14 Mayıs 2020 Perşembe

ZOMBİNAME - Gün Batımında İki Güneş


ZOMBİNAME
GÜN BATIMINDA İKİ GÜNEŞ


  Oturduğum yerde huzursuzca kımıldandım. Bir şeyler... Bir şey yolunda değil sanki. Şöminede sönmeğe yüz tutmuş alevlerin yüzüme yolladığı samimi ısı dalgaları, kız belli bardağımdaki demli çayın rengi, sevgilimin geçen yaş gününde aldığı boz renkli yün çoraplardan soldakinin baş parmağım hizasındaki ten rengi leke,  birinde kaykıldığım kahverengi iki deri koltuk, yerdeki el örmesi halının üzerindeki akrep desenleri, arkamdaki kütüphanedeki kitapların ciltli sırtlarında basılı exlibrisim ve diğer sayısız konfor hareketliliği içinde ters giden bir şey var.
  Parmağımla sağ kulağımdaki plastik nesneye dokundum. Pink Floyd’un The Final Cut albümünden Your Possible Pasts  adlı parçanın melodileri bir şişeye tenekeden dökülen zeytin yağı gibi kıvamlı ve zahmetsizce beynime akıyor. Birazdan en çok sevdiğim bir diziyi izleyeceğim. Bir çay daha. Keyfime diyecek yok. O halde niye kurup durumaktayım? Ha... Dizinin son bölümünde ne olduğunu unutmuşum. Ondan mı acaba huzursuzluğum?
  Yeni bölüm başlasın hemen hatırlarım. Hep öyle olur. Günlük hay huy içinde bunlar normal. Dilin ucunda duran ve sadece başkaları anlatınca hatırlanan fıkralar gibi.
  “Peki ya diğer şeyler? Esas dizi?”
  Sağıma soluma bakındım. Sesin sahibini göremedim. Parazit atak olmalı yine. Sinsi virüsler gibi her yere sızan sesler. Eğilip çay bardağımı aldım. Soğumuş çay içmeyi severim. Buzlu çayı da. Çayı her ısıda içebilirim yani. O kadar çay hastasıyım ki, dondurması yapılsa ona bile fitim.
  Çayın tadındaki bozukluğu neye yormalı? Sanki birisi bana çaktırmadan içine birkaç damla sirke damlatmış gibi.
  “Peki ya diğer belirtiler?”
  Parazit sese aldırış etmeden ayağa kalktım, ama bunu niçin yaptığımı hatırlamıyordum. Birkaç adım atayım hemen aklıma gelir. Hep öyle olur. Belki bu arada bir ayna bulmalıyım.
  “Aferin, kafanın dibindeki nohut ışıldadı yine.”
  Dilimin ucunda bir küfür nemlendi, ama dışarı salmadım. Yaşım çok genç, ama biraz batıl itikatlıyımdır. Şu anda uğursuzluk getirir diye düşünüyorum. Kulaklığımı çıkarıp sehpanın üstüne bıraktım. Aralık duran oda kapısına baktım. İçim üşüdü. Çocukluğumda özellikle rüyalarımda aralık duran kapılardan çok korkardım. Bir şeyin arkası, göremediğin şeylerin cepleri sürpriz doludur. Çoğu da ehven değildir. Korkutur, acıtır, hüsrana uğratır ve yerinden koparır insanı. Burada rahatım. Çok rahatım. Keyfim de gıcır. Öyle kalmak istiyorum. Orada duran, kapının arkasındaki, haneme davetsiz olarak gelen o şeyleri görmek istemiyorum.
  “Gelen melen yok ahmak.”
  İçimden ‘uyma ona’ diye fısıldayan dürtüye aldırmadan sesimi yükselttim. “Ne oluyor peki?”
  “Gelen yok, gidiliyor. Gidiyorsun.”
  “Nereye?”
  “Müziği dinle.”
  Gayri ihtiyari sağ elim kulağıma gitti. Kulaklığım sehpanın üstünde bıraktığım yerde durmaktaydı. Müzik devam ediyordu. Kulağımda kulak varcasına ama. Ses ses yükseltici kutulardan geliyor gibi yankılanmıyordu odada. İngilizce sözlerin tercümesi mutlak sıfır ısısında. Bu arada albümün en sonuncu parçasına gelmişiz. ‘Gün Batımında İki Güneş’ adlı son parça çalıyor. Zaman nasıl hızlanmış. Kayıt dışı, kayıp zaman. Topu topu üç adım attım odanın içinde. Her adımım bir çeyrek saat sürmüş gibi.
 “Korku,
O sesleri asla duymayacaksın,
O yüzleri asla görmeyeceksin.
Dişlerin bile buharlaşacak.
Sonunda çok az kimsenin bildiği şeyi kavrayacaksın.
Küller ve elmaslar, düşmanlar ve dostlar,
Sonunda hepsi bir ve tek olacak.”  
  Saksafonun harika sesi şu anda kulağımda ruh törpüsü. Hayır böyle bitemez. Hayır. Şöminede ateş, kulağımda melodi ve bardağımda çay varken olmaz. Hayır..!

*

  “Kendine geliyor.”
  Bana bakan yüzler aşina. Hepsi yoldaşım kanka dostlarım. İçimdeki korku yatışıyor. Kalp atışlarım normale döndü bile. O neydiyse, geldi ve geçti. 
  “Nasılsın?”
  Yerden doğrulup çevremdekilere baktım. Ana belleğim hâlâ yetersizdi. O odayı, çayın tadını ve müziğin kalbimde yarattığı titreşimi hatırlıyordum. Kelime haznemi daracık karanlık bir mahzenden spotları ışıl ışıl yanan olimpik bir stadyuma çevirmişti. Ve oraya dönmek istiyordum. Ben değil, ben ait olduğum yerdeyim. Ben değil, o nohut kadar küçücük ışıltı. O istiyor. Ne kadar güçlü avazı.
  “Nasılsın?”
  “İyiyim.” Dedim etrafımdakilere. Yüzüme hepsi aynı şekilde bakıyor. Göz bebekleri donuk, mimiksiz. Kimsenin ağzı kımıldamıyor, ama üzerime arı kümesi gibi kelimeler üşüşmüş durumda. Benim için endişeleniyorlar. Bazıları başıma gelen arızaya talipmişçesine istekle ayrıntıları soruyor.
  “Dedim ya... Çay vardı, şömine yanıyordu. Müzik vardı. Benim değil... Babamın... Evet, babamın çok beğendiği bir albümü dinliyordum. Ufukta batan iki güneş vardı. Sonra...”
  “Tekrar bize döndün sevindik.”
  Sevenlerimin bu kadar bol olması ne kadar güzel bir duygu. Az önceki cinsten bir atağı en son iki ay önce de geçirmiştim. O da birkaç dakikalık bir zaman balonunun içine üflenmiş saatler şeklinde seyretmişti.     
  “Krizi atlattın. Çok sevindik.”
  “Sağolun dostlarım.”
  Benle beraber sekiz kişilik bir gruptuk. Sokakta yürümeye başladık. Eskiden İstanbul denen şehirdeyiz. Gökdelenlerin dibindeki sokaklardan birinde amaçsızca yürümeye başladık. O odanın etkisi silinmeye başlamıştı. Su çekiliyor. Böylesi iyi. Çünkü ben artık o gerçekliğe ait değilim. Dört buçuk yıldır kalbim eskisi gibi koşuşturmuyor. Gencim. Damarlarımda bir zamanlar fokurdayan kan şimdi tembelce gezinen yoğun ve soğuk bir sıvı. Midem sıcak yemek öğütmeyeli yıllar oldu. Soğuk ve çürümüş ete talim ediyorum. Gözlerim sıradan görüşünü yitireli yıllar oldu. Dışarıdan yönetilen bir sistemle görüyor ve duyuyorum ben de diğerleri gibi.
  Anladınız değil mi?
  Ben bir zombiyim.
  Neden böyle olduğumuz için çok çeşitli faraziyeler sürüldü ortaya. Hiçbiri sonuçtan daha önemli değil artık. Birlikteyken bahsini etmeyiz hiç. Bir zombi anı yaşar. Geçmiş karanlıktır, gelecek kesif bir sis  gibidir.. Az önce geçirdiğim şömineli, çaylı krize rağmen onlardan bir şey ummak saflıktır. An her şeydir. Zombilerin kolektif belleği An yakıtıyla çalışan bir motordur dense abartma olmaz.
  Az önce başıma gelen şey zombilerde çok nadir raslanan bir şey. İnsan olduğumuz zamanları böylesine ayrıntıyla hatırlama ve bizzat deneyimleme. Bu beni bir şekilde grubumda lider yapıyor. Hiç lafı edilmez, ama herkeste geçmişin özlemi bir şekilde hâlâ yaşıyor. O ışıltılı nohutun acarlığı.
  “Arkadaşlar yeni kaynak bulundu.”
  Hemen önerilen yöne doğru yürümeye başladık. Bu müthiş bir şeydi. Şanslıysak uzun zamandan sonra ilk defa taze et ve sıcak kan tadacağız. Şehir nüfusunun yarısından fazlası zombiye dönüştü. Teknolojinin yardımıyla sağ kalan ve korunaklı yerlerde yaşayan insanlar var. Sayıları bayağı fazla. Taze et kaynağımız. Onlardan küçük bir grubun yeri tespit edilmiş. Şimdi oraya baskına gideceğiz. Direnecekler haliyle. Ama bizimle başa çıkmaları mümkün değil. Sonunda onlara da ufukta aynı anda batan iki güneşi göstereceğiz.
                                                                                                             Amsterdam, Nisan 2012

29 Nisan 2020 Çarşamba


Tordemir Yazıları

POE’nun Mirası
 

Altın Böcek İlhamı
  Edgar Allan Poe’nun The Gold Bug – Altın Böcek adlı öyküsünü Varlık yayınlarının 1955 baskısı olan kitaptan okuduğumda on iki-on üç yaşında falandım. Öykü bir altın böcek tarafından sokulan birinin, William Legrand’ın böceğin onu soktuğu yerde eski bir İspanyol definesini bulmasını anlatır. Legrand’ın defineye ulaşabilmesi için çözümlediği kriptografik metin ve işaretler 1843’te yayımlanan öyküyü benzersiz kılar. İskoçyalı yazar Robert Louis Stevenson'un 1882’de yayımlanan ünlü macera romanı Define Adası’na ilham kaynağı olmuştur.
  Defalarca okuduğum öyküde Legland bu defineye nasıl ulaştığını,  korsanların şifrelerini ve gizemlerini nasıl çözdüğünü ayrıntıları ile anlatır. Bu ayrıntılar  bu öyküdeki olaylardan da özel ve gizemlidir. Legrand’ın şifreyi kırarken uyguladığı yöntem beni çok etkilemiş ve bundan esinlenerek o yaşta kriptografik gizli bir alfabe hazırlamıştım. Hâlâ kullanıyorum.
  Poe modern polisiye öykü-romanın mucididir. Öyküleri sayısız yazara model olmuş ve ilham vermiştir. Öykülerinde anlatıcı kullanması örneğin Sir Arthur Conan Doyle’a Sherlock Holmes’in yanına onun maceralarını anlatan Watson karakterini eklemeyi ilham etmiştir. Agatha Christie’nin ünlü anlatıcısı Teğmen Hastings de bu miras kapsamındadır.  Ayrıca S. Holmes, Poe’nun dedektifi olan Auguste Dupin’den piposu da dahil bir çok şeyi esinlenmiştir.
  Poe’nun mirasının tam bir dökümü kalınca bir kitap olabilir. Bu yazımda  Poe’nun Çalınan Mektup, Amontillado Fıçısı adlı iki öyküsü ve Stephen King’in mirasyediliği üzerinden bu edebi terekenin muhteviyatına küçük bir ışık huzmesi tutmayı deneyeceğim.

Çalınan Mektup
  Çalınan Mektup adlı öykünün konusu kısaca şöyledir: Devletin üst düzeyinde bulunan bir kadına ait bir mektup Bakan D. tarafından çalınmıştır. Polisin Bakan D.’nin evinde yaptığı aramalar bir netice vermeyince Dupin’e başvurup bu mektubu geri almasını isterler. Mektup açıklanırsa büyük bir skandal çıkacaktır. Dupin elbetteki para karşılığında, ama yüksek mevkiye sahip bir hanımefendiye yardım elini uzatan şövalye ruhuyla da bu işi kabul eder. Araştırır ve mektubu bulur. Mektup ne bir kasanın içersindedir, ne de çok gizli, derinlerde saklıdır. Spoiler vermeyeceğim. Gizli saklı yerleri arayanları yanıltmak için göz önünde bırakılmıştır.  
  Bu öykü popüler psikanalistler ve edebiyat eleştirmenleri tarafından inceleme konusu yapılmıştır. Ben Çalınan Mektup’ta bize verilen mesajın şu anda çağımızda da çok geçerli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bilgi kirliliği, enformasyon bombardımanı çağında ufak tefek sırlar çok iyi gizleniyor, ama insanlığı en çok ilgilendiren, en hayati meselelere değin sırlar hepimizin gözünün önünde duruyor.
  Bu bir taktik. Üst akıl, üstün akıl ya da şeytani akıl da bütün insanlığı ilgilendiren en büyük, en dehşetengiz planına dair sırrını apaçık ortada tutuyor. En yakında duran ve kolayca görünenin çehresini çözümlemek için bizi sarmalamış olan algı yamultucu tesirleri bertaraf etmemiz tek başına yeterli.

Amontillado Fıçısı 
  Diğer öykü Amontillado Fıçısı. İtalya ortaçağındayız. Montresor adlı bir elit, eski bir tanıdığı olan kendisini binlerce kez incitmiş, giderek işi hakarete vardırmış olan soylu arkadaşı Fortunato’yu öldürmeye karar vermiştir. Bir planı vardır ve iki nokta çok önemlidir. Cezalandırmayı ceza almadan yapmak ve alınan öcün o şahıs tarafından derinliğine hissedilmesini sağlamak.
  Bir karnaval akşamı yüzü maskeli olarak sokakta gezinen Montresor, maske takmış ve kafasına çıngıraklı bir külah geçirmiş olan Fortunato ile karşılaşınca çok sevinir ve hemen planını uygulamaya başlar. Şaraptan anlamakla öğünen arkadaşına bir fıçı nadir bulunan Amontillado şarabı aldığını, ama gerçek olup olmadığından kuşkulu olduğunu ve bu iş için Fortunato’nun çok gıcık olduğunu bildiği birine danışacağını söyler. Arkadaşı büyük bir hevesle evinin mahzenindeki fıçıyı görmek ve kalite kontrolü yapmak ister. Birlikte eve doğru giderlerken yolda, sonrasında mahzendeyken Montresor ona defalarca nemin öksürüğünün azdırdığını bu işi başka zaman yapabileceklerini söyler. Özellikle sokakta Furtuno bu şansı teper. En iyi şarap uzmanı odur ve Amontillado’yu çok merak etmiştir. Böylelikte kaderine gider ve arkadaşı finalde onu evinin derin mahzeninin en dibinde hazır beklettiği bir bölmenin duvarına zincirle bağlar. Duvarı tuğlalarla örerek onu orada karanlıkta susuzluktan ölmeye bırakır. Bağırması çırpınması boşunadır. İki kat duvarın ardında sesini kimselerin duyması mümkün değildir. İntikam alınmıştır. Cürmün tanığı yoktur ve adı ‘şanslı’ anlamına gelen Fortuno’nun önünde adı ‘benim hazinem’ anlamına gelen Montresor’a yaptığı yanlışları düşünmek için epey vakti vardır. Şu ana kadar yazılmış en iyi öc alma öyküsüdür. İyi plan yap, denk getir, öcünü al ve asla yakalanma

King Ne Diyor? 
  Stephen King konuşmalarında E.A.Poe’nun kendine model olmasını ve edebiyata katkısını defalarca dile getirmiştir.  Kısa bir alıntı yapıyorum.
“Poe dedektif öykülerini, öykülerinde anti kahraman kullanmayı icat etmiş, başkahramanı kaçık ya da kötü olan öyküler kaleme almış olan ilk yazardır. Onun gizemli ve dehşet yüklü öyküleri benim çok beğendiğim Robert Bloch, H.P. Lovecraft and Ray Bradbury de dahil birçok yazarı etkilemiştir. Benim The Old Dude’s Ticker – Yaşlı Dude’nın Yüreği adlı öyküm Poe’nun The Tell Tale Heart - Müzevir –Gammaz Yürek adlı öyküsüyle paralel izlekle yürür. Tek fark olayın yetmişlerde bir Vietnam gazisinin başından geçiyor olmasıdır. Kısacası Poe’nun öyküleri harikadır ve hâlâ benim onları onlu yaşlarda keşfettiğim sırada olduğu derecede okunabilirliğe sahiptir.”

Overlook Oteli
  King ve Poe ile ilgili bir kıyaslama metni kaleme alsam King’in The Shining – Parıltı’sıyla başlardım.  Bu roman Poe’nun The Fall of Ushers House – Usherlerin Evi’iyle çok benzer bir temaya sahiptir. Overlook oteli Usherler’in evi gibi bir kötü mekândır. Poe’nun Kara Kedi öyküsündeki baltalı cinayet te bu atmosfere fena halde uymaktadır. Ayrıca Parıltı’daki otobiyografik öğeler de ilginçtir. King ile Poe’nun alkolik geçmişleri tek başına kayda değer bir etkileşimdir.  İki yazarın eserlerindeki karakterlerin Shakespear karakterlerinden esinlenmişliği  de böyledir. Ben meseleye kısaca değindim. Meraklılar için engin bir denizdir.

Poe’nun Mirası


  Poe’nun mirası denince benim aklıma gelen ilk şey Dupin’in dedüktif düşünce tarzıyla Morgue Sokağı cinayetinin faalinin sirkten kaçmış bir goril olduğunu bulmasıdır. Çok şaşırmış ve afallamıştım. On üç yaşındaydım. Televizyon bile yoktu o sıralarda J Altın Böcek’teki kripto çözümün etkileyiciliğini anlattım. Kaleme aldığı dedektif öyküleri ve  eserlerindeki sıkı kaçık-acayip kötü başkahramanlar on dokuzuncu yüzyılın başında endüstri toplumunda ananelerden kopmuş, şehir denen jangılda kendini yalnız hisseden, raydan çıkan bireylerin gelişini müjdeliyordu.
  Kırk yaşında hayat mumu sönen Poe şiirleri ve öyküleriyle bir süper nova gibi saçıldı ve bu satırların yazarı da dahil inanılmaz sayıda yazara ve okura ilham verdi.                                                                 

                                                    ------------------------

21 Nisan 2020 Salı

Borges ve Kemeraltı


Tordemir Yazıları
Borges ve Kemeraltı
J. L. Borges 17-18 Mayıs 1986’da Amsterdam’daki Rai Kongre salonunda Fritjof Capra, Susan Griffin, R.D. Laing, Cloé Madanes, Rollo May’le birlikte bir konuşma yapacaktı. Assolist oydu haliyle. Kendisine Türkçe ve Hollandaca basılmış iki kitabını imzalatmayı hayal ediyordum. Mümkün olmadı. Borges rahatsızlanmıştı, o yılın Haziran ayında bu dünyadan göçtü gitti. Yukarıda ismini verdiğim yazarların kısa öykü ve denemelerini basan Kaos dergisinin özel sayısını hâlâ saklıyorum. Bellek sobasının ateş tuğlası olarak kütüphanemde duruyor. 

  Borges ve Kemeraltı denememin labirent ve bellek merkezli kısmını burada sizlerle paylaşıyorum. Yazarı defalarca İzmir’de Kemeraltı sokaklarını arşınlarken hayal etmişimdir. Sonunda kelimeleri bir araya getirebildim.
  Kemeraltı bir labirent. Ne kadar gezersen gez tamamını görmüşüm hissiyatı vermez. Aynı yerlerden, sattıkları her şey diğerleriyle bire bir aynı olan satıcıların önünden defalarca geçsen de zihnimizde çalışan ‘her an başka, her an diğerinden farklı’ jeneratörü bizi aldatır. Mevcudatın tümü ele geçmezdir ve sürekli bir devinim içersindedir. Bir yerden bir şeyler getirilir, insanlar bunları alır götürür, ciddi ölçüde kayıt dışıdır.
  El işi azlığı tekdüzelik getiriyor. Çünkü elin becerisi, kifayetsizliği, malzemenin bolluğu ya da azlığı inanılmaz bir çeşitlilik oluşturur. Buna rağmen tıpa tıp aynı gibi görünen binlerce fabrikasyon mamul bize biraz farklı görünür. Bunu unutma ve hatalı hatırlama yetimize borçluyuz. Unutmak tekdüzeliğin ilacıdır.
  Borges özellikle altmışların yetmişlerin Kemeraltı’sında bir-iki gün gezinseydi labirenti hemen sezerdi. Bir yeri labirent yapan şey onun karmaşık yapısından çok insana has bellek tökezlemesi yaratabilme kapasitesidir. Berkeleyvari bir zaman telakkisinin de labirent inşasında harcı yok değildir. 
  Borges 1942’de yazdığı Bellek Funes – Funes el memorioso adlı öyküsünde İreneo Funes adlı bir gencin her şeyi hatırlaması yüzünden büyük bir yükün altında ezildiğini, insan bedeninin bunu kaldıramadığını, attan düşme nedeniyle aldığı yaralar yüzünden çok genç yaşta ölerek kurtulduğunu anlatır. Adı barış, huzur; soyadı eğlenceli anlamına gelen İreneo Funes bütün ayrıntıları hatırlıyor; bu benzersiz hatırlama yetisi sayesinde sayılar yerine kelimeler ikame ediyor, nesnelerin bozulmasını, dişlerin çürümesini ve ölümün yavaşça yaklaşışını derinden hissediyordu.
  On iki yaşında falandım. Başkan Kennedy’nin ABD’de suikasta uğradığı sıralardı. Üçkuyular’a adı henüz verilmemişti. Fahrettin Altay’a ise daha çok vakit vardı. Kemeraltında olan biten her şeyi hatırlayan bir adamı dinledim. Kolonyacılar sokağında küçük bir imalathanesi vardı. Sadece limon kolonyası imal ediyordu. Adı İhsan’dı. Kolonyacı İhsan diyorlardı. Babamla gitmiştik. Kolonya alma bahanesiyle gelmiş iki adam daha vardı. Motor gibi eskileri anlatıyordu. Birisi on küsur yıl önce falanca dükkân dediğinde hemen sahibinin ismini söylüyor, şu anda ne iş yaptığını – Kemeraltı sınırları içindeyse söylüyordu. Herkesi ismi soyadı ve tevellütüyle tanıyordu. Kim öldü, kim yakında yolcu, kim teneşir kaçkını etiketiyle geziyor hepsini biliyordu. Müthiş bir bellekti. Kemeraltı’nın canlı yakın tarih kitabıydı mübarek. Anlattığı şeylerin hiçbirini bilmiyordum, ama bilenler hayret vitesi büyültüp duruyordu.
  Ergenlik çağının hayhuyunda bir ara o adamı unuttum. Tekrar aklıma geldiğinde kırkların kara sularına girmek üzereydim. Babam ben yirmi yaşındayken vefat etti. Ona soramazdım, neyse ki, aile dostumuz İsmail amca yardımıma yetişti. Boya atölyesini yaşlılık nedeniyle kapatmıştı, ama her gün iş gibi Kemeraltı’na gelip eşi dostuyla çay kahve içiyor, kıraathanelerde tavla oynuyor, akşam iş çıkışıymış gibi evine dönüyordu. Önünde bunu yapabileceği upuzun iki buçuk yılı daha vardı. Bay Hafıza denen Kolonyacı İhsan’ın seksen sonlarında öldüğünü ve onun yerini birinin alacağını, ama kim olacağının henüz belli olmadığını söyledi. Bu bir ananeydi. Kemeraltı vakalarını hatmeden bir hafız silsilesi vardı. İhsan beyden önceki vaka hafızı Rasim Mehmet adlı bir kunduracıydı. Adam İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşlılıktan ölerek postu kolonyacı İhsan’a bırakmıştı. 
  İreneo ile Kolonyacı İhsan çok farklı.  İhsan bey evliymiş, üç oğlu varmış, karısı zeytinyağlı kereviz yemeğini çok güzel yaparmış ve bazan motor gibi dur durak bilmeden anlatırmış. Ağır ağır kelime seçerek konuşan İreneo ise genç delikanlı ve bekâr. Kolonyacı duyduğu şeyleri hatırlıyormuş en çok. Aklında kalmasın diye kitap gazete falan okumazmış. O sırada televizyon ve sosyal medyanın olmaması şansı olmuş.
 
Bir yakın arkadaşıma bir gün yarı şakayla ‘İleride kendinle ilgili olarak benim de tanığı olduğum ya da bana anlattığın bir şeyi unutursan bana gel, benden dinle’ demiştim. Gençken yüksek sesle söylenen telefon numaraları bile aklımda kalırdı. Bu istidatım sonradan otobiyografik metinler yazarken çok işime yaradı. Şimdilerde yedinci on yılı doldurmak üzereyken bu tür iddialarda bulunacak durumda değilim, ama hâlâ yarım yüzyıl öncesine ait bir yığın ayrıntı zihnimde dans etmeye devam ediyor. Çocukken ve ilk gençliğimde ısrarlı rüyalarım vardı. Bunları hatırlamaya devam ediyorum mesela, ama evvelsi gün yaptığım beş telefon konuşmasının beşinin de kimle olduğunu duraksamadan sayabileceğimden kuşkuluyum.
  Kolonyacı İhsan eskiden tanıdığı kimselere o sıralarda ne giydiğini, nelerden bahsettiğini söylermiş. Bu özelliği de fazladan seyirci çekermiş. Birçok kimse kendi belleğini tazelemek, nostaljik duygularla sarsılmak için Kolonyahaneye gelir ve ‘Anlatsana İhsan abi, ben hani çocukken buraya gelmişim. Ne giymiştim? Ağzım ne tür laf yapıyordu? Babam rahmetli neler diyordu benim için.’ vb. falan diye sorarlarmış. Ne yalan söyleyelim adam sağ olsaydı bunu ben de yapmak isterdim şimdi.
    Kunduracı Rasim’in Üçüncü Beyler sokağının bitiminde küçük bir ayakkabı tamircisi varmış. Onun belleği de müthişmiş. Daha çok maniler, türkü ve şarkı sözleri, adı sanı bilinmeyen çoğu sıradan olan şairlerin şiirlerini ve en müthişi meyhanelerde edilen en uçuk sohbetleri kelime kelime hatırlıyormuş. Çarşıda iş tutan alüftelerin, parlakçıların, ispirtocuların, goygoycuların, bul karayı al parayıcı taifesinin falan hepsinin adını bilirmiş. Küçük dükkânı yaz-kış ayakkabı tamiri bahanesiyle gelen insanlarla dolu olurmuş. İkinci Dünya Harbi sırasında kimine göre veremden, kimine göre sirozdan ölünce yerini kolonyacı almış. Bundan Kemeraltı’nda böyle bir sınırlı, insani bellek bankaları ananesi ve saklı bir silsile olduğunu düşünmeye başladım. Bunun da peşine düşmek lazım.  
  Borges Bellek Funes öyküsünde bir yerde şöyle yazar:
Herbirimiz ölümsüzüz ve er ya da geç bütün insanların her şeyi yapacağını ve bileceğini biliyoruz.

Babil, Londra ve New York’un hoyrat görkemleriyle insanların hayal gücünü zaptetmişlerdir; onların o kalabalık kulelerinde ya da hızlı hızlı gidilen caddelerinde hiç kimse, fakir Güney Amerika taşrasında bahtsız Ireneo’nun gece ve gündüz  üzerine çöken aman vermez gerçekliğin hararetini ve basıncını hissetmemiştir.
                                                   Hayaller ve Hikâyeler, İletişim Yayınevi. Çev: Fatih Özgüven
  Ireneo bir öncüdür. Bana bir cyborg öncülü çağrışımı yapıyor. Cyborg dedim çünkü hisleri olmayan bünyedeki bir mega bellek asla yıpratıcı ve rahatsızlık verici bir yük değildir. Tamamen organik bir yapı bütün ayrıntıyı belleğinde tutabilse o bahtsız delikanlı gibi çok acı çekerdi. Ayrıntıların dar bir alanda sınırsız çoğalmasının zamanla kara delik benzeri bir yapıya evrilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
  İkinci Dünya Harbi sırasında Borges ve benzeri bazı yazarlar gerçekçi edebiyatla bağlarını kopardılar. Daha o zamanda bile Babil-Londra-New York’un inşa ettiği sentetik gerçeklikten, hakikatsiz gelecek fikrinden hem korktular hem de bunaldılar ve büyülü gerçekliğin başı sonu belirsiz labirentlerini inşa ettiler. Hippilik de dahil bütün izmlerin bir kandırmaca ve oyalama taktiği olabileceği şüphesiyle labirentlere dalıp bir nebze rahat nefes almaya çalıştılar.
  Bu labirentler eskisi kadar olmasa da bugün hâlâ popüler. Altmış ve yetmişlerdeki refah toplumlarının okuru onu bağrına bastı. Diğer ülkelerde de bunun bir yansıması oldu. Türkiye bunlardan biridir.
  Kemeraltı’nın haritası yoktur. Yapılan birkaçı da işe yaramaz düzeyde kötü ve külliyen kifayetsizdir. Az sayıda da olsa mutena bir haritayı yapabilecek evsafta ustalar var, onlar bilerek bu işe kalkışmazlar ve kasıtlı olarak çırak yetiştirmezler. Bunu iki nedenden yapmazlar. Birincisi Kemeraltı’nın fiziki beden olarak sayısız kopyaları olduğundan emindirler. Her kopya ayrıntıda da olsa birbirinden olabildiğince farklı kalsın isterler. Harita yapmak sayısız Kemeraltı algı ve izlenimini tıpatıp birbirine benzer hale getirme çabası olacaktır ki, yüce yaratıcı buna asla izin vermeyecektir beklentisi hâkimdir. Diğeri bir batıl inançtır. Çok kaliteli gerçeklikle bire bir örtüşen bir harita yapılırsa bu haritanın bir parçasının yırtılması durumunda o yere denk gelen alanın yıkılıp gideceğini, gözden yiteceğini, kötücül birinin haritayı ele geçirmesi halinde tüm alana istediği gibi tahakküm edebileceğini ve hatta isterse kâğıdı yakarak tarihi çarşıyı tümden yok edebileceğini düşünürler. Borges bu temalı bir harita öyküsü yazmıştır malum. O nedenle bahsi geçseydi anlayışla gülümseyeceğinden hiç şüphem yok. 
...
  Tlön Kemeraltı’na nüfuz edebilir mi? Bence artık mümkün değil, çünkü Tlön’ün yerini zamanımızda Dijital Kafes Gerçekliği aldı. Kendi nüfuz hücreleri işbaşında. Ortamı dijital toza, bilgi kirliliği sisine dumanına boğuyor. Bu nedenle birinin Kemeraltı’nda Alef’i görme olasılığı neredeyse imkânsız.  Alef’i boş meşgale olarak aratma kursları açılıyor. Tamam bunlar var, bazıları bayağı pahalı da üstelik, ama en elzem, en hayati olan soru sorulmuyor.      
  Bu tarihi çarşının kendine has bir Beatriz Viterbo’su var mıydı ve varsa evi neredeydi? Bunu bilseydik toza dumana rağmen Alef’i en doğru yerde aramaya başlayabilirdik.
...

                                                           --------------------------------

12 Ocak 2020 Pazar

Dilek Çetindaş. Türk Edebiyatında Memoratlar ve Büyü İnançlarının Bir Örneği: Sadık Yemni Romanları.


Dilek Çetindaş. 
Türk Edebiyatında Memoratlar ve Büyü İnançlarının Bir Örneği: Sadık Yemni Romanları





Giriş

Kültürel belleğin önemli bir yanını oluşturan inanç kavramı, (Eren 2013) “belli bir toplumun eski dinlerinden miras alıp kendi çağının şartlarına uygulayarak yaşattığı yeni dininde, yaşam şartlarının gerektirdiğince yeni biçimler, yeni içerikler ve anlatışlarla oluşturduğuinanışlar”dır. (Boratav 1999). Sözlü ve yazılı olarak birey hafızasında depolanan inanç unsurları, kültürün tüm uzuvları gibi zamanla toplumsal kodlara ve kolektif bilinç/altıunsurlarına dönüşür (Assmann 2001). Bellek yitimini durduran ve ikincil sözlü kültür dönemine geçişi (Ong 1995) sağlayan edebî metinler ise kolektif hafızaya dair unsurların, bilinçaltından alınarak ortaya çıkarılması, işlenmesi, dönüştürülmesi, hatta yeniden üretilmesi(Ricoeur 2012) ve folklorun bir işlevini yerine getirerek, modern aktarımını yapması açılarından mühimdir. (Bascom  2007)

Halkın inanç birikimi içerisinde yer almakla birlikte, bilinç dışına itilmek istenen memoratlar ise mitolojik kültüre ve fantastiğe yönelik birikimleri ile dönüştürülme ve yeniden işlenme konusunda önemlidir. Memoratlar, “hatırlama ve hatırlayan” anlamlarına gelir. Halk bilim terimi olarak ise anlatıcının kendi geleneksel inanç pratikleri ekseninde yorumladığı, olağanüstü varlıklar veya paranormal olaylarla karşılaşma deneyimlerini açıklar (Simpson,Roud 2000). Dolayısıyla memoratlar, bünyesinde yer alan tekinsiz durumlar nedeniyle, modern edebiyatın gotik romanları için, halkın gotik hafızasını oluşturan birikimleri taşıması noktasında mühim bir malzeme değeri taşır ve romanın imkânlarını genişletir. Batı edebiyatında, aydınlanma çağına tepki ve romantizmle doğan ilkel kültürlere yatkınlığın sonucu olarak varlık gösteren gotik romanlar, dinsel ve olağanüstüye duyulan ihtiyacın periyodik olarak canlanması sayesinde, edebî geleneğini oluşturmayı başarır (Kilgour, 1994).

Türk edebiyatında romana gelene dek çeşitli anlatılar içerisinde memorat unsurlarının kullanıldığını görürüz. Ancak cinler, periler, devler gibi varlıklar, Arap ve Fars edebiyatının etkileriyle gotik bilinçle değil, fantastik arayışlar noktasında kullanılır. Kahramanın gücünü artırmak için oluşturulan yapay atmosfer inandırıcılık etkisini sarstığı gibi, memoratların hayal unsuru olarak algılanarak fanteziye kaydırılması riskini getirir. Tanzimatçıların, gerçekçi bir edebiyat anlayışıyla yola çıktığı ve yerli romanı örneklediği dönemde, folklora yaslanan ürünleri fantastik kabul ettikleri için küçümsediklerini görürüz  Türkeş 2008).                     
Namık Kemal’in “kocakarı hikâyesi nevinden” (Yetiş 1996) görerek eleştirdiği bu 
metinler,“akla, hayale ve tabiata” uygun metin arayışında, özellikle natüralizmin hakim olduğu devrelerde, “birer hastalık” olarak görünmeye başlanır (Moran 1998). Dolayısıyla ilk devrede Türk romanının tarihi, “edebiyattan cin/peri kovma savaşının tarihi” olarak görülmelidir (İnci 2005).

Gotik roman doğaüstü unsurları, karanlık bir atmosfer ve uygun bir mekan seçimi ile aktaran ve amacı, okuyucu üzerinde tekinsize dayalı bir korku oluşturmak olan romandır. Tarihî ve epik romanlardan sonra en millî roman türüdür. Toplumların korku unsurları, kültürel bir bilincin neticesidir ve değişiklik gösterir. Hıristiyanlarda, bedene giren şeytanlar, 
vampirler,ucube yaratıklar korkuyu sağlarken, Türk okuru, İslâmî kaynaklardan ve hurafe olarak değerlendirilen itikatlardan doğan unsurları korkutucu bulur. Halk inançları ile bu kadar örtüşen gotik roman, halkın korku belleğini ve olağanüstüye dayanan inançlarını işler. Tekinsiz ve ürpertici mekânlar, hayalet ve cinler, lanet, kehanet, batıl inançlardan doğan olaylar, kötü ruhların neden olduğu intikam veya sonsuzluk arzuları Türk gotiğinin kaynağıdır. Ayrıca gotikte millî mitolojilere ve ilkel inanç sistemlerine ait unsurlar da yer alır.Şamanizmin gotik edebiyat üzerinde katkısı, İslâmî pratiklerin katkısı kadar yoğundur.

Bununla birlikte mitolojinin gotik edebiyata kattığı bir diğer özellik, ölümsüz kahraman mitinde ve şaman kültünde gizlidir (Bayat 2015). Özellikle arkaik dönem için, Tanrılardan sonra ilk kez insanın kahraman olması ile birlikte, Tanrıların dünyasında gezen, yer altı ve üstünü dolaşan, çeşitli olağanüstü varlıklarla savaşan, bir tılsım vb sayesinde hayatta kalmak konusunda yardım alan, kötü ruhlar, canavarlar, devlerle savaşan bu kahraman, gotik edebiyatın tipolojisinde önemli bir konumda bulunur (Campbell 2010). Gotik romancı, romanı için “arketipsel imgeler” bulup, “onları bilince” salarken, (Le Guin 2015) memoratları kullanarak, “mitlerin oluşumu hakkında bilgi” de üretir (Çobanoğlu 2003). Anlaşıldığı üzere Batı toplumu gibi “korku kültü oluşturamayan” Türk toplumunun hafızasında, hurafe olarak tanımlanan inançlar ve olağanüstü varlıklarla ilgili büyük bir birikim vardır (Türkeş 2005). 

Modern romancının bu birikimi fantastiğe bulanmamış gotikanlatılarında kullanması, geleneğe dair dönüşümün sağlanması noktasında önem arz eder. Gotik romanın memoratlara yaslanan tarafı, tekinsizliği beslerken, türün asıl amacı olan korku unsurunun, dinî ve millî kabullere en uygun tarzda sunulması anlamında da başarı sağlar. Ömrünün büyük kısmını Hollanda’da geçiren ve orada kaleme aldığı eserlerle, Türk kültürü hakkında tanıtıcı çalışmalar yapan Sadık Yemni, eserlerinde, modern imkânlar içerisinde dönüştürdüğü memorat inançlarını, kültürel asimilasyon riskine karşı koruma altına aldığı gibi kolektif hafızaya dair unsurları birleştirerek, halk hafızasını diri tutmayı başarır. Yemni’nin gotik nehir roman özelliği gösteren romanları, Sarp isimli Şaman kahramanın insanlar ve dünya lehine olağanüstü varlıklarla giriştiği mücadeleleri konu edinir. Sarp, Muska, Yatır, Öte Yer ve Ağrıyan romanlarında cinlerle savaşta veya işbirliğindedir.

Muska romanında bahçeli bir evin yer aldığı mahallede yaşanan ölümlerin kaynağının bulunması ve alt edilmesi meselesi vardır. İzmir’in işgali sırasında, iki düşman askeri bir kız çocuğuna tecavüz eder. Bu askerlerden birisi, daha önce de bir erkek çocuğuna tecavüz etmiştir. Çocuk, askeri öldürerek, intikamını alır ve ölü bedeni de bahçeli evin kuyusuna atar. Bu asker, oldukça yaşlı ve çirkin olmasına rağmen, kendisini o zamanlar büyü ile gençleştirip güzelleştiren Kara Nesne’nin sevgilisidir. Kötücül varlık, sevgilisinin intikamını almak için kuyulu evde yaşayan insanları evden uzaklaştırmak ve öldürmek ister. Bu ev ile ilgilenirken, kuyunun ikincil hayatlara giden eşik olduğunu fark eder ve gücünü kuyunun enerjisinden almaya başlar. Kendisine yardımcı olarak seçtiği süt kızı Ayten, beğendiği erkeklerin eşlerini sabun büyüsü yapmak suretiyle ortadan kaldırmaktadır. İlk kurbanı fizik öğretmeni Halit Bey’in eşidir ve Halit büyü yapılan eşinin ölümünden sonra aklını yitirir. Mahalledeki sonkurban Necla’dır. Necla’ya yapılan sabun büyüsünü fal açarak öğrenen Şaman nineler, bunun arkasında yatan isimlerin mahalledeki bohçacı Zehra ve Ayten olduğunu; yönlendirici ismin ise kuyudaki eşik vasıtasıyla ölümsüzlüğe ve dünyayı yok edecek kadar büyük bir güce erişme amacı taşıyan Kara Nesne olduğunu fark ederler. Büyük bir tehlike içerisinde olan Sarp’ı korumak için ona bir muska hazırlarlar ve gerekli eğitimlerden geçirdikten sonra bahçeli evde yaşanan büyük mücadeleye hazırlarlar. Sarp’tan beklenen büyülü sabunu  ve anahtarı ele geçirmesidir. Sarp, Ayten ve Kara Nesne’yi kuyuya hapsetmeyi başarır. Bu mücadelede Sarp’a yardımcı olacak tekinsiz bazı mahalleli tipler, düşsel dostlar ve aynı evi paylaştığı olağanüstü yetenekleri, şifacılıkları olan şaman nineler Cemile, Ayzıt ve Seher’dir.

Yatır’da, Hızır Arif İzmir’de yaptırmaya başladığı ev tamamlanamadan vefat edince, bahçeye yaptırılan mermer lahde gömülür. On yıl sonra Fuad Bey’in evi satın alması ile yirmi bir yılda bir gerçekleşen ve ailenin erkeklerini hedef alan ölümler başlar. Alınan tedbirlerin 
Hiçbiri ölümleri durdurmaz. Ev, başka ailelere kiralandığında da lanet, hedef değiştirmez. Sarp, aile fertlerinin çocuk ve torunlarından Şahin ve Mustafa ile olayın gizemini çözmeye çalışır. Sarp’ın parlak taşa dokunması ile İzmirella’ya ulaştıklarında burada yaşayanların, yedi bin yıl önce semada beliren bir ışık etkisiyle evrim geçirmiş cinler olduğunu öğrenirler. İzmirella’nın yeniden belirmesi için uzay yaratıklarından kalan bir sondanın izolasyonun kaldırılması gerekmektedir ki bunu Hızır Arif gerçekleştirmiştir. Arif, uzaydan gelen bu enerji sayesinde ölümsüz olmak için aparatı, bodrumdaki taşın altına gömerse de amacına ulaşamaz. Sarp cinleri kendi evrenlerine göndermek için aparatı bodrumdan almayı başarır ancak karşısına Arif çıkar. Sarp’ın zor anında gökyüzünden beliren bir asansör onu alarak      kuyuluevin bahçesine götürür. Böylece Kara Nesne ile Arif’in cinleri anayurtlarına dönmek konusunda engelledikleri anlaşılır. Bir mücadeleden sonra, cinler kendi alemlerine, Sarp da arkadaşları ile birlikte İzmir’e döner. Yatırlı evin bodrumundan kendilerini dışarı atar atmaz, evin yandığını görürler.

Romanlarda Gotik Unsurlar ve Memoratlar
Sadık Yemni romanlarında gotik unsurların başında, karşı güç veya yardımcı güç konumunda
 bulunan cinler bulunur. “İslam teolojisinde tanrının insandan önce siyah ve dumansız ateşten yarattığı varlıklar” (Öztürk 2009) olarak adlandırılan cinler, romanların memorat değerini oluşturur.

 Muska romanında görülen cinler içerisinde ilk sırada Kara Nesne vardır. Henüz çirkinliği nedeniyle dışlanan küçük bir çocukken siluet değiştirebileceğini keşfeden Kara Nesne, gücünün tamamını kullanabilmek için kırk bir yıl boyunca kuluçkaya yatar. Hayatını yaptığı büyüler ve bitkiler satarak kazanan varlık, “hiçbir şeye benzemeyen; yoğun bir zift gibi ağır, akışkan, kapkara bir nesne”dir. Kimi büyüleri insanların çıldırmalarına neden olur. Don değiştirme motifini kullanan bu kötücül varlık, gözleri kor gibi yanan, hemen hemen üç metre boyunda, ürkütücü bir cindir ve erliği anımsatır.

Sarp’a Kara Nesne ile olan mücadelesinde yardım eden Beyaz (parlak) nesne ise, mitik dünyadan gelen ak kara karşıtlığını iyi ve kötü olarak sistemleştirir. Sarp’ın anlattığı papaz hikâyesi sonrasında, anlatıdaki papazı yanında görmesi, ata binen cin anlatısı ile uyuşur. Sarp’ın arkadaşlarıyla top oynarken, topun üç kez yaşlı bir kadına çarpması ve kadının topla birlikte kaybolması bu kadının cin tayfasından olduğunu gösterdiği gibi, cinlerin yakalanabilir olduğu yönündeki inançlarla örtüşür. Sarp’ın arkadaşı Esma, üst tarafı kelebek, alt tarafı insan olan varlıklar görür ve cin olduklarını anlar. Ziya’yı tam da Hıdırellez gününde ölümden kurtaran ve onunla hiç konuşmayarak denizde kaybolan Esrar Dede, Hızır İlyas kültünün yansıması olarak görülebilir. Yeşilimsi gözeneklerden oluşan, bedeni bulunmayan, yüzü ve gözleri olmakla birlikte ağzı olmayan ancak iyi kalpli bir varlık olan Dede, Hızır hizmetkarı bir cin olarak değerlendirilebilir.

Yatır’ın olumsuz gücü Arif, yatır kültünün olumsuz örneğini verir. Yıldırım hızında hareket eden, yüz yılın üzerinde yaşayan, başını çevirmeden arkasını görebilen, insanlara verdiği paralar kırkıncı günün sonunda bakıra dönüşen bir cindir. Sarı bir sandıkta saklanan Cimon ise dışarı sızma yoluyla çıkabilen ancak eşiklerden geçemeyen kötücül bir cindir. Deniz anası benzeri Cimon, yere basan altı ayağı mor tırtıllıkıllarla kaplı, ayaklarının ucunda siyah halkaları olan ucube bir varlıktır. Mor ve sarının anlatı içerisinde cini işaret etmek için kullanılması ölüm ve tekinsizliği, sır kavramını işaret eder (Gabain 1968). Padahto, mor ipekten sade bir maske ile yüzünü kapatan, çıplak ayaklı, bastığı yeri eriten kötücül bir varlıktır. Padahto, roman içerisinde “hayalet, gulyabani, cin anlamlarını barındıran” bir varlık olarak, neredeyse tüm mahallenin anlattığı bir memorat biçiminde sunulur.

İletişim tecrübesi yaşanan olağanüstü varlıklardan biri de İzmirella’yı yöneten ve zeybek kıyafetleriyle donanmış Cevdet Ağa isimli cindir. Sarp, bu mekanın cinlere ait olduğu
Nu yanındaki iyisaatteolsunölçeri ile keşfeder ve oradaki cinlerin yardımıyla tüm sorunları çözer. Sarp’ın arkadaşı olan Şahin’in bir ölüm tehlikesi atlatmasının ardından ona musallat olarak hayatını cehenneme çeviren ve nihayetinde gencin ölmesine neden olan Göz Dede, ölmüş kişilerin kılığına girip, onların gözlerini taklit eden kem varlıktır. Şahin’i öldürdükten sonra gözlerini oyar.

Mustafa, bodrumdaki parlak taşa dokunduktan sonra, tef ve konuşma sesleri duyulan varlıklar
ona musallat olur. Yazarın olumlu cin ve ev sahibi anlamında değerlendirdiği ateş cini ise aileyi korumaktadır. Sahiplerince Huzursuzkaradayı olarak adlandırılan soba içerisinde yaşayan ateş cini, aileyi kiraladıkları yatırlı evden kurtarmak için, sobayı yürüterek, taşınmalarını sağlar.

Hortlak
Hortlaklar, öldükten sonra gömülmüş olan ve çeşitli nedenlerle gömüldükten sonra mezarından çıkarak insanlara göründüğüne inanılan varlıklardır. Muska’da Türkler için önemli bir mevsimlik inanç bayramı olan Hıdırellez gününde daha önce ölmüş kişilerin
giyim kuşamları ile farklı zamanlardan gelerek, dileklerini yazdıkları kağıtları denize attıkları görülür. Bu hortlaklar, geleneğin aksine iyidirler ve mahallenin delisi Çatlak Şadiye’yi, Ziya’nın evinde çıkan yangından kurtarırlar. Fiziksel yaşamını terk etmiş kişilerin, henüz hayatlarını kaybettiklerini bilmeden Cemile’nin yanına gelmeleri, Şamanların ruhları kurtarmak amacıyla seyahatler gerçekleştirmelerini anımsatır (İnan 1986). Bu anlamda en dikkat çekeni gelinliği ile korkulu ve şaşkın vaziyette gelen genç kadın olmak üzere Cemile’ye gelen bu hortlaklar, Şamanist inançlar ile memoratların birleştiği bir saha oluşturur. Romanda kötücül güçlerin kahramanları kışkırtmak ve ele geçirmek için geçmişten gelen öfkeleri, psikolojik baskıları, baba düşmanlığını, küllenmiş suçluluk duygularını harekete geçirişlerine şahit oluruz. Örneğin Sarp ile birlikte limon almaya giderken, araba çarpması sonucu ölen Saniye, yıllar sonra Sarp’ı ölüm eşiğine getirmek için hayallerine dolar, kendisini bodrumdan kurtarmasını ister, ancak Sarp iç görüsü sayesinde bunun Kara Nesne’nin bir oyunu olduğunu anlar. Ayzıt’ın ölmüş olan oğlunun ruhu, Kara Nesne’nin verdiği rahatsızlık sonucu eşiği aşıp, annesinin yanına geldiğinde, Ayzıt onu ikna ederek, yerine gönderir. Yatır romanında ise ölmüş olan Ayzıt’ın ruhu, dualarda destek olmak ve istişarelere katılmak için Cemile ve Seher’in yanlarına gelir.

Büyü
“İyi veya kötü bir sonuç almak için tabiat öğelerini, yasalarını etkilemek ve olayların olağan düzenlerini değiştirmek için girişilen işlem” (Boratav 1999) olan büyü,  Muska’nın temel entrikasıdır ve kötücül güçlerce yapılır. Kara Nesne, yardımcıları eliyle Semra ve Necla’ya sabun büyüsü yaparak ilkinin ölümüne, ikincisinin de ağır biçimde hastalanmasına neden olur.

Ayrıca Sarp’ı öldürebilmek için arkadaşının annesinin gözüne, evdeki limonları soğan olarak gösterir. Kadın kızını ve Sarp’ı limon almaya yollar ve Sarp’ın mucize eseri kurtulduğu kazada, kız ölür. Burada limonun soğan olarak görülmesi de soğan kabuklarını para olarak kullanan cinlerle büyü münasebetini kurması bakımından önemlidir. Büyünün bozulması içinse ateşin sağaltıcı gücünden faydalanan yazar, büyülü sabunun ateşte yakılması gerektiğini Ayzıt ağzından söyletir. Sarp’ı korumak isteyen Cemile, ona bir ateş yaktırır ve Sarp için dualar okur.

Fal
Şamanların kaybolan eşyalardan haber almak için ayna falına baktığı bilinmektedir (Boratav1999). Kahve falı yanında kurşun dökmek de fal misyonuyla değerlendirilmiştir. Necla’yayapılan sabun büyüsü, Ayzıt, Cemile ve Seher hanımlarca kurşun dökmek yoluyla tespit edilir. Sarp’ı kötü güçlerden korumak ve mücadelenin nihayeti hakkında bilgi sahibi olmak için de onun saç tellerini kullanarak, kurşun dökme yoluna gidilir. Ayzıt’ın geleneksel yapıdan farklı olarak, bu ritüelin uygulanımı sırasında “kurşun piri, kurşun cini, suyu al, havayı al, de bize bildiğini” (118) sözleri ile kurşun cini kavramının oluşturulması geleneğe yazarca eklemlenen unsurdur.

Koruyucu Unsurlar
Muska romanında kötü güçlerin saldırısından korunmak için ateşin nihaî göstergesi olan kül kullanılır. Sarp’ın yatağının altına ve çevresine dökülen küller, kötü ruhların erişmesine engel olmak amacını taşır ki burada da geleneğe dair dönüşümler mevcuttur. Muska ise “hastalıkları sağaltma”, “düşmandan gelebilecek kötülükler, görünmez kazalar”gibi “herhangi bir zararı önleme amacıyla üstte taşınan” (Boratav 1999) bir nesne olarak, romana hem adını verir hem de gidişatı değiştirir. Muska, Yatır romanında da evi korumak maksadıyla duvarlara asılmış̧  koruyucu bir nesne konumundadır.

Mekânlar
 Gizli yer altı geçitleri, gotik edebiyatın mekanları içerisinde önemlidir (Hennessy 1978).Romanlarda bahsedilen eşikler, asansör, kuyu, ayna, bodrumlar, özellikle de mahzenler, insanın korkularıyla yüzleşmesi noktasında önemli bir konumdadır (Bachelard 1996).Memoratlara dair anlatılarda, cinlerle karşılaşma alanlarının bu tarz yerler olması da gotik hafızaya vurgudur.

Yemni romanlarında geçitler, şamanların yer altı seyahatlerini, astral gezinmelerini
vurgularken, ikincil alemlere geçiş eşikleri de olurlar. Mitolojik dönemlerden itibaren eşik kutsal kabul edilir. Hayat ile mematı ayıran çizgi olan eşik, kişinin sığınma alanıdır. Bir“adapte sorunu” olarak, kötü varlıklar eşiği aşamamaktadırlar. Romanda kullanılan kuyu motifi modern edebiyat için gotik mekanların tekinsizliğini destekler. Kuyunun Türk-İslam inanç sisteminde, arınma, baht dönümünü sağlama gibi işlevleri vardır. Modern edebiyatta kişinin kendini buluşu ile açıklanabileceği gibi psikanalist ve mitik açıdan da kahramanın yaşadığı ikincil evren maceralarının eşiği veya düşmanların hapsedildiği, kötülüğün yenildiği alan olarak kurgulanır. Yatır romanında psikanalitik bir unsur olarak mağara motifi de dönüştürülmüş olarak yer eder. Jung mağaranın bilinç ile bilinçdışı arasında, kişinin kendisini dönüştürme sürecini görür (Jung 2013). Mustafa, bir eşik kabul edilen parlak taşa dokunduğunda zihninde uyananiki mağara ile konuşmaya başlar ve zamanla olumsuz bir kişiye dönüşür.

Tekinsizlik
Memoratlara dair unsurlar içerisinde, ayna tekinsiz durumu destekleyen bir unsurdur. Bir taraftan fal ve büyü ile ilgili olan cephesi, bir yandan da inanç pratiği olarak gölge varlıklarınyansıma alanlarından biri olarak kabul edilmesi, ayna ile memoratların ilişkisini güçlendirir. Muska’da ayna, uğursuzluk nesnesi olarak kabul edildiği gibi, cinlerin yansıma alanı olarak da kullanılır. Şamanlar, aynaları metafizik alemle ilişki kurmak amacıyla kullanırlar ve bu anlamda ayna daha da önem arz eder. (Çetindağ 2009) Aynanın
Muska romanında yüklendiği konum, Yatır’da da korunur. Burada yine aynaya dair itikatlara bağlı olarak kırılmayan bir ayna söz konusudur. Aynaya yüklenen tekinsiz rol, onun cinlerle olan ilişkisine bilinçaltı noktasında işaret etmesi bakımından mühimdir.

Gotik anlatıda resme dair unsurların kullanılması, tekinsizliği tetikler. Yatır romanında lanetten kaçmaya çalışan kahramanın resim tablosunun içerisine hapsolması bu anlamda manidardır. (Sedgwick 1986)

Sonuç
Sadık Yemni paranormal romanlarında memoratların gücünü kullanır ve geleneğin dönüştürüldüğü sinematografik eserler yazar. Toplumsal kimliği şekillendirmek, çizmek veya korumak için memoratların imkanlarını kullanmak ve sınırları değiştirmek, geliştirmek
gerekebilir. Topluma ait kadim anlatıların ve inanç pratiklerinin romanlarda kullanılması, anlatılara yeni bir güç ve ivme kazandırmak, belki de parlak epik zamanlara yeniden dönmek arayışının bir neticesi olur.

KAYNAKÇA

ASSMANN, Jan, (2001),
 Kültürel
Bellek 
, (Çeviren: Ayşe Tekin), İstanbul: Ayrıntı.
 BACHELARD, (1996),
 Mekânın Poetikası
, (Çeviren: Aykut Derman), İstanbul: Kesit

BASCOM, William R., (2007/4), “Folklorun Dört İşlevi”, (Çeviren: A. Tansel),
Folklor/Edebiyat,
 52: 7-28.BAYAT, Fuzuli, (2015),
Türk Mitolojik Sistemi 
, İstanbul: Ötüken.
 BORATAV, Pertev Naili, (1999),
100 Soruda Türk Folkloru
, İstanbul: Gerçek.
 CAMPBELL, Joseph, (2010),
 Kahramanın Sonsuz Yolculuğu
, (Çeviren: Sabri Gürses),İstanbul: Kabalcı.

ÇETİNDAĞ, Yusuf, (2009),
Ayna Kitabı 
İstanbul: Kitabevi.

ÇOBANOĞLU, Özkul, (2003),
Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları
 ,

Ankara: Akçağ.

GABAİN, Annemarie von, (1968), “Renklerin Sembolik Anlamları”, (Çeviren: Semih
Tezcan),
Türkoloji Dergisi
, III, 1: 101-113.EREN, Metin, (20
13), “Halk İnancı’ Kavramının Sınırları ve Sınırlılıkları Üzerine Birİnceleme”,
Turkish Studies
, 8/13: 857-865.HENNESSY, Brendon, (1978),
The Gothic Novel 
 ,
Harlow: Longman
İNAN, Abdulkadir 
, (1986),
 Tarihte ve Bugün Şamanizm
, Ankara: TTK
İNCİ, Handan, (2005), “Aziz Efendi’nin Reddedilen Mirası Türk Romancısının GerçeklikleSavaşı”,
Kitaplık 
, 80: 73-83.JUNG, Carl Gustav, (2013),
 Dört Arketip
, (Çeviren, Zehra Aksu Yılmazer), İstanbul: Metis

 ,
Harlow: Longman
İNAN, Abdulkadir 
, (1986),
 Tarihte ve Bugün Şamanizm
, Ankara: TTK
İNCİ, Handan, (2005), “Aziz Efendi’nin Reddedilen Mirası Türk Romancısının GerçeklikleSavaşı”,
Kitaplık 
, 80: 73-83.JUNG, Carl Gustav, (2013),
 Dört Arketip
, (Çeviren, Zehra Aksu Yılmazer), İstanbul: Metis


276KILGOUR, Maggie, (1994),
The Rise of the Gothic Novel 
, New York: RouthledgeLE GUIN, Ursula K., (2015),
 Kadınlar Rüyalar Ejderhalar 
, İstanbul: Metis.
 MORAN, Berna, (1998),
Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış
III, İstanbul: İletişim.
 ONG, Walter J., (1995),
 Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi 
 ,
(Çeviren: S.Postacıoğlu Banon), İstanbul: Metis.

ÖZTÜRK, Özhan, (2009),
Folklor ve Mitoloji Sözlüğü
, Ankara: Phoenix.RICOEUR, Paul, (2012),
 Hafıza, Tarih, Unutuş,
(Çeviren: M.E. Özcan), İstanbul: Metis.

SEDGWİCK, Eve K., (1986), “The Structure of Gothic Conventions”,
The Coherence ofGothic Conventions,
 New York: Methuen.SIMPSON, J. ve S. ROUD, (2000)
A Dictionary of English Folklore 
,Oxford UniversityPress. 
TÜRKEŞ, Ömer, (2005), “Korkuyu Çok Sevdik Ama Az Ürettik”,
Radikal Kitap
, 16-17.(200
8), “Korku Türünde İnsan Özgü Çok Şey Bulmak Mümkün”,
HürriyetGösteri
, 292: 118-119.
YEMNİ, Sadık, (2013a),
Muska 
, İstanbul: Nar Kitap
 (2013b),
Yatır 
, İstanbul: Nar Kitap

YETİŞ, Kâzım, (1996),
 Namık Kemal’in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve
Yazıları
, İstanbul: Alfa.