkü.

Kuzey İpek Yolu
Enerji dışında yeni bir jeopolitik alan da doğuyor. Kuzey Kutbu’ndaki buzların erimesiyle dünyanın damı denen yerden geçen yepyeni bir ulaşım hattı oluşuyor. Asya’nın doğusuyla Avrupa arasındaki deniz taşımacılığında büyük bir tasarruf sağlamasının yanında kazanç da sağlayacak. Stratejik yanı da olan bu yeni deniz güzergâhı Panama ve Süveyş Kanalı’nın önemini bir miktar azaltacak muhtemelen. Bir örnek vereyim: Rotterdam ile Şangay arasındaki eski yol yarı yarıya kısalacak. Binlerce millik bir kazanç söz konusu. Yeniden paylaşım savaşlarının başladığı dünyamızda bu hat güneydekine göre daha güvenli olacağı için özellikle tercih edilecek. Siyasi istikrarsızlıklıkların olduğu bölgelerden geçilmeyeceği için gasp cinsinden riskler minimalize edilecek.

Kuzey Agarta Kutbu ve Tapu Meselesi
Putin kutupların altından getirilen bir milyon yıllık suyu yudumlarken bütün dünyaya bir mesaj verdi sanki. ‘Altı Agarta, üstü enerji yatakları, yüzeyi yeni ticari rota olan bu yerde arslan payı benim.

Muazzam enerji potansiyeli ve Kuzey İpek Yolu alternatifi herkesin iştihasını kabartmış görünüyor. Bölge civarında iki süper güç pozisyon almış durumda. Hemen çevrede komşu ülkeler var. Böylelikle ABD, Rusya, Kanada, Danimarka ve Norveç başlıca hasımlar haline dönüşüyor. Bölgeye daha uzak olan Almanya, İngiltere, Japonya ve kimi Baltık ülkeleri haris yarışa katılıyor. Çin geri kalır mı? Yeni ve hızlı ulaşım yolları en çok onu ilgilendiriyor. Geçen birkaç yıl içinde kutuplarda onlarca askerî tatbikat yapılması boşuna değil.

Kuzey Kutbu’nun tapusu kimde?

Buzları eritenlerde mi? Bir ara onları da konuşmak lazım aslında.

Bu oldukça teknik ve grift bir mesele. Şu an bu paha biçilmez yerin bir sahibi yok. Tüm ülkeler bölgeye bilim adamlarını gönderiyor. Ekipler ülkelerine hak sağlayacak bulguları topluyor. Belli bir süre sonra uluslararası platformlar bu bilgileri tartışacak.


Sıfırıncı Meridyen
Ortadoğu, Kafkaslar ve Ortaasya’da bugün yaşanan politik gerilimlerin ardında enerji savaşları önemli bir rol oynuyor. Merkez Orta Doğu ve Orta Asya. Bu merkez bir süre sonra Kuzey’e kayabilir. Rusya, Agarta Kapısı’nın yanı sıra Türkiye’nin Kapısı’nı da çalıyor. Türk Gazı işi ciddi bir hamle. Zaten biz coğrafi olarak Kutuplar’dan uzak olsak da, İstanbul ‘Sıfırıncı Meridyen’in asli sahibi olarak merkezde duruyor.

InfernoCehennem adlı kitabın ve yakında gösterime girecek filmin İstanbul’u, Ayasofya’yı ve Yerebatan Sarayı’nı konu alması boşuna değil. Yerebatan Sarayı’nın önündeki ünlü Milyon Taşı, Sıfırıncı Meridyen’nin nişan yeridir.

Bu gidişatın sonu çok bilinen masallardaki gibi olacak sanırım. Şiddetli çekişmeler yaşanacak ve ardından kapılar içeriye az sayıda seçilmişi buyur edecek.
                                                                                                                Yazarın sitesi: sadikyemni.com


                                                  ----------------

12 Kasım 2016 Cumartesi

Mektupların Yazıldığı Yer (Kısa Öykü)

Mektupların Yazıldığı Yer    
                                                

  İlk mektup geleli altmış yılı geçti. 5 kuruşluk pulla şehir içi yollanmıştı. Şaşkınlığım bayağı dallı budaklı olmuştu. Çünkü mektup en gizli fikirlerimi, kimseye anlatmadığım ayrıntıları, birkaç naçiz sırrımı bilen biri tarafından yazılmıştı. Benmişim gibi davranıyordu. Benden ve kendinden biz diye söz ediyordu. O zamandan bu yana tam 114 mektup yolladı. Tek bir kez bana sen ya da siz diye hitap etmedi. Adımı hiç kullanmadı. Kendi adını da. İmza falan da atmadı.
  İlk mektup Beşiktaş postahanesinden yollanmıştı. O sıralarda Kurtuluş’ta Sopalı Hüsnü sokakta oturmaktaydık. Sekiz yaşındaydım. Okuma yazmayı yeni sökmüştüm. Annem sana bir mektup geldi deyince çok şaşırmıştım. 1948 yılıydı. Babama bile ayda bir mektup ya gelirdi ya gelmezdi. 
  Zarfın üzerinde Ziya Antepli yani benim adım yazmaktaydı. Annem benden çok merak etmişti. Zarfı kenardan yırtmamı sabırsızlıkla izliyordu.
Biz artık Fuat ve Emine ile konuşmayalım.Biraz küselim. Yalan söylediler. Sınıftaki vazoyu biz kırmamıştık. Bir de artık sarı bilye almayalım. Uğursuzluk getiriyor. Maviler ve lacivertler daha ehven. Cumartesi günü Ethem amcamız gelecek. Bize çikolata getirecek. Otomobiline binip gezeceğiz. Dondurmadan karnımız ağrıyacak, ama çok değil.
  O sırada evimizde telefon yoktu. Ethem amcamın geleceğini annem bile bilmiyordu. Okuldaki vazo işini de anlatmamıştım. Zarfın üzerindeki pul gerçekti. Damga da öyle. Cumartesi günü Ethem amcam, karısı ve yaşıtım olan kuzenimle birlikte çıkıp gelince apışıp kalmıştık. Mektubu Ethem amcam atamazdı. Çünkü Bursa’da oturuyordu. Ne Fuat’ı, Emine’yi, ne de uğursuz sarı bilyeleri bilebilirdi. Çok dondurma yemekten ötürü karnımın ağrıyacağını da. Sonradan annemle saatlerce bu konu üzerine konuşup durmuş, ama bir sonuca varamamıştık.
  Mektuplar düzensiz aralıklarla bugüne kadar sürdü. Önce babam, sonra annem bu dünyadan göçtüler. Makine mühendisi oldum. Bir firmada iş buldum. Evlendim. Bir oğlum oldu. O büyüdü. Şu anda Ottawa’da yaşıyor. Evli. Üç çocuğu var. İki yılda bir gelir beni görmeye. Annesi beş yıl önce beyin kanamasından vefat etti. Misafirlikteydi. En yakın arkadaşı arayıp haber vermişti. 
  Artık emekliyim. Oğlum yurtdışına gidip yerleşince Kurtuluş’da bir süredir boş tuttuğum baba evini satıp, Semra’yla evlendiğimizde taşındığımız Afet çıkmazındaki bu daireyi satın aldım. Sokağın ismi başka. Köşedeki Afet apartmanı nedeniyle semt sakinleri arasındaki lakabı Afet çıkmazıdır.
  Bu dairede geçen yıl bir ay arayla iki kez kalp krizi geçirdim, ama nefes alıyor kalmayı başardım. Şimdi ilaçlarla, doktor bakımıyla ve dostlarla sohbet ederek yaşamaya devam ediyorum.
  Mektuplar yeni adresimde de beni bulmaya devam etti. İyice seyrekleşmişti. Bu sabah hepsini yeniden tanzim ettiğim için kesin biliyorum. Son beş yıl içinde sadece altı mektup aldım. Sonuncu bu sabah geldi. Başka mektup gelmeyecek artık. Çünkü gizemli, sırlı mırlı mektupçum beni buluşmaya davet etti.
Yarından sonra, yani Pazar günü gel beni pazarda bul. Öğle
üzeri iki gibi falan. Hava azıcık yağışlı olacak, ama şemsiye gereksiz. Kafandan endişeli düşünceleri yelpazele. Öyle gel. Gel ve  gör beni artık.
  Ne kadar heyecanlandığımı hayal edebilirsiniz. Ömrüm boyunca bana mektup yollayan, beynimin en derinliklerindeki düşünceleri bilen, yakın gelecekten haberler veren kimseyi sonunda görebilecektim.
   Onu bulmak için neler yaptım bilseniz. Önce annem, sonra karım yardımcım oldular. Mektuplara elle dokunmuyor, yazılanları okumuyor olsalar delirdiğimi sanabilirlerdi. Mektupçu dostumun yakın gelecek bildirileri daima doğru çıkıyordu. En çok bu nedenle onlar da yazarı merak ederek ölüp gittiler. Veteriner olan babamın yaklaşımı farklıydı.
  ‘Bir iki mektubu okumadan yırt at. Yenisi gelmez göreceksin.’ Dışarıdan itiraz etmeme rağmen içimden ona hak vermekteydim. Merakım mıknatıs, gelen mektuplar demir tozlarıydı.
  Mektupları yazanı bulmak için bir ara postahanede çalışan bir arkadaşımı görevlendirdim. Adam araştırdı. Bir ip ucu bulamadı. O sıralarda postahaneye gelenleri gözleyen kameralar yoktu. Oradan bir sonuç alamadım.
  Yazı karakterlerinden anlayan bir arkadaşıma ikimizin yazılarını kıyaslamasını rica ettim. Çünkü el yazılarımız da biraz benziyordu. O da L’leri benim gibi bol virajlı yapmaktaydı. Arkadaşım yazıların kesinlikle iki ayrı kimseye ait olduğunu bulguladı. Hayalci, romantik yanlarımız paraleldi. Ama diğeri daha dinamik, kararlı, idareci tipli bir el yazısına sahipti.
  Mektup hikayesini annem, babam, oğlum ve karım Semra’dan başka kimseye anlatmadım. Açık delil olan pullu zarfları, benimkinden farklı elyazısını göstersem bile uzun vadede dalga geçilecek materyale dönüşeceklerdi.
 Bir de gizemi yayarsam seyrelecekti kaçınılmaz olarak. Bunu istemiyordum. Bu mektuplar, sıradan yakın  gelecek uyarıları, yapılan şeylerin ikinci bir merci tarafından irdelenmesi falan bana bir çeşit moral olmaktaydı. Sorunlarla mücadelede, hızla değişen dünyaya akıl erdirmede, uyum sağlama yarışında eğilmeden, bükülmeden, kırılmadan tek parça kalmamı sağlamaktaydı. İnsan bazen kalabalığın içinde bile kendini yalnız hisseder. Ben öyle değildim. Elle tutulur kağıtlar, üzerinde tarih basılı damgaların basılı olduğu zarflar tanığımdı ki, ben öyle değildim. Birinci olacak atı, en büyük ikramiyeyi kazanacak sayıyı söylemese de beni yakın gelecek için uyaran, düşüncelerimi en derinden paylaşan gizemli bir dosta sahiptim.
  Bundan birkaç yıl önce TekinsizX Öyküleri adlı bir kitap okumuştum. Orada Çiftil Olayı adlı uzun öyküde benim durumuma çok benzeyen bir olay anlatılmaktaydı. Finalde araştırıcı olağanüstü sonuçlara ulaşıyordu. Kitabın yazarına ulaşmayı denemedim. Google vasıtasıyla bunu yapmam çok kolaydı. Düşündüm ama uygulamadım. Çünkü o sırada hayalkırıklığına uğramaya hazır değildim. Sıradan yaşamlara müdahale sıradan olur.
   Cuma ve Cumartesi günleri vaktimin çoğunu evde geçirdim. Kütüphanemi tanzim ettim. Mektupları sakladığım kilidi olan kobalt mavisi renkli metal kutuyu getirip yemek masasının üzerine koydum. Zarfların geliş sırasına uygun sıralanıp sıralanmadıklarını kontrol ettim. Rasgele seçtiğim mektupları okudum. Çocukken aldıklarım açıkça bir çocuk tarafından yazılmıştı. Gençlik mektuplarım da genç bir havaya sahipti. Şimdilerde onun da yaşlandığını hissediyorum. Benim gibi el yazısı değişti. Gözleri iyi görmüyor belli.
  Yıllardır televizyon izlemiyorum. Bir ara televizyonu açtım. Kanallar arası kısa bir gezintinin  ardından yine kapattım. Bana hitap eden bir şey kalmamıştı hipnoz kutusunda. Dünyanın çivisi çıkmıştı. Üzerimize bir sürü çekiç inip kalkmaktaydı. Bazı dostlarım arayıp halimi hatırımı sordular. Minnetle uzun konuşmalar icra ettim. Geceleri erken yatıp, sabahın ilk ışıklarında kalkarak uzun yürüyüşlere çıktım. İçimde mayalanan sabırsızlığı en iyi dost ahbap meclislerinde yatıştırabilirdim, ama bunu yaparsam mektupçumdan söz etmemem neredeyse imkânsızdı. Cep telefonumun aküsü bitince doldurmadım. Evde kaldım ve kendimi eskiden çok sevdiğim kitaplardan sayfalar okuyarak oyaladım.

*

  Hava gerçekten kapalı. Zaman zaman bir ahmak ıslatan beliriyor ve çekilip gidiyor. Nisan başı için hava azıcık serin. Ayaklarım irademin dışında hızlı adımlar atıyor. Pazara elli metre kadar yaklaştım. Kalbim pırpır birkaç tanıdıkla selamlaştım. Eski dostum Selami karısıyla karşı kaldırımdan geçmekteydi. Görmemezden geldim. Konuşmaya dalmışlardı. Beni farketmediler. Sonunda semt pazarına girdim. Kalabalıktı. Çocukluğumdan beri pazara gitmeyi severim. Çok bir şey almadan öyle dolanıp durmak. Topraktan fışkırmış sebzelere dokunmak. Eve ayaklarına kara sular inmiş durumda dönmek.
  Bu defa farklı. Ne kan kırmızı domatesler, ne dipdiri maydanozlar, ne de hormonsuz küçük çileklerde gözüm. Mektupları yazanı nasıl tanıyabileceğimi düşünüyorum. O beni biliyor. Herhalde yanıma gelip kendini tanıştıracak. Nasıl biri acaba diye çok heyecanlanıyorum. Kalbim bayağı hızlı atıyor.
  Elimde değil. Çok olağanüstü yeteneklere sahip biri olmalı. Bir cins medyum belki. Düşüncelerimi okuyabiliyor ve yaptığım işlerin bilgisinin en küçük ayrıntısına vakıf. Annem ve karım bu mektupları yazanın kutlu bir kimse, nebi cinsinden biri olabileceğini defalarca ima ettiler. Aralarında bunu konuşuyorlardı şüphesiz. Böyle olağanüstü biri neden benim gibi sıradan birini muhatap seçsin? Herkes seçilmiş olmak ister. Ama buna bir neden de duymak ister. Bu nedeni hiçbir zaman bulamadım. Hiçbir özelliğim diğer insanlardan aşırı farklı değildi.
  Sıradan bir makine mühendisiydim. Aynı firmada 32 yıl çalışıp emekli oldum. Oğlum 18 yaşında öğrenim için Kanada’ya gitti ve oraya yerleşti. Babam, annem ve karım anlı şanlı ölüm köprüsünden geçip gidince yalnız kaldım. Allahtan hatırşinas dostlarım vardı. Ve de bu mektupların yazarı tabii.
  “Anne, anne bak. Şu amcadan iki tane var.”
  Sarı pantolonlu, lacivert yağmurluklu beş yaşlarındaki siyah kıvırcık saçlı çocuğun eliyle işaret ettiği yerdeydi mektupları yazan. İkizim değildi. Bana epey benzediği söylenebilirdi. Orta boy, bembeyaz gür saçlı büyükçe bir kafa, iri gözler, dar omuzlar, boyla orantılı uzun bacaklar. Kıyafetimiz de tıpa tıp aynı değildi, ama bir paralellik vardı. O koyu lacivert, ben siyah pantolonluydum. İkimiz de krem renginin tonlarında ince pardesüler giymiştik. O uçuk mavi, ben eflatun gömlek giymiştim. Ayakkabılarımız modelleri farklı olmakla birlikte siyahtı.
  Çocuğun annesi etrafına bakındı. Gözleri beni taradı geçti. Çocuğun işaret ettiği benzerliği farketmişe benzemiyordu.
  “Hani nerde?”
    “Orda.”
  Kadın tekrar çocuğun işaret ettiği yere bakıp başını salladı. Görmüyordu.
  “İyi. Sonra tekrar şey yaparız. Haydi elimizdekileri arabaya götürelim.”
  Kadın ve çocuk torbaları yüklenmiş giderlerken çocuk başını çevirip bana baktı ve gülümsedi. İçimden bir ses çocuğun benimkine benzer mektuplar almasına ramak kaldığını söyledi. Onunkiler elektronik postayla gelecekti herhalde.
  “Gönlünüzden ne koparsa. Şu ama fakire bir sadaka.”
 Hemen sağımda çocukluk zamanlarımdan fırlamış gibi duran siyah elbiseli, kara güneş gözlüklü, sol kolunda sarı bandrol olan dilenciyi görünce yeterince şaşıramadım. Pazar yeri pek şenlikliydi bugün. Hemen cüzdanıma davrandım ve adamın elinde tuttuğu pirinç kutuya bir lira attım. Metal yüzeydeki çınıltı üzerine adam başını bana çevirdi. 
  “Bir kapıda iki dilenci olmaz, ama iki kapı bir dilenciye iyi gelir bayım. Allah sizden gani gani razı olsun.”
  Bu arada göz ucuyla krem rengi pardesülü adamın çıkışa doğru yürüdüğünü görmüştüm. Hemen o tarafa seğirttim. Önce koşup yetişip konuşmak istiyordum, ama adımlarımı yavaşlatıp onunkilerin hızına indirdim. Altmış yıl beklemiştim bu an için. Aceleye ne gerek vardı.
  Birlikte benim evimin yönüne yürüdük. Bir an hayalet olduğunu düşünmedim değil, ama gelip geçenler onu farkediyorlardı. Yürürken hacmi diğer kimseleri hesaba almaya zorluyordu. Bedenlerin içinden geçip gitmiyordu yani. Bu arada sol ayağından bir sıkıntısı olduğunu farkettim. Topallıyordu hafifçe.
  Birlikte Afet çıkmazı’na vardık. Şimdi ne olacaktı. Cebinde benim evimin anahtarını taşıyor olabilir miydi? Adam çıkmaz sokağa sapmadı yoluna devam etti. Merakla ardından yürüdüm. Adımlarım istemeden hızlanmıştı yine. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaktaydı.
  Diğer köşede ağzım bir karış açık kaldım. Benimkine paralel bir Afet çıkmazı daha vardı. Tıpa tıp aynısı değildi. Geri dönüp baktım. Park etmiş araba sayısı farklıydı. Evlerin boyası ve yerdeki asfalta yapılan yamalar ve hatta başını kaldırıp baktığında binaların çerçevelediği gökyüzü. Her şey azıcık farklı olmakla beraber benzerlik müthişti. Apartman isimleri tıpatıp aynıydı.
  İkinci Afet çıkmazındaki Afet apartmanının kapısı aralıktı. Zillere baktım. 3. katın zil etiketi boştu. Bizimkinde benim adım yazılıydı. Mektupçum görünürlerde yoktu. Ayaklarım kendiliğinden merdivenlere yöneldi. Üçüncü kata vardığımda nefes nefese kalmıştım.
  Daire kapısı benimkinin tıpa tıp aynıydı, ama dışarı konmuş paspas farklıydı. Açık kahverengi ve hasırdan yapılmaydı. Ben asla öyle ucuz ve adi malzeme kullanmazdım.
  Sağ elim zil düğmesine dokundu. Delirmediğimin, bütün bunları hayal etmediğimin tescili olacak şeylere bir an önce ulaşmak arzusundaydım. Huşudan hışır hışırdım da. Normali aşmışlığın çekim gücüyle yoğrulmaktaydım adeta.
  Kapıyı açan bir çocuktu. Muhatabımın torunuydu herhalde.
  “Ben... Şey...”
  “Gel içeri Ziya.”
  Beş altı yaşlarında bir çocuğun bana senli benli hitap etmesi garipti, ama bunu kafaya takacak durumda değildim. Eşiği geçiverdim. Benim eve çok benzeyen ama ufak tefek farklılıklar gösteren holden yürdüm. Oturma odasından konuşma sesleri gelmekteydi.
  “Beni tanımadın değil mi Ziya?”
  Durup kısa pantolonlu, göğsü dondurma lekeli sarı tişörtlü çocuğa baktım.
  Senli benliliği boşuna değildi, ama kaynağını çıkaramıyordum.
  “Yaşar. Yaşar Benli. İlkokul birinci sınıfta aynı sırada oturuyorduk.”
  Derin bir şaşkınlıkla çocuğa baktım. Yaşar o yılın bitimine doğru bir araba kazasında ölmüştü. İyice sararmış ilkokul fotoğraflarında yanyana pozlarımız vardı.
  “Bu... Bu ne demek oluyor Yaşar?”
  Yaşar elimi tuttu ve  “Gel.”dedi.
  Holün kapısını açtı. İçerisi bayağı kalabalıktı. Parti falan mı... Birden annemi, Semra’yı, uzun boylu biriyle hararetli hararetli konuşan babamı gördüm. Başkaları da vardı. Aralarında pazarda gördüğüm kimse yoktu. Ve de odadakiler benim varlığımı farkında değilmiş gibi yapmaktaydılar.
  Yaşar beni üzeri pastalar, pohaçalar, böreklerle yüklü masaya doğru götürdü. Gözlerimi görünümleri çeşitli yaş durumlarını aynı anda gösteren annemden, karımdan ve babamdan alamıyordum. Harıl harıl konuşmalarını anlamını sökemediğim bir gürültü gibi algılamaktaydım. Masada benim evde mektupları sakladığım metal kutunun tıpa tıp aynısı durmaktaydı.
  “Aç kapağını.”
  Yaşar elini çözmüştü benden. Biraz titreyen sağ elimle kobalt rengine boyalı kutunun kapağını açtım. İçinde sandığım gibi bendeki mektupların kopyaları ya da yazılmış ve yollanmamış olanları yoktu. Kutu boştu. Dibi de çok tanıdık bir yere pencere olmuştu. Bir sokak ötedeki evimin oturma odasını görüyordum. Koltukta oturuyordum. Pazara gitmek için giydiğim kıyafetim vardı üzerimde. Ayakkabımı ve pardesümü bile çıkarmamıştım. Baş ucumda da mektupçum durmaktaydı. Adamı profilden görüyordum. Benzerimdi, ama ikizim değildi. Başım garip bir şekilde sağ yana kaymıştı. Uyuma pozisyonu değildi. Birden ayıktım. Sıfırıncı ölüm yıldönümümü izlemekteydim.
  Cesedim o evdeydi. Birden evimin kapısını anahtarımla açtığım anı, göğsümdeki sızıyı hatırladım. Pazardan dönmüş ve en sonuncu kalp krizimi geçirmiştim. Yeni duruma geçiş kutlaması ise bu evde yapılacaktı. Mektupların yazıldığı yerde.
                                                                                Amsterdam - Mayıs 2009

                           --------------------------------------

SOLİD Türkiye’deki Yazarları İçinde Barındıran Krater

SOLİD
Türkiye’deki Yazarları İçinde Barındıran Krater

Türkiye’de tanınmışı, az tanınmışı, yeni başlayanı, yazarların bir bölümü SOLİD tanımına uymaktadır.

Nedir bu SOLİD?

1 – SOlcu, beral ve Demokrattır.

2 -  Gezizekâlıdır. Bazıları artık bunu saklıyor.

3 -  Türkiye’deki her türlü ilerleme, inkişafa karşıdırlar. Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 3. Havalimanı Nükleer Santral yapımı başta olmak üzere gelişmiş ülke olmamız için gerekli hiçbir atılımı yapmamızı istemezler. Babaları anaları da zamanında birinci Boğaz köprüsü’ne karşı çıkmıştı. Gericidirler.

4 - İçten gelen bir şekilde OO’durlar. Organik Oryantalisttirler yani.

5 – 15 Temmuz 2016 gecesi darbenin ilk saatlerinde SOLİD’lerin tümü sessiz kaldı. Sonradan bunu sürdürenler oldu. Bir şey beyan edenler de bayağı kıvırtık üsluplar sergiledi.

6 – Özgürlük, hukuk gibi dillerinde laftan ibaret olan değerleri öne sürerek PKK’yı, PYD’yi, terörü öven yayınları, yani aslında FETÖ’yü ve DAEŞ’i de açık açık desteklerler.

7 - Cumhuriyet Gazetesi’nin yabancı ülkeler ve Faiz Lobisi adına terör destekçiliği ve bölücülük yapmasını doğal bulurlar.

8 – Berlin-Londra ve Tel Aviv istemiyor diye onlar da başkanlık sistemine karşıdır.

9 – Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki yıkımın mimarlarından Hillary Clinton başkan seçilmedi diye karalar bağladılar.

10 – Bazıları gerçekten iyi yazardır. Ama gönül noksanlığı ve vicdan erozyonu nedeniyle zamanın ruhunu okuyan bir roman yazmaları maalesef mümkün değildir.

                                                                                                                                              Kasım -2016

FETÖcülük Eşiği, Diyalog Darbesi, Cumhuriyet Gazetesi, Charlie Hebdo, MGS ve Can Doe KISA KISA:1


FETÖcülük Eşiği, Diyalog Darbesi, Cumhuriyet Gazetesi, Charlie Hebdo, MGS ve Can Doe – Kısa Kısa :1

Arada böyle kısa kısa notlar düşmeye devam edeceğim. İlki bu olsun.


FETÖcülük Eşiği

Gizli Kardinal, Siyonist Vaiz, Terörist Başı Fetullah’ın takipçisi, müridi, inananı olmadığınızın en kesin delillerinden biri o eşiktir. Mürekkep yalamış takımdan kim 17 – 25 Aralık 2013 FETÖcü Hukuk Darbesi sonrasında bu meşum örgütle arasına mesafe koymadıysa o kimseye soru işaretiyle bakılmalıdır.  

17 Aralık Mevlana’nın ölüm tarihi, 25 Aralık İsa’nın Doğum tarihidir. 17-25 Aralık darbesi bu haliyle bir DİYALOG DARBEsidir.

Diyalog Darbesi şokunun etkisiyle 2014 baharında Türk edebiyatında bir roman şeklinde ilk olan Kayıp Kedi adlı, FETÖ-MİT çatışması konu alan kitabımı yazdım. 2015 yılında yayımlandı.


Yuh Olsun! Cumhuriyet Gazetesine
90’lı yıllarda periyotlarla Cumhuriyet Gazetesine aboneydim. Amsterdam’da yaşıyordum ve yıllık abone tutarı bu günün rayiciyle 3500 TL’ydi.

PKKcı-FETÖcü terör gazetesine hakkımı helal etmiyorum.

Cumhuriyet Gazetesi'nin gerçek Atatürkçüler’in eline geçene kadar devletin kontrolü altında kalmasını elzem buluyorum.


Charlie Hebdo Olmak13 Ocak 2015
Bir karikatürcünün düşüncesi ne derece rahatsızlık verici, saygısızca, aşağılayıcı, acımasız, düşmanca ve nefret yüklü olursa olsun katledilmesi insanlık suçudur. Terörün her türlüsünü lanetle kınıyorum.

İstesem ‘Ben Charlie Hebdo’yum’ diyebilirim ama…

Ama pek muhtemeldir ki bazılarınız bunu yazmanıza söylemenize rağmen (menfur cinayeti kınama anlamında) Charlie Hebdo değilsiniz. Bu sıfatı hak etmiyorsunuz.

Çünkü, daha eskileri pas geçtim, Batılılar tarafından son yirmi beş yılda yeni sömürgecilik ve tahakküm saikiyle öldürülen milyonlarca müslüman için aynı hassasiyeti göstermediniz. Mısırdaki silahsız İhvan mensuplarının ölümü üzerine ‘Ben İhvanım’ demediniz. Filistinde öldürülen çocuklar ve gazeteciler, Boko Haram’ın menfur cinayetleri, Suriye’de öldürülen insanlar, Irakta öldürülen bir milyon müslüman, Guantenemo işkencehanesinde telef olan müslüman mahkumlar, Almanya’da işlenen dönerci cinayetleri, Srebrenica’da NATO askerlerin gözü önünde öldürülen on bin Bosnalı ve daha saymadığım nice müslüman katliamları için aynı hassasiyeti göstermediniz.

Charlie Hebdo falan değilsiniz.


MGS
Müzmin Gezizekâlılık Sendromu.

Müzmin Gezizekâlılık Neo-liberal Emperyalist projenin yarattığı bir zihin kirliliğidir. Protesto hürriyeti, fikir özgürlüğüyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bir ülkenin, örneğin Türkiye’nin gelişimini engellemek ve parçalamak için yabancı gizli servisler adına sokağa çıkıp vandallık yapmayı devrim zannedenlere verilen addır. Türkiye solu ve liberaller sayesinde patalojik bir terim olarak tıp literatürüne girmiştir.

NOT: Bu terim bir şeyi protesto için Gezi olayları sırasında sokağa çıkan, şiddete bulaşmamış, vaktinde dönen tezgâhları çakarak elini ayağını sokaktan çekmiş kimseleri kapsamaz.


Can Doe’yu Herkes Tanıyor



Mart 2016 ayında kaleme aldığım Balonlu Vadi adlı denemem Haziran 2016’da İtibar Dergisi’nde yayımlandı. Orada MİT TIRları davasında casuslukla suçlanan Mister, Mösyö, Herr Can Doe’nun kaçacağını yazdım.

Vatansevmez bir entel kesimin prototipidir. Takım halinde acınacak bir durumdalar. İhanetle ulaşabilecekleri yerler çok sınırlı ve yeterince muhkem değil. O yüzden bu zatın soyadını Doe olarak kullandım. John Doe ABD’de kimliği belirsiz cesetlere verilen isimdir malum.




                                                                                                                   12 Kasım 2016