Kendini zorlayarak ayaklarını harekete geçirdi ve oturma odasına gitti.
Kapının ağzında az kalsın yere yığılacaktı. Dizbağları takattan kesilmiş, midesi içinde bir kalıp buz varmış gibi
büzülmüştü. Bir kadın... Genç kumral bir kadın halının üzerinde sırtüstü
yatmaktaydı. Taba rengi eteği kalçalarına kadar sıyrılmıştı. Beyaz yüksek
topuklu ayakkabılarından biri sol omuzuna yakın yan yatmış durmaktaydı. Diğer
ayakkabısı meydanda yoktu. Bacaklarının arasında ayaklarına yakın duran bordo
renkli baş örtüsü şiddet yükseltici bir görsel darbe gibiydi.
Cam üstlüklü sehpanın üzerindeki gümüş şekerlik, anneannesinin el emeği
tığ işleme süs bedeni sehpaya yaslanık yatan kadının üzerine yuvarlanmak
istercesine iyice kenara kaymıştı. Ahmet’e beş metre yüksekliğindeki bir
tramplende ilk kez durduğu anı hatırlatmıştı. Kendini yerçekiminin kollarına
salmaya korkmuştu. Dikkat edince kan lekelerinin yanı sıra sarımsı yeşilimsi
lekeleri farketti. İçlerinde iyi çiğnenmemiş yemek parçacıkları vardı. Kusuktu.
Kadının hareketsiz bedeninden, divana, halıya bulaşmış kan ve
kusuklardan çok yüzü geri dönüşsüzlük ışımaktaydı. İki gözü de yuvasında
değildi. İki kanlı çukur işin bitti Ahmet yerin iki âlemde de cehennem diye
haykırmaktaydı.
Şokun yarattığı ağır çekimle saatine baktı. Daha randevusuna 26 dakika
vardı. Emine... Nişanlısı Emine dakik biriydi. Yirmisinden bu yana babasının
firmasını çekip çevirmekteydi. O halde bu... Cinayet. Ellerine baktı.
Tırnaklarını kontrol etti. Temizdi. Burnuna götürdü. Kan kokmuyordu. Gömleğine,
pantolonuna bulaşmış bir leke göremiyordu. Niye cinayeti birine havale
edemiyordu o halde? Katil benim sözcüğü beyninde otomatiğe bağlanmış bir zikir
büklümü gibi dolanmaktaydı.
Bakışları ayaklarının ucuna kadar gelen ve devam eden izlere takılınca içini
yakan üşütücü pişmanlık çığ gibi büyüdü. Kadının kanına basan biri halıda,
parkede iz bırakarak hole çıkmıştı.
Ahmet izleri takiben yürüdü.
“Allahım sen beni yoldan çıkarma. Allahım... Güzel Allahım.”
Gözleri dolmuştu. Kalbi ağır ağdalı pişmanlık eğirmekteydi. Aylardır
midesinde uyuklayan ülseri uyanmış yukarıya küçük geğirikler yollamaya
başlamıştı. Birazdan acı sinyallerine de geçecekti kuşkusuz.
İzler bir değil iki kişiyi işaret etmekteydi. Birbirine dolanmış dört
ayağın ürünü olan izlerin yoğunlaştığı yer yüklük olarak kullandığı ikinci
tuvaletti. Kapıda durup tokmağı kavradı ve yavaşça nefesini salarak kapıyı
araladı.
Kapı açılınca ışığı yakan otomatik sistem
çalıştı. Yerleri paspaslamakta kullandığı kırmızı plastik leğenin üzerinde siyah
kot giymiş, bir genç adam oturmaktaydı. Sırtı sekizlik tuvalet kağıdı
paketlerine yaslandığı için neredeyse dik oturmaktaydı. Kumral delikanlının
zeytin yeşili kazağı kan içersindeydi. Sağ yana doğru kaykılmış duran başına
bakmak bir felaketti. Çünkü onun da gözleri yoktu.
Ahmet yüklüğün kapısını öylece bırakıp sokak kapısına doğru yürüdü.
Midesi yanmaya başlamıştı. Evinde cinayet işlenmişti. Nişanlısı ve erkek
kardeşi Rıfat vahşice öldürülmüştü. Daha randevusuna yarım saat vardı. Evin
anahtarları kızda yoktu. Kendisi olmadan içeri giremezlerdi. Ama girmişler ve
katledilmişlerdi.
Kapının zili çalınca irkildi. Polis. Polis gelmiş olmalıydı. Başka kim
olabilirdi bu saatte. Kozyatağı semtine yeni taşınmıştı. Eski tanıdıklarının
çoğu yeni adresini bilmiyordu. Dost ahbap ilişkisinde vites büyütmüştü.
Bunu daha önce de yapmıştı. Gelir
seviyesi arttıkça yer değiştiriyor, eski görüştüğü kimselerin çoğunu seyreden
bir gemiden denize bırakılan artıklar gibi arkada bırakıyor ve kendi seviyesine
uygun ahbaplar ediniyordu. Buna züğürt akrabaları da dahildi.
Emine en yeni statüsünün sembolüydü. Sahibi olduğu inşaat firması yılda
otuz daire yapar hale geldikten sonra meslekdaşı Halil beyin kızına talip
olabilmişti. Kız işletmecilik alanında doktora yapmıştı. Almancası ve
İngilizcesi çok iyiydi. Güzel ve baskın karakterliydi. Sıradan bir iletişim
fakültesi bitiren Ahmet’i ezen bir yanı vardı, ama kıza talip olmuş ve gönlünü
kazanmayı bilmişti. Bu evlilik kendisi için daha üst bir statünün, Boğaz’da bir
yalının da habercisiydi. Son on dakikaya kadar tabii. Yeni durum farklıydı
artık. Parlak geleceği göçmüştü tek kelimeyle.
Kapının zili çaldı unutma.
Ahmet kapıyı açmak için uzanan elini vücuduna ait olmayan bir nesne gibi
algılamaktaydı. Küçük çocuk yanı uyanmıştı. Sessiz kalırsa, sinerse belki
amcalar onu yok zanneder ve çeker giderlerdi.
Amcalar her şeyi biliyor Ahmet.
“Ben senin neyinim?”
Ahmet kahverengi takım elbiseli, adama bakakalmıştı. Yaşı belirsizdi.
Orta yaşlı ya da yetmişi aşkın biri olabilirdi. Avurtları çökmüş yüzünde birkaç
günlük gümüş rengi sakalı vardı. Saçlarını üç numara kestirmişti. Koyu
kahverengi gözleri görmüş geçirmişlik, acı ve elem yüklüydü.
“Söyle.”
Ahmet cevap vermek istiyordu, ama zihni kaotik düşüncelerini kelimeye
tahvil edemeyince adamın yüzüne bakmakla yetindi. Gözleri dolmuştu. Aklına
karşı dairenin kapısındaki gözetleme deliğinden seyrediliyor olabileceği
gelince sevindi. 10 numarada oturan avukat şu anda yurtdışındaydı.
“Niye tutuldun kaldın öyle?”
Ahmet adamın yüzüne bakamaz hale gelmişti. Kapıyı örtünce tuttuğu
nefesini saldı ve dönüp geriye baktı. Dairesi kendini yeniden uyarlamıştı. Hol
zemininde kan lekeleri görünmüyordu. Temelsiz sevinmeye korkarak yüklüğe doğru
yürüdü.
“Bismillahirrahmanirrahim. Her şeye kadir Allahım sen beni...”
Yüklükte ceset yoktu. Her zaman
görmeye alışık olduğu şeylerin içinden kanlı bir bedenin fışkırmasını bekleyen
yanı usulca sönüverdi. Kapıyı açık bırakarak oturma odasına doğru koştu.
Emine’nin gaybûbeti kalbe çoşku veren bir melodi gibiydi. Eğilip halıya
yakından baktı. Tertemizdi. Dün eve temizlikçi kadın gelmişti. Her şey onun
bıraktığı gibiydi.
Kapının zili ikinci kez çalınca Ahmet korkuyla irkildi. Bu küçük bir
araydı, dehşet geri geliyor beklentisi kedi gibi sırtını kabartmıştı. Saatine
baktı. Randevusuna on dakika kalmıştı. Emine gelmişti herhalde. Rıfat’la
birlikte. Kızın arabası tamirdeydi. Erkek kardeşi Rıfat getirecekti. Öyle
konuşmuşlardı. Gözü yerlerde leke arayarak yürüdü. Yüklüğün ışığı yanıyordu ve
cesetsiz dar mekân bir gülbahçesi gibi ferahlatıcıydı.
“Ben senin neyinim?”
Yine o adamdı. Gam yüklü parlak gözleri üzerine çekim uyguluyor gibiydi.
Ahmet’in nutku tutulmuştu. Adamın zihninden kendi zihnine bilgi yüklendiğinin
hayal meyal farkındaydı.
“Söyle.”
“Ne istiyorsun benden?”
Adam hafifçe tebessüm etti. “Soruma karşılık ver. Ver ve sav.”
Ahmet’in zihnine dolan bilgilerin basıncından konuşacak hali kalmamıştı.
Kapıyı örtüverdi. Başını çevirip hole baktı. Sorunsuzdu. Sonra saatine baktı.
Emine’nin gelmesine yedi dakika vardı. İçinden bir ses bu yedi dakika hayati
önemde demekteydi.
Oturma odası da bıraktığı gibiydi. Kapıda durakladı. Hem holü, hem de
odayı görebilecek bir konumda kalmayı yeğlemekteydi. Sanki birini gözden kaçırırsa
orada deminki kötücül şeyler beliriverecekmiş gibiydi. Bu his çok güçlüydü.
Fantazi değildi. Avaz avaz bağıran bir gerçeklik duygusuyla sarsılmaktaydı.
Beynine doluşmuş bilgi etkinleşmeye başlayınca zihni yeni bellek malzemesinden
parçalar işlemeye başladı.
7
Kapıyı çalan adamı bir avluda otururken gördü. Tek başınaydı. Sıhhatsiz,
keyifsiz ve mutsuz bir hali vardı. Sandığı kadar yaşlı değildi. Elli
başlarındaydı. Bir hastalık adamı yemiş bitirmiş gibiydi. Yüksek gri beton
duvarlara bakıyordu. Gözleri dolmuştu.
Üzerine yüklenmiş bir tanıdıklık duygusuyla sarsılmaktaydı. Bir yakın arkadaş
ya da akraba olabilir miydi? Yüzünü nasıl unutmuş olabilirdi?
6
Niye ısrarla kim olduğunu bilmesini istiyordu acaba diye düşünürken
adamı hapishanede gördü. Hücredeydi. Birkaç gazete, bir şişe su, iki tükenmez
kalemle bir başınaydı. Yatağının üstünde kahverengi bir namaz seccadesi
duruyordu. Adam ağır bir suç işlemiş olmalıydı. Hapiste olan kimi tanıyorum
diye düşündü. Birkaç tanıdığı çeşitli suçlardan hapse girip çıkmıştı. Naylon
fatura, vergi kaçakçılığı gibi adi suçlardı bunlar. Burada daha ciddi bir şey
vardı. Cinayet.
Kayıp gözler ne olacak Ahmet?
Gözler kelimesi zihinde birkaç hızlı geçişli sahneyi canlandırıp
söndürmüştü. Eli makaslı bir adam oturma odasında yatan kadının üzerine
eğilmişti. Ahmet korkuyla hole ve oturma odasına baktı.
Henüz yoklar.
Henüz de ne demekti? Geliyorlar mıydı yani? Cesetler yürüyebilir miydi?
Bu olmazdı, ama bitleri yüklü bir fotoğrafın açılması için gereken süre gibi
bir şeydi belki. Esas sahne açılacaktı.
5
Tekrar o adamı gördü. Yüzü bitkindi, ama çok daha gençti. Bir mahkeme
salonundaydılar. Seyirciler arasında adama öfke ve yazıklanarak bakanlar vardı.
Emine’nin babasını, ablasını tanıdı. Adamın elinde bir silah olsa katili hiç
çekinmeden vurabilecek bir ruh halindeydi. Katile örtülü bir sevgi ve acıyarak
bakanların yüzleri çok aşinaydı, ama çıkartamıyordu. Oradan yalnız oturulan can
sıkıntısı, kimsesizliğin ve pişmanlığın hüküm sürdüğü hücreye döndü. Adamı gördü.
Hıçkırarak ağlıyordu.
4
Gözleri bul hemen, yoksa...
Gözler lafını hafife almasını engelleyen his çok güçlüydü. Ahmet panikle
kapı ağzından ayrılarak odaya girdi. Etrafa bakındı. Göz saklayacak bir sürü
yer vardı. Hızla şekerliğin içine göz attı. Ardından büfenin çekmecelerine
baktı. Divanın altını da ihmal etmedi. Odada göz möz yoktu. Zihninde hücresinde
cefa çeken adama değin sahneleri bula kaybede koşar adımlarla mutfağa gitti.
Orayı gözden geçirmek daha çetrefilli bir işti. Börek paketini bile ihmal
etmeden yıldırım hızıyla her yere baktı.
3
Yüklükte de göz bulamayınca yatak odasına yöneldi. Dolabın çekmeceleri,
zemini, şifonyer. Odadan çıkarken ter içinde kalmıştı. Bürosuna doğru yöneldi.
Hol hâlâ ondan yanaydı. Zaman vardı demek ki. Duvarlardan birini örten
kütüphane, dört çekmeceli büro, ıvır zıvırların durduğu tahta bir sandık. Hemen
işe koyuldu.
Çabuk ol süren bitiyor.
2
Hücresinde acı çekerek yılları bitirmeye çalışan adamla ilgili inanılmaz
ayrıntılara bulanarak kütüphaneyi, büro çekmecelerini araştırdı. Adam
birilerine mektup yazıyor, sonra yırtıyordu. Öyle sahiciydi ki bunları düşünmek,
tükenmez kalemin mürekkebinin kokusunu bile alabilmekteydi. Yıllar geçiyor ve
adam hızla yaşlanıyordu. Ölümü istiyor, ama ulaşamıyordu. Tam on bir buçuk yıl
böyle yaşamıştı. Rakam kafasında çok sarihti. On bir buçuk yıl boyunca çekilen
yalnızlığın, iç sıkıntılarının, gözden düşmüşlüğün ve de koyu pişmanlığın kayıt
defterini sayfalarını çevirmekteydi sanki. Adamın yaşadığı her an beynine
nakşedilmiş durumdaydı.
Sıra orada.
Ahmet elleri titreyerek babasının hediyesi olan tahta sandığın kapısını
açtı. İçinde eski fotoğraf kutuları, ilkokul diploması, o sıralarda kullandığı
bazı eşyalar cinsinden küçük bir geçmiş müzesi saklıydı. Sarı fotoğraf
kutusunun üzerinde uçuk mavi bir mendile sarılı duran şeyi görünce içindeki
soğukluk geri döndü. Bezin üstüne kırmızı lekeler çıkmıştı. Tam kapağı
kapatacaktı ki, görünmez bir el bunu engelledi.
Ahmet sinirleri altüst durumda elini uzatarak mendilden çıkını aldı.
İçindeki yumruları avucunda hissetmekten ötürü midesi berbat durumdaydı. İki
kere öğürdü. Neyse ki, karnı boştu. Ağzına gelen asitli sıvıyı yutarak geri
yolladı.
Çıkını çözünce Emine ve Rıfat’ın yeşil gözleriyle karşı karşıya geldi.
Tam o sırada kapının zili çalınca elindekileri sandığın içine düşürerek
doğruldu. Kapıyı açmasam ne olur diye düşünmekteydi, ama ayakları yola koyulmuştu
bile.
1
“Söyle şimdi kimim ben?”
Ahmet en sonunda adamı tanımıştı. Bunun şokuna rağmen konuşmayı başardı.
“Bensin.”
“Emine’yle planladığınız gibi altı ay sonra evlendiniz. İki yıl sonra da
bir kıskançlık krizi nedeniyle kızı bıçaklayarak öldürdün. Üç aylık hamileydi.
Birisiyle ilişkisi var sanmıştın. Seni engellemeye çalışan bacanağı da
katlettin. Ortada ne fol vardı, ne de yumurta oysa. Kadının seni seviyordu ve
sana ilk günkü gibi sadıktı. Kuruntunun ve aşırı kıskançlığının esiri oldun
yani. Hapse girdin. Koğuşta kalacak yüzün yoktu. Gönüllü hücre hapsine talip
oldun. Orada kalp krizinden ölene kadar on bir buçuk yıl yaşadın.”
“Bu nasıl olabilir? Sen ve ben, burada...”
Benzeri ona gülümsedi. “Ben sen değilim.”
“Kimsin peki”
“On bir buçuk yıl, her saniye pişmanlıktan kahroldun. İtibarsızlık, hor
görülme, can sıkıntısı ve en kötüsü de namazında niyazında olan aile
büyüklerine verdiğin utanç nedeniyle mahkumiyet seni yedi bitirdi. Bir sabah
gün ağarırken kalp krizinden öldün. Hepsini hatırlıyorsun değil mi?”
Ahmet başını salladı.
“Pişmanlığının yoğunluğu ve samimiyeti bir şekilde hiper uzayı etkiledi.
Paralel yaşamlardan birinde on bir buçuk yıllık çileyi çektin bitirdin. Ben
sana ait geleceklerin birinden gelen bir ekoyum. Bu hayatta da aynı züllü
yaşamaman için seni buldum. Sağ avucunu aç.”
“Ne?”
“Sağ avucunu uzat bana.”
Ahmet istenileni yapınca adam sağ elinin işaret parmağıyla elinin
ayasına dokundu. Ahmet’in bayağı canı yanmıştı. Adamın parmağının ucu akkor
demir gibiydi. Azıcık bir dokunmayla elinin derisinden minik bir duman
çıkmıştı. Ahmet şokla ısı yüzünden kabaran deriye baktı. Acısı beyninde
zonklamaktaydı.
“Bu..?”
“Tövbenim senin ben. Birazdan nişanlın gelecek. O hücrede geçen yılları
unutma ve kendine hayırlı bir gelecek kur.”
Ahmet kapıyı örttükten on saniye kadar sonra kapının zili tekrar çaldı.
Genç adam huşu içinde kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açarken sağ elinin ayası
sızladı. Bunun için de bir yalan bulması gerekecekti. En iyisi iş yerinde oldu
demekti.
“Merhaba. Sen de yeni geldin galiba?”
Emine taba rengi eteğin üstüne krem rengi ince kazak giymiş ve kenarları
altın sim işlemeli bordo renkli bir başörtüsü takmıştı. Çok güzel
görünmekteydi. Ahmet karın boşluğunda ağır dönüşlü bir kıskançlık jiroskobunun
çalıştığını hissedince dalgınlığından sıyrıldı ve başıyla olumladı. “Beş dakka
falan. Rıfat nerede?”
“Arabayı milimi milimine park etmesi lazım malum. Senin neyin var?”
“Yok bir şey. İş yeri bugün biraz elden gitmiş durumdaydı da.”
“Bizim de öyle, hiç sorma.”
Önce yanakları sonra dudakları hafifçe birbirlerine değdi. Ahmet
nişanlısına sevgiyle sarıldı. Sağ avucu sızım sızım sızlamaktaydı. Genç adamın
gözleri dolmuştu. Önlerinde uzun ve mutlu yıllar vardı inşallah.
Kim işlediği zülüm arkasından tevbe
eder, salih amele dönerse Allah elbette tövbe’sini kabul buyurur. Çünkü Allah
Gafurdur, Rahimdir.
(Maide: 39)
Eğer dünyaya geri gönderilseler, yine
sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar. (En'âm, 28)
Amsterdam
Kasım 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder