ZOMBİNAME
GÜN BATIMINDA İKİ GÜNEŞ
Oturduğum yerde huzursuzca kımıldandım. Bir
şeyler... Bir şey yolunda değil sanki. Şöminede sönmeğe yüz tutmuş alevlerin
yüzüme yolladığı samimi ısı dalgaları, kız belli bardağımdaki demli çayın
rengi, sevgilimin geçen yaş gününde aldığı boz renkli yün çoraplardan
soldakinin baş parmağım hizasındaki ten rengi leke, birinde kaykıldığım kahverengi iki deri
koltuk, yerdeki el örmesi halının üzerindeki akrep desenleri, arkamdaki
kütüphanedeki kitapların ciltli sırtlarında basılı exlibrisim ve diğer sayısız
konfor hareketliliği içinde ters giden bir şey var.
Parmağımla sağ kulağımdaki plastik nesneye
dokundum. Pink Floyd’un The Final Cut albümünden Your Possible Pasts adlı parçanın melodileri bir şişeye tenekeden
dökülen zeytin yağı gibi kıvamlı ve zahmetsizce beynime akıyor. Birazdan en çok
sevdiğim bir diziyi izleyeceğim. Bir çay daha. Keyfime diyecek yok. O halde
niye kurup durumaktayım? Ha... Dizinin son bölümünde ne olduğunu unutmuşum.
Ondan mı acaba huzursuzluğum?
Yeni bölüm başlasın hemen hatırlarım. Hep
öyle olur. Günlük hay huy içinde bunlar normal. Dilin ucunda duran ve sadece
başkaları anlatınca hatırlanan fıkralar gibi.
“Peki ya diğer şeyler? Esas dizi?”
Sağıma soluma bakındım. Sesin sahibini
göremedim. Parazit atak olmalı yine. Sinsi virüsler gibi her yere sızan sesler.
Eğilip çay bardağımı aldım. Soğumuş çay içmeyi severim. Buzlu çayı da. Çayı her
ısıda içebilirim yani. O kadar çay hastasıyım ki, dondurması yapılsa ona bile
fitim.
Çayın tadındaki bozukluğu neye yormalı? Sanki
birisi bana çaktırmadan içine birkaç damla sirke damlatmış gibi.
“Peki ya diğer belirtiler?”
Parazit sese aldırış etmeden ayağa kalktım,
ama bunu niçin yaptığımı hatırlamıyordum. Birkaç adım atayım hemen aklıma
gelir. Hep öyle olur. Belki bu arada bir ayna bulmalıyım.
“Aferin, kafanın dibindeki nohut ışıldadı
yine.”
Dilimin ucunda bir küfür nemlendi, ama dışarı
salmadım. Yaşım çok genç, ama biraz batıl itikatlıyımdır. Şu anda uğursuzluk
getirir diye düşünüyorum. Kulaklığımı çıkarıp sehpanın üstüne bıraktım. Aralık
duran oda kapısına baktım. İçim üşüdü. Çocukluğumda özellikle rüyalarımda
aralık duran kapılardan çok korkardım. Bir şeyin arkası, göremediğin şeylerin
cepleri sürpriz doludur. Çoğu da ehven değildir. Korkutur, acıtır, hüsrana
uğratır ve yerinden koparır insanı. Burada rahatım. Çok rahatım. Keyfim de
gıcır. Öyle kalmak istiyorum. Orada duran, kapının arkasındaki, haneme davetsiz
olarak gelen o şeyleri görmek istemiyorum.
“Gelen melen yok ahmak.”
İçimden ‘uyma ona’ diye fısıldayan dürtüye
aldırmadan sesimi yükselttim. “Ne oluyor peki?”
“Gelen yok, gidiliyor. Gidiyorsun.”
“Nereye?”
“Müziği dinle.”
Gayri ihtiyari sağ elim kulağıma gitti.
Kulaklığım sehpanın üstünde bıraktığım yerde durmaktaydı. Müzik devam ediyordu.
Kulağımda kulak varcasına ama. Ses ses yükseltici kutulardan geliyor gibi
yankılanmıyordu odada. İngilizce sözlerin tercümesi mutlak sıfır ısısında. Bu
arada albümün en sonuncu parçasına gelmişiz. ‘Gün Batımında İki Güneş’ adlı son
parça çalıyor. Zaman nasıl hızlanmış. Kayıt dışı, kayıp zaman. Topu topu üç
adım attım odanın içinde. Her adımım bir çeyrek saat sürmüş gibi.
“Korku,
O sesleri asla
duymayacaksın,
O yüzleri asla
görmeyeceksin.
Dişlerin bile
buharlaşacak.
Sonunda çok az
kimsenin bildiği şeyi kavrayacaksın.
Küller ve elmaslar,
düşmanlar ve dostlar,
Sonunda hepsi bir ve
tek olacak.”
Saksafonun harika sesi şu anda kulağımda ruh
törpüsü. Hayır böyle bitemez. Hayır. Şöminede ateş, kulağımda melodi ve
bardağımda çay varken olmaz. Hayır..!
*
“Kendine geliyor.”
Bana bakan yüzler aşina. Hepsi yoldaşım kanka
dostlarım. İçimdeki korku yatışıyor. Kalp atışlarım normale döndü bile. O
neydiyse, geldi ve geçti.
“Nasılsın?”
Yerden doğrulup çevremdekilere baktım. Ana
belleğim hâlâ yetersizdi. O odayı, çayın tadını ve müziğin kalbimde yarattığı
titreşimi hatırlıyordum. Kelime haznemi daracık karanlık bir mahzenden spotları
ışıl ışıl yanan olimpik bir stadyuma çevirmişti. Ve oraya dönmek istiyordum.
Ben değil, ben ait olduğum yerdeyim. Ben değil, o nohut kadar küçücük ışıltı. O
istiyor. Ne kadar güçlü avazı.
“Nasılsın?”
“İyiyim.” Dedim etrafımdakilere. Yüzüme hepsi
aynı şekilde bakıyor. Göz bebekleri donuk, mimiksiz. Kimsenin ağzı
kımıldamıyor, ama üzerime arı kümesi gibi kelimeler üşüşmüş durumda. Benim için
endişeleniyorlar. Bazıları başıma gelen arızaya talipmişçesine istekle ayrıntıları
soruyor.
“Dedim ya... Çay vardı, şömine yanıyordu.
Müzik vardı. Benim değil... Babamın... Evet, babamın çok beğendiği bir albümü
dinliyordum. Ufukta batan iki güneş vardı. Sonra...”
“Tekrar bize döndün sevindik.”
Sevenlerimin bu kadar bol olması ne kadar
güzel bir duygu. Az önceki cinsten bir atağı en son iki ay önce de geçirmiştim.
O da birkaç dakikalık bir zaman balonunun içine üflenmiş saatler şeklinde
seyretmişti.
“Krizi atlattın. Çok sevindik.”
“Sağolun dostlarım.”
Benle beraber sekiz kişilik bir gruptuk.
Sokakta yürümeye başladık. Eskiden İstanbul denen şehirdeyiz. Gökdelenlerin
dibindeki sokaklardan birinde amaçsızca yürümeye başladık. O odanın etkisi
silinmeye başlamıştı. Su çekiliyor. Böylesi iyi. Çünkü ben artık o gerçekliğe
ait değilim. Dört buçuk yıldır kalbim eskisi gibi koşuşturmuyor. Gencim.
Damarlarımda bir zamanlar fokurdayan kan şimdi tembelce gezinen yoğun ve soğuk bir
sıvı. Midem sıcak yemek öğütmeyeli yıllar oldu. Soğuk ve çürümüş ete talim
ediyorum. Gözlerim sıradan görüşünü yitireli yıllar oldu. Dışarıdan yönetilen
bir sistemle görüyor ve duyuyorum ben de diğerleri gibi.
Anladınız değil mi?
Ben bir zombiyim.
Neden böyle olduğumuz için çok çeşitli
faraziyeler sürüldü ortaya. Hiçbiri sonuçtan daha önemli değil artık. Birlikteyken
bahsini etmeyiz hiç. Bir zombi anı yaşar. Geçmiş karanlıktır, gelecek kesif bir
sis gibidir.. Az önce geçirdiğim
şömineli, çaylı krize rağmen onlardan bir şey ummak saflıktır. An her şeydir.
Zombilerin kolektif belleği An yakıtıyla çalışan bir motordur dense abartma
olmaz.
Az önce başıma gelen şey zombilerde çok nadir
raslanan bir şey. İnsan olduğumuz zamanları böylesine ayrıntıyla hatırlama ve
bizzat deneyimleme. Bu beni bir şekilde grubumda lider yapıyor. Hiç lafı
edilmez, ama herkeste geçmişin özlemi bir şekilde hâlâ yaşıyor. O ışıltılı
nohutun acarlığı.
“Arkadaşlar yeni kaynak bulundu.”
Hemen önerilen yöne doğru yürümeye başladık. Bu
müthiş bir şeydi. Şanslıysak uzun zamandan sonra ilk defa taze et ve sıcak kan
tadacağız. Şehir nüfusunun yarısından fazlası zombiye dönüştü. Teknolojinin
yardımıyla sağ kalan ve korunaklı yerlerde yaşayan insanlar var. Sayıları
bayağı fazla. Taze et kaynağımız. Onlardan küçük bir grubun yeri tespit
edilmiş. Şimdi oraya baskına gideceğiz. Direnecekler haliyle. Ama bizimle başa
çıkmaları mümkün değil. Sonunda onlara da ufukta aynı anda batan iki güneşi
göstereceğiz.
Amsterdam, Nisan 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder