29 Haziran 2017 Perşembe

Ben Senin Neyinim?



Ahmet Taşveren  elindeki paketi mutfak masasının üstüne bırakırken evin usulca kıvam yenilediğini farketti. Sıcak börek paketinden dışarı taşan ısıyı hissetmek gibi bir şeydi. Kötücül, tiksindirici ve irkiltici bir değişim tarafından sarmalanmıştı. Saatine baktı. Nişanlısının gelmesine yarım saat kalmıştı. Duş yapmak, ikinci kez sakal traşı olmak ve spor bir kıyafet giymek için yeterli bir zamandı, ama bütün bunlar birden önemini sonsuza kadar yitirmiş gibiydi. Bir başka durum, zor bir atmosfer bulunduğu mekânın her milimetre kübüne nüfuz etmişti.
  Kendini zorlayarak ayaklarını harekete geçirdi ve oturma odasına gitti. Kapının ağzında az kalsın yere yığılacaktı. Dizbağları takattan kesilmiş,  midesi içinde bir kalıp buz varmış gibi büzülmüştü. Bir kadın... Genç kumral bir kadın halının üzerinde sırtüstü yatmaktaydı. Taba rengi eteği kalçalarına kadar sıyrılmıştı. Beyaz yüksek topuklu ayakkabılarından biri sol omuzuna yakın yan yatmış durmaktaydı. Diğer ayakkabısı meydanda yoktu. Bacaklarının arasında ayaklarına yakın duran bordo renkli baş örtüsü şiddet yükseltici bir görsel darbe gibiydi.
  Cam üstlüklü sehpanın üzerindeki gümüş şekerlik, anneannesinin el emeği tığ işleme süs bedeni sehpaya yaslanık yatan kadının üzerine yuvarlanmak istercesine iyice kenara kaymıştı. Ahmet’e beş metre yüksekliğindeki bir tramplende ilk kez durduğu anı hatırlatmıştı. Kendini yerçekiminin kollarına salmaya korkmuştu. Dikkat edince kan lekelerinin yanı sıra sarımsı yeşilimsi lekeleri farketti. İçlerinde iyi çiğnenmemiş yemek parçacıkları vardı. Kusuktu.
  Kadının hareketsiz bedeninden, divana, halıya bulaşmış kan ve kusuklardan çok yüzü geri dönüşsüzlük ışımaktaydı. İki gözü de yuvasında değildi. İki kanlı çukur işin bitti Ahmet yerin iki âlemde de cehennem diye haykırmaktaydı.
  Şokun yarattığı ağır çekimle saatine baktı. Daha randevusuna 26 dakika vardı. Emine... Nişanlısı Emine dakik biriydi. Yirmisinden bu yana babasının firmasını çekip çevirmekteydi. O halde bu... Cinayet. Ellerine baktı. Tırnaklarını kontrol etti. Temizdi. Burnuna götürdü. Kan kokmuyordu. Gömleğine, pantolonuna bulaşmış bir leke göremiyordu. Niye cinayeti birine havale edemiyordu o halde? Katil benim sözcüğü beyninde otomatiğe bağlanmış bir zikir büklümü gibi dolanmaktaydı.
  Bakışları ayaklarının ucuna kadar gelen ve devam eden izlere takılınca içini yakan üşütücü pişmanlık çığ gibi büyüdü. Kadının kanına basan biri halıda, parkede iz bırakarak hole çıkmıştı.
  Ahmet izleri takiben yürüdü.
  “Allahım sen beni yoldan çıkarma. Allahım... Güzel Allahım.”
  Gözleri dolmuştu. Kalbi ağır ağdalı pişmanlık eğirmekteydi. Aylardır midesinde uyuklayan ülseri uyanmış yukarıya küçük geğirikler yollamaya başlamıştı. Birazdan acı sinyallerine de geçecekti kuşkusuz.
  İzler bir değil iki kişiyi işaret etmekteydi. Birbirine dolanmış dört ayağın ürünü olan izlerin yoğunlaştığı yer yüklük olarak kullandığı ikinci tuvaletti. Kapıda durup tokmağı kavradı ve yavaşça nefesini salarak kapıyı araladı.
 Kapı açılınca ışığı yakan otomatik sistem çalıştı. Yerleri paspaslamakta kullandığı kırmızı plastik leğenin üzerinde siyah kot giymiş, bir genç adam oturmaktaydı. Sırtı sekizlik tuvalet kağıdı paketlerine yaslandığı için neredeyse dik oturmaktaydı. Kumral delikanlının zeytin yeşili kazağı kan içersindeydi. Sağ yana doğru kaykılmış duran başına bakmak bir felaketti. Çünkü onun da gözleri yoktu.
  Ahmet yüklüğün kapısını öylece bırakıp sokak kapısına doğru yürüdü. Midesi yanmaya başlamıştı. Evinde cinayet işlenmişti. Nişanlısı ve erkek kardeşi Rıfat vahşice öldürülmüştü. Daha randevusuna yarım saat vardı. Evin anahtarları kızda yoktu. Kendisi olmadan içeri giremezlerdi. Ama girmişler ve katledilmişlerdi.
  Kapının zili çalınca irkildi. Polis. Polis gelmiş olmalıydı. Başka kim olabilirdi bu saatte. Kozyatağı semtine yeni taşınmıştı. Eski tanıdıklarının çoğu yeni adresini bilmiyordu. Dost ahbap ilişkisinde vites büyütmüştü.
Bunu daha önce de yapmıştı. Gelir seviyesi arttıkça yer değiştiriyor, eski görüştüğü kimselerin çoğunu seyreden bir gemiden denize bırakılan artıklar gibi arkada bırakıyor ve kendi seviyesine uygun ahbaplar ediniyordu. Buna züğürt akrabaları da dahildi.
  Emine en yeni statüsünün sembolüydü. Sahibi olduğu inşaat firması yılda otuz daire yapar hale geldikten sonra meslekdaşı Halil beyin kızına talip olabilmişti. Kız işletmecilik alanında doktora yapmıştı. Almancası ve İngilizcesi çok iyiydi. Güzel ve baskın karakterliydi. Sıradan bir iletişim fakültesi bitiren Ahmet’i ezen bir yanı vardı, ama kıza talip olmuş ve gönlünü kazanmayı bilmişti. Bu evlilik kendisi için daha üst bir statünün, Boğaz’da bir yalının da habercisiydi. Son on dakikaya kadar tabii. Yeni durum farklıydı artık. Parlak geleceği göçmüştü tek kelimeyle.
  Kapının zili çaldı unutma.
  Ahmet kapıyı açmak için uzanan elini vücuduna ait olmayan bir nesne gibi algılamaktaydı. Küçük çocuk yanı uyanmıştı. Sessiz kalırsa, sinerse belki amcalar onu yok zanneder ve çeker giderlerdi.
  Amcalar her şeyi biliyor Ahmet.
  “Ben senin neyinim?”
  Ahmet kahverengi takım elbiseli, adama bakakalmıştı. Yaşı belirsizdi. Orta yaşlı ya da yetmişi aşkın biri olabilirdi. Avurtları çökmüş yüzünde birkaç günlük gümüş rengi sakalı vardı. Saçlarını üç numara kestirmişti. Koyu kahverengi gözleri görmüş geçirmişlik, acı ve elem yüklüydü.
  “Söyle.”
  Ahmet cevap vermek istiyordu, ama zihni kaotik düşüncelerini kelimeye tahvil edemeyince adamın yüzüne bakmakla yetindi. Gözleri dolmuştu. Aklına karşı dairenin kapısındaki gözetleme deliğinden seyrediliyor olabileceği gelince sevindi. 10 numarada oturan avukat şu anda yurtdışındaydı.
  “Niye tutuldun kaldın öyle?”
  Ahmet adamın yüzüne bakamaz hale gelmişti. Kapıyı örtünce tuttuğu nefesini saldı ve dönüp geriye baktı. Dairesi kendini yeniden uyarlamıştı. Hol zemininde kan lekeleri görünmüyordu. Temelsiz sevinmeye korkarak yüklüğe doğru yürüdü.
  “Bismillahirrahmanirrahim. Her şeye kadir Allahım sen beni...”
  Yüklükte ceset yoktu.  Her zaman görmeye alışık olduğu şeylerin içinden kanlı bir bedenin fışkırmasını bekleyen yanı usulca sönüverdi. Kapıyı açık bırakarak oturma odasına doğru koştu. Emine’nin gaybûbeti kalbe çoşku veren bir melodi gibiydi. Eğilip halıya yakından baktı. Tertemizdi. Dün eve temizlikçi kadın gelmişti. Her şey onun bıraktığı gibiydi.
  Kapının zili ikinci kez çalınca Ahmet korkuyla irkildi. Bu küçük bir araydı, dehşet geri geliyor beklentisi kedi gibi sırtını kabartmıştı. Saatine baktı. Randevusuna on dakika kalmıştı. Emine gelmişti herhalde. Rıfat’la birlikte. Kızın arabası tamirdeydi. Erkek kardeşi Rıfat getirecekti. Öyle konuşmuşlardı. Gözü yerlerde leke arayarak yürüdü. Yüklüğün ışığı yanıyordu ve cesetsiz dar mekân bir gülbahçesi gibi ferahlatıcıydı. 
   “Ben senin neyinim?”
  Yine o adamdı. Gam yüklü parlak gözleri üzerine çekim uyguluyor gibiydi. Ahmet’in nutku tutulmuştu. Adamın zihninden kendi zihnine bilgi yüklendiğinin hayal meyal farkındaydı.
  “Söyle.”
  “Ne istiyorsun benden?”
  Adam hafifçe tebessüm etti. “Soruma karşılık ver. Ver ve sav.” 
  Ahmet’in zihnine dolan bilgilerin basıncından konuşacak hali kalmamıştı. Kapıyı örtüverdi. Başını çevirip hole baktı. Sorunsuzdu. Sonra saatine baktı. Emine’nin gelmesine yedi dakika vardı. İçinden bir ses bu yedi dakika hayati önemde demekteydi.
  Oturma odası da bıraktığı gibiydi. Kapıda durakladı. Hem holü, hem de odayı görebilecek bir konumda kalmayı yeğlemekteydi. Sanki birini gözden kaçırırsa orada deminki kötücül şeyler beliriverecekmiş gibiydi. Bu his çok güçlüydü. Fantazi değildi. Avaz avaz bağıran bir gerçeklik duygusuyla sarsılmaktaydı. Beynine doluşmuş bilgi etkinleşmeye başlayınca zihni yeni bellek malzemesinden parçalar işlemeye başladı.

  7
  Kapıyı çalan adamı bir avluda otururken gördü. Tek başınaydı. Sıhhatsiz, keyifsiz ve mutsuz bir hali vardı. Sandığı kadar yaşlı değildi. Elli başlarındaydı. Bir hastalık adamı yemiş bitirmiş gibiydi. Yüksek gri beton duvarlara  bakıyordu. Gözleri dolmuştu. Üzerine yüklenmiş bir tanıdıklık duygusuyla sarsılmaktaydı. Bir yakın arkadaş ya da akraba olabilir miydi? Yüzünü nasıl unutmuş olabilirdi?

  6
  Niye ısrarla kim olduğunu bilmesini istiyordu acaba diye düşünürken adamı hapishanede gördü. Hücredeydi. Birkaç gazete, bir şişe su, iki tükenmez kalemle bir başınaydı. Yatağının üstünde kahverengi bir namaz seccadesi duruyordu. Adam ağır bir suç işlemiş olmalıydı. Hapiste olan kimi tanıyorum diye düşündü. Birkaç tanıdığı çeşitli suçlardan hapse girip çıkmıştı. Naylon fatura, vergi kaçakçılığı gibi adi suçlardı bunlar. Burada daha ciddi bir şey vardı. Cinayet.
  Kayıp gözler ne olacak Ahmet?
  Gözler kelimesi zihinde birkaç hızlı geçişli sahneyi canlandırıp söndürmüştü. Eli makaslı bir adam oturma odasında yatan kadının üzerine eğilmişti. Ahmet korkuyla hole ve oturma odasına baktı.
  Henüz yoklar.
  Henüz de ne demekti? Geliyorlar mıydı yani? Cesetler yürüyebilir miydi? Bu olmazdı, ama bitleri yüklü bir fotoğrafın açılması için gereken süre gibi bir şeydi belki. Esas sahne açılacaktı.

  5
  Tekrar o adamı gördü. Yüzü bitkindi, ama çok daha gençti. Bir mahkeme salonundaydılar. Seyirciler arasında adama öfke ve yazıklanarak bakanlar vardı. Emine’nin babasını, ablasını tanıdı. Adamın elinde bir silah olsa katili hiç çekinmeden vurabilecek bir ruh halindeydi. Katile örtülü bir sevgi ve acıyarak bakanların yüzleri çok aşinaydı, ama çıkartamıyordu. Oradan yalnız oturulan can sıkıntısı, kimsesizliğin ve pişmanlığın hüküm sürdüğü hücreye döndü. Adamı gördü. Hıçkırarak ağlıyordu.

  4
  Gözleri bul hemen, yoksa...
  Gözler lafını hafife almasını engelleyen his çok güçlüydü. Ahmet panikle kapı ağzından ayrılarak odaya girdi. Etrafa bakındı. Göz saklayacak bir sürü yer vardı. Hızla şekerliğin içine göz attı. Ardından büfenin çekmecelerine baktı. Divanın altını da ihmal etmedi. Odada göz möz yoktu. Zihninde hücresinde cefa çeken adama değin sahneleri bula kaybede koşar adımlarla mutfağa gitti. Orayı gözden geçirmek daha çetrefilli bir işti. Börek paketini bile ihmal etmeden yıldırım hızıyla her yere baktı.

  3
  Yüklükte de göz bulamayınca yatak odasına yöneldi. Dolabın çekmeceleri, zemini, şifonyer. Odadan çıkarken ter içinde kalmıştı. Bürosuna doğru yöneldi. Hol hâlâ ondan yanaydı. Zaman vardı demek ki. Duvarlardan birini örten kütüphane, dört çekmeceli büro, ıvır zıvırların durduğu tahta bir sandık. Hemen işe koyuldu.
  Çabuk ol süren bitiyor.

  2
  Hücresinde acı çekerek yılları bitirmeye çalışan adamla ilgili inanılmaz ayrıntılara bulanarak kütüphaneyi, büro çekmecelerini araştırdı. Adam birilerine mektup yazıyor, sonra yırtıyordu. Öyle sahiciydi ki bunları düşünmek, tükenmez kalemin mürekkebinin kokusunu bile alabilmekteydi. Yıllar geçiyor ve adam hızla yaşlanıyordu. Ölümü istiyor, ama ulaşamıyordu. Tam on bir buçuk yıl böyle yaşamıştı. Rakam kafasında çok sarihti. On bir buçuk yıl boyunca çekilen yalnızlığın, iç sıkıntılarının, gözden düşmüşlüğün ve de koyu pişmanlığın kayıt defterini sayfalarını çevirmekteydi sanki. Adamın yaşadığı her an beynine nakşedilmiş durumdaydı.
  Sıra orada.
  Ahmet elleri titreyerek babasının hediyesi olan tahta sandığın kapısını açtı. İçinde eski fotoğraf kutuları, ilkokul diploması, o sıralarda kullandığı bazı eşyalar cinsinden küçük bir geçmiş müzesi saklıydı. Sarı fotoğraf kutusunun üzerinde uçuk mavi bir mendile sarılı duran şeyi görünce içindeki soğukluk geri döndü. Bezin üstüne kırmızı lekeler çıkmıştı. Tam kapağı kapatacaktı ki, görünmez bir el bunu engelledi.
  Ahmet sinirleri altüst durumda elini uzatarak mendilden çıkını aldı. İçindeki yumruları avucunda hissetmekten ötürü midesi berbat durumdaydı. İki kere öğürdü. Neyse ki, karnı boştu. Ağzına gelen asitli sıvıyı yutarak geri yolladı.
  Çıkını çözünce Emine ve Rıfat’ın yeşil gözleriyle karşı karşıya geldi. Tam o sırada kapının zili çalınca elindekileri sandığın içine düşürerek doğruldu. Kapıyı açmasam ne olur diye düşünmekteydi, ama ayakları yola koyulmuştu bile.

  1
  “Söyle şimdi kimim ben?”
  Ahmet en sonunda adamı tanımıştı. Bunun şokuna rağmen konuşmayı başardı.
  “Bensin.”
  “Emine’yle planladığınız gibi altı ay sonra evlendiniz. İki yıl sonra da bir kıskançlık krizi nedeniyle kızı bıçaklayarak öldürdün. Üç aylık hamileydi. Birisiyle ilişkisi var sanmıştın. Seni engellemeye çalışan bacanağı da katlettin. Ortada ne fol vardı, ne de yumurta oysa. Kadının seni seviyordu ve sana ilk günkü gibi sadıktı. Kuruntunun ve aşırı kıskançlığının esiri oldun yani. Hapse girdin. Koğuşta kalacak yüzün yoktu. Gönüllü hücre hapsine talip oldun. Orada kalp krizinden ölene kadar on bir buçuk yıl yaşadın.”
  “Bu nasıl olabilir? Sen ve ben, burada...”
  Benzeri ona gülümsedi. “Ben sen değilim.”
  “Kimsin peki”
  “On bir buçuk yıl, her saniye pişmanlıktan kahroldun. İtibarsızlık, hor görülme, can sıkıntısı ve en kötüsü de namazında niyazında olan aile büyüklerine verdiğin utanç nedeniyle mahkumiyet seni yedi bitirdi. Bir sabah gün ağarırken kalp krizinden öldün. Hepsini hatırlıyorsun değil mi?”
  Ahmet başını salladı.
  “Pişmanlığının yoğunluğu ve samimiyeti bir şekilde hiper uzayı etkiledi. Paralel yaşamlardan birinde on bir buçuk yıllık çileyi çektin bitirdin. Ben sana ait geleceklerin birinden gelen bir ekoyum. Bu hayatta da aynı züllü yaşamaman için seni buldum. Sağ avucunu aç.”
  “Ne?”
  “Sağ avucunu uzat bana.”
  Ahmet istenileni yapınca adam sağ elinin işaret parmağıyla elinin ayasına dokundu. Ahmet’in bayağı canı yanmıştı. Adamın parmağının ucu akkor demir gibiydi. Azıcık bir dokunmayla elinin derisinden minik bir duman çıkmıştı. Ahmet şokla ısı yüzünden kabaran deriye baktı. Acısı beyninde zonklamaktaydı.
  “Bu..?”
  “Tövbenim senin ben. Birazdan nişanlın gelecek. O hücrede geçen yılları unutma ve kendine hayırlı bir gelecek kur.”
  Ahmet kapıyı örttükten on saniye kadar sonra kapının zili tekrar çaldı. Genç adam huşu içinde kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açarken sağ elinin ayası sızladı. Bunun için de bir yalan bulması gerekecekti. En iyisi iş yerinde oldu demekti.
  “Merhaba. Sen de yeni geldin galiba?”
  Emine taba rengi eteğin üstüne krem rengi ince kazak giymiş ve kenarları altın sim işlemeli bordo renkli bir başörtüsü takmıştı. Çok güzel görünmekteydi. Ahmet karın boşluğunda ağır dönüşlü bir kıskançlık jiroskobunun çalıştığını hissedince dalgınlığından sıyrıldı ve başıyla olumladı. “Beş dakka falan. Rıfat nerede?”
  “Arabayı milimi milimine park etmesi lazım malum. Senin neyin var?”
  “Yok bir şey. İş yeri bugün biraz elden gitmiş durumdaydı da.”
  “Bizim de öyle, hiç sorma.”
  Önce yanakları sonra dudakları hafifçe birbirlerine değdi. Ahmet nişanlısına sevgiyle sarıldı. Sağ avucu sızım sızım sızlamaktaydı. Genç adamın gözleri dolmuştu. Önlerinde uzun ve mutlu yıllar vardı inşallah.
 

Kim işlediği zülüm arkasından tevbe eder, salih amele dönerse Allah elbette tövbe’sini kabul buyurur. Çünkü Allah Gafurdur, Rahimdir.
(Maide: 39)

Eğer dünyaya geri gönderilseler, yine sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar. (En'âm, 28)

                                        Amsterdam Kasım 2009

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder