“Gelecek mi?”
Başımla olumladım ve “Dilekbek.” dedim.
Besim Tunalı’nın korkulu bakışlarında belli
belirsiz bir merak şeraresi yandı söndü. Bu kelimenin anlamını sormasını boşuna
bekledim. Mazinin gönderdiği arızalı bir gerçekliğin yarattığı dehşetin
etkisindeydi. Yaz gecesi esinleten eylül ılıklığına rağmen üşüyormuş gibi bir
hali vardı. Kobalt mavisi ceketinin ön düğmesini iliklemişti. Elleri titrediği
için canı çok çekmesine rağmen sigara içmiyordu. Son on dakikada iki kez
işemişti.
On dokuz yıl önce bir ilkbahar öğleden
sonrası şu anda tam durduğumuz yerde başlayan sıradan bir olayın gecikmeli ve
netameli neticesinin çeşitli şekillerde kurbanıydık. Geçen haftadan sonra
hayatımız bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı.
1990 yılının nisan ayında bir grup insanın
hayatına bir el dokundu. Bunu dev bir kelebek şeklinde yaptı. Kader kelebeğinin
dökülen pulları diyesim geliyor.
Sermet’le birlikte yaz sıcaklarını hatırlatan
bir pazar günü minibüsle Urla’ya gittik. 15 Nisan pazar gününün sonradan
babamın taptığı aktris Greta Garbo’nun ölüm tarihi olduğunu keşfedecektim.
Bunun o gün olacaklarla bir ilgisi yoktu. Bir rastlantıydı sadece.
O yıllarda henüz bomboş olan bir yerde indik.
Patikadan içerilere doğru yürümeye başladık. Çocukluğun son demlerinin
itkisiyle bir sürü anlamsız şeyden konuşup durmaktaydık. Bahar havasının baştan çıkarıcılığıyla sarmalanmıştık. Sınıftan
arkadaşımız Hasan’ın babasının çiftliğinde dört arkadaş buluşacaktık. Çiftlikte
kangal köpekleri vardı. Onlarla oynamayı seviyordum. Çiftliğe komşu arazinin
sahibinin, dört beş tane atı vardı. Bazen onlara da biniyorduk. Uysal atlardı,
ama dizginsiz, eyersiz ata binmek ve düşmemek bayağı beceri isteyen bir şeydi.
O ana kadar en az on kez ata binmiş, ama şansıma hiç düşmemiştim. Bu nedenle
Sermet tek defalık düşmesini ara sıra kaşıdığı gurur yarası haline getirmişti.
Ben de köpeklerden biri tarafından, üstelik kıçından ısırılan yegâne kişiydim.
Ne hissettiğini iyi anlıyordum.
“Hey bu da ne?”
O şeyi gören Sermet’ti. Yoksa yanından geçip
gidecektik. Sağımızdaki yamaçta desenleri kırmızının tonlarıyla bezeli bezeli
bir kelebek durmaktaydı. Çok büyüktü. Hayatımda filmlerde bile böylesini
görmemiştim. Toplam kanat açıklığı otuz santim falan olmalıydı. Kanatlarını
yavaş yavaş kıpırdatmasa maket zannedebilirdim. Kırmızı kelebeğe hayretle
bakarken kanatlar hava ittirdi, yavaşça yükselerek ağaçları aştı ve gözden
yitiverdi. Geriye keseceğimiz kıtır kalmıştı sadece. Kimse bu büyüklükte bir
kelebek gördüğümüze inanmazdı. Nitekim öyle de oldu.
“Gördün değil mi?”
Başımı salladım. “Evet.”
“Bir dilek tutalım.”
Birden bana çok mantıki görünmüştü bu fikir.
Böyle bir deneyim az buz şey değildi.
“Tamam.”
“Bir değil, üç.”
“İyi lan.”
Neden üç, diye sormadım. Üçün tılsımı
insanlığın ortak malıydı. Allahın kayrası üçtü. Şişenin içinden çıkan cin onu
bulanın üç arzusunu yerine getirirdi. Annemin baktığı fallarda her şey üç
vadede hallolurdu. Kargalar arka arkaya üç kez gaklardı.
“İlki ne olsun?”
Omuzlarımı silktim. Aklıma bir sürü şey
geliyordu, ama bunlardan hiçbiri en ön sırada durmuyordu henüz.
“Melisa. Melisa’yı çıplak görelim.
Çırılçıplak.”
Sermet’le aynı sokakta oturuyorduk. Melisa o
sıralarda on altı yaşında olan komşu kızıydı. Yuvarlakları bayağı iddialı,
harika bir vücuda sahipti. Plajda mayoyla bol bol görüyorduk, ama çıplak...
Önümüzdeki birkaç yıl sonrasına uzanan anlamlı bakışlarla uzlaştık.
“İkinci dilek peki?” .
“Maserati.” dedim.
Bu da ilki kadar sihirli bir kelimeydi.
Birden zihnimde çakıvermişti. Oturduğumuz sokakta Roma’da yaşayan bir avukat
vardı. Her yaz İzmir’e tatile geliyordu. Son gelişinde lacivert bir Maserati 222’yle
gelmişti. Uzaydan yeryüzüne inmiş bir araç gibiydi. Motorunun sesini diğer
arabalardan hemen ayırt edebilmekteydik. Mahallenin bütün erkeklerinin bittiği
bir araçtı.
Arkadaşımın yüzünde uçuşkan bir tereddüt
belirdi yok oldu. ve “Tamam.” dedi. “Üçüncü
de şey olsun. Besim. Besim bizi sırtına alsın, buradan şu ağacın olduğu yere
kadar getirsin götürsün.”
Besim bizim sınıftan bir arkadaşımızın
abisiydi. Bundan bir ay kadar önce hileli yöntemlerle kardeşinin bilyelerini
üttüğümüz bahanesiyle ceplerimizdeki bütün bilyelere el koymuştu. Sermet
direnince de midesine şiddetli bir yumruk indirerek mazeret kabul etmediğini
belli etmişti. Sermet’in acıdan çok utançtan gözleri dolmuştu. Bir delilik
yapıp dayak yemesini engellemek için yalvarmıştım adeta. Herife ben de acayip
gıcık olmaktaydım, ama on sekiz yaşının fizik gücüyle ikimiz bile başa
çıkamazdık. Üstelik üzerinde sustalı taşıdığı rivayet edilmekteydi.
“Eşek gibi anırarak taşısın.” dedim.
Sermet’in gözleri parladı. Kumral, yeşil
gözlü iri kemikli yakışıklı bir çocuktu. Daha o yaşta kızların dikkatini
çekerdi. Tokalaştık.
Çiftlikte Hasan ve babası vardı sadece. Diğer
arkadaşımız Sabri gelmemişti. O sıralar cep telefonları olmadığından nedenini
öğrenmek için ertesi günü beklememiz gerekecekti.
“Üşendim.” diyecekti Sabri sırıtarak. İyi ki
üşenmiş diyorum. Yoksa şimdi o da dehşet vadisinin dibindeki otları yolacaktı.
Sıradan bir üşengeçliğin bu denli yarar sağlaması haksızlıktı valla.
Hasan ve babası alaylı bakışlarla kelebek
öykümüzü dinlediler. Bundan ders alıp başka hiç kimseye anlatmamamız gerekirdi.
Dayanamayıp çocukluk heyecanıyla tanıdığımız herkese anlatıp durduk ve bol bol
alay balyaladık. O gün çok güzel geçti. Atlar yoktu, ama bizi hoş bir sürpriz
bekliyordu. Hasan’ın babası bize 22’lik tabancayla atış yaptırdı.
3’ler iş başındaydı yine. Üç çocuk bir
portakal kasasının üzerinde duran boş bir yoğurt kâsesine beş metre mesafeden
üçer kurşun attık. Hasan bir tane tutturdu. Ben hiçbirini isabet ettiremedim.
Sermet yılların atıcısıymış gibi üçünü de vurdu ve arkadaşımızın babasından
yıldızlı aferin aldı. Ardından fırından taze çıkmış börekler yendi. Üç çocuk
çevrede gezinti yaptık ve sonra arkadaşın babasının arabasıyla geri döndük. 15
Nisan pazar günü olanlar bunlardan ibaret.
Gelecek yıl orta okulda Sermet’le aynı
sınıftaydık. Yaz tatilinde hastalandı. Kanser dediler. İnce barsak kanseri o
yakışıklı ve yağız delikanlı adayını iki ayda yiyip bitirdi. Pastırma yazı
kıvamlı bir eylül gecesi, Douglas Bower and David
Chorley’in İngiltere’de bir mısır tarlasında ip ve kalasların yardımıyla Crop Circles denen şekilleri oluşturdukları sırada öldü.
Uzaylıların izi diye ortalık ayağa kalkmıştı.
Sermet’i kaybettikten sonra bir daha o denli yakın bir arkadaşım olmadı.
En fıttırık düşüncelerin bazen tek ağızlı iki borulu bir huniyle kafalarımıza
aynı anda aktığı süreç bitmişti. Ruh ikizi terimi daha çok kız ya da erkek
tavlamakta kullanılan bir jargondur, ama aramızdaki ilişkiyi tanımlayabileceğim
başka bir sözcük bilmiyorum. Arkadaşımın ölümü bir yanımı köreltmişti. Daha
doğrusu ben öyle sanmaktaydım.
Sermet’i en son gördüğümde, ölmesi için eve getirmişlerdi. 1991
eylülünün ilk haftasıydı. Verilen morfinler zihnini bulandırmıştı. Beni
tanıması zaman aldı. Otuz kiloya inmişti. İskelet gibiydi. Hüngür hüngür
ağlamaktaydım. Bir ara bana yaklaş işareti yaptı. Yüzü de acaip çökmüştü, ama
gözlerinde hâlâ can vardı. Kulağımı dudaklarına yaklaştırdım. Tek kelime
fısıldadı. Sesi çok hafif çıkmıştı. Yalnız kelimeyi bütün açıklığıyla
duymuştum.
“Dilekbek.”
Aradan 19 yıl geçti. 31 yaşındayım. Bekârım. İnşaat mühendisliğini
bitirdim. Babamdan kalan müteahhitlik firmasını çalıştırıyorum. Babam iki yıl
önce kendini tamamen emekliye ayırdı. Annemle birlikte yaz kış Ayvalık’taki
evlerinde kalıyorlar. Hayat iki nokta arasına gerilmiş bir ip gibi dümdüz,
sürprizsiz ve sıradan akmakta. Sevgilimle aramızın bozuk olduğu günler. Kız
kendini naz kürüne çekmiş durumda.
Bir
hafta önce beni facebook kanalıyla eski bir tanıdık buldu. Adı Melisa
Özbahar’dı. Önce hatırlamadım. Çünkü Melisa, Sermet’in ölümünden birkaç yıl
sonra üniversite öğrenimi için Almanya’ya gitmişti. Bir daha da hiçbir yerde
karşılaşmamıştık. Beni bulduğunda Berlin’deydi. Feysbukdaşına gönderdiği ilk
notta örtülü bir panik vardı.
Ferhat,
seni bulmam ne kadar iyi oldu bilsen. Eski arkadaşlar olarak acilen konuşmamız
lazım. Bu kanalla anlatamam. Yüzyüze. Acil bir durum var. Yarın İzmir’e
geliyorum. Akşama mutlaka görüşelim.
Sıcak bir eylül akşamı Karşıyaka’ya gittim. Sahildeki teraslardan birinde
buluştuk. Siyah dar bir pantolon, yarı topuklu siyah ayakkabılar ve uçuk mavi
tişört giymişti. Hâlâ çok alımlıydı. Benden dört yaş büyüktü, ama bunu hiç
göstermiyordu. Çevredeki bakışlar sık sık üzerine yönelmekteydi.
Melisa sanki sıkı fıkı dostlarmışız gibi bana sarıldı. Yüzünü yakından
görünce korktuğunu anladım. Hikayesini anlatınca her tarafımı buz kesti. Çünkü
şifre kelimeyi telaffuz etmişti.
“Dilekbek nedir, biliyor musun?”
Dört gün önce, gece Berlin’deki evinde yatmağa hazırlanırken içeriye bir
yığın şey doluşmuştu. Tasviri zordu. İrili ufaklı hareketli nesneler. Kapıdan
içeri girerek etrafını çevrelemişlerdi. Hiçbir şeye çok benzemedikleri için ne
olduklarını kestirmek mümkün değildi. Sürekli olarak şekil değiştiriyorlardı.
Dokundukları eşyadan etkilenerek yoğunlukları da farklılaşıyordu. Dokunma
duygusuna yükledikleri dehşet müthişti. Aynı anda soğuk, sıcak, ağdalı,
vantuzlu, yapışkan, jöle gibi yıvışıklardı. Korkudan laçka olan genç kadın
bayılmak üzereyken koluna konan kırmızı bir kelebek konuşmuş ve “Birinci dileği
yerine getir. Yoksa her gece geleceğiz. Artarak ve hırçınlaşarak. Ferhat
Demirci’yi bul. Eski mahalle arkadaşın. O biliyor. Geç olmadan. Ona ‘Dilekbek’,
de.”
Melisa nasıl bayılmadığını bilmiyordu. Kelebek uçup odadan çıkınca diğer
şeyler de onu takip etmişlerdi. Kadın bunu psikolog bir arkadaşına anlatınca
adamın tavsiyesi uyku ilacı ve teskin edici preparatlar olmuştu. Melisa avukat
olmuştu. İşleri yoğundu. Aşırı stres böyle sonuçlar da verebilirdi. İkinci gece
aldığı ilaçlara rağmen aynı şeyler daha sertçe yinelenince kadın beni aramaya
başlamıştı. İzmir’deki ailesi beni kolayca bulabilirdi, ama facebook bunu beş
dakikada yapınca o yöntemi yeğlemişti. Kariyerinde yükselmekte olan bir avukat
olarak bu tür bir öyküyü başkalarıyla paylaşmak istemiyordu.
Genç kadına durumu özetledim ve tuttuğumuz birinci dileği anlattım.
Haliyle havsalası almıyordu. Böyle bir şey olabilir miydi? Evren sandığımızdan
daha interaktif bir yerdi. Bazen kalpten çok istenen bir şey gerçek olurdu. Bizim
dileklerimizin gerçekleşme yoluna girmesi için aradan tam on dokuz yıl
geçmişti.
İki
saat boyunca konuyu ince eledik sık dokuduk. Çözüm için yapılacak şey çok
açıktı. Melisa mantık insanıydı. Saat on bire doğru kadının ablasının evine
gittik. Ablası kocasıyla beraber Paris’te tatildeydi. Öyle olmasa bana da
gidebilirdik, ama o ev hemen yakınımızdaydı. Ayrıca sevgilimle ortak
tanıdığımız biri Melisa’yla eve girdiğimizi
de görebilirdi. Hava çok güzeldi. Dışarısı insan taşıyordu.
Genç kadın kapıyı açtı ve içeri girmem için işaret etti. İlk adımı
kendisi atmak istemiyordu. İç mimar olan ablası evini harika döşemişti.
Divanlar, koltuklar, limon sarısı badana, inanılmaz teknik düşünülmüş zevkli
ışıklandırma ve daha bir yığın aksesuvara kayıtsızca bakmakla yetindim.
Hissettiğim gerilim müthişti. Birazdan olacakları hayal etmek bile tek başına
kalp çürütücü bir süreçti.
“Burada mı?”
Melisa’ya başımla evet işareti yaptım. Oturma odasındaydık. Kadın
kararsızlığını çabuk yendi. Üzerindekileri çorapları da dahil çıkardı ve öylece
durdu. Çok güzeldi hâlâ, ama ne yazık ki, bu durumun tadını çıkaracak ruh
halinden kilometrelerce uzaktaydım. Parmağımla işaret edince anlaştığımız
soruyu sordu.
“Birinci dilek tuttu mu?”
“Dilekbek.” dedim.
Çok
yakınlarımdaki bir elektriklenmeyi vücut kıllarımda ve saçlarımda
hissetmekteydim. Bu kadarı yeterliydi.
“Ben gidiyorum Melisa. Teşekkür ederim anlayışın için. Özür dilerim bu
durum için.”
Kadının gözleri dolmuştu. Dudakları aralandı ama ağzından bir söz
dökülmedi. Benim de diyaframım genişlemişti. Kalbim yerinden fırlayacak gibi
atmaktaydı. Sermet bir şekilde buralardaydı. Hissediyordum. Dairenin kapısına
doğru yürüdüm. Bir elektrik alanı önümden gidiyordu. Bunu çok açıkça
hissedebilmekteydim. Kapıyı açınca dışarı süzülen akımla birlikte adımımı attım
ve kapıyı örttüm. Asansör beş metre ötedeydi. O tarafa yürüyüp asansörü çağıran
düğmeye bastım. Sermet’in her an materyalize olmasını bekleyen yanım çok
güçlüydü. Saniyeler aktı. Böyle bir şey olmadı.
Binadan dışarı çıktığımda durup yukarı beşinci katın ışığına baktım.
Melisa işi atlatmıştı. Hissediyordum. Sermet’in ya da o dilek tutma anında açığa çıkan enerjinin
genç kadınla işi bitmişti. Giderek seyrelen korku anlarından geçerek normal hayatına
dönecekti. Ona özendim birden. Beni bekleyen iki aşama daha vardı. Daha da
kötüsü bu sürece kördüğüm atmak mümkün olacak mıydı acaba?
Eve
gidince dairenin bütün ışıklarını açtım. Televizyonda komik bir film buldum.
Bir şişe viski açtım ve içmeye başladım. Şişeyi yarıladığımda divanda sızmak
üzereyken aklıma gelen şeyler beni biraz diriltti, ama arka arkaya içtiğim iki
dubleyle bunu da aştım.
Sabah midem berbattı. Başım ağrıyordu. Büroya telefon ederek sekreterime
geç geleceğimi söyledim. O gün sıradan sorunlarla boğuşurken dün olan bitenler
biraz kenara itilmişlerdi. Ben öyle sanmaktaydım. Gelen mektuplardan birini
açtığımda küçük bir şok yaşadım. Altınova’da yıllar önce babam tarafından satın
alınan ve yeri değerli olmadığı için son yıllarda bahsi bile geçmeyen yarım
dönümlük arazinin olduğu yerde beş yıldızlı bir otel inşa edilecekti. Bunun
için görüşmek istiyorlardı.
Derhal verilen telefon numarasını aradım. Şirketin temsilcisinin yeri
Alsancak’taydı. Arabamı park yer yerinden çıkarmama gerek yoktu. Yürümeyle on
dakika mesafedeydi. Öğleden sonra dörtte, Demirci işhanındaki lüks büroda Swiss
otel temsilcisiyle görüştüm ve anlaştım. Adam 120.000 dolar teklif edince hemen
kabul etmiştim. Babam duysa yarım misli fazlasını kopartmak için nazlanmadığıma
bozulurdu. Ona her şeyi sonra anlatacaktım. Araştırmıştım. 2009 model 433
beygir gücündeki GranCabrio Masereti’nin fiyatıydı bu. Zaman dardı.
Hissediyordum.
Maseretiyi satın aldıktan sonra Besim Tunalı’yı buldum. Çankaya’da spor
malzemeleri satan bir mağaza çalıştırıyordu. Onu ikna etmek için çok şey
anlatmama gerek yoktu. Melisa’yı rahatsız eden hayat artığı şeyler iki gecedir
ziyaretine gelmekteydi.
“Ne
anlama geliyor bu Dilekbek?”
İçimi çekerek Besim’e baktım. Dar omuzlu, orta boylu, iddiasız fizikli
biriydi. On iki yaşındayken bize Golyat gibi görünmüştü.
“Sermet’in uydurması.” dedim. “Dilek işi malum. Bek, İngilizce back
anlamına belki. Futbol terimi olan bek ya da. Her şeyin sonradan olup bittiğine
bakarsan. Bekanın bek’i de olabilir.”
“Bütün bunlar…”
Gözleri dolmuştu. Dudakları titriyordu. Haline acıyordum, ama bu durumda
elimizden ne gelirdi. Saniyeler ağır akışlı akarken etrafımızdaki havanın
elektriklendiğini hissettim. Melisa’nın ablasının evinde hissettiğimden çok
daha güçlüydü. Minik çıtırtılar duymaktaydım.
Bize en yakın yapı solumuzdaki yirmi metre
mesafedeki iki katlı bir binaydı. Sağımızda temeli atılmış bir inşaat
başlangıcı vardı. Büyük bir site olacaktı herhalde. Etrafı çitle çevriliydi.
Yıllar önce o dev kelebeği gördüğümüz yer, gecenin on bir buçuğunda yeterince
tenhaydı.
Sermet beş metre kadar önümüzde patikadan bize doğru gelmekteydi. Sokak
lambaları yeterli ışık vermekteydi. O nisan günündeki halindeydi. Krem rengi
pantolon, uzun kollu bordo tişört. Ardından Melisa’nın tasvir etmekte çok aciz
bırakan şeyler sürüklenmekteydi. İrili ufaklı, kıpırdak, çeşitli frekanslarda
hışırtılar salan yaratıklardı. Bu dünyadan tanıdığım hiçbir şeye çok
benzemiyorlardı.
“Naapcaz Ferhat?”
Besim paniğe kapılır kaçar ya da çığlık atmaya falan başlarsa her şey
rayından çıkabilirdi. Elimle sol omuzuna tıpışladım ve “Bana bırak.” dedim.
Sermet bize iki metre yaklaşınca durdu. Çevresindeki şeyler kıpır
kıpırdı. Eski canciğer dostumu çocuk haliyle görmek, kalbimi kanattığı için korkum
biraz geri planda kalmaktaydı.
“Hazırız Sermet.” dedim. “İlk kim binecek eşeğe?”
“Sen.”
Sermet’in sesi aynı hatırladığım gibiydi. Yüzü görünüşü de öyle.
Etrafındaki o şeyler olmasa korkulacak hiçbir sinyal yoktu üzerinde. Gözlerinde
içten pazarlılık, yüzünde mezarından kalkmış bir cesedi çağrıştıracak solukluk,
çürümüşlük cinsinden bir gariplik arayan gözlerim bunları görememekteydi. Bir
mazi projeksiyonu gibiydi neyse ki. Besim’e baktım. Ne yapacağımızı önceden
konuşmuştuk. Başını salladı. Bu durumdan bir an önce sıyrılmak istiyordu.
Arkasını döndü. Sıçrayıp sırtına bindim. Aradan geçen zamanda ağırlığım bir
misli artmıştı. Besim biraz zorlanarak da olsa hızlı adımlarla yürümekteydi.
“Eşek gibi anır.” dedim.
“Aaaaiii, aaaaiii.”
Başka şartlar altında kahkahalarla gülmem gerekirken gözlerim doldu.
Hepimizin adına üzülmekteydim. Tekrar başlangıç noktasına geri döndüğümüzde
sırtından indim. Besim’in nefesi sıkışmıştı. Yanakları göz yaşlarıyla ıslaktı.
“Sıra sende.”
Sermet yürüdü, Besim’in sırtına sıçradı. Birlikte anırtı sesiyle gidip
geldiler. Sermet adamın sırtından indi. Besim bir kamyon karpuz indirmiş gibi
nefes nefese kalmıştı. Alnı ter içindeydi, ama az önceki ağlamaklı hali
kaybolmuştu. Garabete uyum sağlamaya başlamıştı.
“Şimdi ne olacak?”
“Sorsun.” dedi Sermet.
“Üçüncü dilek tuttu mu?” dedi Besim.
Arkadaşıma baktım, başını salladı ve “Senle biraz yalnız kalmak
istiyorum.” dedi.
Ceketimin sağ cebinden arabanın anahtarlarını çıkartarak Besim’e
uzattım. Yeni arabamı ana cadde üzerindeki bir fırının önüne park etmiştim.
“Sen beni arabada bekle.”
Besim anahtarları aldı ve tek bir söz etmeden yanımızdan uzaklaştı. Onun
işi bitmişti. Bense sürecin henüz düğümlenmediği sezgisiyle haşır neşirdim.
“O
kelebek... Neydi?” dedim.
Sermet çocuklara has bir şekilde omuzlarını silkti. “Bilmiyorum.”
“İki dilek de yerine geldi. Arabayı görmek istiyor musun? Maserati.”
Arkadaşım gülümsedi. “Gelirken gördüm. Çok etkileyici bir araç. Benim
ağzımdan çıkan dilek sözü Maseratiydi, ama yüreğimde başka bir şey vardı.”
“Neydi?” dedim. Ağzım kurumuştu birden. Arabaya bakmasıyla bu işten
sıyıramayacağımı anlamış olmanın huzursuzluğunu hissetmekteydim.
“Sen Masereti lafını etmeseydin ben başka bir şey söyleyecektim. O gün
dedemin 90. yaşgünüydü. O kuşak parti falan vermez malum. Babam hediye almıştı
yine de. Üzerine benim adımı da yazmıştı. Bu ilhamla 90. yaşgünümü birlikte
kutlayalım diyecektim. Kalbimden dedim ama. İki dilek tuttu. Üçüncüsü için
beklememiz gerekecek.”
Yaşadığım şok nedeniyle sessiz kaldım. Arkadaşım eğilip yerden yuvarlak
ve yassı bir taş aldı. Deniz kenarlarında çok raslanan gri ateş taşıydı. Bir
liradan biraz büyüktü. Bana uzattı.
“Bu
davetiyen.”
Taşı hayalde gibi alıp baktım ve pantolonumun cebine koydum.
“Partime davetlisin.”
Aklımdan bin tane soru geçmekteydi, ama kelimeleri telaffuz etmekten
acizdim.
“Ne
düşündüğünü algılıyorum. Eskiden bazen olduğu gibi. Bana, bu şeylerin olduğu
yere geleceksin. Elli dokuz yıl sonra. Eğer bu arada ölürsen, birlikte mumları
üfleyeceğim anı bekleyeceğiz. Şimdi git. Besim’i bekletme. Seni her zaman çok
sevdim.”
Sevgili arkadaşıma sarılma arzusuyla dolmuştum. Gözyaşlarım fışkırarak
akıyordu.
“Bana dokunma. Sen Besim’den farklısın benim için. Yağlı boya. Eskiden
öyle derdik.”
Ağzımdan anlamsız kelimeler çıktı ve sonra geriye arabaya doğru yürüdüm.
Bir ara durup arkama baktım. Sermet ve birlikte olduğu şeyler gözden
silinmişti. Elimin tersiyle yanaklarımdaki ıslaklığı sildim. Acaip bir şekilde
hızla sakinleşmekteydim. Damardan teskin edici bir serum almaktaydım sanki.
Az
sonra şehir merkezine yaklaştığımızda Besim, “Bitti değil mi?” diye sordu. Bunu
sormak için olay yerinden uzaklaşmayı beklemesi komiğime gitmişti. Hiç halim
olmamasına rağmen sırıttım. “Merak etme.” dedim ve parmağımın ucuyla pantolon
cebimdeki yassı taşa dokundum. “Bitti.”
Amsterdam
Şubat 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder