Mesut sokağın ancak caddeye açıldığı yere varınca garipliği
farketti. Gündüz olduğu halde dışarısı yeterince kalabalık değildi.
Kaldırımlarda yürüyen birkaç kişi ve tek tük geçen arabalar dışında cadde
bomboştu. Köşede durup etrafına bakındı. Börekçi, tekel bayi, banka ve Nazlı
adlı kafeterya kapalıydı. Evden çıkarken saate bakmamıştı, ama gölgesinin
kısalığından öğle saatlerinde olduğu belliydi. Yaz kış bayram pazar bu
kafeteryayı hiç bu saatte kapalı görmemişti.
Tam karşıya geçeceği
sırada içinden gelen bir hisle durakladı. Soluna baktı. On, on iki yaşlarında
dört çocuk kaldırımın üstünde durmuş ona bakıyordu. Biri sarışın bir kızdı.
Dördünün de üzerinde beyaz tişört, mor pantolon ve beyaz spor ayakkabılar
vardı. En uzunları çikolata tenliydi. Hiçbirini tanımıyordu, ama kalbinde sıcak
bir duygu uyanmıştı. Onlara doğru yürüdü.
“Hey merhaba. Ne
yapıyorsunuz burada?”
“Seni bekliyorduk.” Dedi
çikolata tenli olan ve elini uzattı. “Adım Suray. Yakamoz anlamına gelir.”
Mesut kendini tanıttı ve
diğer çocukların elini sıktı. Walter, Yuri ve Kayli. Tek Türkçe adı olan
kendisiydi.
“Siz burada turist
değilsiniz değil mi?”
Suray gülümseyince
bembeyaz düzgün dişleri ışıdı. “Burada hiç turist olmaz. Herkes yerlidir.”
Hepsi de aksansız Türkçe konuşmalarına rağmen Mesut bu lafı garip bulmuştu, ama
çocuğun devam etmesini bekledi. Suray arkadaşlarına bir göz atarak, “Sen
gelince takımımız tamamlandı?” dedi.
“Ne takımı?”
“Biz de
telefonzedeleriz. Tıpkı senin gibi.” Dedi Kayli. R’leri belli belirsiz Ğ
şeklinde telaffuz eden iri mavi gözlü çok hoş bir kızdı.
Mesut dün ağabeyine ait
çok pahalı bir telefonu dördüncü kattan yere düşürmüştü. Aşağıda şaklabanlıklar
yapan bir arkadaşının filmini çekerken. Ağabeyinin dokunmasına bile izin
vermediği aparat parçalara ayrılıvermişti. Mesut o zamandan bu yana üç kez
dayak yemişti. Babası da bir ay boyunca harçlık vermeyeceğini söylemişti.
Ağabeysinin öfkesi kolay dineceğe benzemiyordu. Dayak kürlerine devam
edecekleri belliydi. Bütün bunları kız nasıl bilebilirdi ki?
“Nerden bildiğimizi
merak ediyorsun değil mi?”
Mesut başını sallayınca,
iri kemikli, kısacık kahverengi saçlı olan Yuri sırıttı. “Bizler de bugünlerde
bir şekilde yakınlarımıza ait bir telefona zarar verdik. Kullanılmaz hale
geldi. Çeşitli cezalar gördük.” Yuri beyaz tişörtünü sıyırınca karnında iki
adet büyükçe mor iz göründü. “Babam yaptı. Sopayla. Sırtımda da rahat on tane
vardır bu izlerden.”
“Hepiniz mi?”
Çocuklar başlarıyla
onaylayınca Mesut’un içine hoş bir duygu yayıldı. Benzer sorunu başkalarıyla
paylaşmak suçluluk duygusunu hafifletici etki yapıyordu. Mesut etrafına göz
gezdirdi. Kapalı kafeteryaya baktı. Gözüne camların ardında bir masada oturan
yarı şeffaf iki adam ilişince bir adım atarak arkadaşlarına iyice yaklaştı.
“Burası sandığın yer değil.”
Dedi Walter. Simsiyah saçlı, beyaz tenli bir çocuktu.
“Nasıl yani?”
“Biz de bilmiyorduk.
Senden önce geldiğimiz için yavaştan farkettik. Burası neresi?”
Mesut çocuğun dalga
geçtiğini sanmıyordu, ama cevap vermeden önce durakladı.
“İstanbul değil mi?”
Mesut başıyla olumladı.
“Ben hiç İstanbul’da
bulunmadım.” Dedi Walter. “Türkçe de bilmem, ama burada toplandık. Çünkü sen
düş kurucusun. Senin yerinde toplandık.”
“Yani siz neredesiniz şu
anda?”
“Ben Sidney”deyim.” Dedi
Kayli. “Suray Bombay’da, Yuri Moskova’da, Walter’da New York’da. Hiçbirimiz
Türkçe bilmiyoruz. Ben Hintçe ve Rusça da bilmiyorum. ”
“Nasıl oluyor da..?”
“Biz düşlerimizde
birbirimize bağlandık sanırım.” Dedi Suray. “Herkes kendi dilini konuşuyor, ama
sorun olmuyor. Düş kurucu olduğun için senin mekânında toplandık.”
Mesut etrafına bakındı
yine. O yarı şeffaf kimseler boş kafeteryada oturmuş sohbete devam
etmekteydiler. “Ben uykuda mıyım şu anda yani?” dedi.
Hepsi birden başlarını
salladılar.
“Şimdi ne olacak peki?”
Mesut’un bu safça sorusu
herkesi sırıttırmıştı. “Biz burada senin gelmeni beklerken şu sonuca vardık.”
Dedi Suray. “Biz beşimiz de yakınlarımızın telefonlarına zarar verdik.
İstemeden tabii. Bunun için çok ağır ceza gördük. Dayak gibi, hakaret gibi.
Hâlâ da görmekteyiz. Buna isyan eden, haksız bulan yanımız bizi birleştirdi.
Rüyamızda. Yer olarak İstanbul olması, Mesut’un düş kurucu olmasından. Yani
senin sayende birbirimize bağlandık. Yoksa dünyanın başka yerinde toplanırdık
şimdi.”
Mesut yakınlardan geçen
camları açık kırmızı arabaya ve içinde oturmuş neşeli neşeli konuşan iki
delikanlıya baktı. Ardından bakışlarını kafeteryaya çevirdi.
“Bunlarda mı?”
“Onlar telefon bozucu
değiller sanırım.” Dedi Suray. “Bu düş aleminde gezinenler. Kimbilir onların da
ne hikayeleri vardır.”
“Şu kafeteryadakiler?”
“Soğuk bir enerji
alıyorum o taraftan.” Dedi Kayli. “Tekinsiz bir şeyler olmalı.”
Diğerleri de aynı
fikirde olmalıydılar. Kızın sözlerine kimse karşı çıkmadı.
“Şimdi ne olacak peki?”
Çocuklar birbirlerine
baktılar. “Bir şey açık. Önümüzdeki saatlerde dayak yemeye, hakaret görmeye
devam edicez. O halde burada buluşmamızın tek bir nedeni olabilir. Buna karşı
çıkmak.”
Abisinin kaslı ve uzun
kollarını, öfkeli bakışlarını düşünen Mesut, “Nasıl yapıcaz bunu?” diye sordu.
“Benim bir fikrim var.”
Dedi Walter. “Sırayla bize kötü davrananların rüyasına girip bunu yapmamalarını
telkin edeceğiz.”
“Yani?”
“Senin abini alalım
ele.” Dedi Suray. “Kaç yaşında?”
“Yirmi.” dedi Mesut.
“Çok arkadaşı var mı”
“Pek yok. Canı sıkılır
hep. Bu yüzden de ekstra dayak yiyorum zaten.”
“İyi ya işte. Önce ona
rüyasında şu arabadaki neşeli gençlerle falan tanıştırırız. Beraber biraz
gezerler tozarlar. Bu onu yumuşatmazsa, o camın ardındakileri çağırırız. Korku
filmi izler mi?”
“Hem de nasıl.”
“Buralarda daha kimbilir
ne kadar tekinsiz misafir vardır. Arabalılar beceremezse diğerleri onu ikna
eder.”
Mesut o iki yarı şeffaf
adama bakarken sırıttığının farkında değildi. “Sizinkiler peki?”
“Burada hepsi için hoş
ya da kötücül şeyler bulunabilir. Gerisi onların bileceği iş. Önemli olan bu
etkinin kesiksiz olarak, günde 24 saat yapılması. Yoksa korkarım yeterli
olmaz.” Dedi Kayli.
Kız haklıydı. Bunu onlar
da hissediyorlardı. Sessiz kalarak biraz düşündüler.
“Biz bir çeşit rüya
anteni olacağız değil mi?” dedi Yuri. “Bu kadar farklı yerlerden… Bir dakika…
Biz şu anda hepimiz uykuda olabilir miyiz?”
Suray ve Kayli’nin
alınları kırışmıştı. Walter işi anlamış gibi eliyle bir işaret yaptı. “Saat
farkları. Kayli’nin olduğu yerde güneş New York’dakinden 15 saat falan daha
erken doğuyor. İstanbul’la fark da 6-7saat olmalı. Moskova ve Bombay ile daha
da fazla.”
“O zaman ne olacak?”
dedi Mesut biraz düşkırıklığıyla.
“Aynı anda burada
olabildiğimize göre.” Dedi kayli. “Aynı anda uykuda olmamız gerekmiyor. Burası
üssümüz olacak. Gece içimizden uyuyanlar buraya gelip dediğimiz şeyleri
yapabilirler. Gelmeye bile gerek yok. Düşününce o bize gelecek.”
“Benim aklım yattı
buna.” Dedi Suray. “Bombay’da, New York’da, Moskova’da ve Sidney’de de
buluşacağız belki bu sorun tamamen bitene kadar.”
Mesut tam arkadaşlarına
bir şey söyleyeceği sırada, kendi üzerinde de mor pantolon ve beyaz tişört
olduğunu keşfedince sağ eliyle pantolonun kumaşını yokladı. Bu hareket uyanma
cininin hapis bulunduğu şişenin tıpasını açmıştı adeta. Kendini yatağında
buluverdi. Sağına soluna baktı. Gerçek yerdi. Odasıydı. Dışarıdan abisinin sesi
geliyordu. Eski telefonuyla konuşmaktaydı. Daha da kötüsü Mesut’un
mesanelerindeki basınç müthişti.
Mecburen yerinden
doğruldu. Üzerinde pijama olarak kullandığı uçuk mavi eşofman takımı vardı.
Kapıyı açıp dışarı çıktı. Hızlı koşabilmek için terliklerini giymemişti. Annesi
mutfaktaydı. Küçük televizyonda dizi izleyerek iş yapıyordu. Pazar günleri
babası sabah kahvaltısını lise arkadaşlarıyla yapardı. Bu nedenle evde yoktu.
Mesut koşar adımlarla tuvalete gitti. Bu arada profilden gördüğü ağabeyi ona
şöyle bir bakmıştı. Yüzünde önce hızla kaslarını harekete geçirecek öfkeli bir
ifade belirmiş ve sonra bunun yerini daha yumuşak bağışlayıcı bakışlar almıştı.
Mesut sırtına bir yumruk
inmeden tuvaletin kapısını örtebildiği için mutluydu. Hassas kulakları
ağabeyini dinlemeye devam etmekteydi.
“Ulan bir rüya gördüm.
Anlatsam apışır kalırsın. Tam bizim sokağın oradaydı. İki kişi ile tanıştım.
Acaipler valla. Sahi gibiydi. Tamam öğleden sonra görüştüğümüzde anlatırım.”
Mesut minnettarca
tebessüm etti. Takım olarak iyi bir iş çıkarmışlardı. Ağabeyinin yarı saydam
varlıklarla haşır neşir olmasına gerek kalmayacaktı inşallah.
2010 Amsterdam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder