“Bir adı yok.” Dedi
Can ve gülümsedi. “Olsa bize hissettirirdi.”
Mutfak masasının üzerinde duran iki pipoya
bakarak içimi çektim. Can Dökmeci liseden beri arkadaşımdı. Tek dostumdu. Son
yıllarda işi icabı sık sık yurtdışına gittiği için az görüşür olmuştuk. Yarım
saat önce ziyaretime gelmiş ve hayatımı sonsuza dek değiştirmişti. Anlattığı
şey deli saçmasından da öteydi, ama her kelimesine iliklerime kadar inanmıştım.
“Ne diyorsun? Olmaz dersen bizim turnusolcu
Hikmet’e gideceğim. Seni kardeşimden fazla severim Ferhat. Çeyrek yüzyıldır
sürekli görüştüğüm tek arkadaşımsın. Suzan’ı... Suzan’ı tanırsın. Beş yıldır
falan görmemiştim. Dün ansızın evime geldi ve... Boşanmış. Şimdi biriyle
berabermiş. Yıllar önceki sevgilim. Beraber sinemaya giderdik. Seni
hatırlıyordu. Ne yaptığını falan sordu. Hâlâ güzel. Yanında iki adet gümüş
çerçeveli ilkokul fotoğrafı vardı. Kısacası bu işe böyle girmiş oldum. O yüzden
aklıma ilk sen geldin. Evet dersen. Ben buradan çıktıktan hemen sonra eski
pipoyu bir yere gömecek ve her şeyi unutacağım. Kural böyle. Seçim serbest. Ya
eskisi ya da kopyalanan gömülecek. Yenisi eskisinden kat kat...” Sağ elinin
işaret parmağıyla yeni olana dokundu. “Babamın kapı gıcırtısı gibi gülüşünü,
ter kokusunu, anlattığı komik fıkraları, hastalandığımda kapının kenarında
durup endişeyle bana bakışını ve daha bir sürü inanılmaz sayıda ayrıntıyı
hatırlayabiliyorum bu yeni pipo sayesinde. Annemi dün ziyaret ettiğimde
hatırladığım şeylerle kadını şaşırttım. Rahmetli babam öleli neredeyse on yıl
olacak. Her şey daha canlı şimdi. O yüzden eskisini gömeceğim. Seçim serbest. O
bizden bir şey almıyor. Veriyor sadece.”
“Hayır dersem?”
Can yüzümden bunu yapmayacağımı açıkça
okuduğu halde anlayışla başını salladı. “Ben kapıdan çıkar çıkmaz bütün
konuştuklarımı unutacaksın.”
Arkadaşımın çekik koyu kahverengi gözleri
dinginlik, ısrarsızlık, kendinden memnunluk ışıyordu. Üzerindeki kirli beyaz
renkli gömlek esmer tenine yakışmıştı. Saçlarında tek tük beyaz telcikler
vardı. Bir ticaret firmasının dış ilişkiler müdürüydü. İşinin verdiği stresten
sıyrılmış hali etkileyiciydi. Babasının piposunu kopyalayan şeyden çok olumlu
etkilenmişti. Son görüştüğümüzde yarım saat iş alanındaki sıkıntılardan söz
edip durmuştu.
Can’ı kapıdan uğurladım. Metalik renkli
Toyota Corona’sına binmeden önce elini salladı.
“Önümüzdeki ay görüşürüz belki. Bir iki
arkadaşı da çağırır...”
“Senin işlerin çıkar yine.”
“Bakalım.”
Arabanın ardından bakarken düşüncelerim
kıpraşıktı bayağı. Heyecanım üst kertelere fırlamıştı. Pipoyu kopyalayanı
hissediyordum. Hava basıncı ve yerçekimi gibi her yerdeydi. Can’la
tasarladığımızdan çok önce bir cenaze töreninde görüşecektik. Buraya geliş
nedeninin bilgisinden sıyrılmış olacaktı. Bense lanetli bir mutluluğun
sarmalında dolanmanın şokunda. Ona kızgın değilim. Kader tek gidişli bir yoldur.
Araya çizgiyi ben çizdim.
*
Birkaç gün düşündüm. Bir sürü şeyi
kopyalatabilirdim. Karım Meliha oğlumuz üç yaşındayken ölmüştü. Birbirimize
sırılsıklam aşık olarak evlenmiştik. Oğlum Serdar aşk çocuğuydu. Meliha bir
araba kazasında öldüğünde üç yaşındaydı. Şimdi altı yaşında. Ona yeni bir anne
getirmedim. Annem ve babam tekrar evlenmem için çok ısrar ettiler. Henüz 42
yaşındayım. Taliplerim vardı. İçlerinde beğendiklerim de. Bir şey beni
engelledi. Kısmet böylesineymiş.
Düşüne düşüne sonunda iki nesnede karar
kıldım. Çok sevdiğim rahmetli dedemin el yazması romanı. Karımın nışanlıyken
bir kavganın ardından bana yazdığı uzun mektup. Bunlardan birini seçecektim.
Dedem kitabını el yazısıyla saman yapraklı sarı bir deftere yazmıştı. Romanım
diyordu dalgayla. Roman falan değildi. Hayatı boyunca başından geçen önemli
bulduğu olayları tespih taneleri gibi arka arkaya dizmişti. Kendince gırgır bir
üslubu vardı. Bana vasiyet etmişti. İşletmeci olmadan önce edebiyatla sanatla
yoğun ilgim vardı. Bir ara yazmayı bile hayal ederdim. Sonra hayat gailesi
denen çarkların içine girince işler değişti. Şimdilerde uzaklarda tüten bir
vapur bacası gibi. Hoş, nostaljik, ama erişilemez uzak.
Karımın mektubu ise inanılmaz dokunaklıydı.
Okurken ağlamıştım. iyi kurulmuş cümlelerin içimde minik haset goncaları
filizlendirdiğini hatırlıyorum. Meliha yazmalıydı aslında doktor olacağına.
Esas yetenekli oydu. Aşkını, benden beklentilerini ne kadar etkin bir üslupla
dile getirmişti. Ölümünden sonra her okuyuşumda beni yeniden ağlatan bir
hitabet tarzı vardı.
İki benden yetenekli canım ciğerim kimsenin
yazdığı metinlerden birini seçecektim. İkisinin de anıları beynimde giderek
yavaşlamaktaydı. Oğlumun gözlerinde karımı görür gibi olduğumda içimde bir
suçluluk duygusu serpiliyordu. Giderek Meliha’yı daha az düşünüyordum. Bu
normaldi, ama içimi acıtıyordu yine de. Bütün yüz hatlarını aldığım dedemse her
sabah traş olurken bana aynada başka şeyler fısıldamaktaydı. Sarı yapraklı
kalın defterin boş sayfaları hışırdıyordu. Can’la ortak arkadaşımız turnusolcu
Hikmet dedemi iyi tanırdı. Bir defasında yazılanları dijital ortama çıkarmak ve
bir blogda yayınlamak için izin istemişti. Neden bilmiyorum, defteri
vermemiştim. Oysa adamın ruhu şad olurdu. Birileri okur o yılların havasını solurdu.
Bitmiş gitmiş bir yaşamın ardından bir iki e-posta alırdı. Garip bir kıskançlık
saikiyle bir bahane uydurup arkadaşımı atlatmıştım. O ufuktaki silinmek
bilmeyen baca dumanı nedeniyle belki.
Sonunda dedemin defterini seçmeye daha yakın
olduğumu gördüm. Eğer Meliha’nın mektubunu kopyalatırsam ömrümün sonuna dek
anısıyla yaşamayı seçecektim belki de. Çok gençtim. Kendime yeniden bir aile
hayatı kurmak istiyordum. Suçluluk
hissim aşırı içki sonrası akşamdan kalmalık hali gibi üzerime yüklenmişti, ama
geçecekti biliyordum. O an uzak değildi. Bu akşam her an benle birlikte olan
kopyacıya seçimimi bildirecektim.
Kopyacım neydi? Dünya dışı bir zeka mıydı?
Cin denen ışıktan yaratılma bir varlık mıydı? Mitolojilerde adı geçen
olağanüstü bir varlık mıydı? Bu gibi sorular artık kafamı meşgul etmiyordu. Onu
olduğu gibi, dünyanın manyetik alanı kadar doğal kabul ediyordum. Soluduğum
oksijen atomları kadar buralıydı. Dünya yerlisiydi.
Büromda gözüm bilgisayar ekranındaki
rakamlarda bunları düşünürken şahsi ilişkilerim için kullandığım cep telefonum
çaldı. Oğlumun bakıcısı Selma hanımdı. Serdar’ı arı sokmuştu. Hem de iki tane
birden. Kadın hastahaneye götürmek üzereydi. Cumartesi olduğu için okul yoktu.
Selma hanımla birlikte evdeydiler. Kadının sesindeki panik çok normaldi. Çünkü
oğlum annesi gibi arı sokmasına karşı alerjikti.
Arabamla on dakikalık mesafedeki hastahaneye
vardığımda Serdar komadaydı. Selma hanım iki gözü iki çeşme başucunda
durmaktaydı. Oğlum nefes alamadığı için ağzına hortum sokulmuştu. Anaflaktik
şok demişti doktor. Solunum güçlüğünü yenmek için ellerinden geleni
yapmışlardı. Tam bunu alt etmeye başladıklarında bir başka sorun belirmişti.
Kalp yetmezliği. Ben içeri girdiğimde kalp kasını desteklemek için yaptıkları
iğnenin sonucunu beklemekteydiler.
Oğlum sabaha karşı 4.04’de öldü. Selma hanımı
taksiyle çok önceden evine yollamıştım. Başucunda yalnızdım. Bağlandığı yaşam
ünitesindeki kalp eğrileri düz çizgiye dönüşmeden az önce, ben geldiğimden beri
ilk kez gözlerini açtı ve bana baktı. Hem onu hem annesini aynı anda son kez
görmenin sarsıntısıyla bir dilekte bulundum.
Onu
kopyala. Oğlumu kopyala. Ne olur. Ne olur.
*
Aradan 18 yıl geçti. Bu akşam altmışıncı
yaşımı ve emekliye ayrılmamı aynı anda kutluyorum. Küçük bir çikolatalı pasta.
Altı adet mum. Mantarı açılmış bir şişe şampanya. Serdar’la beraberiz. Karşımda
oturuyor. Her zamanki gibi sessiz, kıpırtısız, soluksuz. Sadece gözleri,
annesinin gözleri mana ışıyor. Hâlâ altı yaşında.
Annem ve babam üç yıl önce birer ay arayla
öldüler. Bütün arkadaşlarımla ilişkimi zamanla sıfırladım. Kadınlarla ev
dışında oluşan bozulan çok kısa süren ilişkiler kurdum. Artık torunları
olmadığı için annemle babam bana çok nadir gelirlerdi. Onlarla aşağıda sohbet
ederken oğlum yukarıdaki odasında sessizce beklerdi. Bana gelmesinler diye sık
sık ziyaretlerine gitmekteydim. Evlenmemi, yeniden çoluk çocuk sahibi olmam
için ısrar ettiklerinde bazen gerçeği onlara anlatmak istedim. Hep son anda
caydım. O kopyacıyı iliğinde kemiğinde hissetmeden durumu normal kabul etmeleri
mümkün değildi. Ruhi dengelerini bozmak istemedim ve ağzımı tuttum.
Can’ı son kez oğlumun cenazesinde gördüm.
Bana bir amaçla geldiğini unutmuştu gerçekten. Gözlerinde bir an bile buna
işaret edecek yedek bir anlam yakalayamadım. Sonradan beni defalarca görmek
istedi. Her seferinde atlattım. Bir yıl kadar sonra peşimi bıraktı.
Dedemin sarı yapraklı defterini oğlumun
gömülmesinden bir hafta sonra turnusolcu Hikmet’e verdim. Hem şaşırdı, hem
sevindi. Bana birkaç kez bloğunda yayınladığını bildirdi. Hiç cevap yazmadım.
Merak ettiğim halde bakmadım. Sonunda o da benle ilişkiyi kesti.
Oğlumun gözleri hariç tek başına yaşamaya çok
alıştım. O şey neyse oğlumu kopyalayarak diriltmedi. Gözleri canlı tutan bir
ünite haline getirdi. Bu sabah ona masal okuduğumda bana sevgiyle gülümsedi.
Hem o, hem Meliha aynı anda memnun memnun gülümsemekteydiler. Gözlerim doldu.
Huşuyla kalbim beş kat genişlemişti sanki.
Mumları üfledim. Bir defada söndüler. Oğlumun
gözlerinde mutlu bir parlaklık var. Burada babasıyla beraber olmaktan hoşnut.
Pastayı kesip tabağıma bir dilim koydum. Çatalla ucundan bir parça kesip tadına
baktım. Çikolatalı vişneli pasta nefisti. Bir zamanlar üçümüz de çok severdik.
Birazdan divanda yan yana oturup bir film
izleyeceğiz. Şişede kalan şampanyayı içip bitireceğim. Belki divanda sızar
kalırım. Uyandığımda beni seven gözlerin faunasında olacağım yine.
Yarı dolu bardağımı kaldırıp oğluma ve
Meliha’ya bakıp, “Şerefinize.” Dedim. Oğlumun verdiği candan karşılığı
görmenizi isterdim. Yalnız değilim. Ailemiz on sekiz yıldır tümlenmiş durumda.
O nesneleri kopyalayan şeye şükranlarımı sunuyorum. Asla pişman olmadım
seçimimden. Bana en derinden istediğim bir şeyi verdi. Tutkulu isteklerin
gerçekleşmesinin böyle sarsıntı verici yanları olması normal.
Kimbilir kaç bin yıldır devam eden zincir
bende durakladı. Yanımda oğlumun aslı ve kopyası birine gidip göstermem
imkânsızdı. Böylece kısa bir öykü yazıp bu tür öyküleri seven bir E- Dergi’de
yayınlattım. Dünden beri dijital ortamda salınmakta.
Ben ölünce gözler de anlamlarından
sıyrılacaklar. Onu besleyen koza toz olup dağılacak. Ben gömülünce sizler
anlattığım öyküyü unutacaksınız. Biriniz hariç. Ne yapalım, kural böyle.
Amsterdam, Haziran 2009
----------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder