13 Haziran 2017 Salı

ZOR KOPYA (öykü)





“Bir adı yok.” Dedi Can ve gülümsedi. “Olsa bize hissettirirdi.”
  Mutfak masasının üzerinde duran iki pipoya bakarak içimi çektim. Can Dökmeci liseden beri arkadaşımdı. Tek dostumdu. Son yıllarda işi icabı sık sık yurtdışına gittiği için az görüşür olmuştuk. Yarım saat önce ziyaretime gelmiş ve hayatımı sonsuza dek değiştirmişti. Anlattığı şey deli saçmasından da öteydi, ama her kelimesine iliklerime kadar inanmıştım.
  “Ne diyorsun? Olmaz dersen bizim turnusolcu Hikmet’e gideceğim. Seni kardeşimden fazla severim Ferhat. Çeyrek yüzyıldır sürekli görüştüğüm tek arkadaşımsın. Suzan’ı... Suzan’ı tanırsın. Beş yıldır falan görmemiştim. Dün ansızın evime geldi ve... Boşanmış. Şimdi biriyle berabermiş. Yıllar önceki sevgilim. Beraber sinemaya giderdik. Seni hatırlıyordu. Ne yaptığını falan sordu. Hâlâ güzel. Yanında iki adet gümüş çerçeveli ilkokul fotoğrafı vardı. Kısacası bu işe böyle girmiş oldum. O yüzden aklıma ilk sen geldin. Evet dersen. Ben buradan çıktıktan hemen sonra eski pipoyu bir yere gömecek ve her şeyi unutacağım. Kural böyle. Seçim serbest. Ya eskisi ya da kopyalanan gömülecek. Yenisi eskisinden kat kat...” Sağ elinin işaret parmağıyla yeni olana dokundu. “Babamın kapı gıcırtısı gibi gülüşünü, ter kokusunu, anlattığı komik fıkraları, hastalandığımda kapının kenarında durup endişeyle bana bakışını ve daha bir sürü inanılmaz sayıda ayrıntıyı hatırlayabiliyorum bu yeni pipo sayesinde. Annemi dün ziyaret ettiğimde hatırladığım şeylerle kadını şaşırttım. Rahmetli babam öleli neredeyse on yıl olacak. Her şey daha canlı şimdi. O yüzden eskisini gömeceğim. Seçim serbest. O bizden bir şey almıyor. Veriyor sadece.” 
  “Hayır dersem?”
  Can yüzümden bunu yapmayacağımı açıkça okuduğu halde anlayışla başını salladı. “Ben kapıdan çıkar çıkmaz bütün konuştuklarımı unutacaksın.”
  Arkadaşımın çekik koyu kahverengi gözleri dinginlik, ısrarsızlık, kendinden memnunluk ışıyordu. Üzerindeki kirli beyaz renkli gömlek esmer tenine yakışmıştı. Saçlarında tek tük beyaz telcikler vardı. Bir ticaret firmasının dış ilişkiler müdürüydü. İşinin verdiği stresten sıyrılmış hali etkileyiciydi. Babasının piposunu kopyalayan şeyden çok olumlu etkilenmişti. Son görüştüğümüzde yarım saat iş alanındaki sıkıntılardan söz edip durmuştu.
  Can’ı kapıdan uğurladım. Metalik renkli Toyota Corona’sına binmeden önce elini salladı.
  “Önümüzdeki ay görüşürüz belki. Bir iki arkadaşı da çağırır...”
  “Senin işlerin çıkar yine.”
  “Bakalım.”
  Arabanın ardından bakarken düşüncelerim kıpraşıktı bayağı. Heyecanım üst kertelere fırlamıştı. Pipoyu kopyalayanı hissediyordum. Hava basıncı ve yerçekimi gibi her yerdeydi. Can’la tasarladığımızdan çok önce bir cenaze töreninde görüşecektik. Buraya geliş nedeninin bilgisinden sıyrılmış olacaktı. Bense lanetli bir mutluluğun sarmalında dolanmanın şokunda. Ona kızgın değilim. Kader tek gidişli bir yoldur. Araya çizgiyi ben çizdim.

*
  Birkaç gün düşündüm. Bir sürü şeyi kopyalatabilirdim. Karım Meliha oğlumuz üç yaşındayken ölmüştü. Birbirimize sırılsıklam aşık olarak evlenmiştik. Oğlum Serdar aşk çocuğuydu. Meliha bir araba kazasında öldüğünde üç yaşındaydı. Şimdi altı yaşında. Ona yeni bir anne getirmedim. Annem ve babam tekrar evlenmem için çok ısrar ettiler. Henüz 42 yaşındayım. Taliplerim vardı. İçlerinde beğendiklerim de. Bir şey beni engelledi. Kısmet böylesineymiş.
  Düşüne düşüne sonunda iki nesnede karar kıldım. Çok sevdiğim rahmetli dedemin el yazması romanı. Karımın nışanlıyken bir kavganın ardından bana yazdığı uzun mektup. Bunlardan birini seçecektim. Dedem kitabını el yazısıyla saman yapraklı sarı bir deftere yazmıştı. Romanım diyordu dalgayla. Roman falan değildi. Hayatı boyunca başından geçen önemli bulduğu olayları tespih taneleri gibi arka arkaya dizmişti. Kendince gırgır bir üslubu vardı. Bana vasiyet etmişti. İşletmeci olmadan önce edebiyatla sanatla yoğun ilgim vardı. Bir ara yazmayı bile hayal ederdim. Sonra hayat gailesi denen çarkların içine girince işler değişti. Şimdilerde uzaklarda tüten bir vapur bacası gibi. Hoş, nostaljik, ama erişilemez uzak.
  Karımın mektubu ise inanılmaz dokunaklıydı. Okurken ağlamıştım. iyi kurulmuş cümlelerin içimde minik haset goncaları filizlendirdiğini hatırlıyorum. Meliha yazmalıydı aslında doktor olacağına. Esas yetenekli oydu. Aşkını, benden beklentilerini ne kadar etkin bir üslupla dile getirmişti. Ölümünden sonra her okuyuşumda beni yeniden ağlatan bir hitabet tarzı vardı. 
  İki benden yetenekli canım ciğerim kimsenin yazdığı metinlerden birini seçecektim. İkisinin de anıları beynimde giderek yavaşlamaktaydı. Oğlumun gözlerinde karımı görür gibi olduğumda içimde bir suçluluk duygusu serpiliyordu. Giderek Meliha’yı daha az düşünüyordum. Bu normaldi, ama içimi acıtıyordu yine de. Bütün yüz hatlarını aldığım dedemse her sabah traş olurken bana aynada başka şeyler fısıldamaktaydı. Sarı yapraklı kalın defterin boş sayfaları hışırdıyordu. Can’la ortak arkadaşımız turnusolcu Hikmet dedemi iyi tanırdı. Bir defasında yazılanları dijital ortama çıkarmak ve bir blogda yayınlamak için izin istemişti. Neden bilmiyorum, defteri vermemiştim. Oysa adamın ruhu şad olurdu. Birileri okur o yılların havasını solurdu. Bitmiş gitmiş bir yaşamın ardından bir iki e-posta alırdı. Garip bir kıskançlık saikiyle bir bahane uydurup arkadaşımı atlatmıştım. O ufuktaki silinmek bilmeyen baca dumanı nedeniyle belki.
  Sonunda dedemin defterini seçmeye daha yakın olduğumu gördüm. Eğer Meliha’nın mektubunu kopyalatırsam ömrümün sonuna dek anısıyla yaşamayı seçecektim belki de. Çok gençtim. Kendime yeniden bir aile hayatı kurmak istiyordum.  Suçluluk hissim aşırı içki sonrası akşamdan kalmalık hali gibi üzerime yüklenmişti, ama geçecekti biliyordum. O an uzak değildi. Bu akşam her an benle birlikte olan kopyacıya seçimimi bildirecektim.
  Kopyacım neydi? Dünya dışı bir zeka mıydı? Cin denen ışıktan yaratılma bir varlık mıydı? Mitolojilerde adı geçen olağanüstü bir varlık mıydı? Bu gibi sorular artık kafamı meşgul etmiyordu. Onu olduğu gibi, dünyanın manyetik alanı kadar doğal kabul ediyordum. Soluduğum oksijen atomları kadar buralıydı. Dünya yerlisiydi.
  Büromda gözüm bilgisayar ekranındaki rakamlarda bunları düşünürken şahsi ilişkilerim için kullandığım cep telefonum çaldı. Oğlumun bakıcısı Selma hanımdı. Serdar’ı arı sokmuştu. Hem de iki tane birden. Kadın hastahaneye götürmek üzereydi. Cumartesi olduğu için okul yoktu. Selma hanımla birlikte evdeydiler. Kadının sesindeki panik çok normaldi. Çünkü oğlum annesi gibi arı sokmasına karşı alerjikti.
  Arabamla on dakikalık mesafedeki hastahaneye vardığımda Serdar komadaydı. Selma hanım iki gözü iki çeşme başucunda durmaktaydı. Oğlum nefes alamadığı için ağzına hortum sokulmuştu. Anaflaktik şok demişti doktor. Solunum güçlüğünü yenmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Tam bunu alt etmeye başladıklarında bir başka sorun belirmişti. Kalp yetmezliği. Ben içeri girdiğimde kalp kasını desteklemek için yaptıkları iğnenin sonucunu beklemekteydiler.
  Oğlum sabaha karşı 4.04’de öldü. Selma hanımı taksiyle çok önceden evine yollamıştım. Başucunda yalnızdım. Bağlandığı yaşam ünitesindeki kalp eğrileri düz çizgiye dönüşmeden az önce, ben geldiğimden beri ilk kez gözlerini açtı ve bana baktı. Hem onu hem annesini aynı anda son kez görmenin sarsıntısıyla bir dilekte bulundum.
  Onu kopyala. Oğlumu kopyala. Ne olur. Ne olur.
*
  
  Aradan 18 yıl geçti. Bu akşam altmışıncı yaşımı ve emekliye ayrılmamı aynı anda kutluyorum. Küçük bir çikolatalı pasta. Altı adet mum. Mantarı açılmış bir şişe şampanya. Serdar’la beraberiz. Karşımda oturuyor. Her zamanki gibi sessiz, kıpırtısız, soluksuz. Sadece gözleri, annesinin gözleri mana ışıyor. Hâlâ altı yaşında.
  Annem ve babam üç yıl önce birer ay arayla öldüler. Bütün arkadaşlarımla ilişkimi zamanla sıfırladım. Kadınlarla ev dışında oluşan bozulan çok kısa süren ilişkiler kurdum. Artık torunları olmadığı için annemle babam bana çok nadir gelirlerdi. Onlarla aşağıda sohbet ederken oğlum yukarıdaki odasında sessizce beklerdi. Bana gelmesinler diye sık sık ziyaretlerine gitmekteydim. Evlenmemi, yeniden çoluk çocuk sahibi olmam için ısrar ettiklerinde bazen gerçeği onlara anlatmak istedim. Hep son anda caydım. O kopyacıyı iliğinde kemiğinde hissetmeden durumu normal kabul etmeleri mümkün değildi. Ruhi dengelerini bozmak istemedim ve ağzımı tuttum.
  Can’ı son kez oğlumun cenazesinde gördüm. Bana bir amaçla geldiğini unutmuştu gerçekten. Gözlerinde bir an bile buna işaret edecek yedek bir anlam yakalayamadım. Sonradan beni defalarca görmek istedi. Her seferinde atlattım. Bir yıl kadar sonra peşimi bıraktı. 
  Dedemin sarı yapraklı defterini oğlumun gömülmesinden bir hafta sonra turnusolcu Hikmet’e verdim. Hem şaşırdı, hem sevindi. Bana birkaç kez bloğunda yayınladığını bildirdi. Hiç cevap yazmadım. Merak ettiğim halde bakmadım. Sonunda o da benle ilişkiyi kesti. 
  Oğlumun gözleri hariç tek başına yaşamaya çok alıştım. O şey neyse oğlumu kopyalayarak diriltmedi. Gözleri canlı tutan bir ünite haline getirdi. Bu sabah ona masal okuduğumda bana sevgiyle gülümsedi. Hem o, hem Meliha aynı anda memnun memnun gülümsemekteydiler. Gözlerim doldu. Huşuyla kalbim beş kat genişlemişti sanki.
  Mumları üfledim. Bir defada söndüler. Oğlumun gözlerinde mutlu bir parlaklık var. Burada babasıyla beraber olmaktan hoşnut. Pastayı kesip tabağıma bir dilim koydum. Çatalla ucundan bir parça kesip tadına baktım. Çikolatalı vişneli pasta nefisti. Bir zamanlar üçümüz de çok severdik.
  Birazdan divanda yan yana oturup bir film izleyeceğiz. Şişede kalan şampanyayı içip bitireceğim. Belki divanda sızar kalırım. Uyandığımda beni seven gözlerin faunasında olacağım yine.
  Yarı dolu bardağımı kaldırıp oğluma ve Meliha’ya bakıp, “Şerefinize.” Dedim. Oğlumun verdiği candan karşılığı görmenizi isterdim. Yalnız değilim. Ailemiz on sekiz yıldır tümlenmiş durumda. O nesneleri kopyalayan şeye şükranlarımı sunuyorum. Asla pişman olmadım seçimimden. Bana en derinden istediğim bir şeyi verdi. Tutkulu isteklerin gerçekleşmesinin böyle sarsıntı verici yanları olması normal.
  Kimbilir kaç bin yıldır devam eden zincir bende durakladı. Yanımda oğlumun aslı ve kopyası birine gidip göstermem imkânsızdı. Böylece kısa bir öykü yazıp bu tür öyküleri seven bir E- Dergi’de yayınlattım. Dünden beri dijital ortamda salınmakta.
  Ben ölünce gözler de anlamlarından sıyrılacaklar. Onu besleyen koza toz olup dağılacak. Ben gömülünce sizler anlattığım öyküyü unutacaksınız. Biriniz hariç. Ne yapalım, kural böyle. 
                                                                                          Amsterdam, Haziran 2009
                             ----------------------------------------



 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder